6 Eylül 2019 Cuma

Vücudumuzun Salgıladığı Endorfin, Dopamin, Serotonin, Oksitosin, Kortizol Hormonlarının Hayatımıza Etkileri


İnsanlarda olumlu duyguları uyandıran ve mutlu olmayı sağlayan 4 kimyasal hormon salgılanır; bunların ikisi Endorfin ve Dopamin bireysel başarı ve tatmini ödüllendirirken, diğer ikisi Serotonin ve Oksitosin sosyalleşmeyi, bağ kurmayı ve işbirliğini ödüllendirmektedir. Birey olumluluğu ve grup olumluluğu birbiri ile çatışsa da insan doğası her ikisini de ödüllendirir; yani insan her ikisine de ihtiyaç duymaktadır. Bu nedenle hem bireysel olarak kendimizi gerçekleştirmeye hem de bir gruba ait olmaya gerçek anlamda muhtacız ve bu ikisinin dengesini bulmak zorundayız. Olumsuz duygular yaşadığımızda Kortizol salgılarız.

Endorfin: İnsan vücudunun bir amaca ulaşırken yaşanan acıyı engellemek için salgıladığı kimyasaldır. Örneğin bir atletin zor bir yarışta daha fazla performans göstermesi için vücudu gösterdiği çabayı Endorfin salgılayarak ödüllendirir ve atlet daha yüksek performans seviyelerine çıkabilir. Ancak Endorfinin biyolojik kökleri sporla alakalı olmayıp tamamen hayatta kalmaya dayanır. Eski çağlarda insanlar hayatta kalmak için avlanırken ava yaklaşan insanı, dayanıklılığını koruması için Tabiat Ana bir parça Endorfin ve bunun sağladığı memnuniyet ile ödüllendirir. Bu nedenle insan, eski çağlardan bu yana yalnızca zorunlu olduğu için değil, salgılanan Endorfin nedeniyle de avlanıyor. Günümüzde artık besin kaynaklarına erişim çok kolay olduğu için Endorfin salgılamamız da oldukça zor. Farklı yollarla, örneğin düzenli ve tempolu spor yaparak, Endorfin salgılayabiliyoruz.

Dopamin: Yapmaya çalıştığımız bir şeyi başardığımızda ya da aradığımız bir şeyi bulduğumuzda kendimizi iyi hissetmemizi sağlayan kimyasal Dopamindir. Önemli bir görevi bitirdiğimizde ya da büyük bir işin üstesinden geldiğimizde vücudumuz bizi biraz Dopaminle ödüllendiriyor. Ancak Dopaminin tek salgılandığı zaman işin bittiği zaman değil. Eski çağlarda insan besin bulabilmek için bir ava (ya da yiyecek bulmaya) uzun sürelerde odaklanmak zorunda idi. Bazen insan günlerce bir avın peşinden sabırla gittiği için odaklanmayı koruyabilmek adına avın tamamlanmasına kadar geçen süre içerisindeki önemli kilometre taşlarında da vücudumuz bizi ödüllendirmek için Dopamin salgılama özelliğini geliştirdi. Bu akıllıca özellik, insanda uzun süre odaklanmanın korunmasını sağladı.

Örneğin, eski çağlarda insan yürürken elma dolu bir ağacı gördüğünde –henüz elmaya ulaşmasa bile- vücut küçük bir doz Dopamin salgılayarak insana mutluluk ve güç verdi. Elmalara yaklaştıkça salgılanan doz bir miktar daha artardı ve en sonunda ulaşınca biyolojik ödül olarak en büyük doz salgılanırdı. Benzer şekilde maraton koşucusu sona yaklaştığında ödül olarak Dopamin salgılanması gibi. Çalışma hayatında da durum farklı değil: Uzun vadeli işlerdeki her bir kilometre taşını geçtiğimizde vücudumuz bizi ödüllendirmek için Dopamin salgılıyor. Doğal olarak hedef ne kadar büyükse, ne kadar fazla çaba gerektiriyorsa aşamaları geçtikçe o kadar daha fazla Dopamin ile ödüllendiriliyoruz. Bu nedenle iş yerinde ne kadar büyük bir iş başarırsak o kadar fazla, kolay ve hızlı bir işi hallettiğimizde de o kadar az dopamin ile ödüllendiriliyoruz. Hiçbir şey yapmamanın da biyolojik bir ödülü yok.

Ayrıca insan, doğası gereği, son derece görselliğe odaklı, görmeye ihtiyaç duyan bir hayvan türü. Her şeyden çok gözlerimizle gördüklerimize inanırız. Bu nedenle sürekli kitaplarda hedeflerimizi bir yere yazmamız, yazmazsak buna ulaşamayacağımız söylenir. İnsanın yukarıda anlatılan doğası gereğince bunda kesinlikle gerçeklik payı var. Eğer neyi başarmaya çalıştığımızı fiziksel olarak görebilirsek –Dopaminin gücü sayesinde- başarmak için gücümüz o kadar artıyor. Bu nedenle hep net hedefler ile çalışmak isteriz, muğlaklık hoşumuza gitmez. Bu nedenle, yazılan ve söylenen vizyon cümleleri de insanların görsel tarafına hitap eden kesinlikte olduğu ölçüde başarılıdır. Örneğin Martin Luther King’in meşhur konuşmasında ortaya koyduğu vizyon gibi: “Bir hayalim var. Küçük siyah oğlan çocukları ile beyaz kız çocukları kardeş gibi el ele tutuşmuş…” Bunu hayal edebiliyor; gözümüzde canlandırabiliyoruz.

Dopaminin yukarıda anlatılan olumlu yanlarının yanı sıra bir de madalyonun diğer yüzü var: Dopamin yüksek derecede bağımlılık yapan bir kimyasal. Eğer beynimizde Dopamin salgılanması için hayatta kalma amacı dışındaki bir nöral bağlantı silsilesi kurulursa bizi hayatta tutmak için tasarlanmış bu sistem tam ters amaçla da çalışabiliyor. Kokain, nikotin, alkol ve kumar bağımlılıkları da vücutta Dopamin salgılanmasına neden oldukları için bu kadar güçlüler. Yeniçağda, Dopamin ödülü aldığımız bağımlılıklar listesine sosyal medya da eklendi. Mesajlaşma, e-postalar, topladığımız beğeniler de telefonumuzun her zili çaldığında küçük bir miktarda Dopamin salgılanmasına neden oluyor. Bu Dopamin bağımlılığı (ihtiyacı) nedeniyle telefonu elimizden bırakamıyor, e-postalarımızı sürekli yeniliyoruz. Sabah ilk uyandığında alkol alan birisi nasıl alkol bağımlısı ise telefonundaki e-postaları ya da sosyal medya hesabını kontrol eden kişi de aynı mekanizma (Dopamin ihtiyacı) ile bağımlı. Benzer şekilde, sürekli başarı odaklı biçimde çalışan sayısal hedeflerin peşinde koşan insanlar da Dopamin yüzünden bir tür bağımlılar. Ya da sürekli alışveriş yapanlar. Bu nedenle Dopamin mekanizmasının ciddi maliyetleri de var.

Özetle başarı ya da tatmin kısa vadede Endorfin ve Dopamin ile ödüllendiriliyor ve bunun için kimseye ihtiyacımız yok; kendimiz yapabiliyoruz. Bu kimyasallara kişisel başarı, azim ve odaklanma için ihtiyacımız var. Ancak kalıcı tatmin, huzur ve mutluluk; sadakat, ait olma, sevgi, bağlanma, paylaşma gibi başka insanlara ihtiyaç duyduğumuz sosyal duygular ile yaşanabiliyor. Bunun için de vücudumuzun bize verdiği başka çok daha güzel ödüller, paylaşımcı kimyasallar var.

Paylaşımcı Kimyasallar: Soğukkanlı hayvanların (örneğin timsahların) beyinlerinde işbirliği davranışını ödüllendiren herhangi bir mekanizma yoktur. Bu nedenle bu hayvanlar tek başına avlanır; avını diğer timsah ile paylaşmaya ihtiyaç duymazlar. İnsanların ise beyninin bir bölümü (ilkel beyin) timsah beyni ile aynı yapıda olsa da fazlasıyla gelişmiş olan diğer beyin bölgelerimiz, bizi yüksek derecede işbirliği yapma ihtiyacı duyan hayvanlar haline getirmiştir. Bu evrimsel gelişmenin önemli gerekçeleri vardır: Eğer insan kabile ve gruplar halinde yaşamaya adapte olmasa idi, türümüz çoktan yok olmuştu. Çünkü sert ve dayanıklı bir derimiz, keskin dişlerimiz, bizi yalnız başımıza hayatta tutacak vücut özelliklerimiz yok. Bu nedenle, birbirimize ihtiyacımız var. Burada da Serotonin ve Oksitosin devreye giriyor.

Serotonin (Liderlik Hormonu): Serotonin bize gururlanma hissini yaşatan hormondur. Başkalarının bizi sevdiğini ya da saydığını hissettiğimizde salgılanan Serotonin bizi daha güçlü ve kendimize güvenli hissettirir; statümüzü yükseltir. Sosyal hayvanlar olarak içinde bulunduğumuz toplulukta kabul görmeye çok fazla ihtiyacımız vardır. Yaptığımız işlerin, grubun faydası için gösterdiğimiz çabaların değer görmesini isteriz. Eğer bu hissi kendi kendimize edinebilseydik, ödül törenlerine, mezuniyet balolarına ihtiyaç olmazdı. Aynı şekilde sosyal medyada aldığımız beğenilerin, kaç takipçimiz olduğunun da pek önemi olmazdı. Bir okuldan mezun olma töreni yalnızca mezun olmanın tatminini yaşadığımız bir yer olduğu için değil, bunu herkesin gördüğü bir etkinlik olduğu için önemlidir. Eğer mezuniyet, posta ile gelen bir mektup ile kutlansaydı, bu kadar özel olmazdı; güzel duyguları tadamazdık. Ancak bundan da daha güzel bir şey vardır: Mezun olan bir öğrencinin damarlarında tören sırasında dolaşan Serotoninin yanı sıra seyirciler arasında yer alan ebeveynlerinde de Serotonin salgılanması. Bu yönüyle mucizevi olan Serotonin, insanlar arasında bağ kurulmasına da neden olur. Anne-baba, öğretmen-öğrenci, antrenör-oyuncu, yönetici-çalışan… Başkaları bizden sorumlu olduğunda ya da bize destek sağladığında vücudumuzdaki mekanizmalar gereğince Serotonin iki tarafta da salgılanır. Bu da destek veren insanın bunun karşılığını almasını sağlayan ve –bu davranışın daha sonra da gösterilmesini teşvik eden- doğal bir mekanizmadır. Serotonin sayesinde insanlara karşı sorumluluk da hissederiz.

Oksitosin (Kimyasal Sevgi): Oksitosin, birçok insanın favori kimyasalıdır. Arkadaşlık, sevgi, güven hislerini oluşturur. En yakın dostlarınız ya da güvendiğiniz insanlarla bir aradayken damarlarınızda Oksitosin salgılanır. Ayrıca bir başkası için güzel bir şey yaptığınızda ya da başkası sizin için yaptığında iki tarafta da Oksitosin salgılanır. Topluluk olarak birlikte şarkı söylerken ait olma hissini ve mutluluğu bize Oksitosin yaşatır. Ancak Oksitosinin salgılanma amacı biyolojik olarak bizi mutlu etmek değildir; yine tarihsel kökleri vardır. Oksitosin olmasaydı fedakarlık ve cömertlik yapmak istemezdik; empati kuramazdık. Güçlü arkadaşlık ve güven bağları kurmamız mümkün olmazdı. Yani “arkamızı kollayacak” güveneceğimiz kimsemiz olmazdı. Dahası, birlikte çocuklarımızı büyüteceğimiz bir eşimiz olmazdı. Oksitosin bizim bağ kurmamızı sağlayan ve bizi sosyal yapan kimyasaldır. Gruplar halinde, bireysel olarak olduğundan daha başarılı olan türümüz için başka birisine güvenmemizi, kendimizi ona teslim etmemizi sağlar.

Yapılan şeyin ödülünün hemen alındığı Dopaminin tam tersine Oksitosin uzunca bir sürecin sonunda salgılanır. Bir kişi ile daha fazla zaman geçirdiğimizde, -aksini gerektirecek bir durum olmadıkça- ona karşı daha az savunma geliştiririz ve güven duymaya başlarız. Ait olma duygusu belli bir zamanın sonunda gelir. Ait olmayı ve güvenmeyi öğrendikçe de daha fazla Oksitosin salgılarız. Bizi destekleyen ve zayıf olduğumuz anlarda açıklarımızı kapatan kişiler ile birlikteyken daha fazla Oksitosin ile ödüllendiriliriz. Kişisel konfor ve huzuru aramaya programlı hayvanlar olduğumuz için bir kabile ya da grubun içinde ait hissettiğimizde güvende (“Güven Çemberinin” içinde) hissettiğimiz için Oksitosin, yalnız ve dışarıda hissettiğimizde güvensiz hissettiğimiz için kendimizi koruma içgüdüsü ile Kortizol salgılarız.

Oksitosinin de muhteşem bir özelliği, serotonin gibi bulaşıcı olması. Örneğin sokakta yürüyoruz; yolda bir kişi çantasını düşürdü. Çantasını alıp kendisine verdiğimizde, hem kendimizde –başkası için iyi bir şey yaptığımızdan- hem de karşımızdakinde –başkası onun için iyi bir şey yaptığından- oksitosin salgılanır. İşin güzel tarafı, yoldan geçen ve bu güzel olayı gören birisi de damarlarında Oksitosin ile ödüllendirilir. Yani iyiliğin taraflarının yanı sıra bunu izleyenler (duyanlar, görenler) de kimyasal ödül mekanizmasına dâhil olurlar. Oksitosinin asıl gücü buradan, bizi daha iyi insanlar yapmasından gelir. Güzel şeyler yaptıkça ya da bunlara şahit oldukça daha güzel şeyler yapmamızı sağlar. Ayrıca araştırmalar Oksitosinin fiziksel temas ile de salgılandığını göstermiştir. Çocukluğunda ebeveynleri ile yeterli fiziksel temas sağlamayan çocukların bu nedenle gelecek yaşamlarında güven ilişkileri kurmakta zorlandıkları ispatlanmıştır. Yüksek takımdaşlık duygusu ile hareket eden spor takımlarında sporcuların ellerini birbirlerine vurması da buradan gelir; bu şekilde aralarındaki bağ ve paylaşım ve taahhütkarlık duygusu güçlenmektedir.

Kortizol (ve Adrenalin): Kortizol, biyolojik mekanizmamızın bizi dış tehditlerden korumak için salgıladığı kimyasaldır. Kitabın (yazının) en başındaki örnekte, koruduğu askerler ile telsiz irtibatı kesilince alçalma ve olaya müdahale etme kararı veren pilotu, bu kararı almaya sevk eden –ona kötü bir şey olabileceğini düşündüren- kimyasal Kortizoldür. Kortizol iyi bir amaç –kendimizi korumak- için salgılanmakla birlikte stres ve endişemizden sorumlu olan hormondur. “Savaş ya da kaç” davranışının ilk seviyesi Kortizol ile devreye girer. Örneğin bir iş yerinde işten çıkarmaların olacağı yönünde bir dedikodu yayılması durumunda –buna konu olabileceğini düşünen- çalışanlarda endişe ile birlikte Kortizol salgılanmaya başlar ve stres meydana gelir.

Kortizolün, salgılanmasına neden olan tehdidin büyüklüğüne göre miktarı artar; insan bunu atlatmadan bir şey yapamaz duruma gelir. Tehdit iyice büyüdüğünde de artık Adrenalin devreye girer ve bize tehdit oluşturan şeyden kaçma ya da onunla savaşma gücü verir. Tehlike atlatıldıktan sonra nefesimiz ve kalp atışlarımız normale döner.

Kortizolün normalde görevini bitirdikten sonra vücudumuzda kalmaması beklenirdi. Ama insanların beyni tehdit altındaki diğer hayvanlara göre daha kompleks olduğu için bize stres yaşatan şeyi anlamak, onu yorumlamak ve tekrar yaşamamak için kaynağını bulmak isteriz. Bizde strese neden olduğunu düşündüğümüz kişileri suçlayarak ya da suçlu biz isek pişmanlık duyarak olayları yaşamaya devam ederiz. Bu durumda gerçek ya da yaratılmış olması fark etmeksizin biyolojik mekanizmamız yeniden devreye girer ve hissettiklerimiz gerçekmiş gibi Kortizol salgılamaya devam ederiz. Oysaki eski insan daha büyük yaşamsal tehditler ile karşı karşıya kalmasına rağmen, bu çok sık rastladığı bir şey değildi. Ayrıca tehdidin kaynağını analiz etme gibi bir ihtiyaç içinde değildi; olay olur ve geçerdi. Ama günümüzün “karmaşık insanı” iş hayatında ve özel hayatında sürekli olarak düşük seviyede anksiyeteye maruz kalmakta ve damarlarında düşük miktarda da olsa sürekli Kortizol dolaşmaktadır.

Her zaman işten çıkarma gibi büyük tehditler olmasa da duygusal olarak desteklenmediğimizi hissettiğimiz her an düşük seviyede de olsa Kortizol salgılarız. Kortizol salgılanmaya başladığında insan bilinç altındaki kodlar gereğince bireyselleşir; (sadece kendisinin kendine yardım edebileceği düşüncesi hâkim olur) ilkel beyin devreye girer. Önemli bilgileri kendinde tutma, diğer insanlar ile bağ kurmama, işbirliği yapmama, hata yapmaktan korkma, başkası hata yaptığında bunu açığa vurma çabası gibi davranışlar ortaya çıkar ki bunların temel nedeni insanın kendisi değildir; bu bir sonuçtur. Güven çemberinin zayıf olması bu sonucu doğurur. Kortizol, Oksitosin salınımını da bloke eder; empati ortadan kalkar. Diğer bir deyişle, Güven Çemberinin zayıf olduğu ekiplerde kendini koruma, politik ilişkiler, içeriden gelen tehdit algısı ve bireysel olarak bencillik ve kendi çıkarlarını takım/şirket çıkarlarının önüne koyma davranışı görülmeye başlanır.

Bu tür sağlıksız kültürlerde var olabilmek, Everest Dağına tırmanmak gibidir. Zor koşullara karşı dayanıklılık geliştirilir; bir süre sonra da güvensizlik koşullarına mecburen uyum sağlarsınız. Ancak insan, doğası gereği bu tür koşullar için yaratılmamıştır. Buna alışmak, bunun –tıpkı Everest Dağı’nın koşullarında sürekli yaşamak gibi- insan doğasına uygun olduğu anlamına gelmemektedir. Nitekim, insan vücudunda sürekli Kortizol akışı olmasının sağlığımıza çok olumsuz etkileri vardır. Diğer bencil kimyasallar gibi Kortizol de bizim hayatta kalmamızı sağlar; ancak sistemimiz bunun sürekli olacağı varsayımına uygun tasarlanmadığı için sürekli Kortizol akışı dolaşım sistemimizde –tansiyon ve şeker dengesinde-, bilişsel yeteneklerimizde (iş yerinde sürekli stres yaşayan birinin dışarıdaki konulara konsantre olabilmesi çok zordur), bağışıklık sistemimizde ciddi hasarlara yol açmaktadır. Kanser, kalp ve damar hastalıklarının günümüzde çok fazla olmasının nedenlerinden biri de çalışma hayatında, zayıf güven çemberi içerisinde var olmaktır. Bu durumun fazla ya da az çalışmakla bir ilgisi yoktur; çalışma yaşamında (ve özel yaşamınızda) güven çemberinin ne kadar kuvvetli ya da zayıf olduğu direkt olarak mutluluğunuzu etkiler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder