Terry Pratchett etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Haziran 2020 Pazar

thumbnail

İnsanlığı Ancak Sen Kurtarabilirsin - Johnny Maxwell 1. Kitap (Terry Pratchett) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : İnsanlığı Ancak Sen Kurtarabilirsin - Johnny Maxwell 1. Kitap

Kitabın Yazarı : Terry Pratchett

Kitap Hakkında Bilgi :

İnsanlığın kaderi bir bilgisayar oyununun ellerine düşünce...

41 kitaplık “Diskdünya” serisinin kült yazarı Sör Terry Pratchett’ın, hayal gücünün sınırlarını zorlayan “Johnny Maxwell” üçlemesi, gözden geçirilmiş baskısı ve Mark Beech’in resimleriyle tekrar raflara geliyor.

Üçlemenin ilk halkası İnsanlığı Ancak Sen Kurtarabilirsin, savaş ve barış kavramları üstüne düşündürürken, etik değerlerle örülü, çarpıcı bir öykü anlatıyor.

"Gerçek olan oyunlar"la ilgili kaleme alınan tüm kitaplar arasından kolayca sivrilen bu eğlenceli roman, bir yandan güldürüyor, bir yandan da ünlü bilimkurgu filmlerine ve tarihî olgulara atıfta bulunarak okurun bilgi dağarcığını körüklüyor.

On iki yaşında, “sıradan” bir çocuk olan Johnny Maxwell’in hayatı son zamanlarda çelişkilerle doludur. Bir yandan ailesinin yaşadığı sıkıntılar, diğer yandan her gece televizyonda seyrettiği Körfez Savaşı haberlerinin etkisiyle zihni bir hayli karışıktır. Tüm bu sıkıcı olaylara rağmen, hayatını renklendiren tek şeyse bilgisayar oyunlarıdır. Günlerden bir gün Johnny’nin eline “İnsanlığı Ancak Sen Kurtarabilirsin” adlı yeni bir bilgisayar oyunu ulaşır ve olanlar olur. Çünkü oyundaki uzaylılar, Johnny ile iletişim kurmaya çalışmakta, hatta ondan yardım istemektedir! Peki, her oyunda yok edilmeye programlı bir uzaylı filosu nasıl olur da bir anda teslim olmaya karar vermiştir? Yoksa artık savaşmayı bir kenara bırakıp konuşmanın, iletişim kurmanın, barışmanın zamanı mıdır?

Okurlarını bilgisayarın günlük yaşamımıza tam olarak hükmetmediği, İnternet’in hayatımızı esir almadığı 90’lı yılların başına doğru gerçeküstü bir yolculuğa çıkaran İnsanlığı Ancak Sen Kurtarabilirsin, gerçekle kurgu arasında gidip gelen bir dünyanın kapılarını aralayarak doğru ve yanlışı baştan aşağı sorgulatan bir öykü anlatıyor.

Unutmayın; siz yapmazsanız, Johnny yapmazsa, kim yapacak?

“Şimdiye kadar, ‘gerçek olan oyun’larla ilgili çok hikâye okuduk. Ama Terry Pratchett’ınki ciddiyetiyle de, mizahıyla da bu alanda kendine çok özel bir yer ayırıyor...” Kutlukhan Kutlu, İyi Kitap

Kitaptan Bir Bölüm :

Birinci Bölüm
FAzlAdAN BİN CANı OlAN KAhrAMAN

Johnny dudağını ısırdı ve odaklandı.
Tamam. Hızla yaklaş, füzelerden biriyle ilk savaş gemisine nişan al. Biip biip biip biibiibiibiip! Füzeyi fırlat! Bammm!
Topları geminin üzerine boşalt!
Pat pat pat pat!
Şimdi ikinci gemiyi vur; lazerle kalkanını yok et! Ciyuvvv!
Yeni füzeyi ateşle: Fişşuvvv!
Birinci gemiyi indir, pike yap, silah değiştir, dönmekte olan üçüncü gemiyi tara...
Pat pat pat!
Yukarı kıvrılırken vizörde ikinci gemiyi yakala, bir füze daha fırlat! Bammm!
Şimdi taramaya başla... Fit fit fit!
İşte dördüncü gemi! Ah, bu hep en son gelirdi ama ilk önce onun peşine
düşerseniz, diğerleri dönüp tekrar gelme fırsatı bulurlardı ve bir anda üçü birden size nişan alırdı...

Johnny şimdiye kadar altı kez ölmüştü bile. Ve saat daha akşamüstü beşti.
Elleri klavyenin üzerinde âdeta uçuyordu. Hızlanarak kargaşadan çıkarken, yıldızlar kükreyerek etrafından geçti. Bu hamle tüm yakıtını tüketecekti, fakat düşman gemiler yetişene kadar kalkanlarını kaldırmasını ve hazır olmasını da sağlayacaktı; hem, iki gemi hasar almıştı bile... Ve işte... geliyorlardı... Füzeler fırladı...

Vay! İlk atışta şansı yaver gitti! Öl, öl, öl! Kırmızı Ateş Topu! Fişşuvvv!
İşte sonuncusu da kaçıyor, ama hâlâ yetişilebilir, gaza bas! GgrrRRRŞŞŞ!
Hiç durmadan ateşle ve sakın gözden kaybetme! Fişşuvvv! Ah!

Amiral gemisinin iri cüssesi ekranın köşesinde belirdi. Onuncu bölüm, işte geliyoruz! Dikkatlice, dikkatlice... Artık başka gemi yoktu, bu yüzden Johnny’nin
tek yapması gereken, amiral gemisinin atış menziline girmemek ve sonra da pike yaparak yaklaşmak ve Konuşmak istiyoruz.

Johnny gözlerini kırpıştırarak mesaja baktı.
Konuşmak istiyoruz.
Gemi kükreyerek geçip gitti. Viiiyooouuunn...
Johnny fren tuşuna uzandı ve yavaşladı, sonra döndü ve büyük, kırmızı şekli yine vizöre aldı.
Konuşmak istiyoruz.
Parmağı Ateş tuşu üzerinde oyalandı. Sonra, hiç bakmadan, elini klavyenin diğer yanına uzattı ve Duraklat’a bastı.

Oyun kitapçığını okumaya başladı. İnsanlığı Ancak Sen Kurtarabilirsin!
yazıyordu kapağında. “Eksiksiz Ses ve Grafiklerle. Bundan İyisi Yok.”
Sayfa 17’de, bir ScreeWee ağır kruvazörünün, yetmiş altı lazer atışı ile yok edilebileceği yazıyordu. Savaş gemilerinden oluşan koruma filosunu temizleyip öteki ScreeWee silahlarının sizi vuramayacağı kullanışlı bir yer bulduktan sonra, gerisi yalnızca zaman meselesiydi.
Konuşmak istiyoruz.
Duraklat’a basmış olmasına rağmen, mesaj ekranda yanıp sönmeye devam ediyordu. Kitapçıkta mesajlar hakkında hiçbir şey yazmıyordu. Johnny sayfaları karıştırdı. Oyuna doldurduklarını iddia ettikleri “Güncellenmiş Özellikler”den biri olmalıydı bu.

Kitapçığı bıraktı, ellerini tuşlara götürdü ve dikkatle yazdı: Öl, uzalyı pislik.
Hayır! Ölmek istemiyoruz! Konuşmak istiyoruz!
Böyle olmaması gerekiyordu, değil mi?
Ona diski veren ve oyun kitapçığını da babasının fotokopi makinesinde kopyalayan Bıngıl Johnson, bir seferinde, onuncu bölümü geçince fazladan 10.000 puan ve Cesaret Ödülü aldığını, sonra da daha fazla sayıda ve çeşitte geminin bulunduğu Arcturus Sektörü’ne geçtiğini söylemişti. Johnny o Cesaret Ödülü’nü istiyordu. Lazeri son bir kez daha ateşledi. Fişşuvvv!

Neden yaptığını bilmiyordu aslında. Sırf, elinde bir oyun kolu ve onun da üzerinde bir Ateş düğmesi olduğu içindi galiba. Sırf, tüm bunlar böyle tasarlandığı içindi. Ne de olsa, Ateş Etmeme düğmesi diye bir şey yoktu, değil mi?
Teslim Oluyoruz! LÜTFEN!
Johnny yeniden klavyeye uzandı ve büyük dikkatle, Kaydet tuşuna bastı. Bilgisayar uğuldadı, tıkırdadı, sonra sustu. Johnny akşam boyunca oyunu tekrar açmadı. Ödevini yaptı. Coğrafya ödeviydi. Dünya haritasında Büyük Britanya’nın yerini işaretlemesi ve sonra da içini boyaması gerekiyordu. ScreeWee’nin kaptanı, ön bacaklarından birini masaya indirdi.
“Evet?
”İkinci kaptan yutkundu ve kuyruğunu saygılı bir açıda tutmaya çalıştı.
“Yine ortadan kayboldu, hanımefendi,” dedi.
“Peki kabul etti mi?”
“Hayır efendim.”
Kaptan, üç elinin parmaklarını masanın üzerinde tıkırdattı. Semender hayvanına benziyordu birazcık; ama en çok benzediği şey, timsahtı.
“Fakat ona ateş etmedik!” dedi.
“Etmedik efendim!”
“Mesajımı gönderdin, değil mi?”
“Evet efendim!”
“Ve onu her öldürdüğümüzde, usanmadan geri geliyor...”

Johnny teneffüste Bıngıl’a yetişti. Takımlar seçilirken Bıngıl hep en sona kalırdı. (Gerçi şu anda bu pek de sorun değildi, çünkü beden öğretmeni, rekabeti körüklediği inancıyla, takımlara karşıydı.) Bıngıl, bıngıl bıngıl bıngıldıyordu. “Hormonlarlailgili bir şey,” diyordu. Özellikle koşarken bıngıldıyordu, farklı kısımları farklı yönlere gitmeye çalışıyordu. Bıngıl’ın belli bir yöne, ancak
ortalama olarak gittiği söylenebilirdi. Oyunlar konusunda iyiydi ama. Her ne kadar, bilindik türde bir “iyilik” olmasa da bu, iyiydi. Mesela, tüm okullar arasında bir “Galaktik-Gemiler’in -Kopyalamaya-Karşı-Kırılması-İmkânsız-Koruma-Sistemini-İlk-Kıran-Kişi-Olma” yarışması düzenlenecek olsa,
Bıngıl yalnızca takıma girmekle kalmaz, takımı seçen kişi olurdu.
“Yo! Bıngıl!” dedi Johnny.
“Artık ‘Yo’ demek havalı değil,” dedi Bıngıl.
“‘Havalı’ demek fiyakalı mı peki?” dedi Johnny.
“Havalı her zaman havalıdır. Ve artık kimse ‘fiyakalı’ da demiyor.”
Bıngıl, bir sırrı varmışçasına çevresine bakındı, sonra da çantasından bir torba çıkardı.
“İşte asıl bu havalı. Şunu bir dene.”
“Bu ne ki?” dedi Johnny.
“Savaşçı Yıldız TeraBombacı’yı kırdım,” dedi Bıngıl.
“Ama kimseye söyleme. Klavyede ‘SYB’ yaz, yeter. Aslında pek de iyi bir oyun değil. Boşluk tuşu bomba bırakıyor ve... Eh, tuşlara bas ve ne yaptıklarını gör işte...”
“Tamam... Bir şey diyeceğim, İnsanlığı Ancak Sen Kurtarabilirsin’i biliyorsun ya...”
“Hâlâ onu mu oynuyorsun?”
“Sen ona... şey... bir şey yapmadın, değil mi? Yani, bana kopyasını vermeden önce?”
“Yoo. Korumalı bile değildi ki o. Kitapçığı kopyalamak dışında hiçbir şey yapmadım. Neden?”
“Ama oynadın, değil mi?”
“Biraz.” Bıngıl, oyunları yalnızca bir kere oynardı. Bir oyunu birkaç dakika izledikten sonra, oyun kolunu eline alıp puan rekorları kırabilirdi. Sonra da zaten o oyunu bir daha oynamazdı.
“Peki, tuhaf bir şey olmadı mı?”
“Nasıl yani?” dedi Bıngıl.
“Şey...” Johnny duraksadı. Bıngıl’a söyleyebilirdi tabii. Ama sonra Bıngıl ya gülerdi, ya ona inanmazdı ya da yalnızca bir tür hata, bir tür numara falan olduğunu söylerdi. Ya da virüs. Evet. Bıngıl’ın diskler dolusu bilgisayar virüsü vardı. Galiba koleksiyon yapıyordu. Pul koleksiyonu falan gibi. Johnny, Bıngıl’a söylerse, bir şekilde gerçek olmaktan çıkardı.
“Şey... ne bileyim, tuhaf bir şeyler işte.”
“Ne gibi?”
“Garip. Şey... sanırım, gerçek gibi.”
“Öyle olması gerekiyor zaten. ‘Tıpkı gerçek gibi,’ yazıyor kutusunda da. Umarım kitapçığı doğru düzgün okumuşsundur, babam onu kopyalamak için koca bir
kahve molasını harcadı.”
Johnny rahatsızca sırıttı.
“Ah, evet. Doğru. Okusam iyi olacak. Yıldız Savaşçısı Pilotu için de teşekkürler...”
“TeraBombacı. Bu arada, babam Amerika’dan ne getirdi, biliyor musun?
Alabama Smith ve Kader Mücevherleri.* Diski sonra geri getir de onu da kopyalayayım.”
“Tamam,” dedi Johnny.
“Sorun değil.”
“Tamam,” dedi Johnny.
Johnny’nin, Bıngıl’ın verdiği oyunların büyük çoğunluğunu hiç oynamadığını söyleyecek cesareti yoktu. Oynayamazdınız ki çünkü. Uyuyacak ve yemek yiyecek zaman istiyorsanız, oynayamazdınız. Ama bu da pek sorun değildi, çünkü Bıngıl asla sormazdı. Bıngıl’ı ilgilendirdiği kadarıyla bilgisayar oyunları, oynamak için değildi. Oyunlar, koruma programını kırmak, yazılımına müdahale edip fazladan can falan kazanmak ve sonra da kopyalayıp herkese dağıtmak içindi.

*Indiana Jones ve Kutsal Hazine Avcıları (Indiana Jones and the Raiders of the Lost Ark) filmini bilirsin ya? Bir zamanlar, onun oyunu da vardı. Indiana Jones ve Atlantis’in Kaderi (Indiana Jones and the Fate of Atlantis) adındaki oyun büyük ses getirmişti. [E.N.]

Temel olarak, dünyada yalnızca iki taraf vardı: bilgisayar korsanlığını yok etmek için muazzam bir çabaya girişmiş koca bir oyun sektörü, bir de Bıngıl. Ve şu
anda, Bıngıl öndeydi.
“Tarih ödevimi yaptın mı?” dedi Bıngıl.
“Al,” dedi Johnny.
“‘İngiliz İç Savaşı Sırasında Köylü Olmak Nasıl Bir Şeydi?’ Üç sayfa.”
“Sağ ol,” dedi Bıngıl. “Çabuk yapmışsın.”
“Ah, geçen dönem coğrafya dersi için, ‘Bolivya’da Köylü Olmak Nasıl Bir Şeydir?’ diye bir ödev yapmıştık. Onu kopyaladım. Yalnızca lamaları çıkardım, yerine de kralların kelle uçurmasıyla ilgili şeyler ekledim. Köylü ödevlerinde bu tür şeyler eklemen gerekiyor. Sonra da hava durumu ve ekinler hakkında şikâyet edip duruyorsun. Köylü ödevleri kolay iş...”

Johnny, yatağına uzanmış, İnsanlığı Ancak Sen Kurtara bilirsin’in kitapçığını okuyordu. Kitapçıklarının, basitçe, “Sola gitmek için < tuşuna, sağa gitmek için > tuşuna, ateş etmek için Ateş tuşuna basın,” gibi şeyler söylediği oyunları daha dün gibi hatırlıyordu... Oysa artık, oyun hakkında yazılmış küçük bir kitabın tamamını okumak gerekiyordu. Basit bir kitapçıktı, fakat adına “Roman” diyorlardı. Aslında bu kitapçıklar bir tür “anti-Bıngıl” önlemiydi. Amerika’daki ya da öyle bir yerdeki birisi, oyunun size, “Kitapçığın 19. sayfasının 23. satırının 1. sözcüğü nedir?” gibi küçük sorular sormasının ve doğru yanıtı vermezseniz bilgisayara reset atılmasının çok akıllıca olacağını düşünmüştü. Demek ki, muhtemelen, Bıngıl’ın babasının ofisindeki fotokopi makinesini hiç duymamışlardı...

Her neyse, sonuçta bu kitapçık vardı. Kitapçığa göre, ScreeWeeler yok yerden ortaya çıkmışlardı ve üzerinde insanlar yaşayan bazı gezegenleri bombalamışlardı. Neredeyse tüm yıldızgemileri havaya uçmuştu ve geriye bir tek bu deney gemisi kalmıştı. ScreeWee sürülerine karşı bir tek o direniyordu. Ve insanlığı ancak sen kurtarabilirdin. Sen. Yani, o. On iki yaşındaki John Maxwell.
Hem de okuldan eve gelip bir şeyler atıştırdıktan sonra, ödev zamanına kadar.
Fakat, savaşmak istemeyen ScreeWee sürülerine yönelik hiçbir şey yazmıyordu...
Johnny önce bilgisayarı, sonra da oyunu açtı. Gemi, vizörün tam ortasında yeniden belirdi.

Johnny, düşünceli düşünceli, oyun kolunu eline aldı. Ve ekranda hemen yeni bir mesaj belirdi. Yani... tam olarak mesaj değildi aslında. Daha çok, bir tür resimdi. Yumurta şeklinde, yarım düzine kadar leke. Hem de kuyruklu. Hareket etmiyorlardı. Bu ne biçim mesaj? diye düşündü Johnny. Belki de göndermesi gereken özel bir mesaj vardı?
“Öl, seni pislik” şu anda pek uygun gelmiyordu çünkü.
Johnny yazdı: Neler olyor?
thumbnail

Hayaletleri Ancak Sen Anlayabilirsin - Johnny Maxwell 2. Kitap (Terry Pratchett) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili



Kitabın Adı : Hayaletleri Ancak Sen Anlayabilirsin - Johnny Maxwell 2. Kitap

Kitabın Yazarı : Terry Pratchett

Kitap Hakkında Bilgi :

Hayata bir de ölülerin gözünden bakmayı deneyin!

Sör Terry Pratchett’ın, hayal gücünün sınırlarını zorlayan “Johnny Maxwell” üçlemesinin ikinci halkası Hayaletleri Ancak Sen Anlayabilirsin, gözden geçirilmiş baskısı ve Mark Beech’in resimleriyle tekrar raflara geliyor.

Pratchett’ın, ölülerin üzerinden yaşayanları anlattığı bu enfes romanı, tarih ve kent bilincine yaptığı önemli göndermelerle, son yıllarda küresel boyutta palazlanmaya başlayan kentsel dönüşüm canavarının yarattığı tahribatı daha iyi anlamamızı sağlıyor.

Ölülerin, akıp giden hayatla ilgili şaşırtıcı yorumlarını olağanüstü bir mizahî deha ve parmak ısırtan bir kurguyla sayfalarına taşıyan Hayaletleri Ancak Sen Anlayabilirsin, on iki yaş ve üzeri okurlarını, güldürürken düşünd... Eh, ürpertirken belirli çıkarlar uğruna insanların ne denli acımasız olabileceklerini eleştiren, heyecan verici bir mücadeleye ortak ediyor.

Johnny Maxwell’in yeni arkadaşları bir grup hayaletten, pardon yaşlı-ötesi-vatandaştan oluşuyor. Johnny, evine kestirme yoldan ulaşmak için mezarlığı kullanırken bir hayaletle karşılaşıyor. Sonrasında da neden kaynaklandığını kesinlikle bilmeyerek, hayaletleri görebildiğini, duyabildiğini ve hatta onlarla konuşabildiğini keşfediyor. Tesadüfe bakın ki tam da o dönemlerde belediye, mezarlık arazisini büyük bir holdinge satma derdine düşüyor. Üstelik üç beş kuruşa… Eyvah! Yoksa ölüler evsiz mi kalacak?! Johnny, mezarlıkta yaşayanları görebilen tek kişi olarak kolları sıvıyor ve yeniden hayata tutunmaya çalışan bir avuç ölüyle birlikte bu büyük kumpası faka bastırmak için buzz gibi bir maceraya girişiyor...

Ölümlülerin ve ölümsüzlerin hayatlarındaki ortak kesişme noktalarına değinerek dünyevi değerler üzerine uzun uzun düşündüren Hayaletleri Ancak Sen Anlayabilirsin, ölülerin fısıltılarına kulak vererek, hayata bir de onların gözünden bakmamızı öneriyor. Pratchett alametifarikalarıyla dolu bu dört başı mamur roman, pek çok ünlü korku filmine, kitabına ve hatta şarkısına dokunarak, edebiyata mesafeli duran gençlere heyecan verici ve eğlenceli bir okuma deneyimi vadediyor.

Kitaptan Bir Bölüm :

BİRİNCİ BÖLÜM

Johnny, ölüleri neden görmeye başladığını kesinlikle bilmiyordu. Kasaba Eşrafından Thomas Bowler,
“Muhtemelen, görmemek için fazla tembel olduğundan,” dedi.
Eşraftan Bowler, çoğu insanın zihninin, onları rahatsız edecek şeyleri görmelerine izin vermediğini söyledi. Bowler,
“Ölü gören başka insanlar da olsa, bilirdim,” diyordu; çünkü kendisi tüm hayatını (1822-1906) bu tür şeyleri görmeyerek geçirmişti.

Bıngıl Johnson, ki teknik olarak Johnny’nin en iyi arkadaşıydı,
“Kafayı yediğin için ölüleri görmeye başladın,” dedi.
Ama diğer arkadaşı Yo-yok, ki bol bol tıp kitabı okur-du,
“Muhtemelen bu, normal insanların aksine, zihnini odaklayamamandan
kaynaklanıyor,” dedi. “Normal insanlar,” diye ekledi, “çevrelerinde olan biten hemen her şeyi görmezden gelebiliyorlar, böylece de çok daha önemli şeylere... mesela, şeye... eh, tuvalete gitmek ve hayatlarını yaşamak gibi şeylere rahatça odaklanabiliyorlar. Buna karşılık sen sabahleyin gözlerini açıyorsun ve koca evren suratına tokat gibi iniyor.”

Bıngıl, “Bu dediklerin zaten ‘kafayı yemek’ anlamına geliyor,” dedi.

Evet. Adına ne denirse densin, anlamı buydu. Johnny, hiç kimsenin görmediği şeyleri görüyordu. Örneğin, mezarlığın çevresinde oyalanan ölü insanları. Eşraftan Bowler... eh, en azından, eski Eşraftan Bowler, ölülerin geri kalanına burun kıvırıyordu; kocaman, siyah mermerden bir mezarı olan Bay Vicenti’ye bile. Bay Vicenti’nin (1897-1958) mezarı, küçük bir çerçevenin ardından bakan ve hiç de ölü görünmeyen bir gençlik fotoğrafıyla ve meleklerle süslenmişti. Eşraftan Bowler, Bay Vicenti’nin, Mafya’nın “Capo de Monte”si olduğunu söylemişti.*

Bay Vicenti ise, tam aksine, hayatı boyunca yalnızca tuhafiye toptancılığı, amatör kaçış sanatçılığı ve çocuk eğlendiriciliği yaptığını söylemişti Johnny’ye. Ki pek çok önemli açıdan, bu işler de Mafya üyesi olmaktan daha uzak sayılmazdı... Fakat tüm bunlar, sonradan olmuştu. Johnny ölüleri çok daha iyi tanıdıktan sonra. Ford Capri’nin de hayaleti gökyüzüne uçup gittikten sonra...

* Aslında “Capo dei Capi” (yani patronların patronu) demek istemiş, ama yanlışlıkla “dağın başı” demiş. [E.N.]

Johnny mezarlığı ancak dedesinin yanında yaşamaya başladıktan sonra gerçekten keşfetti. Sıkıntılı Zamanlar’ın Üçüncü Aşama’sındaydı artık; Bağrışmalar’dan (kötü bir aşamaydı) ve Bazı Konularda Sağduyulu Davranmak’tan (bu daha da kötüydü; Bağrışmalar bile daha iyiydi) sonraki aşama. Babası, ülkenin diğer ucunda, kendine yeni bir iş arıyordu. Ve herkes artık sağduyulu davranmayı da bıraktığından, her şeyin yoluna girebileceği gibi muğlak bir his vardı ortamda. Johnny bütün bunlar hakkında düşünmemeye çalışıyordu.

Eve, otobüse binmek yerine kanal boyundaki yoldan yürüyerek gitmeye başlamıştı. Kısa süre içinde de zaten, mezarlık duvarının yıkık kısmının üstünden aşarsa ve sonra da krematoryum binasının çevresinden dolanırsa, yolu yarı yarıya kısaltabileceğini fark etmişti. Mezarlar, kanalın kıyısına kadar uzanıyordu. Baykuşların ve tilkilerin yaşadığı eski mezarlıklardan biriydi burası. Hani şu, pazar gazetelerinde haberi çıkan, “Victoria Döneminden Kalma Mirasımız” gibi manşetlerle sunulan eski mezarlıklardan... Fakat o gazeteler bu mezarlıktan bahsetmezlerdi asla. Çünkü burası Londra’dan çok uzaktı ve dolayısıyla... eh, yanlış türden bir mirastı.

Bıngıl, mezarlığın ürkütücü olduğunu söyleyip eve bazen uzun yoldan gidiyordu. Oysa Johnny, mezarlık yeterince ürkütücü olmadığı için hayal kırıklığına uğramıştı. Hatta, buranın gerçekte ne olduğunu aklınızdan çıkarırsanız, yani yerin altında yatan ve bütün geceyi sırıtarak geçiren onca iskeleti unutmayı başarırsanız, epey dost canlısı bir yer bile sayılabilirdi. Kuşlar şakıyordu, trafik gürültüsü çok uzaktan geliyordu... Huzurlu bir yerdi. Yine de Johnny birkaç şeyi daha kontrol etmişti. Eski mezarların bazılarının tepesinde büyük taş kutular vardı. Bakımsız kalmış yerlerde bunlar çatlamış, hatta açılıp düşmüştü. Johnny, ne olur ne olmaz diye içeriye şöyle bir göz atmıştı...
...ve orada da hiçbir şey bulamayarak yine hayal kırıklığına uğramıştı.

Sonra bir de mozoleler vardı. Çok büyüktü bunlar. Kapıları vardı, küçük evlere benziyorlardı. Bol bol meleği olan minik bahçe barakaları gibiydi hepsi. Melekler de beklenmedik ölçüde gerçekçiydi; özellikle de şu, girişin yakınındaki mozoleye işlenmiş olan, cennetten çıkmadan önce tuvalete gitmeyi akıl edememiş gibi görünen melek... İki çocuk, yerdeki yaprak yığınlarını tekmeleyerek, mezarlıkta yürüyordu şimdi.
“Haftaya Cadılar Bayramı,” dedi Bıngıl. “Evde dans partisi veriyorum. Korkunç bir şey kılığında gelmen gerekiyor tabii. Yani senin kılık değiştirmen gerekmez.”
“Sağ ol be,” dedi Johnny.
“Bugünlerde dükkânlarda çok daha fazla Cadılar Bay-
ramı malzemesi olduğunu fark ettin mi?” dedi Bıngıl.
“Guy Fawkes Gecesi yüzünden,” dedi Johnny.
“Eskiden, Guy Fawkes Gecesi’nde, havai fişekler yüzünden bir dolu kişi yaralanıyordu. İnsanlar da bu yüzden Cadılar Bayramı’nı icat etti. Çünkü artık yalnızca maskeler falan takıyoruz.”*
“Bayan Nugent, bütün bunların hep doğaüstü güçlerle falan uğraşmak demek olduğunu söylüyor,” dedi Bıngıl. Bayan Nugent, Bıngılların yan komşusuydu. Gecenin üçünde bangır bangır Madonna çalmak gibi konularda biraz mantıksız davranmasıyla tanınırdı.
“Muhtemelen öyledir,” dedi Johnny.
“Cadılar Bayramı’nda, cadılar dışarıda oluyormuş. Öyle söylüyor,” dedi Bıngıl.
“Nasıl yani?” Johnny alnını kırıştırdı. “Mallorca’ya falan tatile mi gidiyorlarmış?”
“Sanırım,” dedi Bıngıl.
“Şey... mantıklı herhâlde. Muhtemelen, yaşlı olduklarından, sezon dışı özel indirimler falan alıyorlardır,” dedi Johnny.
“Halam, neredeyse hiç para ödemeden otobüsle istediği yere gidiyor. Üstelik cadı bile değil.”
“O zaman, Bayan Nugent neden endişeleniyor ki?” dedi Bıngıl.
“Bütün cadılar tatildeyken buralar çok daha güvenli olur?”

* Guy Fawkes, 1605 yılında İngiltere parlamento binasını havaya uçurmaya yönelik “Barut Komplosu”nun öncüsü olan kişiydi. Bu eylem bir şekilde engellendi ve ondan sonra her 5 Kasım, Guy Fawkes Gecesi olarak kutlanır oldu. Zamanla bu gösteriler sadece eğlence odaklı hâle geldi. Ve zamanla, Amerikan kültürünün yayılmacı siyaseti sayesinde Cadılar Bayramı küreselleşti ve İngiltere’de de bu gecenin önüne geçti. [E.N.]

Küçük, vitraylı pencereleri bile olan çok süslü bir mozolenin önünden geçtiler. Bir mozolenin içine kim bakmak isterdi ki? Gerçi, öte yandan... bir mozoleden dışarı bakmayı kim isterdi?
“Cadılarla aynı uçağa binmek istemezdim,” dedi Bıngıl, derin düşünceler içinde.
“Düşünsene... belki paran anca sonbaharda tatile gitmeye yetiyor, sonra uçağa biniyorsun ve bir bakmışsın, uçak dışarı giden bir sürü yaşlı cadıyla dolu!”
“Bir yandan da şarkı söylüyorlar, değil mi...” dedi Johnny.
“Haydi cadılar, haydi cadılar, haydiii! Tam zamanı tam zamanı şimdiii!..”
“Tabii. Hatta bir de, Viva Espanya.”
“Ama bahse girerim, otellerde en iyi hizmeti onlar alıyordur,” dedi Johnny.
“Evet.”
“Gerçekten komik,” dedi Johnny.
“Ne?”
“Bir kitapta okumuştum. Meksika gibi bir yerde yaşayan insanlar hakkındaydı. Her sene, Cadılar Bayramı’nda, hepsi birden mezarlığa gidip büyük bir kutlama yaparlarmış. Sırf öldüler diye insanların neden her şeyden dışlanmaları gerektiğini anlamıyorlarmış gibi falan...”
“Iyk. Piknik ha? Hem de mezarlıkta?”
“Evet.”
“Kesin, böyle... topraktan... yeşil, parlak eller çıkıp sandviçleri aşırıyormuştur da?”
“Sanmam. Hem... Meksika’da sandviç yemiyorlar. Tort... tost... turt? Öyle bir şey yiyorlar.”
“Tosbağa bence.”
“Öyle mi?”
“Kesin,” dedi Bıngıl, çevresine bakınarak.
“Kesin. Kesin... var ya, şu kapılardan birini çalmaya kesin cesaret edemezsin. Kesin, içeride sarsıla sarsıla yürüyen ölü insanlar duyarsın.”
“Neden sarsılıyorlarmış?”
Bıngıl düşündü.
“Eh, onlar her zaman sarsıla sarsıla hareket eder,”
dedi. “Neden, bilmiyorum. Videolarda izledim. Ayrıca duvarlardan da geçebiliyorlar.”
“Neden?” dedi Johnny.
“Ne neden?”
“Neden duvarlardan geçiyorlar? Yani... canlı insanlar yapamıyor öyle bir şey. Ölü insanlar neden yapabilsin ki?”
Bıngıl’ın annesi videolar konusunda çok rahat davranıyordu. Bıngıl, yüz yaşındaki insanların bile ancak anne babalarıyla birlikte izleyebileceği filmleri izlemeye izni olduğunu söylüyordu.
“Bilmiyorum,” dedi. “Genelde çok... öfkeli oluyorlar.”
“Ölmüş oldukları içindir herhâlde...”
“Muhtemelen,” dedi Bıngıl. “Yaşanacak hayat değil onlarınki.”

(Johnny o akşam, Eşraftan Bowler’la tanıştıktan sonra yani, bu konuyu uzun uzun düşündü. O zamana kadar tanıdığı yegâne ölü insanlar, bir tür hastalıktan ötürü hastanede ölen Bay Page ile doksan altı yaşında eceliyle vefat eden büyükninesiydi. İkisi de öyle öfkeli insanlar değildi. Evet, büyükninesinin aklı biraz karışıktı ama kesinlikle öfkeli değildi. Johnny onu ziyaret etmek için Günışığı Çayırları’na gitmişti. Büyükninesi orada, bol bol televizyon izleyerek ve bir sonraki yemek zamanının gelmesini bekleyerek, sakince yaşıyordu. Bay Page de oralarda sessizce dolaşırdı. O sokakta yaşayan ve gün ortasında hâlâ evinde olan tek erkekti. Yani, sırf Michael Jackson’la dans edecekler diye, öldükten sonra yeniden ayaklanacak tipler değildi ikisi de.* Ve büyükninesini duvarlardan geçmeye yöneltecek tek şey, uzaktan kumandayı kapmak için on beş yaşlı hanımla savaşmasını gerektirmeyecek bir odanın vaadi olurdu...) Johnny, insanların pek çok şeyi yanlış anladığını düşünüyordu. Bunu Bıngıl’a da söyledi. Bıngıl itiraz etti.
“Ölülerin bakış açısından bakınca farklı görünüyordur muhtemelen,” dedi.

Şimdi Batı Caddesi’nde yürüyorlardı. Mezarlık, yolları ve sokakları olan bir şehir gibi düzenlenmişti. Sokak isimleri pek yaratıcı değildi gerçi: Örneğin, Kuzey Yolu ile Güney Patikası, banklar konulmuş, çakıl taşı kaplı, küçük bir alanda Batı Caddesi’ne kavuşuyordu.

* Michael Jackson’ın Thriller şarkısının klibinde dans eden zombileri düşünüyor... [E.N.]

Bir tür şehir merkezi gibi... Ama bu şehir, Victoria Dönemi tarzında yapılmış büyük mozoleler yüzünden, dünyadaki en uzun hafta sonu tatiline girmiş bir şehre benziyordu.
“Babam, bunların üzerine binalar yapılacağını söyledi,” dedi Bıngıl. “Bakımı çok pahalı olduğu için belediye burayı büyük şirketlerden birine üç kuruşa satmış.”
“Nasıl yani? Hepsini birden mi?” dedi Johnny.
“Babam öyle dedi,” dedi Bıngıl, ama pek de emin değil gibiydi. “Bunun tam bir rezalet olduğunu söyledi.”
“Kavak ağaçlarının olduğu yeri bile mi satmışlar?”
“Her yeri,” dedi Bıngıl. “İş merkezi mi ne, öyle bir şey olacakmış.”
Johnny çevreye göz gezdirdi. Kilometreler boyunca, bölgedeki tek yeşil alan burasıydı.
“Üç kuruş ha...” dedi. “Bense en az bir pound verirdim buraya...”
“Evet ama sen buraya bina yapamazsın,” dedi Bıngıl.
“Önemli olan da o.”
“Ben zaten buraya bina falan yapmak istemezdim. Sırf, olduğu gibi bıraksınlar diye satın alırdım.”
“Evet,” dedi, sağduyunun sesi Bıngıl. “Fakat insanlara da iş lazım. İnsanların çalışması gerekiyor.”
“Eminim buranın sakinleri buna hiç memnun olmazdı,” dedi Johnny. “Bilselerdi yani.”
“Sanırım onları başka yere nakledecekler,” dedi Bıngıl. “Öyle bir şey olmalı yani. Yoksa... düşünsene, bahçeyi kazmaya bile cesaret edemez insan...”

28 Kasım 2019 Perşembe

thumbnail

Zamanı Ancak Sen Durdurabilirsin - Johnny Maxwell 3. Kitap (Terry Pratchett) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Zamanı Ancak Sen Durdurabilirsin

Kitabın Yazarı : Terry Pratchett

Kitap Hakkında Bilgi :

“Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü…”

Sör Terry Pratchett’ın, hayal gücünün sınırlarını zorlayan “Johnny Maxwell” üçlemesinin son halkası Zamanı Ancak Sen Durdurabilirsin, gözden geçirilmiş baskısı ve Mark Beech’in resimleriyle tekrar raflara geliyor.

Pratchett’ın, zamanda yolculuk kavramını olağanüstü bir mizah ve kıvrak bir kurguyla yeni baştan yorumladığı bu enfes romanı, savaşın siviller üzerindeki acı etkilerini gözler önüne sererek, “doğru şeyi yapmanın” önemini vurguluyor.

Zamanının çok ötesinde bir anlatı sunan bu dâhiyane kitap, on iki yaş ve üzerindeki maceraperest okurlarını 1941 yılına ışınlıyor ve savaş karşıtlığı, etik seçimler, ahlaki sorunlar gibi toplumsal konular üzerine düşündürüyor, geçmişe geleceğin güzünden bakmanın nasıl bir his olduğunu birinci elden gösteriyor.

Savaşı bütün yönleriyle ele alan ve pek çok bilimkurgu filmine parmak ısırtacak bir bombardıman sahnesiyle gözler önüne seren bu sürükleyici roman; doğru yerde, doğru zamanda, en doğru kararı almanın, nihai sonuçlar üzerindeki etkilerini tartışıyor.

Tarihi yapanlar ile yazanlar üzerine uzun uzun düşündüren derinlikli metniyle, türünün en nitelikli yapıtları arasında yer alan Zamanı Ancak Sen Durdurabilirsin, insanlığın utanç tarihlerinden İkinci Dünya Savaşı’na bambaşka bir gözle bakmamızı sağlıyor.

Üstelik, yankılı kahkahalara da bir an olsun ara vermiyor!

Kitabın Özeti :

Blackbury sokaklarının yaşlı, evsiz ve azıcık da çatlak sakinlerinden Bayan Tachyon, bir gün yerde, baygın bir şekilde bulunur. Beraberinde, yanından hiç ayırmadığı alışveriş arabası ve birkaç da kuşku uyandırıcı siyah torba vardır.

Bu gizemli kadın aslında öyle değerli bir şeye sahiptir ki...

Elinde farklı zamanlara, farklı devirlere hükmedecek bir anahtar taşıyordur!
Gözü pek kahramanımız Johnny Maxwell ve dostlarının yolu bu kez uzaklara, bir hayli uzaklara düşer ve hep beraber, zamanda yolculuğun en tuhaf hâliyle, bir alışveriş arabasıyla, istemeden de olsa ta İkinci Dünya Savaşı yıllarına yollanıverirler.

Bu tekinsiz serüven sırasında, kendilerini ve hayatı da yeniden keşfederler...

Kitaptan Bir Bölüm :

Birinci Bölüm
BOMBALARDAN SONRA


Blackbury’nin ana caddesi. Akşam saat dokuz. Hava kararmıştı. Dağınık bulutların arkasında zaman zaman dolunayın ışığı görünüyordu. Rüzgâr güneybatıdan esiyordu. Patlayan son fırtına havayı temizlemiş, parke taşlarını ıslatıp kayganlaştırmıştı. Bir polis memuru, sokakta sakin sakin, yavaşça yürüyordu.

Karartılmış pencerelerin çevresinde, ancak çok yakından bakan birinin görebileceği incecik ışık çizgileri seçiliyordu. Pencerelerin gerisinden, her şeye rağmen hayatlarını yaşayan insanların uzak sesleri geliyordu: piyano çalışması sırasında tekrar tekrar çalınan boğuk notalar, radyodan arada bir yükselen mırıltılar, kahkahalar. Bazı dükkânların vitrinlerinin önüne kum torbaları yığılmıştı. Bir dükkânın önündeki afiş, insanları “Zafer

İçin Toprak Kazmaya” çağırıyordu;* sanki zafer, bir tür şalgammış gibi.
Ufukta, Slate kasabasının olduğu yönde, kuvvetli projektörlerin ince ışıkları, bulutların arasında bombardıman uçağı arıyordu. Polis memuru köşeyi dolandı ve sessizliğin içinde  gürültüyle inleyen ayak sesleriyle, bir sonraki sokakta
yürümeye başladı. İzlediği rota onu küçük kiliseye kadar götürüyor, sonra da –yani, en azından teoride– Cennet Sokağı’ndan geçiriyordu. Ama bu gece oradan geçmedi. Çünkü Cennet Sokağı artık yoktu. Dün geceden beri, yoktu. Kilisenin yanına bir kamyon park edilmişti. Kasayı örten brandanın altından ışık sızıyordu. Polis memuru kamyona vurdu.
“Buraya park edemezsiniz beyler!” dedi.
“Size bir fincan çay cezası kesiyorum, tamam mı? Sonra da bu konuyu bir daha açmayacağız!”

Branda aralandı, dışarı bir asker atladı. İçerisi çok kısa bir anlığına göründü: Turuncu ışıkla dolu sıcak bir çadır, küçük bir sobanın çevresinde oturan birkaç asker ve sigara dumanıyla ağırlaşmış hava.
Asker sırıttı.
“Kom’ser yardımcısına bi’ fincan çay ve bi’ sandviç uzatın,” dedi, kamyonun içindeki birine.

* İkinci Dünya Savaşı döneminde, İngiltere Tarım Bakanlığının hayata geçirdiği bir projeydi bu. Ekonomiye destek olmaları için halkı tarım yapmaya teşvik ediyordu. [E.N.]

Teneke fincanda bir bardak çay ve tuğla kadar kalın  bir sandviç uzatıldı.
“Çok makbule geçti,” dedi komiser yardımcısı, uzatılanları alarak. Kamyona yaslandı. “Ee? Nasıl gidiyor?
Tek gümleme bile duymadım.”
“Bu seferki 25 kalibrelik,” dedi asker. “Mahzen zeminini delip geçmiş. Dün gece iyi bombalandınız he. Görmek ister misiniz?”
“Güvenli mi?”
“Tabii ki değil,” dedi asker neşeyle.
“Biz de bu yüzden burdayız, değil mi? Hadi.”
Ucunu kıstırarak sigarasını söndürdü ve izmariti kulak arkası yaptı.
“Sizin, onu korumak için burada olduğunuzu sanıyordum,” dedi komiser yardımcısı.
“Saat gecenin ikisi ve şakır şakır yağmur yağıyor,” dedi asker.
“Patlamamış bi’ bombayı kim çalar ki?”
“Evet, ama...” Komiser yardımcısı, harabeye dönmüş sokağa baktı. Kayıp düşen tuğlaların sesi duyuldu.
“Sese bakılırsa, biri şu an çalıyor...”
“Ne? Uyarı tabelaları koymuştuk!” dedi asker. “Yalnızca çay molası vermiştik ya! Hey!”
İkisinin de botları, yerlere saçılmış molozun üzerinde gıcırdadı.
“Güvenli ama, değil mi?” dedi komiser yardımcısı.
“Eh... biri üzerine pis bi’ tuğla yığını düşürürse... hayır, değil. Hey! Sen!”
Ay, bulutların arkasından çıktı. Şimdi, soluk ışığın altında –ve tabii, sokaktan geriye her ne kalmışsa onun diğer ucunda– turşu fabrikasının duvarının yanında birini seçebiliyorlardı.
Komiser yardımcısı kayarak durdu.
“Ah, olamaz!” diye fısıldadı. “Bayan Tachyon bu.”
Asker, molozun içinde bir tür... el arabası sürüklemekte olan ufak tefek kadına baktı.
“Kim bu?”
“Bu işi sessizce halledelim, tamam mı?” dedi komiser yardımcısı, askerin kolunu tutarak. Fenerini açtı ve yüzüne bir tür çılgın, dost canlısı sırıtış oturttu.
“Sen misin Bayan Tachyon?” dedi. “Benim, Komiser Yardımcısı Burke. Hava, gecenin bu saatinde dışarıda olmak için birazcık soğuk değil mi sence de? Bak, karakolda güzel, sıcacık bir koğuş var. Benimle gelirsen eminim koca bir fincan sıcak kakao da buluruz. Ne dersin?”
“Onca uyarı tabelasını okuyamıyor mu? Kafayı mı yemiş bu?” dedi asker alçak sesle. “Mahzenine bomba düşen evin tam yanında duruyor!”
“Evet... yani, hayır. O... farklıdır biraz,” dedi komiser yardımcısı. “Biraz... çatlaktır.” Sesini yükseltti.
“Olduğun yerde kal tatlım, biz gelip seni alırız! Bunca döküntünün üzerinde bir yerini yaralamanı istemeyiz, değil mi?”
“Hey, yoksa yağma mı yapıyor?” dedi asker.
“Bombalanmış evlerden bi’ şeyler yürütüyorsa kurşuna dizilebilir!”
“Kimse Bayan Tachyon’u kurşuna falan dizmeyecek,” dedi komiser yardımcısı. “Onu tanıyoruz, anlıyor musun? Geçen geceyi de koğuşta geçirdi.”
“Ne suç işledi ki?”
“Hiçbir şey. Soğuk gecelerde karakoldaki boş hücrelerden birinde kalmasına izin veriyoruz. Daha dün ona altı peni ve annemin eski botlarını verdim. Baksana kadıncağıza... Ninen yaşında... Zavallı ihtiyarcık...”
Onlar ihtiyatla yürürken, Bayan Tachyon durup dalgın dalgın baktı.

Asker, kadına yaklaştıkça, parti elbisesine benzer bir elbise ve onun da üzerine kat kat başka giysiler giymiş, püsküllü yün bere takmış, ufak tefek, kırışık bir kadın gördü. Kadın, telden yapılmış tekerlekli bir alışveriş arabası itiyordu. Arabanın üzerinde metal bir etiket vardı.
“AVM,” diye okudu asker. “O ne demek ki?”
“O tuhaf eşyaları nereden buluyor, hiç bilmiyorum,” diye mırıldandı komiser yardımcısı. Alışveriş arabası siyah torbalarla doluydu. Ama ay ışığında parıldayan başka şeyler de vardı.
“Ah! Onu nereden bulduğunu biliyorum işte,” diye mırıldandı asker.
“Turşu fabrikasından aşırmış!”
“Hah. Bu sabah kasabanın neredeyse yarısı oradaydı,” dedi komiser yardımcısı. “Birkaç kavanoz salatalık turşusunun kimseye zararı dokunmaz.”
“Evet ama bu tür şeylere izin veremeyiz. Hey, sen! Ha’mfendi! Dur da bi’ bakayım.”

Alışveriş arabasına uzandı. Ve arabadan, tamamen dişler ve parlayan gözlerden oluşmuş bir tür iblis fırladı, askerin elini tırmaladı.
“Anam! Kahretsin! Hey, yardım edin de tutayım...”
Ama komiser yardımcısı gerilemişti.
“Suçlu bu,” dedi. “Yerinde olsam uzaklaşırdım.”
Bay Tachyon bet bir sesle güldü.
“Fırtına Kuşları, uçun!” dedi.*
“Ne, muz yok mu? Sen öyle san, benim ihtiyar bebeğim!”
Arabayı hızla çevirdi ve arkasından çeke çeke, koşarak uzaklaştı.
“Hey, oraya girme!..” diye bağırdı asker.

Yaşlı kadın, arabayı bir tuğla yığınının üzerinde sürükledi. O geçtikten sonra da duvar yıkıldı. Son tuğla, çok aşağılarda bir şeye çarptı ve boing! yaptı.

Bayan Tachyon’un peşinden koşmakta olan asker ve komiser yardımcısı, adımlarının ortasında donakaldı. Ay yeniden bir bulutun arkasına girdi. Karanlıkta bir tıkırtı duyuldu. Çok uzaktan gelmişti ve biraz da boğuktu; fakat o sessizlikte iki adam da onu ta belkemiklerinde hissetti. Komiser yardımcısının havada kalmış ayağı yavaşça yere indi.

“Tıkırdamaya başlamışsa, ne kadar zamanın kalmış oluyor?” diye fısıldadı.

* Bir dönem bizde de yayınlanmış Fırtına Kuşları (Thunderbirds), gizli ajanların maceralarını anlatan bir kukla dizisiydi. [E.N.]

Ama yanında kimse yoktu. Asker, tabana kuvvet kaçıyordu. Onun arkasından komiser yardımcısı da koşmaya başladı. Fakat tam da Cennet Sokağı’nın molozlarına tırmanmaya başlamışken, arkasındaki dünya aniden heyecanla doldu...

Blackbury’nin ana caddesi. Akşam saat dokuz. Elektrikli eşya satan mağazanın vitrinindeki dokuz televizyon da aynı şeyi gösteriyordu. Dokuz televizyon, titreşen ekranlarındaki imgeleri boş havaya yansıtıyordu.

Issız kaldırımda eski bir gazete savruldu, ardından da çiçek tarhındaki saplara dolanarak durdu. Sonra rüzgâr, boş bir bira kutusunu yakaladı ve onu tıngır mıngır sürükleyerek bir kanala düşürdü.

Ana cadde, Blackbury Belediye Kurulu’nun “Yayalaştırılmış Konfor Alanı” ismini verdiği yerdi. Fakat, söz konusu konforun nasıl bir konfor olduğundan, hatta bizzat konforun ne olduğundan kimse emin değildi. Belki de bu, insanların uzun süre oturup mekânı dağıtmaması için sinsice tasarlanmış olan rahatsız banklar demekti? Ya da belki, her tür hava koşuluna dayanıklı, her sene düzenli olarak Cips Paketi mahsulü veren çiçek tarhlarıydı... Süs ağaçları değildi ama. Onlar, birkaç sene önceki orijinal proje çizimlerinde oldukça büyük ve yeşil görünüyorlardı. Ama bütçe kesintileri yüzünden kimse ağaç ekmeye dikmeye bulamamıştı.

Sokak lambalarının sodyum bazlı kalitesiz ışıkları, gecenin buz kadar soğuk görünmesine sebep oluyordu. Gazete yeniden havalandı ve ağzı açık şişman bir köpek gibi görünen sarı çöp tenekesine sarıldı. Bir süre sonra, ara sokaklardan birine bir şey düştü.

“Aah!” diye inledi kadın. “Tık tık tık! Tıkıdı tıkıdı buum! Of! Devlet... Hastanesi!..”

Bir şeyler hakkında endişelenmenin ilginç tarafı, diye düşündü Johnny Maxwell, her zaman ama her zaman, endişelenebilecek yeni şeyler çıkması...

Arkadaşı Kirsty, “Endişeli bir mizaca sahip olduğun için,” diyordu; oysa onun böyle düşünmesinin sebebi, kendisinin hiçbir şey hakkında endişelenmemesiydi. Kirsty, endişelenmek yerine öfkeleniyordu.

Ve konu ne olursa olsun, o konuda bir şeyler yapıyordu. Johnny, konunun ne olduğuna ve o konuda tam olarak ne yapacağına hemencecik karar verebiliyor olması konusunda kızı gerçekten kıskanıyordu. Mesela o günlerde Kirsty, akşamları gezegeni, hafta sonlarında ise tilkileri kurtarıyordu.

Johnny ise yalnızca endişeleniyordu. Genelde de hep aynı konularda endişeleniyordu: okul, para, televizyon izleyerek AIDS olup olunamayacağı... Vesaire.
Ama zaman zaman, bu endişelerden biri (örneğin, o haftanın şarkı listesinde kimin birinci olacağı endişesi gibi bir tanesi) hiç yoktan ortaya çıkıyor ve tüm diğerlerini geriye itiyordu.

Şu andaki endişe konusu, zihniydi.
“Aslında, hastalanmakla aynı şey değil tam olarak,”
dedi Yo-yok. Annesinin tıp ansiklopedilerini sayfa sayfa okumuştu.

“Hastalanmakla aynı şey zaten değil,” dedi Johnny.
“Eğer başına bir sürü kötü şey gelmişse, moralinin bozulması sağlıklı bir tepkidir. Yani... mantıklı, değil mi?
Ekonomi kötüye gidiyor, babam bizden uzaklaşıyor, annem bütün gün oturup sigara içiyor falan... Tam aksine, böyle bir durumda habire gülümsemek ve ‘ah, o kadar da kötü değil ya’ demek... Asıl bu kaçıkça olurdu.”
“Haklısın,” dedi, psikoloji hakkında da bir şeyler okumuş olan Yo-yok.
“Benim de ninem kafayı yedi,” dedi Bigmac. “Kadın gerç... Ahh!”
“Aaa, pardon,” dedi Yo-yok. “Yanlışlıkla ayağına basıvermişim. Ama sen de dikkat etmedin yani.”
“Aslında... hepsi yalnızca rüya işte,” dedi Johnny.
“Delice bir şey yok ortada.”
Fakat itiraf etmesi gerekirdi, rüyaları gündüz de görüyordu. Üstelik hepsi de o kadar gerçekçiydi ki, gözlerini ve kulaklarını dolduruyorlardı.
Uçaklar...
Bombalar...
Ve bir de... fosil sinek. Onu neden görüyordu ki? Kâbuslar görüyordu ve kâbusların ortasında sineği görüyordu; bir kehribar parçasının içindeki minik sineği.

Onu alabilmek için para biriktirmiş, hakkında bir fen projesi yapmıştı. Ama korkunç bile değildi ki. Yalnızca, milyonlarca sene öncesinden kalma bir sinekti işte. Sinek neden kâbusunun içindeydi?*

Hah! Peki ya öğretmenler? Neden, olmaları gerektiği gibi davranıp, dersi dinlemiyorsanız size bir şeyler fırlatmıyorlardı? Bunun yerine hepsi Johnny için endişeleniyordu. Eve notlar falan gönderiyorlardı, onu bir uzmana yönlendiriyorlardı... Gerçi uzman o kadar da kötü değildi. En azından matematik dersinden kaytarmasını sağlıyordu.

Notların biri, onu “huzursuz” olarak tanımlıyordu. Eh, bugünlerde kim huzursuz değildi ki? Notu annesine göstermemişti. İşler zaten yeterince kötüydü.

“Dedenlerde durum nasıl?” dedi Yo-yok.
“Fena değil. Zaten genelde ev işlerini dedem yapıyor. Tereyağlı ekmek konusunda da iyi. Bir de... sürpriz sürpriz konusunda.”
“O ne be?”
“Hani pazardaki, etiketleri çıkarılmış konserveler satan tezgâh var ya?”
“Evet?”
“Onlardan bir sürü alıyor. Ve konserve açılınca da... eh, yemek zorunda kalıyoruz.”
“Iyk.” 

* Johnny muhtemelen Jurassic Park’tan etkilenmiş. Onlar da kehribarın içine sıkışıp kalmış bir sivrisinek sayesinde dinozorları hayata döndürüyorlardı... [E.N.]

About