Amin Maalouf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Amin Maalouf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Eylül 2023 Cuma

Tanios Kayası (Amin Maalouf) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı: Tanios Kayası

Kitabın Yazarı: Amin Maalouf

Kitap Hakkında Bilgi:

Kitap 19. yüzyılda yaşanmış bir olaydan esinlenilerek yazılmıştır. Tanios Kayası, son zamanlarını yaşayan Osmanlı İmparatorluğu'nun Ortadoğu siyasetini oryantalist bir bakış açısıyla yorumlamaktadır. Kitap bu konuları Mısır’da kimlik sorunları yaşayan bir çocuğun başından geçen olaylar üzerinden anlatır.

Kitabın Konusu:

19. yüzyılda Mısır’da şeyhler ve emirler arasında yaşanan mücadeleleri, Fransız İhtilali’nin bu bölgede etkilerini ve bu ülkeyi nasıl etkilediğini anlatmaktadır. >Kitabın Özeti:

Kitabın anlatıcısı Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı olan Lübnan’ın bir köyünde çocukluğunu geçirmiştir. Çocukluğunda sürekli Tanios Kayası’ndan uzak durması söylenmiştir. Nedenini merak etmesine rağmen bir türlü kimse söylememiştir. Hikayenin ayrıntılarını dedesinin kuzeni 96 yaşındaki Cebrail’den dinlediklerinden, Keşiş İlyas’ın Cebel Tarihi’nden ve Katırcı Nail’in defterinden okuduklarından birleştirerek iki asır önce bu köyde yaşayan güzeller güzeli Lamia’nın ve oğlu Tanios’un hikayesindeki gizemli ayrıntıları yavaş yavaş ortaya çıkarır.

Katolik bir Hristiyan olan köyün derebeyi Şeyh Francis'in halifelerin soyundan geldiği söylenmektedir. Şeyh Francis kadınlara olan düşkünlüğü ile bilinmektedir. Şeyh Francis'in bitip tükenmez çapkınlığı sebebiyle patirk cemaatten sık sık şikayet almaktadır. Patrik çareyi Şeyh Francis'i kendisinden çok daha güçlü bir derebeyi olan Büyük Curd’un kızıyla evlendirmekte bulur. 

Evliliklerinin ilk yılında Şeyh Francis'in Raad adında bir oğlu olur. Lakin Şeyh Francis eski alışkanlığından vazgeçmez. Kendisine sadık biri olan kahyası Gerious’un güzelliği dillerde olan eşi Lamia’yı gözüne kestirmiştir. Bir akşam kahyası Gerious’u iki saat uzaklıktaki bir yere göndererek Lamia ile birlikte olur.

1821 yılının yaz ayının sonlarına doğru Lamia’nın Tanios adında bir oğlu olur. Tanios 13 yaşına geldiğinde olanları köyün delisinden öğrenir. Gerçekleri öğrenmesiyle ailesinden uzaklaşır. 

Başından farklı farklı olaylar geçen Tanios bir süre sonra annesini kaybeder. Tanios’un sevdiği kız bir başkasıyla evlendirilecektir. Tanios’un babası kahya Gerious, kızı isteyen patriği bir av tüfeği ile vurur.

Tanios ve  kahya Gerious bu olaydan sonra Kıbrıs’a kaçar. Tanios burada Tamar adında bir kadınla aşk yaşamaya başlar. Tanios Kıbrıs'da Fehim isimli bir adamla arkadaş olur. Fehim bir ajandır. Kıbrıs'a gelmelerinden bir süre sonra Fehim onu kandırmaya çalışır. 

Tanios babasının idam edildiğini öğrenince intikam peşinde koşmaya başlar. Yaptığı planlar başarılı olur ve intikamını alır. 

Tanios köyüne geri döndüğünde tahta oturtulur. Tahttan indirilen kişi bir zamanlar sevdiği kızın babasıdır. Köylüler Tanios’tan bu adam hakkında zalimce bir karar vermesini isterler. Tanios ise sadece mallarına el konulup sürgün edilmesini ister. 

Tanios, bir gün anlatıcının söz ettiği kayanın üzerinde otururken aniden gözden kaybolur. 

Bir daha Tanios'u kimse görmez.

9 Ekim 2021 Cumartesi

Empedoklesin Dostları (Amin Maalouf) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı :
Empedokles’in Dostları

Kitabın Yazarı : Amin Maalouf

Kitap Hakkında Bilgi :

AMIN MAALOUF’TAN 8 YIL ARADAN SONRA YENİ BİR ROMAN…

Türkiye’de geniş bir okur kitlesine sahip Amin Maalouf yeni romanı Empedokles’in Dostları’yla okurlarını selamlıyor.

Romanlarıyla olduğu kadar deneme kitaplarıyla da ilgi çeken Maalouf, Empedokles’in Dostları’nda bu kez geleceğe yönelik bir kurguyla dönüş yapıyor. Ölümcül Kimlikler ve Uygarlıkların Batışı kitaplarında yer verdiği eleştirel gözlemlerin izinde yarı distopik bir dünya çiziyor. Platon’un mağarasından çıkıp Empedokles’in Dostları’yla tanışmaya davet ediyor bizi.

Atlas Okyanusu kıyısındaki küçük Antioche adasının yalnızca iki sakini vardır: Orta yaşın verdiği olgunlukla sessiz bir hayat sürmek isteyen Alec ile yazdığı ilk romanının yakaladığı başarı sonrası her şeyi ardında bırakan esrarengiz Ève. Birbirlerinden uzakta, kırılgan yalnızlıklarının tadını çıkaran bu iki insanın yolu bir gün elektriğin, telefonların, televizyon yayınlarının, internetin, kısacası her türlü iletişim aracının etkisiz hale gelmesiyle kesişir.

Gerçeğe ulaşma imkânı kalmayınca fısıltı gazetesi işlemeye başlar: Gezegen bir nükleer felaketin eşiğindedir, Amerika küresel ölçekte bir terör saldırısına maruz kalmıştır, insanlığın hayatını kolaylaştıran teknolojik gelişmeler artık insanlığın sonunu getirmiştir...

Tüm dünya bu söylentilerle çalkalanırken, kendilerine Empedokles’in Dostları diyen, son derece gelişmiş bir teknolojiye ve tıp bilgisine sahip bir grup gizemli insan bu karmaşaya son vermek üzere çıkagelir. Alec bu insanların kim olduğunu öğrenmeye çalışırken, içinde yaşadığımız dünyanın çelişkileriyle de yüzleşmek zorunda kalır. Hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacaktır.

“Hayal kırıklığı içeren bu satırları yazarken hikâyenin sonuna geldiğim izlenimindeyim. Geldiler, üstünlük kurdular, dünyada hem kaygı hem de umut rüzgârları estirdiler, sonra da gittiler.”
(Tanıtım Bülteninden)

Kitabın Özeti:

Alexander, anne ve babasıyla mutlu bir hayat sürerken aslında babasının ıssız bir adada ailesiyle huzurlu bir hayat geçirmek gibi bir hayali vardır. Bunun için baba Antioche adında küçük bir adanın bir kısmını satın almıştır ancak daha sonra maddi durumu bozulunca hayali yarım kalmış ve çalışmaktan hayalini gerçekleştirmek için zaman bulamamıştır. Alexander, anne ve babası öldükten kendisi de hukuk fakültesini bitirdikten ve hayatını düzene koyduktan sonra hem bazı dergilere karikatür çizimi yaparak para kazanmaya başlar. Bir yandan da babasının hayali olan yaşamı gerçekleştirmek amacıyla bu adaya ev yaptırır ve burada çizimlerini yaparak yaşamaya başlar. Biraz zaman sonra ise Éve isminde bir yazar küçük adanın kalan kısmını satın alarak bu adaya yerleşir ancak ilk beş yıl boyunca hiç görüşmezler çünkü Éve yalnızlıktan mutluluktan duyan ve yalnızlığını kimseyle paylaşmak istemeyen biridir.

Alexander, birileriyle görüşmek istediği zaman kasabada bulunan bir bara giderek orada zaman geçirir. Oradaki kayıkçı ile de zaman içerisinde dost olmuş ve uzun zamandır dostlukları devam etmektedir. Agamemnon ismindeki kayıkçı sürekli kitap okuyan, kültürlü biridir. Alex'in, Éve'nin evine gidip gelmesiyle yakınlaşmaya başlarlar. Bu sıralarda telefonlar çekmemeye başlar, radyolar kullanılamaz durumdadır ve haberleşmek için hiçbir yol kalmamıştır. Amerikan başkanı açıklama yapsa da Alex, kendi arkadaşı Moro'yu aramış ve biraz bilgi almıştır. Moro, başkanın çok yakınında bulunan biridir. Moro, Demosthenes adında bu dünyadan olmayan birinden bahseder. Demosthenes bir Yunan mitolojisi ismidir. Alex, Moro'ya Agamemnon'dan bahseder. Ve bu ikisinin aynı dünyadan olabileceğini tahmin ederler.

Agamemnon hangi dünyadan geldiklerini ve Empedokles adı verilen kişinin onların tarihin başını oluşturduğunu, onların da Empedokles'in ve bilimin yolundan gittiğini söyler. Bir zaman sonra Empedokles'in dostları adı verilen bu örgüt kötü gözle görülmeye başlanır ve dünya tarafından istenmez. Agamemnon'un evi yakılmış ancak Agamemnon'a zarar verememişlerdir. Empedokles'in Dostları çok güçlüdür. Ve teknolojik olarak çok gelişmişlerdir. Biraz zaman geçtikten sonra deniz hastanesi adı verilen gemiler adaların kenarlarına gelmiştir. İlk zamanlar kimse onların iyileştirebileceğine inanmasa da bazı felç hastalarını iyileştirmeleri, vurulan ve olay yerinde ölen kişileri diriltmeleri gibi olaylar arttıkça gemilerin önündeki kalabalıkta zamanla artar.

İnsanların sonunun geleceğini düşünen bir takım kişiler, bu gemilerden birini bombolar ve Empedokles'in Dostları dünyayı terk ederek kendi dünyalarına dönerler. Tüm dünya onlardan özür dilerler ve en sonunda konuşma yapmak için Demosthenes ve Kraliçe Elektra geri dönerler insanlara olgunlaşmaya hazır olup olmadıklarını sorarlar ancak hemen cevap vermek zorunda olmadıklarını onların bizi her zaman izlediklerini söyleyerek tekrar giderler ve Alex'e göre bir daha geri dönmeyeceklerdir. Alex, onlara Éve ile kendisini birleştirdiği için ve bir çocukları olacağı için minnettardır. Bir ay içerisinde gelmiş ve geri gitmişlerdir. Bu bir ay içinde Alex çizim yapmamış sadece bu yaşananları günlüğüne yazmakla zaman geçirmiştir. Empedokles'in Dostları'nın gitmesiyle günlüğü bitirir ve çizim yapmaya geri döner.

30 Haziran 2019 Pazar

Afrikalı Leo (Amin Maalouf) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı: Afrikalı Leo

Kitabın Yazarı: Amin Maalouf

Kitap Hakkında Bilgi:

Amin Maalouf, bu ilk romanı Afrikalı Leo kitabını 1488’den 1527 yılları arasındaki bir anı defteri şeklinde yazmıştır. Kitabın ana kahramanı Hasan’dır. Bir berberin sünnet ettiği, bir Papanın vaftiz ettiği" Hasan ibn Muhammed el-Vezzan ez-Zeyyati alias/namı diğer Giovanni Leone de Medici'nin, Leo Africanus yani Afrikalı Leo'nun özyaşam öyküsü.

Kitapta Hasan kendisini şu şekilde tanıtır. “Ben Hasan, tartıcıbaşı Muhammed'in oğlu, Giovanni Leone de Medici; bir berberin sünnet ettiği, bir papazın vaftiz ettiği ben. Şimdi Afrikalı diye anılıyorum ama Afrikalı değilim. Avrupalı da Arabistanlı da değilim. Bana Granadalı, Faslı, Zeyyatlı da derler ama ben hiçbir ülkeden, kentten ya da boydan değilim. Yolların oğluyum ben, ülkem kervan, yaşamımsa yolculukların en beklenmedik olanıyım."

Kitabın Özeti:

Granada

Hasan, 1489’da Granada’da doğdu. Endülüs Emevilerinden babası Muhammed, annesi Selma ile evlidir. Babasının ayrıca Verda adında Hristiyan bir karısı daha vardır. Babası bu iki kadından bir erkek çocuk beklemektadir. Bu sırada Hasan annesi Selma’dan dünyaya gelen ailenin ilk erkek çocuğu olmuştur.

O günlerde Granada, sürekli olarak Kastilyalıların saldırısına uğramaktadır. Granada'daki Müslümanlar savaşı kaybetmişlerdir. Kastilyalılar ya herkes Hristiyan olacak ya da Müslüman kalmak isteyen herkes buradan göçe edecektir şartını koymuşlardır.

Bu yüzden Hristiyan olmayı kabul etmek istemeyen Hasan’ın babası ve Müslüman annesi Fas'a göç etmek zorunda kalır.

Fas

Hasan ve ailesi ellerinde kalan servetlerini de alarak Fas’a gelirler. Hasan geldikleri Fas’ı çok sevmiştir. Fas’taki Arap Merini Devleti onlara iyi davranmış ve yer vermiştir. Hasan’ın babası Muhammet, Hasan’ın büyüyüp bir hafız olmasını istemektedir. Kitabın Fas bölümünde Hasan en iyi arkadaşı Gelincik ile mutlu günler geçirmiştir. Hasan ilerleyen günlerde büyümüş ve tüccar olmuştur. Fas Sultanı’na önemli hizmetlerde bulunmuş ve ilk aşkı ile de evlenmiştir.

Endülüs’te kalan Yahudi ve Müslümanlar zorla vaftiz edilmektedir. Endülüs’te kalanlar görünüşte Hıristiyan oldukları ileri sürülerek öldürülmektedir. Fas’taki Endülüslüler bu olaylardan dolayı büyük üzüntü yaşamaktadırlar. Kastiyalıların yakında Fas’a da gelecekleri korkusu ile günleri endişe ile geçmektdir.

Hasan, Zervali adındaki zalim kişi ile Gelincik ve Meryem’in arasında geçen olaylar yüzünden Fas’tan ayrılır.

Kahire

Hasan, Kahire’ye geldiğinde veba salgını vardır. Hastalıktan kurtulanlar kentten göç etmektedir. Hasan, şans eseri tanıştığı bir Kahirelinin evine yerleşmiştir. Veba tehlikesi geçene kadar Kahire’den ayrılan ev sahibinin evine sahip çıkmıştır.

Fakat Mısır’daki Memluk devleti Osmanlılara yenilmiştir. 1517 yılında Ridaniye savaşını kazanan Yavuz Sultan Selim komutasındaki Osmanlı Ordusu “ed- Devletü’t Türkiyye”, Türk ve Çerkez kölemenlerin kurduğu Memlûk Devleti ordusunu yenerek Kahire’ye girmiştir. Yavuz Sultan Selim’in Kahire’ye girişi romanda önemli bir yer tutar. Romanda Yavuz Sultan Selim, gaddar ve zalim bir hükümdar olarak gösterilir.

Osmanlıdan vatanı geri alabilmek için uğraşan yenik Memluk Sultanı Tumanbay ve diğer Mısırlıların verdiği mücadele sonrasında Hasan, Roma’ya kaçırılır.

Roma

Roma’ya götürülen Hasan, Papaya armağan olarak sunulur. Hasan Vatikan da bir öğretmen olmuş ve herkes ona Afrikalı Leo demeye başlamıştır. Hasan orada vaftiz edilmiş hatta Papa onu evlat edinmiştir. Vaftiz olunca adı da Giovanni Leonne de la Medicci olur. Ama Fas’tan yani Mağrip’ten gelmiş olması nedeni ile ona daha çok Afrikalı Leo denilmektedir.

Bu bölümde Papalığın başından geçenler, Fransa, Macar Kralı ve Sultan Süleyman arasındaki ilişkiler, savaşlar ve anektodlar, Leo’nun Maddelena’yla yaşadığı aşk, çevirmenlik yaparak yaşadığı anılar, Martin Luther King’in Papalığa baş kaldırışı bu bölümün önemli detaylar olarak anlatılmaktadır.

Kitap sonunda şu cümleler ile biter.

“Sen Roma’da Afrika’lı Leo’nun oğluydun, Afrika’da Rumi’nin oğlu olacaksın. Nereye gidersen git birileri sana derinin rengini ve dualarını soracak.”

Yüzüncü Ad / Baldassare'nin Yolculuğu (Amin Maalouf) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı: Yüzüncü Ad - Baldassare'nin Yolculuğu

Kitabın Yazarı: Amin Maalouf

Kitap Hakkında Bilgi:

Doğu'daki son Cenevizlilerden, antika tüccarı Baldassare Embriaco, 1665 yılı sonlarında, soyunun yüzyıllardır yaşadığı Lübnan'dan yollara düşer. Ertesi yıl, İncil'e göre "Canavar'ın Yılı"dır. Kimilerine göre düpedüz Mahşer: Kan, ateş, yıkım ve her şeyin sonu.

Zamanın sonu! Dünyayı ve Baldassare'yi kurtarabilecek tek şeyse, Yüzüncü Ad'dır. Kimselerin görmediği bir yazma Allah'ın, Kuran'da anılan doksan dokuz adının, sıradan ölümlülere bildirilmemiş olan yüzüncüsü. Tanrı'nın gizli ve yüce adı. Korku, şaşkınlık, düş kırıklığı, umut ve aldanma, menzil taşlarıdır bu uzun yolun. Bir de en beklenmedik anda yolcunun karşısına dikiliveren aşk.

Kitabın Özeti:

Herşey 1648 yılında Evdokim adlı bir Rus'un ta Moskova'dan kalkıp Libya'nın Cübeyl ilinde eski bir antika dükkanı ve kitapçısı olan Baldessera Embriaco'ya "Yüzüncü Ad" adlı kitabı sormasıyla başlar.

Rus'u Cübeyl'e getiren kendi ülkesinde yayınlanan "Gerçek ve Ortodoks Dininin Tek Kitabı" adlı kitaptır. Bu kitaba göre 1666 yılında dünyanın sonu gelecektir. Bu sonu engelleyecek tek şey ise Allah'ın yüzüncü adının yazıldığı idddia edilen Yüzüncü Ad adlı kitaptır. Ama Rus aradığını bulamaz, fakat garip bir şekilde ilerleyen yıllarda bir çok kişi Embrioca'nın dükkanına gelerek Yüzüncü Ad'ı sorar ve sonunda 1665 yılına gelinir.

Artık canavarın yılına bir yıl kalmıştır ve dünyanın sonunu geldiğine dair söylentiler dilden dile dolaşmaktadır. Bazıları bunu saçma bulurlar ama bazıları iyiden iyiye kendini kaptırmıştır ve korku içindedir.

Bir gün 7-8 yıl önce Cübeyl'e yerleşmiş olan ve birşeylerden kaçmış olduğu belli olan İdris adlı bir Müslüman Embrioca'ya gelerek eski ve değeri olmayan bir kitabı satmasını ister. Embriaco adama acır ve kitabı sattığını söyleyerek ona kitabın değerinin üstünde para verir adam buna karşılık olarak Embriaco'ya bir kitap verir. Bu kitap Yüzüncü Ad'ın ta kendisidir.

Embriaco şaşkınlık içine düşer hemen okumak için dükkanına gider ama ne yazık ki tam kitabı okurken Fransa saray görevlisi olan Marmontel adlı bir soylu kitabı görür ve satın almak ister. Embriaco bu pek değerli kitabı satmak istemese de adam Fransa'yı temsil ettiği için ona hayır diyemez ve kitabı satar.

Ertesi gün İdris'in öldüğü haberi kalır ve Yüzüncü Ad ile ilgili sorular cevapsız kalır. Embriaco, kendisini dünyanın sonunun geldiğine iyice kaptırmış olan büyük yeğeninin etkisiyle ve biraz da kendisi pişmanlıktan dolayı küçük ve büyük yeğeniyle birlikte Marmontel'in peşine, İstanbul'a, gelirler.

İstanbul'a giderken dünyanın sonuyla ilgili ilginç olaylarla karşılaşırlar. Ama bunlardan farklı ve daha da ilginç olanı ise Marta'dır. Marta, Embriaco'nun zamanında evlenmek isteyip de evlenemediği kadındır. Marta bir korsanla evlenmeyi istemiştir. Fakat şimdi Marta kocasını yıllardır bulamamaktadır ve artık öldüğüne dair bir belgeyi almak için İstanbul'a gitmektedir. Zamanla Embriaco ile Marta arasında bir aşk alevlenmeye başlar. Marta'nın eski kocasının öldüğüne dair belgeyi alıp evlenme kararı alırlar.

Embriaco İstanbul'a geldiğinde Marmontel'in gemisinin İzmir civarlarında korsanlar tarafından yağmalanıp batırıldığını öğrenir. Kitaptan ümidini keser bu arada Marta da ölüm belgesini alamaz ve şansını kocasının son görüldüğü yer olan Sakız Adası'nda denemek ister.

Embriaco, Marta ve iki yeğeni İzmir'e giderler. İzmir'de kaderin bir cilvesi olarak, Embriaco İzmir'de tanıştığı bir arkadaşının evinde Marmontel'e kitabı satarken bir jest olarak verdiği yontucuğu bulur. Arkadaşına bunu nerden bulduğunu sorar. Arkadaşı onu bir İngiliz arkadaşından aldığını ve arkadaşının da sabah İngiltere'ye aceleyle yola çıktığını söyler.

Artık çok geçtir. İngiltere'ye gitmeye hiç niyetli değildir. O an için Yüzüncü Ad macerası kapanır. Artık tek yapmak istediği Marta'nın kocasının öldüğüne dair bir kanıt bulmaktır. Bu kanıtı bulmak için Sakız Adası'na Marta ile beraber giderler ama işler hiç umulduğu gibi gitmez. Marta'nın kocası yaşıyordur. Bunun üzerine Marta kocasının evine ayrıldıklarını onaylatmak için tek başına gider. Kocasının artık yeni bir karısı vardır. Marta bir gün boyunca gelmez.

Embriaco iki yeniçeriyle birlikte Marta'nın kocasının evine gider. Marta'ya bir şeyler olmuştur. Tüm yalvarmalara rağmen geri dönmez. Bunun üzerine iki yeniçeri yalan beyanda bulunmaktan Embriaco'yu tutuklarlar. Bir gemiye gözleri elleri bağlı olarak Cenova'ya sakız kaçakçılığı yapan bir gemiye koyarlar.

Cenova, bir Cenevizli olan Embriaco'nun atalarının çok eski yıllarda yaşadığı ve şehrin en zengini ve en ihtişamlı sülalesi olduğu şehirdir. Geminin kaptanına kendisini tanıtır. Kaptan onu saygıyla karşılar. Embriaco'yu Cenova'ya geldiklerinde eskiden Embriacoların hizmetinde bulunmuş, onların sayesinde şimdi şehrin en zengini olmuş Gregerio Mangiavacci ile tanıştırır. Adam onu evinde uzun bir süre en yi şekilde ağırlar. Cenova’da kalıp kızıyla evlenmesi için ısrar eder. Ama Embriaco'nun aklı Marta ve iki yeğenindedir. Bu sebepten Marta'nın tehdit edildiği inancını taşıyarak Sakız Adası'na geri döner.

Marta onu tekrar reddeder. Embriaco'nun dünyası mahvolur ve Cenova'ya geri döner.

Gregerio, Embriaco'dan şirketinin bir kısmına sahip olan bir adama bir zarf teslim etmesini ister. Teslim edeceği yer Portekiz'dedir, bu yüzden kabul etmez. Gregerio ona bir oyun oynar ve gitmek zorunda kalır. Portekiz' e gelince zarfı teslim eder ve zarf karşılığında yüklü bir miktar para alır. Artık yeniden parayı teslim etmek için Cenova'ya dönmek zorundadır. Geri dönerken Holandalı bir savaş gemisi gemilerini teslim alır. Gemiyi gemidekilerle birlikte Hollanda'ya götürür. Hollanda'da bir süre tutulduktan sonra serbest kalır.

Artık tek isteği eve dönmektir ama Yüzüncü Ad macerasını yeniden başlatır ve Londra' ya uğrar. Orada İngiliz'i bulur. İngiliz ona kitabı bir rahibe sattığını söyler. Embriaco rahibin adresini alır ve adrese gider. Kitabı satın almak ister. Rahip kitabı satmıyacağını fakat Arapça yazılı kitabı kendisine açıklaması karşılığında kitabı verebileceğini söyler. Embriaco buduruma çok sevinir. Hem kitabı okuyup yüzüncü adı öğrenme şansını yakalayacaktır hem de kitaba sahip olacaktır. Ama garip bir nedenledir ki kitabı her okumaya başladığında gözlerine bir perde iner, okuyamaz, ama bu durumu rahibe söylemez. Kitabı okur gibi yapar ve kafasından birşeyler söyler.

Bu arada 1666 yılına çoktan girilmiştir. Embriaco dünyanın öbür taraflarında neler olduğunu merak etmektedir. Bu sırada Londra'da büyük bir yangın başlar. Nerdeyse tamamı ahşap olan evleriyle birlikte Londra'nın yarısı yanmıştır. Embriaco kitabı alarak Londra'dan kaçar. Çeşitli yollarla Cenova'ya yeniden döner, parayı teslim eder. Adamın kızıyla evlenmeyi kabul ederek evlenir.
Artık 1666 yılının sonları gelmiştir ve son gün de olaysız geçer. Böylece Yüzüncü Ad macerası biter. Kitabı sonsuza kadar saklamak üzere evinin en ücra köşesine koyar.

18 Nisan 2019 Perşembe

Doğunun Limanları (Amin Maalouf) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili ve Kişiler


Kitabın Adı: Doğunun Limanları

Kitabın Yazarı: Amin Maalouf

Kitabın Özeti:

Yazar, kitabında bir kişinin hayat hikayesini, yaşamını anlatmaktadır. Bu kişiye 1976 haziranında metroda rastlamış ve onu bir tarih kitabındaki resminden hatırlamıştır. Yazar bu kişiyi yani İsyan Kitabdar’ı takip etmiştir. Kitabdar, yazara bir sokağın nerede olduğunu sormuştur. Bu sokağın ismi “Hubert Hughes Sokağı Direnişçi 1919-1944”tür. Kitabdar’da eski bir direnişçidir.

Yazar, Kitabdar’ı rahat bırakmamış, onunla tanışmış ve sohbete başlamıştır. Kitabdar, dört gün içinde Paris’teki otuz direnişçi ismi taşıyan cadde ve sokağı gezecektir. Bir kahveye gidip otururlar. Yazar, Kitabdar’ın direnişçi olduğunu bildiği için onun hayatını anlatmasını ister. İsyan Kitabdar, tüm yaşamını bu dört gün içinde anlatacaktır. Kitabdar anlatmaya başlar:

Osmanlı padişahı Abdülaziz tahtan indirilmiştir. Bazı nedenlerden dolayı yerine yeğeni tahta oturmuş ve bunun üzerine padişah odasına kapatılmıştır. Kimsenin yanına gelmesini istememektedir. Ancak kızı İffet’i çok sevdiğini bilenler onun odaya girmesini istemişlerdir. İffet odaya girdiğinde büyük bir çığlık atar, babası iki bileğini keserek intihar etmiştir. Bu olaydan sonra neşeli, hoş, akıllı İffet gitmiş, yerine suskun, aklını yitirmiş bir kız gelmiştir.

Annesi kızının iyileşmesi için deli doktoru Kitabdar’ı çağırmıştır. Doktor iyileştirmek için Adana’daki köşküne götürmeyi önermiş ve anneside kabul etmiştir. Ama ne var ki günün birinde İffet hamile kalmıştır. Kitabdar’ın kuramlarına göre çocuk doğurmanın şoku ile İffet eski haline dönebilecekti. Nihayet çocuk doğar ama pek bir faydası olmamıştır. Çocuğun babasız olduğu söylenemezdi, çünkü İffet’le nikahlanmışlardı. Artık kimse kapılarından adım atmaz olmuştu. Doğan çocuk ise İsyan’ın babasıydı.16 yaşına girdiğinde babası vefat etti. Ermeni olan fen öğretmeni Nubar’la aralarında sıkı dostluk başlamıştı. Nubar’ın 10 yaşında bir kızı vardı, Cecile. Beş yıl sonra babasının arkadaşı ile evlenirler. Babası, Beyrut’ta bir kaşane yaptırmıştı ve oraya taşındılar. Nubar onlarla oturmak istememiş ve mütevazi bir ev kiralamıştı. Aynı zamanda valinin resmi fotoğrafçısı olmuştu.

1914 yazında savaş başlamıştı. Cecile, İsyan’ın ablasına hamileydi. İsyan, 1919’da doğmuştu ve Cecile 1922 Eylülünde son çocuğu olan Salem’i doğurmuştu. Son doğum esnasında Cecile ölmüş, evin yeni hanımı ablası İffet olmuştu.

Babası, annesinin ölümüne neden olduğu için Salem’i hiç sevmezdi. O da küçük yaşta hırsızlık, kavga gibi kötü suçlar işlemiş ve hapse girmişti. Bu yüzden babası bütün ümidini İsyan’da toplamıştı.

1936-1937 yıllarında İsyan, Bakarlaryanın 1. ve 2. sınavlarında ülkenin en iyi notunu almıştı. Babasından Montpellier tıp fakültesine gitmek için izin aldı ve temmuz sonunda gemi ile Marsilya’ya gitti. Oradan trenle Montpellier’e geçti. Burada bir ev kiralamıştır. Ev sahibesi Madam Berroy idi. Fakültede çok çalıştığı için ismi kısa zamanda ineğe çıkmıştı.

Bir akşam Bertnard isimli bir adamla tanıştılar. Bertnard o zamanın öncü direnişçilerindendi. İsyan’ın düşünceleri beğenisini kazanmış, onu direnişçi saflarına katmak istiyordu. Bu bir örgüttü, özgürlük örgütü. Ona bazı kağıtlar verdi,okumasını ve sonrada dağıtmasını söyledi. O da artık bir direnişçi olmuştu ve bu savaştaki ismi Bakü’ydü. Bu sistem böyle bir yıl devam etti.

Günün birinde bir jandarmanın oturduğu binaya girdiğini görmüş ve oradan uzaklaşmıştı. Bir ay önce kaldığı bir örgüt evine gitmişti. Burada bir çift ve yanlarında bir kız vardı. Kız çok hoşuna gitmişti ve ismi Clara idi. O gece geç vakte kadar sohbet ettiler. Ertesi sabah kerkes kendi yoluna ayrılmıştı. Clara’da bir direnişçiydi. Bakü örgütte çok başarılı olmuş artık önemli görevlerde yer almaktaydı.

Bir gün savaş başlamış ve nihayet kurtuluşa ulaşılmıştı. Daha sonra İsyan Montpellier’e geri dönmüş ve Madam Berroy’ı görmeye gitmişti. O yokken olanlar hakkında bilgi edinmiş ve kendinin yani Bakü’nün çok ünlü biri olduğunu anlamıştı. Herkes onu bir kahraman gibi görmekteydi. Ertesi gün gemi ile Beyrut’a dönmüştü. Limanda büyük bir kalabalık onu bekliyordu. Herkes onu alkışlıyor,sevinçlerini gösteriyorlardı. Oradan babasıyla birlikte eve döndüler. İsyan diğerlerinin nerede olduğunu sormuştu. Nubar ve büyükannesi Amerika’ya gitmiş, ablası ise Mısırlı Mahmut’la evlenip oraya gitmişti. Kardeşi Salem zaten onbeş yıl hapse atılmıştı. Babası yaşlı kaçık annesiyle evde yalnız kalmıştı. Geldiğinden on gün sonra büyükannesi İffet vefat etmiş ve defin töreninin bir padişah kızına yapıldığı unutulmamıştı.

Definin ertesi günü Clara, İsyan’ın yanına gelmişti. Beraber bahçeye çıkıp konuştular. Clara,Hayfa’ya gidiyormuş ve vapuru Beyrut Limanı’na demir atmıştı. Dayısıyla birliktelerdi ve limanın karşısındaki otelde kalıyorlardı. Bir süre daha sohbet ettiler ve Clara ayrıldı. İsyan onu bir daha görememe korkusu içindeydi. Ertesi günü bir taksiye atlayarak Clara’nın yanına gitti. Ona “bana yaz”demişti ve adresini vermişti. Clara da İsyan’ın dudağına bir öpücük kondurarak otele doğru koşmaya başlamıştı.

İki ay sonra Clara mektup atmıştı. Mektubunda Arap-Yahudi kavgalarını sona erdirmek için çabaladığı yazılıydı. Bu arada Kitabdar’da konferanslar vererek yaşadığı maceraları anlatıyordu. Çeşitli semtlerden, kentlerden ve köylerden çağrılar geliyordu. Bu sayede tüm ülkede tanınan biri olmuştu.

Bir gün konferanslarından birinde Clara’yı gördü ve konferansı kısa kesdi. Clara’yı babasıyla tanıştırdı. Clara bir konferansını dinlemek istemişti ve konferansında hayatını anlatmasını istiyordu. Kabul etti ama heyecanlanmamak için Clara’dan bakmamasını istemişti. Konferansa başladığında hayatını değil Clara’ya olan sevgisininde bahsediyordu. Ve Clara’ya evlenme teklif etti. Clara’da bir süre bekledikten sonra evet yanıtını verdi.

Evliliklerinin nasıl olacağını düşünmeye başladılar. Beyrut’ta resmi nikah yoktu bu yüzden Fransa’ya gitmeye karar verdiler ve gerekli evrakları hazırlamak için ayrıldılar. 20 Haziran’da, Paris’te, Horloge Rıhtımı’nda öğlen buluşacaklardı. Bu yerin Horloge Rıhtımı olması nedeni eski bir hikayede iki sevgilinin orada buluşmalarıydı. O gün buluştular ve evlendiler. Sonra Beyrut’a geri döndüler. Döndükten sonra kitabdar malikanesinde büyük bir şölen verildi, mutlu bir yaşam başlıyordu. Ta ki genel af ilanı ile kardeşinin eve dönmesine kadar. Bu olaydan sonra Clara ile İsyan Hafya’ya gitmeye karar verdiler, orada mutlu bir yaşama başladılar ve Clara hamileydi.

Birgün Kahire’den yani ablasından bir telgraf geldi. Babasının hasta olduğu yazmaktaydı ve İsyan derhal Beyrut’a hareket etti, Clara’sız. Babası felç geçirmiş ve birkaç ay sonra vefat etmiştir. Ablası daha sonra Kahire’ye geri dönmüştür. Babasının ölümü ile İsyan rahatsızlanmış ve ruhsal dengesi bozulmaya başlamıştır. Bir tane kız çocuğu olduğu haberi mektupla kendisine gelmişti. İsmini Kitabdar’ın istediği gibi Nadya koymuşlardı. Mektupta birde kızının fotoğrafı vardı. Aynı zamanda İsrail-Arap Savaşı patlak verdiği için Hafya’yada gidememektedir. Kardeşi Salem İsyan’nın bu halinden yararlanarak mirasa konmak istemiş ve İsyan’ı Dr.Dawwab’ın kliniğine göndermişti. Burada zengin ailelerin deliren hastaları yer almaktadır. Her sabah hastalara yüksek dozajda uyuşturucu madde veriliyor ve herkes ruh gibi ortalıklarda dolaşıyordu. Bu yüzden zor ve yavaş konuşuyor, yürüyor ve kitap okuyordu. Bertnard İsyan’ı ziyarete gelmiş onun bu haline çok üzülmüştür. Ayrılırken Bertnard’a sağ iç cebindeki kızının fotoğrafını göstermiş ama Bertnard bunun bir yardım çağrısı olduğunu anlamamıştı. İsyan’ın oradan kurtulup normal yaşama dönmek istediğini anlamamıştı.

Kitabdar yaşamadan iyice sıkılmış ve artık ölmek istiyordu. İş bu haldeyken kararını değiştirecek bir olay gerçekleşti. Kızı Nadya üniversiteye yazılmak için Paris’e gelmişti. Clara, Nadya’dan Bertnard’ı görmesini istemiştir. Bertnard’ın yanına gittiğinde babasının durumunu öğrenmiş ve özellikle fotoğraf hikayesi Nadya’nın çok ilgisini çekmişti. Babasını oradan kurtarma savaşına başlayacaktı. Oda arkadaşı Christine Paris’in en büyük kuyumcularından birinin kızıydı. Nadya, kimlikleri değiştirmeyi teklif etmiş ve Christine kabul etmişti. Christine’nin pasaportundaki resmi çıkarıp Nadya’nın kini taktılar. Artık kimse Nadya’dan şüphelenmeyecekti. Nihayet 1968’de uçakla doğuya hareket etti. Beyrut’a geldiğinin ertesi günü Dr.Dawwab’ın kliniğine gitti. Doktor para düşkünü olduğu için onu hoş karşılamıştı. Nadya ise babasının sorunları olduğunu ve uygun bir yer aradığını söylemişti. Beraber kliniği gezmeye başladılar. Nadya hastaların olduğu odaya geldiğinde Kitabdar kitap okumaktaydı. Bir vesile ile onunla muhabbet etmiş ona bir kitap vermişti. Bu sırada Kitabdar kitabı açtığında yazarın isminin yukarısında “Nadya K.” yazılıydı ve kızı olduğunu anlamıştı. Ama durumu fark ettirmemek için sesini çıkarmıyordu. Nadya gittikten sonra hemen mektubu okumuş ve kendi için savaş verdiğini anlamıştı.

Yaşama bağlılığı artmıştı ve ona yardım etmek istiyordu. Öncelikle ilaçların dozunu azaltmaya başladı. Nadya klinikten sonra Bertnard’ın yanına gidip olanları anlatmıştı. Berdnard babasını oradan çıkarmanın bir faydası olmadığını söylemiş ve Nadya oradan ayrılmıştı. Nadya genç bir adamla tanışımış onunla evlenmiş ve Brezilya’ya gitmişlerdi. Burada hamile kalmıştı. Doğacak çocuğun adını Bakü koycak ve babasını böylece yaşatacaktı. Bu sırada çatışmalar tekrar başlamış, silah sesleri kliniğe kadar gelmekteydi. Dr.Dawwab ve elemanlar orayı terk edip kaçmışlardı. Sabah olunca Kitabdar “gidiyorum” diyerek oradan ayrıldı. Başkente gidiyordu ve vardığında Fransız Büyükelçiliğine gitti. Burada onu Bertnard’ın yanına götürdüler. Bertnard, Clara’dan söz etmek istemiş ama Kitabdar lafını keserek sadece adresini istemişti. Clara’ya mektup yazıp, randevu vermişti. Buluşma zamanını düşünmüş ve 20 Haziran öğle vakti, Horloge rıhtımı yazmıştı. Evet yarın 20 Haziran’dı ve dördüncü gün bitmişti.

Yazar rıhtımın karşısından dürbünle oraya bakıyor, yavaş yavaş köprüye doğru ilerliyor ve ortasında duruyor. Az sonra kır saçlı bir kadın İsyan’a doğru yaklaşıyor ve birbirlerine sarılıyorlar, ağlıyorlar. “El ele mi gidecekler yoksa herbiri kendini yoluna mı?” diye merak ediyor. Ama bu kadarının yeterli olduğunu, uzaklaşması gerektiğini düşünüyor.

Yoldan geçenler var, durmuş onlara bakıyorlar, meraklı, duygulanmış. Ama ben onlara aynı biçimde bakamam; ben yoldan geçen biri değilim ki…

Kitabın Kahramanları, Kişileri:


İSYAN KİTABDAR: Hayatını anlatan kişidir. Yardımsever ve görevinde başarılı olmuş bir direnişçidir. Girişken ve verdiği savaştan dönmeyen bir kişidir.

İFFET: İsyan’ın büyükannesidir. Padişah kızıdır ama babasının ölümünden sonra ruhsal dengesi bozulmuştur.

DR. KİTABDAR:
İsyan’ın babasıdır. İffet’i iyileştirmek için çaba göstermiş vefakar bir insdandır.

NUBAR: Ermeni fen öğretmenidir. Yenilikçi ve Dr. Kitabdar gibi medeni bir insandır.

CECİLE: İsyan Kitabdar’ın annesi ve Nubar’ın kızıdır. Son çocuğu olan Salem’ı doğururken ölmüştür.

İFFET:
Cecile’nin kızı ve İsyan’ın ablasıdır. Annesinin ölümü ile evin yeni hanımı olmuştur. Mısırlı Mahmut’la evlenmiş ve mutlu bir yaşam yaşamıştır.

SALEM: Cecile’nin oğlu ve İsyan’ın kerdeşidir. Annesinin ölümüne sebep olmuştur. Aile yapısından farklı bir yapıya sahiptir ve küçük yaşta kötü alışkanlıklar kazanmıştır.

BERTNARD: İleri ve öncü bir direnişçidir. İsyan’la araları çok iyidir. Savaşını sonuna kadar sürdüren bir insandır. 

CLARA: Bir direnişçi ve İsyan’ın karısıdır. Çok güzel ve çekici bir kızdır. Nadya isimli bir kızı vardır.

MADAM BERROY: İsyan’ın Montpiller’deki kiraladığı evin sahibesidir.

NADYA: İsyan’ın ve Clara’nın kızıdır. Babası gibi girişken ve korkusuz bir kızdır.

DR.DAWWAB: Zengin ailelerin deliren kişilerine bakan ,cimri para göz bir insandır. Kendinden başka kimseyi düşünmemektedir.

YAZAR HAKKINDA KISA BİLGi: Amin Maalouf

1949’da doğdu. Ekonomi ve toplumbilim okuduktan sonra gazeteciliğe başladı; 1976’dan beri Paris’te yaşıyor. Çeşitli yayın organlarında yöneticilik ve köşe yazarlığı yapmış olan Maalouf, bugün vaktinin çoğunu kitaplarını yazmaya ayırmaktadır.

Yapıtlarında çok iyi bildiği Asya ve Akdeniz çevresi kültürlerinin söylencelerini başarıyla işleyen Maalouf, ilk kitabı Les Croisades vues par les Arabes(1983,Arapların Gözüyle Haçlılar) ile tanındı ve bu kitabın çevrildiği dillerde de büyük bir başarı kazandı. 1986’da yayımlanan ve aynı yıl Fransız-Arap Dostluk Ödülü’nü kazanan ikinci kitabı (ilk romanı) Leon I’Africain (Afrikalı Leo) ise bugün bir “klasik” kabul edilmektedir.

Maalouf’un 1988’de yayımlanan ikinci romanı Samarcande (Semerkant) da coşkuyla karşılandı ve pek çok dile çevrildi. Maalouf’un sonraki kitapları yine romandı:Les Jardins de lumiere (1991, Işık Bahçeleri) ve Le Premier Siecle apres Beatrice (1992, Beatrice’den Sonra Birinci Yüzyıl).

28 Mart 2019 Perşembe

Semerkant (Amin Maalouf) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Konusu


Ömer Hayyam'ın Semerkant’a gelişi, burada yaşadıkları ve tarihe damgasını vuran eserinin oluşması.

Kitabın Ana Fikri


Tüm zorluklara rağmen insanlar hayallerini gerçekleştirmelilerdir.

Amin Maalouf Hakkında Bilgi

1949'da Lübnan'da doğdu. Ekonomi ve toplumbilim okuduktan sonra gazeteciliğe başladı. 1976 ‘dan beri Paris ‘te yaşıyor. Çeşitli yayın organlarında yöneticilik ve köşe yazarlığı yapmış olan Maalouf , bugün vaktinin çoğunu kitaplarını yazmaya ayırmaktadır.

Kitabın Özeti :

Alpaslan 1071 yılında Malazgirt savaşıyla Bizanslıları bozguna uğrattığı zamanlarda İran Sultan’ı Nasır Han’ın kızından dokuz çocuğu vardı. Fakat bu akrabalık ilişkileri kimseyi aldatmaz; Alpaslan’ın bir gözü, Acem krallığının en önemli kentlerinden biri olan Semerkant’taydı. Bizanslılar karşısındaki zaferinden sonra Semerkant’a bir korku düşmüştü, çünkü sıranın kendilerine geldiğini biliyorlardı. Aslında ilk sıra hep bu kentteydi; Semerkant, Buhara ve İsfahan kentleri o dönemde tüm dünyanın hem kültür, hem bilim, hem ticaret merkezleriydi. Alpaslan sadece, Bizanslılarla takıştığı için rotasını değiştirip Anadolu’ya gitmişti. Şimdi asıl önemli olan kente doğru sefer başlamıştı.

Ancak Semerkant seferi Alpaslan’ın ölümüne neden olacaktı çünkü yol üzerindeki bir kale kuşatmasında direniş gösteren Harzemli Yusuf, kıyafeti içine sakladığı bir hançerle onu öldürdü. Alpaslan bu direnişçinin kim olduğunu merak edip onu huzuruna çıkarmasaydı durum farklı olurdu kuşkusuz. Yusuf, Alpaslan’ın huzuruna iki büklüm çıkartılmış ama gururlu Yusuf, kendisine efemine deyince Alpaslan sinirlenip okuna davranmış, fakat sinirinden eli titrediği için olsa gerek hedefi tutturamayınca Yusuf hızlı davranıp Alpaslan’ı hançerlemeyi başarmıştı. Alpaslan dünyanın en büyük devlet adamlarından biri olarak adını tarihe yazdırabilecekken onun bu özelliği hem ününe hem hayatına mal oldu. Dokuz çocuğuna rağmen, kadınlara az ilgi gösterir diye düşmanları tarafından isim takılmıştı ve efemine tavırları yüzünden, haklı ya da haksız, bu ünü, henüz başlayan parlak saltanatına bir anda son verecekti.

Alpaslan’ın beklenmedik ölümü Semerkant’ta bayram havası yarattı. Acemlerin Sultan’ı Nasır Han, çok sevinmekle beraber sevindiğini gösteremiyordu çünkü karısı, Alpaslan’ın kızıydı. Selçuklu krallığına bir taziye heyeti hazırladı. Bu taziye heyetinde Ömer Hayyam’da bulunuyordu. Taziyeleri kabul eden Alpaslan’ın büyük oğlu Melikşah onyedi yaşındaydı ve ziyaretçilere nasıl davranması gerektiğini, “ata” diye hitap ettiği Nizamülmülk ona söylüyordu.

Nizamülmülk’ün bir düşü vardı: En güzel, en zengin, en istikrarlı, en iyi korunan devleti kurmak istiyordu. Her eyaletin, her kentin, içinde Allah korkusu olan, adil, vatandaşlarının şikayetlerine kulak veren yöneticilerce yönetilmesini istiyor, kurt ile kuzunun yanyana su içebileceği bir devlet düşlüyordu. Taziye kabulunda Ömer Hayyam’ın kulağına onu yanına beklediğini söylemişti çünkü Nişapurlu Ömer’in gökbilimci, matematikçi, tıp bilimcisi olarak sınırları aşmış bir ünü vardı ve Nizamülmülk’ün düşlediği devlette ona ihtiyaç vardı. Nizamülmülk, ondan, günümüzde istihbarat teşkilatı olarak adlandırabileceğimiz bir sistemi kurmasını istemişti. Fakat Ömer Hayyam kendisine verilen teklifin kendisine uygun olmadığını, yolda tanıştığı genç arkadaşının bu vasıflara daha çok uygun düştüğünü söyleyerek Rey’li genç arkadaşı Hasan’ı Nizamülmülk’e önerdi.

Hasan Sabbah, Nizamülmülk’ten iş istemek için yola koyulduğunda böyle bir mevki aklında yoktu kuşkusuz. Ancak yolda bilgelerin bilgesi Ömer Hayyam’la karşılaştığında Tanrı’nın kendi yanında olduğunu anlamış olmalı; hele ki Nizamülmülk’ten istihbarat teşkilatı kurması için görev verildiğinde kendisinin seçilmiş biri olduğuna inancı tamdı.

Hasan Sabbah büyük Acem krallığının düşünü kuruyordu ve krallıkta Nizamülmülk gibi Türklere uşaklık yapan Acem döneklerin hiç yeri yoktu. Yıllar sonra, kendiside Melikşah’ın Selçuklu Devletinde hizmet alan bir Acem döneği olmakla kendini suçlayacaktı. Ama o sırada düşündüğü bu değildi. Melikşah’la yaşıttılar; on sekiz yaşında iki iyi arkadaş oldular. Hükümdarı kazanmak önemliydi. İlk iş olarak Nizamülmülk’ü devre dışı bırakmaya çalışması, kendi sonunu hazırladı. Nizamülmülk ondan daha tecrübeli biriydi kuşkusuz; Hasan hazine konusunda üzerine aldığı bir işi “raporumu tamamladım” diyerek Melikşah’ın karşısına çıktığı vakit elinde tuttuğu sayfalarda tam bir tutarsızlık ve karmaşa gördü çünkü birlikte çalıştığı adamların Nizamülmülk tarafından aleyhte kullanılması çok kolaydı. Melikşah Nizamülmülk’ten kuşkulanamazdı; Hasan Sabbah’ı ölümle cezalandırdı ancak o dakikada hükümdarı sürgün cezasının yeterli olacağına ikna ederek Hasan Sabbah’ı ölümden kurtaran yine Ömer Hayyam oldu. Kaşan kentindeki konakta ilk tanışmalarında Hasan mevcut tüm kitapları ezberden okuyan ve kendisini etkilemiş bir bilgindi; kendi eliyle Selçuklulara getirdiği, arkadaşlık ettiği birinin ölümüne razı olmazdı.

Hasan sürgünden yedi yıl sonra kendine essasin (aslolan; gerçekçi) diyerek Acem krallığında bir derviş olarak ortaya çıktı. Nasır Han ölmüş yerine oğlu Ahmet geçmiş ve Hasan’ın bilgeliğinden etkilenmişti. Selçuklulara ise Melikşah ile veziri Nizamülmülk hükmetmeye devam ediyordu. Nizamülmülk için Hasan’ın ortaya çıkışı açık bir tehditti. Kendi istihbaratı ona Hasan’ın yakalanmasının an meselesi olduğunu söylüyordu ama Hasan hiçbir zaman ele geçirilemiyordu. Bu sayede hem Hasan’la karşı karşıya gelme fırsatını yakalamış olacak hem de Semerkant’ı Hasan’ın sapkın düşüncelerinden kurtaracaktı. Ancak Melikşah’ın karısı Terken Hatun, önünde bir engeldi. Terken Hatun, Semerkant’ı yöneten Nasır Han kardeşiydi ve şimdi başta olan Ahmet’te onun yeğeniydi.

Nizamülmülk’ün Terken Hatun’a, Hasan’ın Ahmet’i kandırdığını ve sefere çıkması gerektiğini söylemesi inandırıcı olmazdı; çareyi Hasan ile Ahmet’in sıkı arkadaş olduklarını gizlemekte buldu. En iyisi bu arkadaşlığı gizlemek ve onların birbirlerine düşman olduklarını söylemekti çünkü Terken Hatun kardeşinin soyunun Semerkant’ta hüküm sürmesinin Selçuklu saray kadınları arasında kendine yarattığı ayrıcalığın farkındaydı ve bu avantajı kaybederse Selçuklulara varis olarak kendi oğlunu bırakması güçleşirdi; Melikşah’a sefere çıkmasını ve yeğeni Ahmet’i Hasan’dan kurtarması gerektiğini kendisi söyledi. İki haftalık savaştan sonra Nizamülmülk’ün oyunu ortaya çıktı ve Selçuklu hanedanı ile arasındaki ilişki onarılmaz bir biçimde bozuldu. Hasan ise bu olaydan önemli bir ders alarak ucuz kurtulmuştu; artık hükümdarları kazanmaya çalışmayacaktı. Bundan böyle onların tam karşısında olacaktı. Dünyanın ilk terör örgütü Essasinler böylece kuruldu.

Hasan’ın, dünyanın ilk istihbarat teşkilatını yönetmiş biri olarak, bu terör örgütü için idari tecrübesi vardı, insanları etkileme ve yöneticilik derslerini sürgünde olduğu yıllarda Kahire’deki El Ezher medresesinde almıştı.Kısa zamanda kendilerine “dinin gerçekçileri” diyen essasinler, hükümdarların, valilerin, kadıların ölesiye korktukları bir örgüt oldu. Karşılarında hissettikleri ise sadece çaresizlikti. Çünkü essasinler ölmekten korkmuyorlar, eylemden sonra hiçbir yere kaçmıyorlardı. Bu yüzden onların haşhaşla kafayı bulmuş olduklarına inandılar, Hasan’ın bu adamları haşhaşla kontrol altında tuttuklarını söylediler. Bu terör örgütüne Haşhaşinler dediler.

Haşhaşinlerin lideri, Hasan Sabbah adıyla kendinden sonraki kuşaklara bile korku salmaya devam etti. Oysa Haşhaşinlerin haşhaş kullandığı iddiası yalandı. Hasan Sabbah Nizamülmülk’e ikinci kez yenildikten sonra, artık Selçuklu ve Acem krallıklarında gizlenme ihtiyacı duymamış; kartal yuvasını andıran sarp kayalıklardaki Alamut kalesini alarak kendilerine üs edinmişlerdi. Hasan Sabbah bu kaleden tüm Acem ve Selçuklu hükümdarlarına korku salmaya devam etti. Bu örgütün üyeleri eylem yapacağı kişiyle arkadaş olurlar, onların dilini şivesine kadar önceden çalışırlar, hiç dikkat çekmezler ve en umulmadık zamanda hançerini çıkartıp öldürürlerdi. Böylesine planlı bir çalışma ve ölüme karşı duyulan özlem, haşhaşla değil; inançla açıklanabilirdi. Haşhaşinlerin çok bağnaz bir imandan başka uyuşturucuları yoktu. Hasan Sabbah, kalesinde içki ve müzik dahil her türlü eğlenceyi yasaklamış biriydi. Kalesinden hiç çıkmaz tüm zamanını kendi hazırladığı, doğunun en eşsiz kütüphanesinde geçirirdi. İstihbarat kaidelerince kalesini yönetirdi ve cezaları açık ve sertti. Yalan yanlış bilgileri bile derhal cezaya bağlardı. Haklarındaki ihbarlar yüzünden iki oğlunu öldürmüştü. Dinsizlikle suçlana oğlunun ikiyüzelli yandaşını öldürtmüş ve diğer ikiyüzelli yandaşınıda arkadaşlarının cesetlerini sırtlarında taşıtarak kaleden kovmuştu.

Nizamülmülk ise Selçuklu Hanedanıyla arası açıldıktan sonra “Siyasetname” sini yazmaya koyulmuştu. Kitabını yetiştirmeye çalışıyordu çünkü Bağdat seferine katılması gerekiyordu. Nizamülmülk o günlerde rüyasında peygamberi gördü. Peygamber rüyasında şöyle demişti ona: “Sen İslam’ın temel direğisin; kendi ölüm tarihini seçme hakkını sana veriyorum.” O da “Ben Melikşah’ın doğduğunu, bana baba dediğini bilirim, onun ölümünü bana gösterme.” diyerek yanıt verdi. Peygamberde bunun üzerine Melikşah’dan kırk gün önce öleceğini kendisine müjdeledi. Nizamülmülk bu rüyayı Melikşah’a anlattığında belki Melikşah bu tehditten yılmış olabilir ama Terken Hatun, planı çoktan yürürlüğe koymuştu. Nizamülmülk Alpaslan’dan bu yana Selçuklu Hükümdarlığının temel direği olmuştu ve ülkeyi ikiye bölecek kadar güçlüydü. Terken Hatun onu açıkça öldüremezdi. Bunun için Hasan Sabbah’ı kullanmaya karar verdiler. Nizamülmülk’ü bir Haşhaşin Bağdat seferi sırasında hançerledi. Haşhaşin kaçmadı doğal olarak, oracıkta onun da boğazını kestiler. Nizamülmülk Bağdat Seferinin kendi ölümü için hazırlandığını bilecek kadar tecrübe sahibiydi ama umursamıyordu çünkü mide kanserinden dolayı günleri sayılıydı ve de siyasetnamesini bitirmişti. Bu kitap batı dünyası için Macciavelli’nin Prens’i neyse, doğu içinde öyle olacaktı.

Nizamülmülk’ün adamları sözünde durdular ve Melikşah’ı kırk gün içinde zehirleyerek öldürdüler. Melikşah kendinden önceki tüm Türk sultanlar gibi hükümdarlık için varis bırakmadı. Terken Hatun’un üç oğlu vardı. İlk iki oğlunu sırayla Melikşah’a varis seçtirmişti ama bu çocuklar anlaşılamaz nedenlerle öldüler. Terken Hatun’un üçüncü oğlu henüz bir yaşında olduğu için Melikşah diğer saray kadınlarının baskısıyla bu bebeği varis ilan edememişti. Melikşah’ın hayatta kalan büyük oğlu Berkyaruk başa geçti. Terken Hatun Berkyaruk’u öldürmek için yeterince vakit bulamadı; adamları Berkyaruk’u esir aldıklarında kendiside Nizamülmülk’ün adamları tarafından öldürülmüştü.

Hasan Sabbah Alamut kalesinde 80 yaşında öldüğü vakit, varis bıraktığı imam onun odasına girmeye korkmuştu. Bu korku öylesine güçlüydü ki iki kuşak sonrasında bile Alamut’taki tüm yasaklar sanki Hasan Sabbah hayattaymış gibi devam ediyordu. Ancak üçüncü kuşak veliahtı kurtarıcı ilan edebildiler. Bu veliaht kendisinin beklenen kurtarıcı olduğunu söyleyerek Alamut tahtına çıktı ve artık imtihan zamanının dolduğunu, tüm yasakların kalktığını, şeriat zamanının bittiğini ve artık cennet zamanına geçildiğini söyleyerek Haşhaşin tarikatına son verdi. Peşisıra Moğol istilası başgösterdi. Alamut Kalesine, Semerkant’a, İsfahana’a, Buhara’ya, tüm bu kentlerin zenginliğine, kültürüne, kütüphanelerine son veren, Cengiz Han’ın yakıp yıkan Moğol istilası oldu.

Amin Maalouf, Semerkant adlı kitabında, doğu’nun günümüze hiçbir miras bırakmadığını tüm bu hikayenin sonuna ekler. Yazar, kitabında Ömer Hayyam’ın dörtlüklerini yazdığı Rubaiyyat adlı eserini aramaya çıkan bir Amerika’lıyı başrole koyarak hikayelerini anlatır. Bu Amerikalı, Hayyam’ın dörtlüklerinde gezinirken, okuyucuda onunla beraber, binbir gece masallarına konu olan doğunun tüm ihtişamını yeniden yaşar. Rubaiyyat kitabı Titanic’le birlikte denizin dibine gömülür. Hiçbir miras bırakmamak doğunun kaderidir.

Semerkant (Amin Maalouf) Kitap Sınavının Soruları ve Cevap Anahtarı


SEMERKANT (AMIN MAALOUF) TEST SORULARI

1. Amin Maalouf’ un “Semerkant” romanında “bilge, filozof gökbilimci, matematikçi, herkesin güvendiği, olaylara tarafsız bakabilen bir kişilik” olarak tanıtılan kahramanın adı nedir?

a) Ömer Hayyam
b) Hasan Sabbah
c) Benjamin Ömer
d) Cabir
e) Ebu Ali

2. Romanda “ zeki, araştırmacı, azimli fakat bilgisini ve yeteneklerini kötüye kullanan birisi” olarak tanıtılan kahramanın adı nedir?


a) Ömer Hayyam
b) Hasan Sabbah
c) Benjamin Ömer
d) Cabir
e) Ebu Ali

3. Romanda araştırmacı, maceracı ve kendini Rubaiyat‘ı bulmaya adayan birisi olarak tanıtılan kahramanın adı nedir?


a) Ömer Hayyam
b) Hasan Sabbah
c) Benjamin Ömer
d) Cabir
e) Ebu Ali

4. Romanın kahramanlarından Ömer Hayyam, hangi nazım şekliyle yazmaktadır?

a) Gazel
b) Kaside
c) Mesnevi
d) Rubai
e) Tuyuğ

CEVAPLAR:

1-A     2-B     3-C     4-D


SEMERKANT (AMIN MAALOUF) KLASİK SORULAR

1. Amin Maalouf’ un “Semerkant” romanının konusu nedir?

11. Yüzyılda yaşamış olan İranlı bilge ozan Ömer Hayyam’ ın hayatı, Semerkant ‘ a gelişi; burada yaşadıkları ve tarihe damgasını vuran eseri “Rubaiyyat’ ın oluşması.

2. Romanın ikinci bölümünde anlatılan nedir?

Benjamin Omer adındaki bir Ömer Hayyam hayranı bir kişinin “Rubaiyyat” adlı bu şaheseri bulmak için birçok zorlu yoldan geçmesi ve macera kitabın Titanic gemisinde kaybolması anlatılır.

3. Amin Maalouf’ un “Semerkant” romanının ana fikri nedir?

Tüm zorluklara rağmen insanlar hayallerini gerçekleştirmelilerdir.

4. Romanın kahramanlarından Ömer Hayyam, nasıl bir kişiliktir?

Bilge, şair, filozof gökbilimci, matematikçi, herkesin güvendiği, olaylara tarafsız bakabilen bir kişilik.

5. Romanın kahramanlarından Hasan Sabbah, nasıl bir kişiliktir?

Zeki, araştırmacı, azimli fakat bilgisini ve yeteneklerini kötüye kullanan birisi.

6. Romanınkahramanlarından Benjamin Ömer, nasıl bir kişiliktir?

Araştırmacı, maceracı ve kendini Rubaiyat ‘ı bulmaya adayan birisi.

7. Romanın kahramanlarından Ömer Hayyam’ın en büyük hayali nedir?

Semerkant’ı görmek, oranın güzelliğini keşfetmek.

8. Romanın kahramanlarından Cabir, nasıl bir kişiliktir?

Cesur, gözü pek, düşüncelerini açıklamakta atak ve pervasız bir kişilik.

9. Romanın kahramanlarından Ömer Hayyam hangi ulusa mensuptur?

İran

10. Romanda 15 yaşlarında gebe bir kadın, Hayyam’ ın elinden kestaneleri niçin çalar?

Semerkant’taki eski bir inanışa göre, bir anne adayı, sokakta hoşuna giden bir yabancıya rastlarsa, yiyeceğini elinden almak cesaretini gösterebilmeliydi. Böylece, doğacak çocuğun, onun kadar yakışıklı, onun gibi ince uzun, onun kadar soylu ve düzgün hatlara sahip olacağına inanılırdı.