Üçüncü Kalenderin Öyküsü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Ekim 2019 Perşembe

thumbnail

Üçüncü Kalenderin Öyküsü - Binbir Gece Masalları


Masalın Adı : Üçüncü Kalenderin Öyküsü

Masalın Yazarı : Binbir Gece Masalları

Ey zaferle dolu asil kadın! Benim öykümün şu iki arkadaşımınkiler kadar şaşırtıcı olduğunu sanmayın! Çünkü onlardan çok daha fazla şaşırtıcıdır. Eğer bu arkadaşlarıma felaketler sadece baht ve talih yüzünden gelmişse, benimki bambaşka nedenlerden gelmiştir. Benim kazınmış sakalımın ve kör olan gözümün nedeni, kendi kusurumdandır. Bahtsızlığı ben, kendim üzerime çektim ve yüreğimi dert ve kederle doldurdum.

İşte benim öyküm: Ben şehzade bir şahım. Babama Kaasip derlerdi. Ben de onun oğluyum. Şah babam ölünce, saltanat bana kaldı. Hükmettim, adaletle ülkemi yönettim ve halkıma hizmet ettim. Ancak deniz yolculuğuna karşı büyük bir tutkum vardı. Bundan mahrum da kalmadım. Çünkü başkentim deniz kıyısındaydı ve bu geniş kıyılarda ülkeme ait savaş ve savunma için tahkim edilmiş adalar vardı. Bir gün gidip bütün bu adaları ziyaret etmek istedim. Bu maksatla on gemi hazırlattım ve bunları bir ay yetecek kadar ihtiyaç malzemesiyle donattıktan sonra yola koyulduk. Ziyaret yolculuğu yirmi gün sürdü, bu sürenin sonunda, gecelerden bir gece, aykırı rüzgarların azgınlıkla üzerimize geldiğini gördük. Bu böylece şafak sökünceye kadar sürdü, bu sırada rüzgar biraz sakinleşti­ğinden ve deniz yatıştığından, gün doğarken, biraz kalabileceğimiz bir küçük ada gördük karaya çıktık. Yemek maksadıyla bir şeyler pişirdik, yiyip içtik, fırtınanın dinmesini beklemek üzere iki gün orada kaldık, sonra yeniden yola koyulduk. Yolculuk yirmi gün daha sürdü, bu sürenin sonunda yolumuzu kaybettiğimizi fark ettik, içinde yüzdüğümüz suların hem bizim, hem de kaptanımızın bilmediği sular olduğunu anladık.

Aslında kaptan, zaten bu sularda hiç seyretmemişti. O zaman direğe bir gözcü çıkardık ve ona, "Denizi dikkatle gözetle!" buyruğunu verdik, Gözcü direğe çıktı, sonra indi, bize ve kaptana, "Sağımda, suyun üzerinde balıklar gördüm ve uzakta denizin ortasında bazen beyaz, bazen siyah görünen bir başka şey daha gördüm" dedi. Gözcünün bu sözleri üzerine kaptan korkuya kapıldı. Başındaki sarığı yere çaldı, sakallarını yoldu ve bize, "Felaketimizi hepinize duyuruyorum. Bir can bile sağ selamet kurtulamayacak!" dedi. Sonra ağlamaya başladı, biz de, onunla birlikte, akıbetimizi düşünerek ağlamaya başladık. Sonra ben kaptana sordum: 'Ey kaptan, gözcü­nün sözünün anlamını bize açıklar mısın?" diye... O da, "Efendim, rüzgarın bize aykırı estiği gün, yolumuzu yitirmiştik. On beş gündür de bir türlü bulamadık. Bizi doğru yola sokacak uygun rüzgar da bir türlü esmedi. Bilin ki, bu siyah beyaz cismin ve yakınında yü­zen balıkların anlamı, yarın Mıknatıs Dağ denilen karakayalardan oluşmuş bir adaya yaklaşmış olacağız demektir. Sular bizi ister istemez bu adaya doğru sürükleyecek ve gemimiz bin parça olacak, çünkü Yüce Tanrı, bu dağa gizli bir güç bağışlamış. Demir olarak ne varsa kendine çekiyor! Geminin tüm çivileri sökülüp uçarak dağa doğ­ru gidince, gemimiz parçalanacak ve batacaktır. Allah bilir, yıllardır batan gemilerden bu dağda toplanan demirin miktarını!.. Bir de, denizden bakılınca görülür bu dağın tepesinde on sütün üzerinde duran sarı bakırdan yapılmış bir kubbe, bu kubbenin üstünde de bakırdan bir ata binmiş bir süvari vardır. Bu süvarinin elinde bakır bir mızrak, göğsünde de, üzerinde baştan başa hiç bilinmeyen ve tılsımlı isimler yazılı kurşundan bir levha bulunmaktadır.

Böylece, ey şahım, bilin ki, bu süvari bu atın üstünde bulundukça, alt taraftan geçen gemiler parçalanacak ve tüm yolcular sonsuza dek kaybolacaklar, gemilerin tüm demirleri de dağa yapışık olarak kalacaktır. Bu süvari bu atın üzerinden aşağı atılmadıkça, hiçbir kurtuluş olanağı yoktur!" diye yanıt verdi,

Bu sözleri duyunca, hanımım, kaptan sel gibi gözyaşı dökerek ağlamaya başladı. Biz de kurtuluş olanağı olmaksızın öleceğimizden emin olduk ve her birimiz dostlarına veda etmeye başladı. Ve, gerçekten, daha sabah olur olmaz, bu siyah taşlardan oluş­muş mıknatıs dağına doğru tüm olarak yaklaştık, sular bizi zorla o yana doğru sürüklüyorlardı. Sonra, on gemimizin hepsi dağın kenarına yaklaşınca, ansızın gemilerin binlerce çivisi sökülerek uçuşmaya başladı ve gidip dağa yapıştı; gemilerimiz yarıldı ve biz hepimiz suya düştük.

Bu durumda, bütün gün, denizin kudretine tabi olduk; kimimiz kurtulduk, kimimiz boğuldu ama çoğunluk boğulmuştu. Kurtulanlar, birbirini kaybedip ayrı düştüler, çünkü müthiş dalgalar ve rüzgarlar onları çeşitli yörelere dağıtmıştı. Bana gelince, hanımım, Yüce Tanrı, beni başka dertlere, bü­yük acılara ve büyük felaketlere uğratmak için kullardı. Gemiden sökülen tahtalardan birine sarıldım ve dalgalarla rüzgar beni bu mıknatıs dağın eteğinde kıyıya attı.

Orada takınırken, dağın tepesine çıkan bir yol gördüm; kıyılar oyularak merdiven şekline sokulmak suretiyle oluşturulmuştu bu yol... Ve birdenbire, Yüce Tanrı'nın adını andım, ve...

Anlatısının bu noktasında, Şehrazat, sabahın ışıldadığını görmüş ve yavaşça anlatısını kesmiş,

Ve On Beşinci Gece Gelince Söze başlamış:

İşittim ki, ey bahtı güzel hükümdarım, üçüncü kalender, öteki arkadaşları bağdaş kurup kol kavuşturarak oturur, ellerinde yalın kılıçlarıyla yedi zenci köle onları gözetirken, evin genç hanımına hitap ederek sözünü sürdürmüş: Allah'ın adını andım, yakararak; kendimi duaların kutsal havasına kaptırdım; sonra elimden geldiğince, kayalıklara ve oyuğa yaklaştım, Allah'ın emriyle rüzgar da artık yatıştığından bu dağa çıkmayı başardım.

Kurtuluşumdan dolayı çok seviniyordum artık kubbenin olduğu yere ulaşmaktan başka yapacak iş yoktu, sonunda ulaş­ tım ve türbenin içine girdim. Orada dizüstü gelerek, ibadetimi bitirdim ve Tanrı'ya kurtuluşumdan dolayı şükürler ettim. Tam o sırada, yorgunluk beni öylesine sardı ki, yere uzandım ve orada uyuyakaldım. Uyurken bana bir sesin, "Ey Kaasip'in oğlu! Uykudan uyandığında, ayağının altındaki toprağı kaz, orada bakırdan bir yay ve üzerinde bir tılsım yazılı gümüş oklar bulacaksın. Bu yayı al, bununla kubbenin üzerinde duran süvariyi vur, böylece bu müthiş beladan kurtararak insanlara huzur sağlamış olacaksın! Sü­variyi vurunca, denize düşecek, yay da elinden toprağa düşecek. O zaman yayı al ve düştüğü yerde toprağa göm!

Bu sırada deniz kaynamaya ve senin bulunduğun tepeye ulaşıncaya kadar taşıp yükselmeye başlayacak. O sırada denizde bir kayık göreceksin, kayıkta bu bakırdan süvariye benzeyen bir başka adam olacak ellerinde küreklerle sana gelecek. Sakın korkma! Onunla birlikte kayığa bin! Ama Tanrı'nın kutsal adını ağzına almamaya dikkat et! Hem de çok dikkat et! Bunu ne olursa olsun, sakın yapma! Bir kez kayığa binince, bu adam seni alıp on gün gezdirecek, bu sürenin sonunda Selamet Denizi'ne ulaşacaksın. Bu denize ulaşınca, orada seni kendi ülkene kadar götürecek birilerini bulursun. Ama, bütün bunlann bir tek koşulu yerine getirmene bağlı olarak gerçekleşeceğini unutma: Tanrı 'nın adını kesinlikle ağzına almayacaksın!

O anda, hanımım, uykumdan uyandım ve cesaretimi toplayarak sesin emrine uyup yay ve okları gömülü oldukları yerden çıkardım ve bunlarla süvariyi devirdim. Süvari denize, yay da ayak ucuma düştü, yayı hemen oracığa gömdüm. Bu sırada deniz kaynamaya ve kabarmaya başladı. Sonunda bulunduğum dağa kadar yükseldi. Birkaç saniye sonra, denizde, benim bulunduğum yana doğru yol alan bir kayık gördüm; ve Yüce Tanrı'ya şükürler ettim.

Kayık yanı­ma iyice yaklaşınca, içinde bakırdan bir adam olduğunu, göğsüne takılı gümüş bir levhada da isimler ve tılsımlar yazılı bulunduğunu gördüm. Bunun üzerine, hiçbir sözcük telaffuz etmeden, kayığa bindim. Bakır adam beni, bir gün, iki gün, üç gün; sonra da on gün tamamlayıncaya kadar kayıkla gezdirdi. O zaman uzaktan adaların belirdiğini gördüm, kurtulmuştum. Neşenin doruğunda mutlu ve coş­kulu, heyecan ve Tanrı'ya minnetle dolu olduğum bir sırada Allah'ın adını andım ve onu ululayarak, "Allahu ekber! Allahu ekber" diye haykırdım.

Ama, daha bu kutsal sözler ağzımdan çıkar çıkmaz, bakır adam beni yakaladı ve kayıktan denize fırlattı, sonra uzaklaşıp gözden kayboldu. İyi yüzme bildiğimden bütün gün, gece oluncaya kadar yüzdüm, artık kollarımda derman kalmamıştı; kollarım bitkin, omuzlarım yorgun, kendimi tükenmiş hissettim. Ölümün yaklaştığını görerek iman tazeledim ve kendimi ölüme hazırladım. Fakat, tam o anda, dalgaların hepsinden daha güçlü bir dalga, uzaktan dev bir kale gibi yükselip geldi ve beni sürükleyip öylesine savurdu ki, kendimi daha önce gördüğüm adalardan birinin kıyısında buldum. Demek Tanrı böyle istemişti.

Bunun üzerine kıyıya çıktım, giysilerimden sıkarak suyu çıkarttim, kurusunlar diye kaya üzerine serdim ve bütün gece uyudum. Uyanınca, kuruyan giysilerimi giydim; ne yana gideceğimi kestirmek üzere ayağa kalktım ve önümde, uzanan verimli bir vadi gördüm, burada dönüp dolanırken, denizle kuşatılmış küçük bir adada olduğumu anladım. Kendi kendime, "Ne felaket! Bir dertten kurtulduğum her seferinde, daha beter bir derde düşüyorum!" dedim.

Şiddetle ölümü arzuladım. Böylesine kederli düşüncelere daldığım sırada, denizden, içinde birilerinin bulunduğu bir kayığın yaklaştığım gördüm. Başıma yine cansıkıcı bir olayın gelmesinden korkarak kalktım ve bir ağaca tırmandım, onları gözleyerek bekledim. Kayı­ğın kıyıya yaklaştığını ve içinden ellerinde birer kürekle on kölenin çıktığım gördüm, adanın ortasına kadar ilerlediler ve orada toprağı kazmaya başladılar ve bir kapak bulasıya kadar kazmayı sürdürüp, bu kapağı kaldırıp altında bulunan bir kapıyı ortaya çıkardılar. Bunu yaptıktan sonra, yeniden kayığa döndüler, oradan birçok eşya alarak omuzlarında taşıdılar, ekmek, un, bal, yağ, koyun etiyle dolu torbalar ve bir evde oturanın ihtiyaç duyacağı daha birçok şeyler,.. Ve köleler, kayıktan yeraltı yolunun kapısına, kapıdan kayığa gidip gelerek, tüm eşyayı taşıdılar. Bundan sonra, güzel urbalar ve iyi bi­çilip dikilmiş giysiler taşıdılar kollarında... O sırada kayıktan köleler arasında çıkıp ilerleyen saygın bir ihtiyar gördüm, çok yaşlıydı ve yılların kahrı ve zamanın verdiği eziyetle zayıflamıştı. Öylesine ki, artık ona insan bile denemezdi. Bu ihtiyar şaşırtıcı güzellikte bir oğlan çocuğunun elinden tutuyordu.

Çocuk, ince ve kolay eğrilir bir dal kadar narin, saf güzelliğin inceliğinde ve mükemmel bir varlık örneği ve emsali olarak öyle büyüleyici bir büyüye sahipti ki, benim de yüreğimi büyüledi ve etimin titrediğini hissettim. Kapı­nın yanına kadar ilerlediler ve buradan aşağı indiler, gözümün gö­rüş alanından çıktılar ama birkaç dakika sonra, genç çocuk hariç, hepsi yeniden yukarı çıktılar, kayığa döndüler ve binerek denizde uzaklaştılar.

Tamamıyla gözden kaybolduklarını görünce, ağaçtan inerek toprakla kapladıkları yere gittim. Yeniden toprağı kazmaya başladım ve bir kapı buluncaya kadar bu çabamı sürdürdüm. Bu kapı bir değirmen taşı büyüklüğünde ve tahtadandı. Tanrı'nın yardımıyla kapıyı kaydırdım, altında kemerli bir merdiven gördüm, bu taş merdivenden indim, çok şaşırmama karşın, bittiği yere ulaştım. Orada geniş bir salon gördüm, çok değerli halılarla döşenmiş ve ipek ve kadife kumaşlardan perdelerle donatılmıştı, alçak bir divanda, yanan mumlar ve çiçekli vazolar, meyve ve tatlılarla dolu tabaklar arasında genç bir delikanlı oturuyor ve elindeki yelpazeyle serinleniyordu. Beni görünce, büyük bir korkuya kapıldı ama ben ona en uyumlu sesimle, "Barış seninle olsun!" deyince, bana, güven duyarak, "Barış seninle olsun! Tanrı seni korusun ve kutsasın!" diye yanıt verdi. Ona, "Efendim, sükûnet payın olsun! Ben görünüşüm belli etmese de, bir hükümdar çocuğuyum ve de bir hükümdarım. Allah beni, ölüme terk etmek üzere birilerinin bıraktığı bu yeraltı mevkiinden kurtarmak için sana yöneltti. Ben de seni kurtarmaya geldim. Sen benim dostum olacaksın, zira seni görmem bile aklımı başımdan aldı" dedim. Genç çocuk, dudaklarının bir gülümsemesiyle bu sözlerime güldü ve beni, divanda yanına oturmaya davet etti ve bana, "Efendim, ben burada ölmek için değil, aksine ölümden kaçınmak için bulunuyorum.

Bilin ki, ben, tüm dünyada zenginliği ve hazinelerinin kalitesiyle çok tanınmış büyük bir mücevhercinin oğluyum, babamın ünü, yeryüzünün şahları ve emirlerine satmak üzere uzaklara yolladığı kervanlar yoluyla tüm ülkelere yayılmıştır. Ömrünün epeyce gecikmiş bir döneminde benim doğuşumla babam, gaipten haber veren üstatlardan, çocuklarının ana babalarından önce öleceğini öğ­renmiş ve babam, o gün, doğumumdan duyduğu sevinci ve Allah'ın iradesiyle dokuz ay süreyle karnında taşıdıktan sonra beni doğuran annemin kutlamalarına karşın büyük bir üzüntüye kapılmış özellikle, yıldızlara bakarak talihimi okuyan ve ona, 'Bu senin oğlun Kaasîp adlı bir hükümdarın oğlu olan bir hükümdar tararından öldürü­lecek; bu da Mıknatıslı Dağ'ın bakır şövalyesinin denize atılmasından kırk gün sonra olacak!' diyen bilimadamlarını dinledikten sonra mücevherci babam çok üzülmüş, bana özen göstermiş ve on beş yaşıma ulaşıncaya kadar büyük bir dikkatle büyütmüştü.

Tam bu sı­rada, süvarinin denize atılmış bulunduğunu öğrenerek annem ile birlikte öylesine ağladı ve üzüldü ki vücudu zayıfladı, rengi değişti, yılların ve dertlerin yıprattığı yaşlı bir adam haline geldi. İşte bunun üzerine beni bu yeraltı mevkiine getirdi, zaten doğduğumdan beri adamlar tutarak, on beş yaşımda, bakır süvariyi devirdikten sonra beni öldürecek hükümdarın arayışlarından kaçırmak için bu yeri hazırlatmıştı. Babamla ben, eminiz ki, Kaasip'in oğlu, bu bilinmeyen adada gelip beni bulamayacaktır. Bu mevkiide kalışımın nedeni de budur" dedi.

Bunu duyunca, kendi kendime, "Nasıl oluyor da yıldızları okuduklarını söyleyen kişiler bu denli yanılabiliyorlar! Zira Allah da biliyor ya! Bu genç çocuk benim yüreğimin alevidir, onu öldürmektense kendimi öldürmeyi yeğlerim!" dedim. Sonra da ona, "Çocuğum! kadiri mutlak olan Tanrı, senin gibi bir çiçeğin dalından koparılmasını asla istemez. Ben de burada seni savunmak üzere bulunuyorum ve tüm ömrümce burada kalacağım" dedim. O da bana, "Kırk günün sonunda babam yeniden gelerek beni buradan alacak zira, bu süre geçtikten sonra artık tehlike kalmayacak" dedi. Ona, "Vallahi, yavrum, bu kırk gün seninle birlikte kalacağım ve sonra da, seni, benimle, hükmettiğim ülkeye gelmene izin vermesi için babandan ricada bulunacağım.

Orada benim dostum ve tahtımın varisi olursun!" dedim. Bunun üzerine mücevhercinin oğlu genç çocuk, bana kibar sözlerle teşekkür etti, ben de onun ne denli zarafetle davrandığını ve onun bana karşı ve benim de ona karşı ne çok eğilim duyduğumuzu anladım; ve dostça konuşmaya, yüz davetliye bir yıl yetecek bolluktaki çeşitli leziz yiyeceklerden yemeye başladık. Yemeği bitirdikten sonra, yüreğimde, bu çocuğun büyüsüyle ne çok hayranlık uyandığı­nı fark ettim.

Sabahın yaklaşmasıyla uyandım ve yıkandım, genç çocuğa da içi kokulu suyla dolu bakır leğeni getirdim, o da yıkandı ve ben yiyecek bir şeyler hazırladım, oturup birlikte yedik sonra da konuşarak, daha sonra da oyunlar oynayarak, gülüşerek akşamı ettik; dolayısıyla sofrayı serdik, içi pirinç badem, kuru üzüm, hindistan cevizi, karanfil tanesi ve karabiberle doldurulmuş koyun yedik, tatlı ve taze su iç­tik, karpuz, kavun, yağın, balın esirgenmediği, bademle tarçının bol bol kullanıldığı tatlı ve hafif saç inceliğinde teller haline sokulmuş hamur işleri yedik. Böylece kırkıncı güne kadar zevk ve huzur içinde yaşadık. O gün sonuncu gün olduğundan ve mücevherci geleceğinden, genç çocuk büyük bir banyo yapmak, gusül aptesti almak istedi, bü­yük kazanda su kaynattım, odunu ateşledim; sonra da sıcak suyu bü­yük bir leğene boşalttım suyu tatlı ve hoş bir hale sokmak için so­ğuk su ekledim, genç çocuk leğenin içine girdi; onu kendi ellerimle yıkadım, ovuşturdum, masaj yaptım ve kokular sürdüm, sonra da yatağa götürdüm, üstünü örterek yatırdım; başını kenarı gümüşle işlenmiş bir ipek kumaşla sardım, lezzetli bir şerbet içirdim, sonra da uyudu.

Uyandığı zaman, bir şeyler yemek istedi, en iri ve en güzel bir karpuz seçtim. Onu bir tepsiye, tepsiyi de halı üzerine koydum ve çocuğun başı üzerindeki duvarda asılı büyük bıçağı almak için yata­ğın üzerine çıktım. Genç çocuk benimle eğlenmek için, birdenbire ayağımı gıdıklamaya başladı bu davranışından öyle huylandım ki, istemeden üzerine düştüm ve elimde bulunan bıçak yüreğine saplandı, o anda oluverdi. Bunu görünce, hanımım, yüzümü yırtmaya, haykırmaya ve inlemeye başladım ve de giysilerimi yırttım, umutsuzluk ve gözyaşları içinde kendimi yere attım. Ama benim genç dostum ölmüştü ve bahtının çizdiği sonuç yerine gelmişti, âdeta yıldıza bakanların sözlerini yalan çıkarmamak için... Bakışlarımı ve ellerimi Yüce Tanrı'ya doğru uzatarak, "Ey Evrenin Sahibi! Bir cinayet işledimse, cezalandırılmaya hazırım" dedim. O anda, ölümle karşılaşmak için cesaretle doluydum. Fakat efendim, bizim dileklerimiz, ister iyilik, ister kötülük için olsun, yerine gelmez, Bu durumda, bu mevkiin görünüşüne daha fazla dayanamadı-ğımdan ve mücevhercinin, oğlunu almak üzere kırkıncı günün sonunda geleceğini bildiğimden, merdiveni tırmandım, dışarı çıktım ve kapağı kapattım, önceki gibi toprakla örtüm.

Dışan çıkınca kendi kendime, 'Olup biteceği mutlaka görmeliyim; ama gizlenmem de gerekir, yoksa on köle beni yakalayarak en feci bîr ölümle kıyıma uğratırlar" dedim. Bunun üzerine kapağın yö­resindeki büyük bir ağacın üzerine çıktım, oturup bakınmaya başladım. Bir saat sonra, denizde ihtiyar ile on kölesini taşıyan teknenin yaklaşmakta olduğunu gördüm, hepsi kıyıya çıktı ve telaşla bulunduğum ağacın altına geldiler ama toprağın yeni kapanmış olduğunu fark ettiler ve büyük bir korkuya kapıldılar, ihtiyar ruhunun çö­ker gibi olduğunu hissetti ama köleler toprağı kazdılar, kapağı kaldınp aşağıya indiler. Bunu gören ihtiyar yüksek sesle oğluna seslenmeye başladı, genç çocuk yanıt vermedi her yanı aradılar, onu yüre­ği bıçakla yarılmış yatağın üzerinde uzanmış buldular. Bunu gören ihtiyar, ruhunun çekildiğini duydu ve bayıldı köleler de sızlanmaya ve dertlenmeye başladılar sonra, ihtiyarı, omuzlarına alarak merdivenden dışarı çıkardılar, sonra da genç çocuğun ölüsünü...

Yeri kazıp kefenledikleri çocuğu gömdüler. Sonra ihtiyatta kalan tüm zenginlikleri ve yiyecekleri gemiye taşıdılar ve denize açılıp uzaklaştılar. Bunun üzerine, mutsuz bir halde, ağaçtan indim ve bu felaketi düşünerek boyuna ağladım ve çaresizlik içinde, tüm adayı bütün gün ve bütün gece dolaştım. Böylece birkaç gün geçti sonunda denizin gittikçe alçaldığını ve uzaklaştığını ve adayla karşısındaki karanın arasındaki alanın tümüyle kuruduğunu gördüm. Sonunda beni bu belalı adanın görünüşünden kurtarmak isteyen Tanrı'ya şükürler ettim ve kumda yürüyerek Öteki kıyıya ulaştım; sonra da sağlam toprağa ayak bastım ve Tanrı'nın adını anarak, yürümeye koyuldum.

Birdenbire, uzaktan büyük bir kızıl ateşin belirdiğini gördüm ve bir koyunu kızartmakta olan insan varlıkları bulacağımı düşünerek bu kızıl ateşe doğru yollandım ama, daha yakına yaklaşınca, bu kızıl ateşin, batan güneşin ışıklarıyla tutuşan sarı bakırdan bir saray olduğunu gördüm. Tamamıyla sarı bakırdan yapılmış olan bu büyük sarayı görünce şaşkınlığın sınırına ulaştım ve yapılışındaki sağlamlığı izlerken, birdenbire sarayın büyük kapısından, Yaradanına kurban olunacak kadar endamlı ve güzel yüzlü on gencin çıktığını gördüm ama onlara eşlik eden saygın bir ihtiyarın dışında, bu on gencin onunun da sol gözlerinin kör olduğunu fark ettim. Bunu görünce, kendi kendime, "Allah! Allah! Ne garip rastlantı! Nasıl oluyor da hepsinin sol gözü kör on genç böylesine bir araya gelebiliyor?" dedim.

Ben bu düşüncelere dalmışken, on genç adam yaklaşarak, bana, "Selamün aleyküm!" dediler. Onlara selamlarını iade ettim ve de başından sonuna kadar kendi öykümü anlattım, burada, hanımım, onu ikinci kez anlatmayı gereksiz görürüm. Sözlerimi işitince, çok şaşırdılar ve bana, "Efendim, buyurun buraya girin! Geniş bir yürekle ve cömertçe karşılanacaksınız!" dediler. Onlarla birlikte saraya girdim, birçok salonlar geçtik, hepsinde de saten kumaşlar asılı idi. Sonunda, geniş ve diğerlerinden daha güzel, büyük bir salona eriştik, bu büyük salonun ortasında şilteler üzerine serilmiş on halı vardı ve bu on şahane şiltenin ortasında, altında şilte bulunmayan ama diğer onu kadar güzel olan on birinci bir halı daha vardı. İhtiyar bu on birinci halının üzerine oturdu, on genç adam da kendi yerlerine ve bana, "Efendim, salonun ortasındaki yükseltiye oturun ve burada göreceğiniz şey ne olursa olsun, bize soru sormayın!" dediler. Bu konuşmanın üzerinden birkaç dakika geçmeden, ihtiyar ayağa kalktı ve dışarı çıktı, sonra birkaç kez, her seferinde yiyecek içecek taşıyarak, geri döndü hepsi yiyip içtiler, ben de onlara katıldım.

Bundan sonra, ihtiyar, geride ne kalmışsa topladı ve geri dö­nüp oturdu. Bunun üzerine gençler ona, "Görevlerimizi yerine getirmek için gerekli şeyleri getirmeden, nasıl oluyor da önümüzde otıırabiliyorsun?" diye sordular. İhtiyarda, hiç konuşmadan, ayağa kalkıp on kez dışarı çıktı ve her defasında, başının üzerinde kumaşla sarılı bir leğen, elinde bir fenerle dönüp her leğen ve feneri genç adamların her birinin önüne koydu. Ama bana hiçbir şey vermedi bu yüzden aykırı düşüncelere kapıldım. Ama, kumaşları kaldırdıklarında, her bir leğende kül ve kömür tozu ve sürme bulunduğunu gördüm. Sonra, gençler külü alıp başlarından aşağı döktüler, kömür tozunu yüzlerine sürdüler ve sürmeyi sağ gözlerine çektiler, sonra da sızlanıp ağlamaya başladılar ve "Yaptığımız kötülükler ve hatalar dolayı­sıyla bize ancak bu yaraşır" dediler.

Gün doğması yaklaşıncaya kadar hep böyle sızlanmayı sürdürdüler. Sonra ihtiyarın getirdiği baş­ka kaplardaki suyla yıkandılar, yeni giysiler kuşandılar ve önceki gibi oldular. Ben, bütün bunları görünce, çok büyük bir şaşkınlığa düştüm bana verilen emre uyarak hiçbir şey sormadım. Ve ertesi gece, yine ilk geceki gibi davrandılar; üçüncü gece de, dördüncü gece de... Ben artık daha fazla dilimi tutamadım ve "Ey efendilerim, lütfen bana, sol gözünüzün nasıl kör olduğunu anlatın, beni aydınlatın. Sonra da başınıza döktüğünüz, yüzünüze ve gözünüze sürdüğünüz kül, kö­mür tozu ve sürmeden söz edin! Yoksa, vallahi, beni içine düşürdü­ğünüz bu şaşkınlığa katlanmaktansa, ölmeği yeğ tutarım" dedim. O zaman hepsi birden, "Ey bahtsız kişi! Ne soruyorsun sen? Bu senin felaketin demektir!" diye haykırdılar. Ben de, "Bu şaşkınlığı sürdürmektense felakete razıyım" dedim. O zaman bana, "Sol gözünden çekini" dediler. Ben de, "Sol gözüme gerek yok, böyle şaşkınlığım süreçekse!" dedim.

Bunun üzerine bana, "Bahtın neyse o olacak! Bizim başımıza gelen senin de başına gelecek! Ama sakın şikâyet etme! Çünkü hata işliyorsun! Ve de gözünün kaybından sonra, buraya geri de dönemezsin, zaten on kişiyiz, on birinci kişiye burada asla yer yok!" dediler. Bu sözler üzerine, ihtiyar canlı bir koyun getirdi; boğazı kesilip derisi yüzüldü ve temizlendi. Sonra bana, "Seni bu deriye sararak dikeceğiz bu bakır sarayın taraçasına bırakılacaksın. Ruk adındaki bir fili kaldırabilecek güçte büyük bir akbaba seni sahici bir koyun sanıp pençesine alacak ve bulutlara kadar uçuracak, sonra insanoğ­lunun erişmesi olanaksız olan yüksek bir dağın tepesine, seni, yutmak için götürecek. Sen, vereceğimiz şu bıçakla, koyunun derisinin ek yerlerini kesersin, oradan dipdiri çıkarsın! O zaman insan eti yemeyen korkunç Ruk, seni yemeyecek ve gözden kaybolacaktır!

Bundan sonra, sen, bizim saraydan on kez daha büyük, bin kez daha şahane bir saraya rastlayıncaya kadar yürürsün. Bu sarayın tüm duvarları altın kaplamadır ve bu duvarlara büyük değerli taşlar, özellikle zümrüt ve inciler kakılmıştır. Açık kapıdan içeri girersin, vaktiyle bizim girdiğimiz gibi ve göreceğin şeyi orada görürsün! Bize gelince, biz orada sol gözlerimizi yitirdik, layık olduğumuz cezaya da katlanıyoruz ve her gece, ne yaptığımızı gördüğün şekilde suçumuzun kefaretini ödüyoruz. Kısacası bizim öykümüz budur zira, ayrıntılara girecek olursak, koskoca bir kitabın sayfalarını doldurmak gerekirdi! Sana gelince, bahtının gereği ne ise o olsun!" dediler.

Bu sözleri duyunca, kararımı vermiş bulunduğumdan, bana bı­çağı verdiler, beni koyun derisine sokup ek yerlerini diktiler ve sarayın taraçasına bıraktılar; sonra da uzaklaştılar ve birdenbire korkunç bir kuş tararından kaldırılıp uçurulduğumu hissettim. Dağın tepesinde yere bırakıldığımı anlar anlamaz da, bıçakla koyun derisini yardım ve ürkütmek için, "Kış, kış!" diye haykırarak ortaya çıktım, korkunç Ruk, ağır ağır uçtu, ardından bakarak, onun, büyük beyaz bir kuş olduğunu gördüm.

Bunun üzerine yürümeye başladım, sabırsızlık ateşiyle acele ilerleyerek bir saraya ulaştım. Bu sarayı görünce, on genç adamın tanımlamalarına karşın, şaşkınlığın sınırına dayanırcasına şaşırdım, çünkü sözle tammlanamayacak kadar şahaneydi. İçinden geçerek girdiğim büyük altın kapı, doksan dokuz adet sarısabır ve sandal ağaçlarından yapılmış kapıyla çevrelenmişti. Salonlarının kapıları, altın ve elmas kakılmış abanozdandı, bütün bu kapılar karanın ve denizin tüm zenginliklerinin toplandığını gördüğüm salonlara, bahçelere açılıyordu. Girdiğim ilk salonda, kendimi kırk genç kızın arasında buldum. Bu kızlar öyle şaşırtıcı bir güzellikte idiler ki, bunlardan daha güzellerini düşlemek mümkün olmadığı gibi, insan gözünün bunlardan birini diğerinden üstün görmesi de mümkün değildi. Öylesine hayranlık duydum ki, başımın döndüğünü hissederek kendimi zor tuttum. Bunun üzerine hepsi de ayağa kalkıp bana yaklaştı ve bana "Evimiz sizin evinizdir, yeriniz gözümüz üzerine, başımız üzerindedir!" dediler ve beni yanlarına oturmaya çağırdılar, bir peykeye oturttular ve hepsi de yöremde, yere, halıların üzerine oturdular ve bana, "Ey efendimiz!" Bizler senin kölelerin, malınız! Sen bizim efendimiz ve başımızın tacısın!" dediler.

Sonra hepsi birden bana hizmette bulunmaya koyuldular: birisi sıcak su ve havlular getiriyor ve ayaklarımı yıkıyor; öteki ellerime altın bir ibrikten kokulu sular döküyor; bir üçüncüsü, sırtıma kemeri altın ve gümüş tellerle işlenmiş sırf ipekten bir giysi giydiriyor; bir dördüncüsü çiçek kokularıyla hazırlanmış nefis bir içkiyle dolu bir bardak sunuyor; biri gözlerimin içine bakıyor; bir diğeri yüzüme gülüyor; bir başkası da göz kırpıyordu. Biri şiirler okurken; bir diğeri önümde kollarını açıyor; bir başkası da kalçalarının üstünde vücudunu kıvırıyor; biri bana "Ah!" derken; diğeri "Uh!" diyor; bir başkası bana, "Gözbebeğim!" derken; bir diğeri "Ruhum benim!" diyor; biri "Canım!" derken, öteki "Ciğer köşem!" diyor, bir başkası ise "Yü­ reğimin ateşi!" diye sesleniyordu. Sonra hepsi yanıma yaklaştı, beni ovuşturmaya ve okşamaya başladılar ve bana "Ey çağrılımız! Bize öykünü anlat! Çünkü biz burada, çoktandır hiçbir erkek yüzü görmeden yapayalnız yaşıyoruz. Şimdi mutluluğumuz tamamlandı" dediler.

O zaman, daha da sakinleşerek onlara öykümün sadece bir bölümünü anlattım. Anlattıklarım bitince gece yaklaşmıştı. O zaman akıl almayacak kadar çok mum getirdiler; salon, göz kamaştıran bir güneşin aydınlatabileceği kadar aydınlandı. Sonra sofrayı kurdular, en nefis yemekleri ve en başdöndüriicü içkileri getirdiler, çalgılanyla zevkli melodiler çalarak en büyüleyici seslerle şarkı söylediler; ben yemek yemeye devam ederken, birileri de kalkıp raks etti. Bütün bu şenliklerden sonra, bana, "Ey sevgili! Şimdi elle tutulur zevklerin tadılması ve yatma zamanıdır, içimizden günlünün çektiğini seç! Bizi gücendirmekten korkma! Çünkü her birimiz, nasıl olsa, birer gece senin olacağız, biz kırk kızkardeşiz, her birimiz sırası gelince, seninle oynaşmaya başlayacak" dediler. O zaman, ben, hanımım, bu kızkardeşlerden hangisini seçeceğimi bilemedim. Çünkü hepsi de aynı derecede arzu uyandırıyordu. Bunun üzerine, gözlerimi kapadım, kollarımı uzattım ve birini yakaladım ve gözlerimi yeniden açtım. Ama yeniden hemen kapadım, çünkü güzelliğinden gözlerim kamaşmıştı. Seçtiğim kız, bana elini uzattı ve beni yatağına götürdü.

Bütün geceyi onunla geçirdim. Ve ben aynı şekilde, hanımım, her gece kızkardeşlerden biriyle işi sürdürdüm. Bu böylece bir yıl devam etti, gevşeyerek, açılıp saçılarak... Ve her geceden sonra, sabahları, bir gece sonra birlikte yatacağım genç kız yanıma geliyor, beni hamama götürüyor ve tüm bedenimi yıkıyor, vücudumu şiddetle ovuş­ turuyor ve Tanrı'nın kullarına bağışladığı tüm kokularla beni kokuya boğuyordu.

Böylece yılın sonuna geldik. Sonuncu günün sabahında, tüm genç kızların yatağıma koşuştuklarını gördüm, hepsi gözyaşları dö­küyor ve üzüntüden saçlarını savurarak sızlanıyorlardı, sonunda bana, "Bil ki ey gözümüzün nuru, seni terk etmek zorundayız. Tıpkı senden öncekileri terk ettiğimiz gibi. Ve de sen en çapkınları olduğu kadar, en nazikleriydin hepsinin! İşte bu nedenledir ki, biz sensiz asla yaşayamayız!" dediler.

Ben de onlara, "Peki ama, niye beni terk etmek zorundasınız? Çünkü, ben, hiç de sizinle geçirdiğim yaşantının neşesini kaybetmek istemiyorum!" dedim. Beni, "Bil ki, biz tek bir hükümdarın kızıyız, fakat analarımız ayrıdır. Ergenliğe ulaşalıdan beri bu sarayda yaşıyoruz ve her yıl gidip babamızı ve analarımızı ziyaret etmek üzere kırk gün ortadan yok oluyoruz. Ve işte, bugün, o gündür" diye yanıtladılar. Ben de onlarat "Fakat, ey nefis yaratıklar! Ben pekâlâ siz dönünceye kadar, Allah'a şükrederek, burada kalabilirim!" dedim. Bana, "Dilediğin olsun! İşte sarayın tüm kapılarını açan bütün anahtarlar! Bu saray senin evindir, sen onun efendisisin! Ama, bahçenin dibindeki bakır kapıyı sakın açmayasın! Yoksa bizi bir daha göremezsin, başına da büyük bir felaket gelir! Bundan dolayı sakın bakır kapıyı açma!" dediler.

Bu sözler üzerine, hepsi gelip boynuma sarıldılar ve birbiri ardından beni öptüler, ağlayarak ve "Allah seninle birlikte olsun!" diyerek ayrıldılar. O zaman ben, hanımım, anahtarları elimde tutarak salondan çıktım ve bu sarayın her köşesini ziyaret etmeye başladım. Zaten kızların kollarıyla ruhum ve bedenim öylesine zincirlenmişti ki, sarayı gezecek vakit bulamamıştım. Böylece ilk anahtarla ilk kapıyı aç­tım. Kapıyı açınca, büyük meyve ağaçlarıyla dolu bir bahçe gördüm bu ağaçlar, tüm dünyada benzerlerini görmediğim kadar büyük ve güzel ağaçlardı, küçük kanallardan akan sular tüm ağaçları suluyor, bu ağaçların meyvelerini irilikten ve güzellikten yana şaşırtıcı kılı­yordu.

Bu meyvelerden, özellikle muzlardan, asil bir Arabın parmaklarına benzer hurmalardan, narlardan, elmalardan ve şeftalilerden yedim. Yemekten doyunca, Tanrı'ya verdiği nimetlerden dolayı şükrettim ve ikinci anahtarla ikinci kapıyı açtım. Bu kapıyı açtığımda, gözlerim ve burnum, küçük kanalların suladığı büyülü güzellikteki çiçeklerle dolu büyük bir bahçe gördü ve kokladı. Bu bahçede, ülkenin emirlerinin bahçelerinde yetişen tüm çiçekler, yaseminler, nergisler, güller, menekşeler, sümbüller, laleler, karanfiller, düğün çiçekleri ve bütün zamanların tüm çiçekleri vardı. Bu çiçeklerin kokusunu içime çektikten sonra, bir yasemin kopardım ve burnumu içine daldırdım ve derin derin kokladım ve de Yüce Tanrı'ya, insanları böyle sevindirdiği için şükrettim.

Bunu izleyerek üçüncü kapıyı açtım, kulaklarım her türden ve her renkten bütün kuşların sesleriyle büyülendi. Bu kuşların tümü, sarısabır ve sandal ağaçlarının çubuk tahtalarından yapılmış bir kafese kapatılmışlardı, bu kuşların içeceği su, yeşimden ve ince, alacalı akikten yapılmış küçük fincan altlıklarında, yemleri de altından küçük taslarda bulunuyordu. Kafesin dibinde taranmış ve sulandı­rılmış kum vardı, kuşlar hallerinden mutlu, Tanrı'ya şükrediyor gibi ötüşüyorlardı. Akşam oluncaya kadar onları dinledim, sonra gidip yattım. Ama ertesi gün, acele kalktım ve dördüncü anahtarla dördüncü kapıyı açtım. Ve, hanımım, orada öyle şeyler gördüm ki, insanoğlu rüyasında bile asla göremez. Büyük bir avlunun ortasında, harika bir çabayla oluşturulmuş bir kubbe gördüm, bu kubbeden üzerindeki altın ve gümüş kakmalı kırk abanoz kapıya çıkan somaki mermer döşenmiş merdivenlere geçiliyor, kanatları açık olan bu kapıların her birinden geniş birer salona giriliyordu, her salon ayrı bir hazine içeriyor ve her hazine benim saltanat sürdüğüm ülkenin değerinden fazla değer taşıyordu. İlk salonda dizilmiş irili ufaklı inci kümeleri vardı, ama irileri ufaklarından fazla idi ve bu incilerin her biri bir güvercin yumurtasından büyük ve tüm aydınlanma halindeki ay kadar parlaktı. Ama ikinci salon zenginlikten yana birincisini geçiyordu; tepesine kadar elmaslar, kızıl yakutlar, mavi yakutlar, lallerle doluydu.

Üçüncü salonda ise sadece zümrüt vardı; dördüncüsünde doğal altın parçaları; beşincisinde dünyadaki her türden altın sikkeleri; altıncısında saf gümüş; yedincisinde çeşitli ülkelerin gümüş sikkeleri vardı. Öteki salonlarda yeryüzünün ve denizlerin bağrında oluşan tüm değerli taşlar, yakutlar, firuzeler, yemen taşları, her renkten akikler, yeşim vazolar, kolyeler, bilezikler, emirlerin ve şahların saraylarında kullanılan her türlü mücevherle doluydu. Ve ben, hanımım, ellerimi ve gözlerimi yukarı doğru çevirdim ve Yüce Tanrı'ya tüm bu güzel şeyleri bağışlamış olmasından dolayı şükrettim. Böylece her gün bir veya iki ya da üç kapıyı açarak ziyaretlerimi sürdürdüm, kırk gün dolasıya kadar...

Nihayet elimde bakırdan yapılmış olan sonuncu kapıyı açacak sonuncu anahtardan başkası kalmadı. Kırk genç kızı düşündüm, onları düşünmek bile bana en büyük mutluluğu veriyordu. Ama melun şeytan, boyna bu bakır kapının anahtarını aklıma getiriyor ve beni müthiş tahrik ediyordu, bu baştan çıkarma, irademden daha kuvvetli idi.

Sonunda bakır kapıyı açtım. Ama gözlerim hiçbir şey görmedi, sadece burnum çok ağır, duygularıma düş­man bir koku duydu ve o anda ve o saatte bayıldım ve kendiliğinden kapanan kapının dışında yere düştüm. Yeniden kendime gelince, şeytanın esinlediği kararımda ısrar ettim ve kapıyı yeniden açtım, bu kez kokuyu daha zayıf olarak duydum.

Bunun üzerine içeri girdim ve kendimi baştanbaşa safranlar serpilmiş, akamber ve günlükle kokulandırılmış mumlarla yanarken o ağır kokuyu çıkaran kokulu yağlar içeren altın ve gümüş şahane lambaların aydınlattığı geniş bir salonda buldum. Ve, bu altın meşalelerin ve lambaların arasında, alnında beyaz bir yıldız bulunan, akıllara durgunluk verecek güzellikte siyah bir at gördüm, sol arka ayağı ve sol ön ayağı baştan aşağı beyazdı, yem teknesi susam ve arpa kırıntılarıyla, yalağı gülsuyuyla kokulandırılmış taze suyla doluydu. Ve ben, hanımım, atlara karşı büyük tutkum olduğundan ve ülkemin en ünlü ata bineni olarak tanındığımdan, bu atın bana tam uyacağım düşündüm, atı dizgininden tuttum, bahçeye çıkardım ve üzerine bindim; ama hiç kıpırdamadı. O zaman boynuna altın zincirle vurdum. Ve birdenbire, hanımım, at, o ana kadar görmediğim iki kara kanat açtı, böğründen korkunç bir şekilde kişnedi, toynağıyla üç kez yeri dövdü ve benimle birlikte göğe doğru uçmaya başladı.

O sırada, hanımım, dünya gözümün önünde döndü, ama baldırlarımı sıkıştırarak iyi bir binici gibi davrandım ve sonunda at alçaldı ve on kör genci bulduğu bakır sarayın taraçası üzerine kondu. Ve tam o sırada, öyle şiddetli şaha kalktı ve öyle aceleyle silkindi ki, yere devrildim, bana yaklaştı ve kanadını yüzüme doğru alçalttı ve ucuyla sol gözüme vurdu ve beni iflah olmaz biçimde kör bıraktı. Sonra göklere ağdı ve uçarak kayboldu. Ve ben, elimi yiten gözüme götürdüm ve kendi kendime sızlanarak ve acıyla elimi silkeleyerek taraça boyunca yürüdüm! Ve birdenbire on gencin yaklaştığını gördüm; beni görünce, "Bizi dinlemek istemedin. İşte uğursuz kararının sonucu!.. Seni yanımıza da alamayız. Çünkü zaten on kişiyiz. Ama, şu ve şu yolları izlersen, Bağdat'a ulaşabilirsin! Orada ünü bize kadar ulaşan Emir-ül Müminin Harun Reşit'i görürsün. Bahtın onun ellerindedir" dediler.

Oradan ayrıldım, başıma gelecek başka felakete katlanamayacağımdan, sakalımı kazıyıp kalender giysilerine bürünüp gece gündüz yolculuk ettim ve Barış Kenti Bağdat'a gelinceye kadar yolculu­ğa devam ettim. Burada şu iki kör dostumu gördüm. Selam vererek burada bir garip olduğumu söyledim onlara... Onlar da "Bizler de garibiz burada!" dediler. Ve işte bu mübarek eve ulaşmamız böyle oldu, efendim, demiş: Ve işte benim gözümü yitirmemin ve sakalımı kazımamın öykü­sü böyledir, diye eklemiş, Bu olağanüstü öyküyü duyan genç ev sahibesi, üçüncü kalendere, "Peki öyleyse, selam ver ve git, seni bağışlıyorum" demiş.

Ama üçüncü kalender, "Gidemem ben, vallahi!" Geri kalanların da öykülerini duymak isterim!" diye yanıt vermiş. O zaman genç kız Halife'ye, Cafer'e ve Mesrur'a dönmüş ve onlara, "Siz de bana öykülerinizi anlatın!" demiş. Bunun üzerine Cafer yaklaşmış ve eve girerken, kapıya bakan genç kıza söylemiş olduğu öyküyü anlatmış. Cafer'in sözlerini de işittikten sonra, genç kız hepsine birden, "Hepinizi bağışlıyorum, birileri ve diğerlerini... Ama buradan çabuk ayrılın!" demiş. Hepsi çıkıp sokağa ulaşmışlar. O zaman Halife, kalenderlere, "Arkadaşlar, şimdi nereye gideceksiniz?" diye sormuş. Onlar da, "Nereye gidebileceğimizi bilmiyoruz" diye yanıt vermişler.

Halife onlara, "Gelin geceyi bizde geçirin!"; Cafer'e de, "Bunları senin evine götür, yarın sabah da bana getir! Bakalım ne yapabiliriz?" demiş. Cafer de Halife'nin emirlerini yerine getirmekte kusur etmemiş. Halife sarayına dönmüş, fakat o gece uykusunun hiç tadı tuzu olmamış, sabahleyin uyanmış ve tahtına oturmuş ve imparatorluğunun tüm başta gelenlerini çağırmış. Bunlarla işini görüp hepsi uzaklaştıktan sonra, Cafer'e dönüp ona, "Bana üç genç kızı, iki dişi köpe­ği ve üç kalenderi getir!" demiş. Cafer oradan hemen ayrılıp hepsini getirerek Halife' nin ellerine teslim etmiş, genç kızlar başlarını pe­çeyle örtmüşler ve Halife'nin önüne gelmişler.

Bunun üzerine Cafer, onlara, "Size kötülük yapmayacağız; çünkü bizi tanımadan bağış­ladınız ve bize iyi davrandınız. Ve işte şimdi de siz, Abbas Hanedanının beşinci torunu Harun Reşid'in elindesiniz. Ona, kendiniz hakkındaki gerçek öyküleri anlatın!" demiş. Genç kızlar Müminlerin Emiri adına görüşen Cafer'in bu sözlerini duydukları zaman, içlerinden en büyükleri ilerlemiş ve "Ey Emir-ül Müminin! Bana ait olan öykü, öylesine şaşırtıcıdır ki, eğer iğnenin ucuyla gözün köşesine yazılsaydı, onu saygıyla okuyan için ders oluştururdu" demiş. Anlatısının bu noktasında, Şehrazat, sabahın belirdiğini görmüş ve anlatmaktan vazgeçmiş. Ama On Altıncı Gece Gelince Söze başlayarak: Ey bahtıgüzel şahım, işittim ki, genç kızların büyüğü Emir-ül Müminin'in huzurunda saygı duruşunda bulunduktan sonra şu öyküyü anlatmış: .....devamı Birinci Genç Kız Zübeyde'nin Öyküsü

About