Halikarnas Balıkçısı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Halikarnas Balıkçısı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Ağustos 2019 Cuma

Uluç Reis (Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Uluç Reis

Kitabın Yazarı : Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı

Kitabın Konusu :

16. yy’da, cihan hakimiyetini elde etmeye çalışan Osmanlılar ile onu engellemeye çalışan Avrupalıların denizlerde­ki mücadeleleri anlatılmaktadır.

Uluç Reis kitabının kahramanı Ali, başından türlü olaylar geçen ama kahramanlığını ve yiğitliğini her olayda koruyan biridir. Yaptığı kahramanlıklarla Osmanlı Devletinde büyük makamlara kadar yükselmeyi başarmıştır.

Kitabın Özeti :

Anadolu kıyılarının karşısındaki bütün adalar, hatta Anado­lu kıyılarının çoğu uç noktaları Sen Jan şövalyelerinin ellerindeydi. Bu haçlı şövalyeleri, dini taassupları dolayısıyla, ne kadar Türk öldürürlerse o kadar çok sevap işlediklerine inanırlardı…

1557 yılının Haziran ayı içinde, Sen Jan şövalyelerine ait, Fransız Dük DaLoren’in komutasındaki beş kadırgalık filo, Türk kanı içmek, Türkleri öldürmek için Malta’dan demir aldı. Yolda, önlerine çıkan bir Türk ticaret gemisi ve Türk yolcu gemisine saldırarak ele geçirdiler. Gemi Kaptanı Recep Hamza Reis’in boy­nunu vurarak, kesik başını kendi gemilerinin yüksekçe bir yerine astılar.

Uzaklardan, Uluç Ali Reis komutasındaki kadırganın gözcü­sü bu olayı görmüş, hemen reisine bildirmişti. Dört Türk gemisi hızla, saldırının olduğu yere erişerek, Sen Jan Şövalyelerinin gemilerine saldırdı. Saatler süren savaş oldu. Neticede, Sen Jan kadırgası ve Sen Filip kadırgası Türk korsanlarının eline geçti. Dük DaLoren’in filosu ise, selameti küreklere asılarak kaçmakta buldu.

Sen Jan şövalyelerinin bir saldırısı sonrası kocası öldürülmüş bulunan Emeri Kadın, ormanda çalışırlarken, bir kız çocuğu do­ğurur. Adını Perçim koyarlar. Çok geçmeden, Emeri Kadın ölür. Perçim, anasız ve babasızdır. Köylüler bu çocuğa analık, babalık yaparak büyütürler. Perçim on yedi yaşında iken, kıyılarının karşısında bulunan Lesos Adası’nın valisinin uşağı olan Frappa tarafından kaçırılarak, Lesos Adası’ndaki efendisine götü­rülür. Olayları öğrenen efendisi korkar ve uşağına “kızı alarak izini kaybettirmesini” söyler. Herkese, “eşim, ama biraz aklım kaybetti” diye tanıtır. Bu arada, kaç kere denediyse, Perçim’e dokunması dahi mümkün olmaz. Böylece, aradan aylar geçer. Perçim, geceleri “karanlık, karanlık” diyerek gezmelere çıkmaktadır. Bu gezmelerden birinde, adaya gizlice yanaşmış bulunan, Türk gemilerinden inen yirmi beş yaşlarında, adı Ali olan, yaralı bir Türk genci ile göz göze gelir. İlk defa içinde tatlı bir his uyanır. Konuşur anlaşırlar. Artık her gün gizlice buluşmaktadırlar. Bu arada Perçim hamile kalmış­tır. Birlikte kaçmayı planlamaktadırlar. Ancak, kaçacakları günün sabahı, Perçim, Ali’nin kellesini bir sırığa geçirilmiş olarak görür. Koşup kelleye sarılır. Deli olduğunu sandıkları için önemsemez­ler. Ancak, birkaç ay sonra çocuğunu doğurunca, Frappa olayı anlar, Fakat kimseye belli etmez. Perçim çocuğuna babasının adı olan Ali ismini verir. Küçük Ali yedi yaşında iken, annesi Perçim hastalanır ve ölür.

Ali, yedi yaşından on yaşma kadar, Frappa’nın eziyetleri al­tında yaşar. Yalnız, bu eziyetler neticesinde vaktinden evvel geli­şen bir çocuk olmuştur. Bir gün, Frappa yine kendisini dövünce, gece bir kayığa atlar ve kaçar. O gecenin sabahına doğru, kayıkta uyur halde iken, Türk denizcilerinden Murat Reis’in gemisine rast gelir ve Ali’yi kurtarırlar. Ali için, artık yeni bir hayat başlamıştır.

Ali’nin bütün hedefi iyi bir denizci olmaktır. Bu nedenle ge­ceyi gündüze katarak, canla başla çalışmaktadır. Bir gün geminin direğinde iken, uzakta kendi kaçtığı adanın önünde bir geminin direklerini görür. Ali’yi keşif için gönderirler. Verdiği detaylı bilgiden, ünlü bir İspanyol korsanının kalyonu olduğunu anlarlar. Yaman bir savaş yapılacaktır. Bu nedenle, küçük Ali’yi bir barut fıçısına koyar ve çıkmamasını tembihlerler. İki geminin korsanları arasındaki savaş Türklerin üstünlüğü ile sona erer. Düşman gemi reisi öldürülür. Gemileri, malları hepsi Türk korsanlarının eline geçer.

Bu arada gemide güzel bir eğlence düzenleyerek Uluç Ali’yi sünnet etmeyi de ihmal etmezler. Aynı zamanda, kim hangi konuda usta ise, o konuda Ali’ye ders vermektedir. Dümenci dümen tutmasını, yelkenci yelken çekmesini, matematik bilgisi olan ma­tematik… Ali, hem teorik hem pratik eğitim alarak usta bir denizci olma yolunda ilerler.

O yıllarda Cezayir, Türk korsanlarının hakimiyetinde olan bir şehirdir. Ancak, artık korsan yasaları ile idare edilemeyecek kadar da gelişmiştir. Cezayir halkından hiç vergi alınmazdı. So­kaklarında korsanlar kafile kafile geziyorlardı. Büyük bir çoğun­luğu Türk olan bu korsanların arasında, onda bir kadar deniz yoldaşlığına kabul edilmiş bulunan yabancılar da vardı. Sokak­larda sık sık sakat korsan eskilerine de rastlanırdı. Bunlara, kor­sanlık yasası gereği, tazminat verilirdi…

Reisler, Uluç Ali’yi Cezayir Şehri’nde Dul Emeti Abla’ya tes­lim etmeye karar vermişlerdi. Ali’yi, Emeti kadının evine getirdi­ler. Uluç Ali ise maksatlarını anlamış, kendince burada kalmamak için planlar yapmaya başlamıştı. Talihi yaver gider. Şüphelendiği bir adamı takip edip, Kara Yusuf Reis’e haber verir. Meğer adam İspanyol casusu imiş. Bu büyük yararlılığı neticesinde, Kara Yu­suf Uluç Ali’yi Hızır Reis’in yanma götürür. Hızır Reis ona hem iltifat eder, hem de güzel bir tabanca hediye verir. Böylelikle, Uluç Ali’nin artık denizci olması kesinleşmiştir.

Cezayir’den ayrılışlarının dördüncü günü çok yoğun bir sis vardır. Tam da bu sis içinde iken, yanlarında bir düşman gemisi­nin varlığını hissederler. Biraz sonra sis dağılınca, yirmi beş gemi­lik bir düşman filosu olduğunu görürler. Bütün gün, yirmi beş gemiye karşı bir tek gemiyle savaş vermek kolay değildir. Düş­man filosunun beş gemisi haşat edilmiştir, ancak, kendi gemilerinde de hayır kalmamıştır. Türk denizcilerinin büyük bir çoğunluğu şehit olmuş, birçoğunun eli, kolu, bacağı kopmuştur. Bir karar vermek zamanıdır. Gemi reisi Kara Yusuf, Uluç Ali’yi yanına çağırır ve hemen denize atlamasını emreder. “Kurtulacak ve bir gün intikamımızı alacaksın.”der. Ali’nin itirazları boşunadır. Mecburen denize atlari. Uzaklaştığı vakit, büyük bir patlama sesi duyar. Kendi gemileri, düşmanın birkaç gemisi ile birlikte, cephanelikle­rini patlatarak denizin dibine akıp, gitmiştir. Gözünden akan yaş­lar, denizin tuzlu suyuna karışıyordu. Birden bütün dünyası ka­rardı. Uzaktan bütün gelişmeleri seyreden, mert bir İspanyol denizcisinin yaralıları toplamak için vermiş olduğu emir, Ali’nin de hayatını kurtarmıştır. Lakin şimdi İspanyolların esiri olmuştur. Her şeyi olduğu gibi anlatır. Ona iyi muamele ederler. Ancak, artık bir, esirdir.

Ali’yi önce Barselona’ya, oradan da Endülüs’e getirirler. Yol­larda, darağaçlarına asılmış Müslümanların cesetleri sallanmaktadır… Elhamra’da, bir şatoya hizmetçi olmak üzere teslim edilir. Uluç Ali için yeni bir esaret dönemi daha başlamıştır.


Şatonun çiftliğinde, kendisi gibi Müslüman olup da Hristiyan gözüken iki yaşlı Müslüman vardır. Onlar Ali’yi, açık vermemesi için sıkı sıkıya tembih ederler. Böylece aradan bir yıl geçer. Ali artık çocukluktan erkekliğe doğru adım atıyordu. Bir gün şato sahibinin kızı Dolores ile oynamış olduğu “kiraz oyunu” yüzünden, şatoda kalması yasaklanır ve yatağı çiftliğe taşınır. Artık, zulüm günleri başlamıştır. Kasım ve Muhsin ile kaçma vak­tinin geldiğine karar verirler. Kendisine her günkü gibi dayak atan, Viko’yu öldüresiye döverek, yaşlı Kasım’ın kendileri için hazırlamış olduğu silah ve cephaneyi alarak Muhsin ile birlik­te kaçarlar. Kasım ise, ömrünün son günlerinde, arkadaşları için kendisini feda etmeye hazırdır.

Bütün gün kaçarlar. Tam bir geçide geldikleri sırada, arkala­rından yetişenler tarafından Muhsin öldürülür, Ali ise uçurum­dan aşağıya yuvarlanır. Saatler sonra kendine gelir. Her tarafı yara bere içindedir. Kendisini denize götüreceği ümidiyle bir ırmak boyunca durmadan yürür. İleride bir ışık görür. İhtiyatlı bir şekilde yaklaşınca, kendisi esir düştüğünde götürülürken, yanına yaklaşarak moral veren Zehra isimli kızı görür. Bu, güzel bir tesadüftür. Kız, Ali’yi görünce çok sevinir. Hemen çadırına alıp, yaralarını sarar. Sonra da birlikte gitmeye karar verirler. Ertesi gün, neleri varsa toplayıp yola koyuldular. Ali, ilk fırsatta nikâhlarını da kıydırdı. Artık hem karı koca, hem de yoldaş idiler. Limana vardıkları vakit, Zehra gidip ayrıntılı bilgi toplar. Kayıklardan birinde dokuz Türk forsa esir vardır. Ali süratle bir plan yapar. Her şey istediği gibi gitmektedir ki, son anda, düşman tarafından fark edilirler. Dört forsa ve Zehra ne yazık ki öldürül­ürler. Ali, rengi kül gibi olmasına rağmen, metanetini kaybetme­den, diğer forsalara liderlik yaparak kaçışı gerçekleştirmeye çalış­ır. Nihayet, düşman takibini atlatıp engin denizlere açılır. Çok yoğun bir sis vardır. Bu sis ortamında büyük bir gemiye çarp­arlar. Bu sefer şans yanlarındaydı, çünkü çarptıkları Turgut Reis’in gemisidir.

Ali ömrünün şu birkaç günü içinde, birçok acıyı ve sevinci bir arada yaşamıştır. Gençliği sayesinde, hepsinin üstesinden gele­bildi. Ayrıca, başta Turgut Reis olmak üzere, bütün leventler, onun acısını hafifletmek için ne gerekiyorsa yapıyorlardı.

Denizlerde talim için, Uluç Ali’nin içinde bulunduğu gemi, manevra için filodan ayrılmış, bu esnada, düşman gemisinin sal­dırısına uğramıştı. İçinde bulunduğu geminin reisi bu saldırı sonucu ölünce, Uluç Ali insiyatif koyarak reisliği eline aldı ve düşman gemisini peşine takarak, Turgut Reis’in filosunun dibine kadar çekti. Bu sayede gemi ele geçirildi. Ali’nin itibarı iyice art­mıştı.

Turgut Reis, Ali’ye, Zehra’yı gömmesi için izin verdi. Ali ce­nazesi ile birlikte Cezayir’e geldi Gerek Emeti Kadın, gerekse de bütün tanıyan, tanımayanlar Ali’nin hikâyesine ağladılar. Zehra’nın cenazesi, hemen hemen bütün Cezayir Şehri’nin katıldığı bir tö­renle toprağa verildi. Uluç Reis, artık Turgut Reis’in sağ kolu olmuştu. Turgut Reis çok güzel bir gemi hediye etti. Yüz adamı ve bir gemisi ile o artık Uluç Ali Reis’ti.

Bu arada, Uluç Ali, daha önce görmüş olduğu şehit düşmüş bir Türk korsanının kızı olan Hatice isimli kızı sevmiş, onunla evlenmek için sözleşmişti. Turgut Reis, Uluç Ali Reis, Hızır Reis, Deli Cafer gibi Türk denizcilerinin üst üste vurmuş oldukları darbeler, bütün Avrupa ve haçlı dünyasını kızdırmış, acil çareler aramaya itmişti.

Uluç Ali, Hatice ile nikâhlanacağı gün, Hatice ortadan kay­bolur. Sebebini bir türlü öğrenemez. Ertesi gün denize açılacaktır. Bir kadın için seferi erteletti dedirtmemek için, hazırlıklarını bitir­dikten sonra, denize açıldılar. Birkaç gün sessiz geçmişti ki, uzak­ta gördükleri bir düşman gemisinin peşine düştüler. Bunun bir tuzak olduğunu anlayıncaya kadar iş işten geçmiş, gemileri en az altı adet düşman gemisinin ortasında kalmıştı. Tuzağı hazırlayan Andre Dorya’nın adamı Esteban idi.

Uluç Ali, yaptırdığı usta manevralarla saldırıları boşa çıkar­tıyordu. En büyük düşman gemisini ele geçirirse, işi kolaylaşacak­tı. Nitekim, dediklerini yapıp, hedeflerine ulaştılar. Savaş sonun­da, Uluç Ali yaralı arkadaşlarını ziyaret etti. Yaralılar arasında bir genci tanır gibi oldu. Yanılmamıştı, bu evleneceği kız Hatice idi. Uluç Reis’e “Ben seni evde beklemeye dayanamam, ancak birlikte sava­şırsak evlenirim” demişti. Bu sözünde ne kadar ciddi olduğunu, gizlice gemiye girmesi, savaşması ve yaralanması ile da ispatlamış oluyordu. Uluç Reis’e artık bu durumu kabullenmek düşüyordu.

Aradan bir yıl daha geçmiş, Barbaros Hayrettin Paşa, Kanuni Sultan Süleyman tarafından deniz kuvvetleri komutanı olarak atanmıştı. Bu korsanlar için yepyeni bir gelişme idi. Bundan son­ra, sadece kendileri için değil, bağlı oldukları Osmanlı Devleti için savaşacaklardı…

Barbaros Hayrettin komutasındaki Osmanlı kuvvetleri, sırası ile Kuzey Afrika’daki şehirleri zaptetmeye başladılar. Amaç, İtal­ya ve İspanya’nın buralardan aldıkları destekleri sona erdirmekti. Tabii ki bu durum, Avrupa’nın hiç de hoşuna gitmiyordu. Kay­bettikleri toprakları ele geçirmek için büyük bir ordu teşkil ederek saldırıya hazırlandılar. Bütün bu hazırlıklar neticesinde, ancak, Tunus’u geri alabildiler. O da, eski Tunus Emiri’nin ihaneti ile.
İspanyollar, Tunus’ta zulüm üstüne zulüm yaptılar. Irzına geçilmedik bir tane dahi kadın bırakmadılar. Sonra da, yönetimi Tunus emirine bırakıp geri döndüler.

Dünyanın göreceği en büyük deniz savaşlarından biri yakla­şıyordu. Türk denizcileri, birer birer ele geçirdikleri gemileri do­nanmalarına, kaleleri Osmanlı topraklarına katıyorlardı. Fransa hariç bütün Avrupa, dünyayı bu “Barbar Türkler’den kurtarmaya” kararlıydılar. Bunun ilk yolu, denizlerdeki Türk egemenliğine son vermekti. Bu amaçla, Preveze yakınlarına gelen Andrea Dorya komutasındaki düşman filosu altı yüz gemiye sahipti. Barbaros Hayrettin komutasındaki Türk donanmasını topu topu yüz yirmi parçadan oluşuyordu. Savaş başladı. Bittiğinde ise, düşman yüz yirmi adet gemisini kaybetmiş, bir o kadarı ise kullanılamaz hale gelmişti. Denizlerdeki Türk egemenliği, böylece doruk noktasına çıkmış bulunuyordu.

Uluç Ali Reis kendi donanmasının başında, Cezayir’e gidip, eşini ve çocuğunu görmek istiyordu. Bu nedenle yola çıktı. Tabii giderken bile boş durmuyor, yolu üstündeki düşman gemilerine ve şehirlerine gereken zararı veriyordu. Ancak, bu sıralarda Turgut Reis’in İtalya üzerine giderken, Korsika Adalarında esir düştüğü haberi ile beyninden vurulmuşa döndü. Yoldaşı, reisi, ağabeyi için çok ağladı. Elbet yapılacak bir şeyler vardı.

Turgut Reis’in ele geçirilmesi, düşman kesimini ümitlendirmişti. Bu heves ile bütün güçlerini toplayıp, Cezayir üzerine hü­cum ettiler. Yaklaşık bir hafta süren savaş sonucu, binlerce asker kaybederek kaçmak zorunda kaldılar.

Uluç Reis, bir gün çok güçlü bir düşman donanması ile karşı­laştı. Çetin bir mücadeleden sonra, yine kazanan Türkler oldu. Gemi­de, elliye yakın İspanyol ve İtalyan kadın var idi. Bunlardan Arabella ile Uluç Reis arasında meydana gelen elektriklenme, Uluç Reis’in Arabella’yı nikahlaması ile sonuçlandı.

Yine bu dönemde, Barbaros Hayrettin Paşa’nın girişimleri sonucu, Turgut Reis serbest bırakılmıştı. İki Reis’in buluşmaları görülmeye değerdi.

Barbaros Hayrettin ve bütün reisler, İstanbul’a gideceklerdi. Girişleri muhteşemdi, Bir zamanlar birkaç gemileri var iken, şim­di yüzlerce çeşitli boyda gemilerden oluşan filoları vardı. Barbaros Hayrettin bir daha İstanbul’dan ayrılmadı. İki yıl sonra da vefat etti.

Turgut Reis ve Uluç Reis, Tunus’un karşısındaki Cerbe Adası’nı ele geçirerek kendilerine üs yaptılar. Sonra da birer birer Tunus’a kadar olan kaleleri zapt ettiler. Anlaşılan o ki, bu reislerin kitabında durmak yazmıyordu. Bu arada düşmanlar da boş durmuyor, bu iki büyük rakipten kurtulmak için Cerbe Adası’nı ele geçirme planları yapıyorlardı. Nitekim, Turgut Reis ve gemileri Cebre limanında iken, düşman filoları gelip, limanın giriş çıkışını kapattılar. Onlara göre artık işi bitirmişlerdi. Dışarı ile irtibatı kesilen Turgut Reis’in teslim olması artık an meselesi idi. Ancak, Turgut Reis, iki kilometrelik bir kara parçasında, gece gündüz demeden kanal açtırmış, bu kanalı ırma­ğa bağlatmış, gemileri ile ırmağı geçerek arka taraftan denize çıkmıştı. Bununla da kalmamış, düşmanın bir gemisi hariç tümü­nü ele geçirmişti. Bu dahice plana şeytan dahi parmak ısırtırdı. Bu durum Andre Dorya’yı çok sinirlendirmiş, zaten yerlerde sürünen itibarını iyice iki paralık etmişti.

Barbaros Hayrettin ölünce, yerine herkes Turgut Reis’in Kaptan-ı Derya olmasını bekliyordu. Ancak, önce Sokulu Mehmet Paşa, sonra da Sinan Paşa bu göreve getirildiler. Bunun sebebi, saraydaki çark ile ilgili idi. Enderun’dan yetişenler, cephelerde savaşanların önemli görevlere gelmesini çekemiyorlardı. Çünkü bu adamlar gözü kara, entrika bilmez, mert insanlar oluyorlardı. Turgut Reis bunu bildiği için, seksen iki yıllık ömrü süresince İstanbul’a sadece bir kez gelmişti. Zaten, denizlerin hür havasını almış birisi için, köşkler ve saraylardaki hava biraz ağır gelirdi. Sinan Paşa’nın söz verdiği gibi Trablusgarp yönetimi kendi­sine yeterdi. Ancak, bu görev de kendisine verilmedi. Haliyle bu durum, Turgut Reis ve arkadaşları arasında hoşnutsuzluk yaratmıştı.

1560 yılına kadar, Turgut ve Uluç Reis denizlerde birlikte sa­vaştılar. 1560 yılında, o dönemin Kaptan-ı Deryası Piyale Paşa, Uluç Ali’yi kendi yanına çağırdı. Piyale Paşa komutasındaki Türk donanması, o yıl düşmana çok büyük kayıplar verdirdi. Ünlü denizci Andrea Dorya, kahrından öldü.

Bu seferlerden sonra Uluç Ali’ye Tersane Kahyası olarak İz­mir Sancağına mutasarrıf olarak atandı.

1565 yılında yapılan Malta Seferi zaferle sonuçlandı. Ancak, Turgut Reis bu kuşatma esnasında şehit düştü. Uluç Reis’in üzün­tüsünü anlatmaya kelimeler yetmiyordu.

Turgut Reis’in ölümü üzerine Trablusgarp yönetimi Uluç Reis’e verildi. Bu görevi sırasında Tunus’u tekrar Osmanlı toprakla­rına kattı. Diğer taraftan, Kıbrıs’ın fethi için düzenlenmiş olan sefere katılmak için emir almıştı. Osmanlı’nın Kıbrıs seferi bütün Avrupa’yı ayağa kaldırmış, bunu önlemek için çareler düşünmeye başlamışlardı. Bu dönemde Türk donanmasının başında Pertev Paşa bulunuyordu. Uluç Ali ise denizde düşman gemisi kovalamakla meşguldü. Daha sonra Pertev Paşa kuvvetlerine katıldı.

İki tarafta da savaşın ne şekil olacağı tartışılıyordu. Uluç Re­is, kapalı yerden çıkılmasını ve açık denizde savaşılmasını istiyordu. Fakat yaşlı kumandan buna yanaşmıyor, kara savaşının verdiği alışkanlıkla, sırtını dağlara vermek istediğinden dolayı, limandan fazla açılmak istemiyordu. Oysa ki, Türklerin denizdeki üstünlükleri elde edebilmeleri, yıllarca denizlerde savaşarak pişmiş olan, Türk korsanlarının sayesinde idi. Onların sözünün dinlenmemiş olması, çok büyük kayıplara yol açmıştır. Yaklaşık üç yüz yıldır, ilk defa Osmanlılar Avrupalılar önünde yenilgiye uğramamışsa da, net bir üstünlük sağlanamamış, bir de başta Kaptan Paşa olmaz üzere, birçok de­ğerli kumandan, reis ve askerini kaybetmiştir. Bu durumun, Os­manlı’nın mutlak hakim olmadığını göstermesi açısından, maddi zararından çok, psikolojik zararı daha fazla olmuştur.

Uluç Reis’e gelince, düşmana en büyük zayiatı yine de o vermiştir. Yaptırdığı ustaca manevralar, gözü kara hücumlar, düşmanlarının dahi hayranlığını doğurmuştur. Şayet, Kaptan Paşa komutasındaki donanmamız yarım saat daha dayanabilmiş olsa idi, zaferin Türkler tarafından kazanılması işten bile değildi. Yine de Uluç Reis, kendisi en küçük bir zarar görmeden on üç düşman gemisini denizin dibine göndermeyi başarmış, yüzlerce düşman denizcisini esir edebilmişti.

Uluç Reis, bu savaştan sonra hemen İstanbul’a gitmedi. Sa­vaşın öncesi, esnası ve sonrası gelişmelerini ayrıntılı olarak anla­tan bir raporu Padişah İkinci Selim’e gönderdi. Sadrazam ise So­kulu Mehmet Paşa idi.

Sadrazam, Uluç Reis’i “Kılıç Ali Paşa” olarak Kaptan-ı Derya­lığa atadı. O artık Türk denizciliğinin tek reisi idi. Boş durmadı. Düşmanın denizlerdeki durumu İle ilgili olarak her türlü yeni bilgiyi topladı. Donanmayı elden geçirtti. Bütün tersaneleri tam mesai ile çalıştırarak, Türk Donanmasına en gelişkin gemileri yaptırdı. Ve bu şanlı donanma, Kılıç Ali Paşa komutasında Ça­nakkale’den geçerek Venedik yönüne doğru ilerledi.

Türk donanmasının denizlerde pervasız dolaşması, Venedik’in, Osmanlı’nın istediği bütün şartlan kabul etmesini sağladı. Tabii bu esnada, Türk denizcileri Venedik’e ait birçok kaleyi ve adayı zapt etmiş bulunuyordu.

Uluç Reis, Kılıç Ali Paşa olarak son nefesine kadar devletine ve milletine hizmet etti. 1587 yılı Haziran’ında vefat etti. Mezarı, kendi yaptırmış olduğu Tophane Camii’nde bulunmaktadır.

11 Nisan 2019 Perşembe

Aganta Burina Burinata (Cevat Şakir Kabaağaçlı, Halikarnas Balıkçısı) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili ve Kişiler


Kitabın Adı : Aganta Burina Burinata

Kitabın Yazarı : Cevat Şakir Kabaağaçlı, Halikarnas Balıkçısı

Kitap Hakkında Bilgi : 

1946 yılında yayımlanan roman Halikarnas Balıkçısı' nın eserlerinin genel özelliklerini yansıtır. Romanda, deniz sevgisi, denizin çekiciliği, denizcilerin yaşadığı zorluklar, güzellikler genel olarak denizdeki yaşam bir kahraman vasıtasıyla anlatılmaktadır. Eserde, deniz bir başkahraman gibi işlenmiş, bu yüzden yayımlandığı zaman çok ilgi görmüştür. Anı biçiminde yazılmıştır.

"Aganta Burina Burinata" anlamı nedir?

Bir denizcilik terimi olan bu söz grubunda; "Aganta", 'tut, zaptet!' anlamına gelir; "burina ve burinata" sözü ise serenlerin üstündeki alt ve üst yelkenlerin adıdır.

Kitabın Özeti :

Mahmut, babası Süleyman Kaptan ile Milas'a gitmektedir. Milas'a vardıklarında ahbapları Bakkal Fehmi'nin yanına giderler, Bakkal Fehmi, Süleyman Kaptan'ı çok değişmiş bulur. Süleyman Kaptan'ın gözlerindeki neşe ve canlılık kaybolmuştur. Süleyman Kaptan, başından geçen üzücü bir hadiseyi anlatır. Kardeşi Davut'un ölümüne sebep olmuştur. Bir süre önce Davut, Süleyman Kaptan' ın kayığına tayfa olarak yazılmıştır. Aynı gün, büyük bir fırtına çıkmış, gemideki herkes yere yatmıştır. Davut âdeta kendisini feda ederek dümende dimdik geminin yürümesini sağlamaya çalışmaktadır. Bu arada rando maçosu, rüzgârda savrularak Davut'un kafasını uçurur. Davut'un başsız vücudu Süleyman Kaptan'ın üzerine düşer, her yere kan bulaşır. Bir süre geçtikten sonra ceset koktuğu için denize atmak zorunda kalırlar. Süleyman Kaptan, bu kazadan dolayı kendisini suçlar. Çünkü onun yeterince sıkı bağlamadığı bir parça, Davut'un ölümüne sebep olmuştur. Kardeşinin bir mezarının olmasını bile engelleyen denizi hiç affetmez. Bu yüzden oğlu Mahmut'un asla denizci olmasını istememektedir. Bakkal Fehmi, olanlara çok üzülür. Bir gün sonra Bodrum'a dönerler.

Süleyman Kaptan, oğlunu Kirpi Halil'in yanına çırak olarak verir. Kirpi Halil'in dükkânı oldukça kasvetli, karanlık, dar bir mekândır. Dükkânın iki müdavimi Bahçıvan Nusret Ağa ve Kasım Efendi'dir. Her ikisi de iyi görememektedir. Nusret Ağa, fakir, pek çok sıkıntı çekmiş bir kişidir. Topal Murat da tıpkı Nusret Ağa gibi hayatın acımasız yüzü ile karşılaşmış biridir. Oğlu Aliş'in hasreti ile yanıp tutuşmakta, oğlunun ölü mü diri mi olduğunu bilmemektedir. Süleyman Kaptan, oğlunu buraya denizcilikten uzak tutmak için vermiştir. Oysa Kirpi Halil, deniz sevdalısı bir kişidir ve sürekli denizden bahsetmektedir. Tamir ettiği ayakkabıları denizcilik terimlerini söyleyerek Mahmut'a göstermektedir. 

Mahmut, burada herkesle dest olur. Özellikle Halil'in anlattığı deniz yaşamı onu çok etkiler.Mahmut, aynı zamanda mahalle mektebine de devam etmektedir. Mektebi ve hocayı hiç sevmemekte, onun ezberletmek istediği metinleri ezberlememekte, bu yüzden hep azar işitmekte, bazen de dayak yemektedir. Mahmut, hoca ders anlatırken deniz hayali kurmaktadır. Komşularının kızı ve yakın arkadaşı Fatma onun bu hâline çok üzülmektedir. Bugünlerde Mahmut'u derinden sarsan bir olay olur. Hayatı zorluk içinde geçmiş, oğlunun hasretiyle yanan Topal Murat ölmüştür.

Mahmut, yine mektepte falakaya yatırılmıştır. Fatma yanına gelerek babasıyla çıkacağı balığa gelmesini teklif eder. Mahmut büyük bir sevinçle kabul eder. Gece, denizde balık tutmak Mahmut için en güzel olaydır. Babasından çok zor izin alır ve Fatma, babası Ateşoğlu ile kayıkta özlediği denize kavuşur. Fırtına çıktığı için yeteri kadar balık tutamazlar, karaya da ancak kürek çekerek sabaha doğru ulaşırlar. Mahmut ilk kez, denizin vefasızlığı ile karşılaşır. Mahmut bir kez daha onlarla balığa çıkınca denizin onun için vazgeçilmez olduğunu anlar. Mektebi bırakır. 

Babası ise denizden nefret etmekte, oğlunun istikbalini düşünmektedir. Mahmut, babasının uzun süreliğine sefere çıkmasından yararlanarak denize çıkmaya devam eder. Küçük amcası, cimri Hakkı Reis'in gemisine yazılır. Özlediği açık denizlere doğru yol almaya başlar. Gemide Topal Murat'ın oğlu Aliş'le karşılaşır. Denizde macera dolu günler geçirir. Fırtınada ölen tayfaların nasıl denize atıldığına şahit olur. Amcası Hakkı Reis'in tayfalara ve kendisine acıma tavrı onu zaman zaman yıldırır.

Mahmut, denizde iken bir mektup alır. Mektup annesindendir. Babasının, gemisiyle beraber bir seferde öldüğü, bütün serveti olan gemisinin battığı, evi geçindirme işinin ona kaldığı yazmaktadır. O anda tüm dünya Mahmut'un başına yıkılır âdeta. Mahmut, babasının bir sefer sırasında onu denizde görünce, gözleri dolarak, ona acı acı bakışını hatırlar Babasının okşayıcı, sevgi dolu bir ifadeyle oğluna "Neden böyle ettin?" sözleri altında ezilir. Mahmut, bundan sonra annesine bakmak zorundadır. Ne var ki eline geçen para ile karnını bile duyuramamaktadır. Bir gün cimri amcası ile de tartışarak onun gemisinden ayrılır. Farklı gemilerle değişik yerlere gitmeye başlar. Delikanlı olmaya başlayan Mahmut, annesini de kaybeder. Zamanla denizin haşin yüzü ile karşılaşır. Maddi zorluklar, sıkıntılı bir hayat onu zorlamaktadır. Memleketini, sakin bir hayatı, Erkek Fatma ile evliliği hayal etmeye başlar. Bir gün, memleketine dönmeye karar verir.

Memleketine döndüğünde, ilk işi Ateşoğlu'nun evine gitmek olur. Köyde her şey değişmiştir. Fatma ile görüşemez. Bazı esrarengiz olaylar hisseder. Fatma ile nihayet karşılaşır. Fatma, eski Fatma değildir. Bir balık seferinde, onu kötü emellerine alet edemeyen bazı adamların yüzüne sıktığı kurşunla yüzünün yarısı parçalanmış, gözünün biri akmıştır. Mahmut, Fatma'yı çok sevdiği için her şeye rağmen onunla evlenmek istediğini, memlekete onun için döndüğünü anlatır. Fatma, sonra konuşalım, diyerek ondan ayrılır. Ertesi gün Fatma onun hayatını mahvetmemek için köyü terk eder. Mahmut onu çok arar fakat bulamaz.

Mahmut, tekrar denize dönmeye hazırlanırken bir teklif­le karşılaşır. Köyün zenginlerinden Zeynel Ağa, kızı Ayşe ile evlenmesini teklif eder. Yalnız denizlere sonsuza kadar veda edecektir. Ayşe ile Mahmut evlenirler. Varlıklıdırlar. Önce çok mutlu olurlar. Mahmut, özlediği sakin hayata kavuşmuştur. Bahçede sebze meyve yetiştirmektedir. Bir çocukları olacakken çocuk düşer. Gün geçtikçe Mahmut bir toprak adamı olamayacağını anlar. Denizleri her türlü zorluğuna rağmen çok özlemektedir.

Nihayet bir gün, ailesini, zenginliklerini feda ederek asıl sevgilisi olan denizi sonsuza dek tercih eder.

Kitabın Kahramanları, Kişileri :

Mahmut: Romanın baş kahramanıdır. Denizci bir ailenin çocuğudur. Babası asla denizci olmasına izin vermez. İçi deniz sevgisiyle dolu olan Mahmut bütün engellere karşı koyar. Çocukluğu ve gençliği anlatılır. Okulu, disiplini, yerleşik hayatı sevmemektedir.

Süleyman Kaptan: Mahmut'un babasıdır. Kendisine ait gemisiyle geçimini denizden sağlamaktadır. Denizde yaşadığı zorluklar onu denizden soğutmuştur. Ailesini düşünen, çalışkan, merhametli bir kişidir.

Kirpi Halil: Mahmut'un yanında çırak olarak çalıştığı ayakkabıcıdır. Vaktiyle denizcilik yapmış Kirpi Halil, geçmiş günlerinin özlemiyle yaşamaktadır.

Fatma: 
Mahmut'un çocukluk arkadaşı ve ilk aşkıdır. Babasına denizcilikte yardım etmektedir. O yüzden, kendisine Erkek Fatma, denmektedir. Neşeli, hareketli, çalışkan, cesur bir kızdır.

Hakkı Reis: Mahmut'un amcasıdır. Çok cimri, sadece parayı düşünen, yanında çalışanlara hakkını vermeyen, kötü kalpli bir insandır.

Ayşe: Mahmut'un karısıdır. Esmer, güzelce bir genç kızdır. Toprak ağasının zengin kızı olduğundan Mahmut gibi hiç sıkıntı çekmemiştir. Otoriter, acımasız, menfaatçi, paraya çok önem veren, Mahmut'u gerçekten seven bir kişidir.

HALİKARNAS BALIKÇISI -(Cevat Şakir Kabaağaçlı)

1886-1973 yılları arasında yaşamıştır. İstanbul'da Robert Koleji'ni bitirdikten sonra Oxford Üniversitesi Yeni Çağlar Tarihi Bölümü'nde öğrenim görmüştür. Türkiye'ye döndükten sonra, Resimli Ay, İnci dergilerinde yazılar yazmış, karikatürler çizmiştir. Bir eserinde halkı savaş aleyhine kışkırttığı gerekçesiyle üç yıl Bodrum'a sürülmüştür. Cevat Şakir Kabaağaçlı, daha sonra İstanbul'a dönmeyip İzmir'e yerleşmiştir. Hayatını gazetecilik ve turist rehberliği yaparak kazanmıştır.

Cevat Şakir Kabaağaçlı, deniz hikâyeleri ile tanınmıştır. Ege ve Akdeniz kıyılarındaki olaylardan esinlenerek eserler yazmıştır. Denizciler, balıkçılar, sünger avcıları, denize karşı hayranlığını konu edinmiştir.

Başlıca eserleri; Ege Kıyılarından, Merhaba Akdeniz, Gülen Ada, Mavi Sürgün, Turgut Reis. Deniz Gurbetçileri, Merhaba Anadolu, Ötelerin Çocuğu, Sonsuzluk Sessiz Büyür, Anadolu Tanrıları'dır.