Mustafa Kemal ATATÜRK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Mart 2020 Pazartesi

thumbnail

Atatürk'ün Eğitim Hayatı ve Okuduğu Okulların Listesi Nelerdir?


Atatürk'ün Eğitim Hayatı ve Okuduğu Okullar

1887 yılında Şemsi Efendi Okulu'nda başlayan Mustafa Kemal Atatürk'ün eğitim hayatı 7 farklı kurum ile devam etmiş Harp Akademisi ile son bulmuştur.

Atatürk'ün Sırasıyla Gittiği Okulların Listesi

1- Mahalle Mektebi :


İlkokula Şemsi Efendi Okulu’nda başladığı bilinse de Atatürk aslında ilk olarak Mahalle Mektebi’ne gitmiştir. 1887 yılında okul çağına gelince Mustafa Kemal’in hangi okula gideceği hakkında annesi Zübeyde Hanım ve babası Ali Rıza Efendi arasında görüş ayrılığı ortaya çıktı. Annesi, Selanik’te bulunan Hafız Mehmet Efendi’nin mahalle mektebine gidip kuran eğitimi almasını, babası ise normal yöntemlerle eğitim veren bir ilkokula gitmesini istiyordu. Daha sonra Ali Rıza Efendi, karısının da gönlünü almak için Mustafa Kemal’i bir haftalığına Mahalle Mektebi’ne gönderdi, ardından çağdaş eğitim veren Şemsi Efendi İlkokulu’na kaydını aldırdı.

2- Şemsi Efendi İlkokulu :

Şemsi Efendi, yeni öğrencisi Mustafa’nın yetenekli ve üstün bir zekâya sahip olduğu için kendi okulunda olmasından çok memnundu. Mustafa Kemal Şemsi Efendi İlkokulu’nda okurken babası Ali Rıza Efendi vefat ettiği için annesi Zübeyde Hanım, üç çocuğu ile birlikte Selanik yakınlarındaki Lankaza’da subaşılık yapan kardeşi Hüseyin Efendi’nin yanına gitti. Küçük Mustafa’nın eğitimi çiftlik hayatının zorlukları nedeniyle kısa bir süreliğine sekteye uğradı. Daha sonra Mustafa, Selanik’teki halasının yanına döndü ve ilkokul eğitimini Şemsi Efendi İlkokulu’nda tamamladı.

Şemsi Efendi İlkokulu’nun devamı olan Şişli Terakki Lisesi hala Teşvikiye Akatlar’da eğitime devam etmektedir.

3- Selanik Mülkiye Rüştiyesi :

Mustafa Kemal, Şemsi Efendi İlkokulu’ndan mezun olduktan sonra ortaokul eğitimi için Selanik Mülkiye Rüştiyesi’ne devam etti. Fakat buradaki eğitimi çok uzun sürmedi. Arapça öğretmeni Kaymak Hafız’ın kendisine sopayla vurması üzerine 1894 yılının Temmuz ayında, 3. sınıfa geçmeden Selanik Mülkiye Rüştiyesi’nden ayrıldı ve Selanik Askeri Rüştiyesi’ne geçmeye karar verdi.

4- Selanik Askeri Rüştiyesi :

Çocukluğundan beri asker olmak isteyen Mustafa, aynı sokakta yaşadığı Binbaşı Kadri Bey’in oğlu Ahmet Bey’in her gün üniformasını giyerek askeri ortaokula gittiğini gördükçe asker olmaya daha da heveslendi. Bu aşamaya gelebilmek için gitmesi gereken tek yerin askeri ortaokul olduğunu anladı. Annesi Zübeyde Hanım ise, Mustafa’nın asker olmasını istemiyor ve oğluna engel olmaya çalışıyordu. Fakat Mustafa annesinden gizlice okulun sınavına girdi ve sınavı kazandı. Bunun üzerine 1893-1895 seneleri arasında Selanik Askeri Rüştiyesi’nde eğitim gördü. Mustafa Kemal, bu okulda bütün arkadaşlarıyla ve öğretmenleriyle ilişkilerini çok iyi tuttu ve okulunu çok sevdi. Zekâsı ve üstün yetenekleriyle arkadaşları arasında hemen fark edildi. Bir gün matematik öğretmeni Yüzbaşı Mustafa Efendi, genç Mustafa’nın sınıftaki diğer Mustafa’larla arasındaki farkı belirtmek için adının yanında Kemal ismini ekledi. Artık sadece Mustafa değil, Mustafa Kemal diye hitap edilecekti.

5- Manastır Askeri İdadisi :


Mustafa Kemal, Selanik Askeri İdadisi’ni başarıyla bitirdikten sonra lise eğitimi almak için Manastır Askeri İdadisi’nin sınavlarına girdi ve başarılı oldu. Böylece doğduğu ve büyüdüğü şehir olan Selanik’ten ilk defa ayrılmış oldu.

Mustafa Kemal’in Manastır Askeri İdadisi’ndeki birkaç öğretmeni, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin üyesi olan subaylardı. Bu durum da ordu içindeki olayların okulda da konuşulmasına sebep oluyordu. Mustafa Kemal de bu sayede memleket meseleleri hakkında bilgi sahibi oluyordu.

Manastır İdadisi’nde yatılı kalan Mustafa Kemal’in zorlu bir eğitim programı vardı. Bunun sebebi, okulun amacının harp okullarına öğrenci yetiştirmek olması ve okulun diğer askeri okullara göre daha üstün eğitim vermesiydi. Manastır Askeri İdadisi’nde başarılı bir öğrencilik dönemi geçiren Mustafa Kemal, matematik dersindeki başarısıyla öğretmenleri tarafından dikkat çekti. Tarihe olan yeteneğini keşfeden tarih öğretmeni Mehmet Tevfik Bilge sayesinde ise Türk tarihine olan ilgisi arttı. 1897 yılında, 2. sınıfta okurken Osmanlı-Yunan savaşı çıktı. Bu olay üzerine Mustafa Kemal’in söylediği “Gençlik hayatımın en heyecanlı günleriydi, yaşım küçük olmasına rağmen bu savaşa katılmayı çok istiyordum” sözleri, onun vatan için mücadele etme isteğini gösteriyordu. Manastır Askeri İdadisi’ni 1898 yılında başarıyla bitiren Mustafa Kemal, bu okulda Rumeli’nin çeşitli bölgelerinden gelen birçok öğrenciyle arkadaşlık kurdu. Bu arkadaşları seneler sonra onun silah arkadaşları olacaktı.

Manastır Askeri İdadisi günümüzde Makedonya’nın Manastır kentinde müze olarak kullanılmaktadır. Müzenin ikinci katında Mustafa Kemal Atatürk için ayrılan bir bölüm bulunmaktadır.

6- Harp Okulu :

Manastır Askeri İdadisi’nin ardından, Makedonya’dan İstanbul’a giden Mustafa Kemal, 13 Mart 1899 günü Harp Okulu’nun “piyade” bölümüne girdi. Bu okulu da 1902 yılında “Teğmen” rütbesiyle bitirdi. Ardından öğrenimine Harp Akademisi’nde devam etti. 1903 yılında Üsteğmen oldu.

Harp Okulu, günümüzde Kara Harp Okulu olarak eğitime devam etmektedir.

7- Harp Akademisi :

Mustafa Kemal, Teğmen rütbesiyle 10 Ocak 1902 günü Harp Akademisi’nde öğrenim görmeye başladı. İyi derecede dil bilen, iyi yetişmiş ve tecrübeli subaylar tarafından eğitilen Mustafa Kemal, bir yandan da devletin içinde bulunduğu durumu arkadaşlarına anlatmaya çalışıyordu. Kendini geliştirmek amacıyla boş vakitlerini kitap okuyarak değerlendiriyordu. Fransızcasını ilerletmek için ders alıyordu ve yurtdışındaki Fransızca gazeteler ile Jön Türk gazetelerini getirerek arkadaşlarına da okutuyordu. Harp Okulu’nda başladıkları el yazması gazete işini tekrar yapmaya karar verdiler ancak kısa süre sonra Mektepler Nazırı İsmail Paşa bu durumu öğrendi. Akademi Komutanı Ali Rıza Paşa, bir baskınla Mustafa Kemal ve arkadaşlarını yakaladı fakat düşünce özürlüğüne önem verdiği için sadece sözlü uyarıda bulundu. Harp Akademisi’ni zorlu koşullar altında 11 Ocak 1905’te “Kurmay Yüzbaşı” rütbesini alarak bitirdi. Daha sonra görev için Şam’daki 30. Süvari Alayı’na gönderildi. Harp Akademisi binası günümüzde Harp Akademileri Komutanlığı olarak kullanılmaktadır.
thumbnail

Atatürk’ün Bilim, Teknik ve Eğitime Verdiği Önem Nedir?


Atatürk’ün Bilime Verdiği Önem


Atatürk, kurduğu devleti bilim ve bilimsel düşünce temelinde inşa etmiştir. Çağdaş olmayı bilime verilen öneme bağlamıştır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, bilime verdiği önem ile dönemin en dikkat çeken liderlerinden biridir. Bilim, Atatürk’ün düşünce sisteminde önemli bir yer tutar. İnkılâplarını dayandırdığı temel de bilimsel gerekçelerle açıklanmıştır. Toplumsal yaşamın bilim ve akıl ile güvenli hale getirilebileceği temelinde yükselen değerler zinciri geliştirmiştir.

Atatürk ve Bilim

Atatürk, bilimi ve bilimsel düşünceyi temel alan bir liderdir. Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ve İnkılâpçılık ilkeleri, Türk milletini bilim temelinde çağdaş uygarlık seviyesine ulaştırmayı hedeflemiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin “lâik, çağdaş ve sosyal bir hukuk devleti” olması hedefi de, Atatürk ilke ve inkılâplarının bir yansımasıdır.

Atatürk, bilime verdiği önemi ve bilimsel bakış açısını “şahsına münhasır bir modelle” oluşturmuştur. İlkelerinden inkılâplarına, koyduğu kanunlardan açılmasını sağladığı kurumlara kadar liderlik ettiği her uygulamada kendine has niteliklerden izler vardır. “Çağdaşlaşma”, “bilim” ve “teknoloji” kavramlarını özümsemiştir.

Atatürk’ün bilime yaklaşımı, Türkiye ve Türk toplumlarının varlığı için temel oluşturmuştur. Aklı ve bilimi her şeyin üzerinde tutan Atatürk, birçok insanı ilim öğrenmek üzere Avrupa ülkelerine göndermiştir. Kendisi de bizzat uluslararası bilimsel toplantılara katılmış, birçok bilim adamı ile özel sohbetler gerçekleştirmiştir.

Bilime verdiği önem ile dini değerlerin uyumuna da dikkat eden Atatürk, Allah’ın yaratılış sırlarına ulaşmak için bilime işaret etmiştir. Toplumsal yaşamda kılavuz olarak “ilim” ve “fen” kavramlarını yerleştirmeye özen gösteren Türkiye’nin ebedi liderinin “çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkma” hedefi de, günümüze kadar birçok siyasinin temel düsturu olmuştur.

Bilimsel gerçekler ile dogmalar arasına keskin sınırlar çizen Atatürk, bilimsel gerçeklerle toplumsal gerçekleri bütünleyerek, “milli seciye (karakter)” oluşturmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin eğitim, ekonomi ve fikir dünyasını bilimsel ve teknolojik temellere dayandıran Atatürk, ülkenin her alan gelişimi için bilimi esas almıştır.

Mustafa Kemal Atatürk, kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş uygarlık dünyasında yer alması ve medeniyet yolunda başarı elde edebilmesi için bilimin topluma yayılmasını istiyordu. Toplumun bütün kurumlarıyla modernleşmesini hedeflemiştir. İnkılâplarında da bilimsel düşünceyi temel almıştır. Bilimi “gerçeğe götüren evrensel bir yol ve yol gösterici” olarak görmüştür.

Atatürk’ün Bilim ve Tekniğe Verdiği Önem


Atatürk’ün düşünce yapısı, “akılcı bir bilim tabanı” üzerine oturtulmuştur. Her fırsatta fizik, kimya ve diğer tabiat bilimlerini, yani fenni vurgulamıştır. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, “bundan sonraki zaferlerin ilim ve iktisat ile olacağını” ifade etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti kurulurken açılan her kurum ve hayata geçirilen her uygulama da, bilimsel bir temel ve bilimin yol göstericiliği üzerine inşa edilmiştir.

Yeni devlette yeterli nitelikte personel bulunmuyordu. Bilim, fikir ve ekonomik anlamda “hazır olmayan bir ülke ve toplum” vardı. Teknik eleman, fikir ve bilim adamları yok denecek kadar azdı. Dönemin şartları da kalkınma çabalarını engelliyordu. Bilimi araştıracak ve kullanacak okul, üniversite, akademisyen, öğretmen yoktu. Bilimsel kurumlar yoktu; olsa da mühendis, araştırmacı ve bilim adamı bulmak imkansıza yakındı. Yani eğitim başta olmak üzere her alanda bilimi temel alan her şey eksikti. Her alandaki mücadelede bilim ve teknoloji alanında mücadele etmek ve ilerlemek şarttı.

Atatürk, yeni devletin omuzladığı kadim milleti geleceği taşımak için medeni bir seviyeye çıkarma idealini her fırsatta dile getirmiştir. “Milli kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız.”sözleri ile çağdaş olmanın önemine vurgu yapmıştır. Çağdaşlık için de bilimin yok göstericiliğine işaret etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında da temel prensip olarak bilim ve tekniğin esas alındığını ifade etmiştir.

Kurtuluş Savaşı’ndan sonra yeni şartlar içinde bilimsel araştırmaların artmasını telkin etmiş, her ortamda herkesin bilimsel meşguliyetlere yönelmesini istemiştir. Şu sözler, bunun kanıtıdır: “Üç buçuk yıl süren bu mücadeleden sonra bilim bakımından, eğitim bakımından mücadelemize devam edeceğiz. Fabrikacı olacağız, sanatçı olacağız. Bundan sonra anlayışımızı hep buna verelim.” Başka bir konuşmasındaki, “Bilim ve teknik nerede ise oradan alacağız ve herkesin kafasına koyacağız. Bilim ve teknik için kayıt ve şart yoktur.” ifadeleri de, Atatürk’ün bilim ve teknolojiye verdiği öneme atfen kayda değer sözlerdir.

Atatürk; bilim ve teknik ile çağdaşlık arasındaki ilişkiyi özümseyerek, çağdaş bir seviyeye ulaşabilmek için bilim ve teknikteki gelişmelerin yakından izlenmesini istemiştir.

Atatürk’ün Toplumsal Kalkınmada Bilime Verdiği Önem

Atatürk, bir toplumun kalkınmasında ve ilerlemesinde temel öğe olarak ilim ve fenni göstermiştir. Her açından zorluk içindeki Türk milletine, bilimi rehber edinmelerini telkin etmiş, bilimsel düşünmeyi teşvik etmiştir. “Çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkma” hedefinde bilimi araç olarak göstererek, toplumsal inkılâpların temeline de bilimi yerleştirmiştir.

Dünyaya ve olaylara eleştirel gözle bakma, tartışma, istişare ve fikirleri ifade etme özgürlüğüne vurgu yaparak, toplumun ilerlemesinin önünü açmaya çalışmıştır. “En büyük gerçekler ve ilerlemeler, düşüncelerin serbestçe ortaya konması tartışılması ile ortaya çıkar ve yükselir.” sözleri, bu anlamda kayda değerdir.

Hayatın her alanına bilime dayalı gerçeklerin yayılmasını isteyen Atatürk, her fırsatta topluma ve özellikle de gençlere bilime verdiği öneme anlatmıştır. Bilimsel düşünceyi, toplumunun her alanlarına egemen kılmaya çabalamıştır.

Atatürk, hem ülkede hem de toplum içinde bilimsel düşüncenin yayılması için liderlik yapmıştır. İnkılâplarında da bu liderliğin izleri görülebilir. Yeni uygulamaları, bilimsel temellere dayandırmıştır. Faal bir liderlikle, bilimsel düşünceyi hem yönetimde hem eğitimde hem sanayide hem de toplumda hakim kılmak için uğraşmıştır. Bu düşünce sisteminin toplumun kılcal damarlarına yerleşmesi için toplumun gerçekleri ile uyumlu uygulamalar hayata geçirmiştir.

Atatürk, Bilim ve Türkçe

Dil devrimi, toplumda birçok yeniliği beraberinde getirmiştir. Atatürk, bilim ve eğitim dili olarak, bilimsel bir dil olmaya elverişli Türkçeyi seçmiştir. Türkçenin bilim dili olma potansiyelini fark ederek, bilimsel terimleri halkın konuştuğu dil ile özdeşleştirmiştir. Dil devriminin amacı da, Türkçeyi bilim dili olarak güçlendirmektir.

Atatürk, dil ve tarih alanında ilmin verilerine uymak gerektiğini vurgulamıştır. Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu ve Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nin kurulmasını sağlaması, dil ve tarihe verdiği önemi ve bilime saygısını göstermektedir.

Atatürk, toplumdaki bilimsel algıyı değiştirmek için gösterdiği çabalarda yaşadığı olaylar, yeni uygulamalara yol açmıştır. 13 Kasım 1937’de Sivas Lisesi’nde yaşadığı olay, buna örnek olarak verilebilir:

Lisede girdiği bir derste kız öğrenci Arapça “hendese” yani “geometri” dersi anlatmaya çalışmaktadır. Tahtada geometri terimlerini Arapça anlatmaya çalışan öğrenci, Arapça terimleri telaffuz etmekte zorlanır. “Çizgi”, “açı” ve “paralel” gibi geometrik terimleri Arapça ifadelerle anlatamaz.

Bu durumu fark eden Atatürk, “Arapça terimlerle öğrencilere bilgi verilemez.” uyarısında bulunur. Tahtaya geçen Atatürk, Arapça olarak öğretilen “zaviye, “müselles” ve “dılın” geometrik terimler yerine sırasıyla Türkçe karşılığı olan “açı”, “üçgen” ve “kenar” terimlerini kullanır.

Daha sonra Ankara’ya dönen Atatürk, kısa sürede, 44 sayfalık “Geometri Kılavuzu” adlı kitabı hazırlar. Kitap, yazar ismi belirtilmeden aynı yıl içinde basılarak, dağıtılır.

Dolmabahçe Sarayı’nda kendi el yazısı ile yazdığı geometri kitabında çok sayıda terim ve sözcüğe Türkçe karşılık vermiştir. Örneğin; artı, eksi, boyut, yüzey, düzey, yatay, dikey, yay, pay, uzay, türev, çap, yarıçap, oran, orantı, ondalık, çember, kesit, teğet, açı, açıortay, yöndeş, üçgen, eşkenar, bölü, çarpı, payda ve varsayı gibi geometri terimler, bu kitapta yer almıştır. Böylece bilim alanlarında Türkçe terimlerin yaygınlaştırmasına öncülük etmiş olur.

Atatürk’ün bilim temelli uygulamaları, dünyadaki gelişmeler ışığında Arapça ile Türkçe arasında tutunmaya çalışan halka yol gösterici niteliktedir. Öğretimin Birleştirilmesi Kanunu’ndan tekke, zaviye ve medreselerin kapatılmasına; harf inkılâbından üniversite reformuna kadar her inkılâp, bilimi yücelten özelliktedir.

Atatürk’ün Bilime ve Eğitime Verdiği Önemi Gösteren Sözler Nelerdir? öğrenmek için tıklayınız...

Atatürk’ün Eğitim, Bilimi ve Teknik Gelişim İçin Yaptığı Önemli Uygulamaları Nelerdir? öğrenmek için tıklayınız...
thumbnail

Atatürk’ün Bilime ve Eğitime Verdiği Önemi Gösteren Sözler Nelerdir?



Atatürk’ün Bilime ve Eğitime Verdiği Önemi Gösteren Sözler

“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir.” ve “Benim manevi mirasım ilim ve akıldır.” Sözleri ile bilime verdiği önemi özetleyen Atatürk, kendisini benimsemek isteyenlerin akıl ve ilmin rehberliğini kabul etmelerini istemiş ve bu kişileri, “manevi mirasçılarım” diye nitelemiştir.

Konya’da 20 Mart 1923 tarihinde gençlere ilim ve bilim hakkında bir konuşma yapan Atatürk, dünyadaki keşiflerden ve ilimden yararlanmayı esas almış; ancak bilimin temelini “milletin içinden çıkarmak” gerektiğini ifade etmiştir. Bir milletin saygın bir konumda olması için yalnız ilim ve teknolojide ilerlemenin yeterli olmayacağını vurgulayan Ulu Önder, dünyanın her yerinden ilim öğrenmeyi dikkat çekmiştir.

“İlim ve fen için kayıt ve şart olmadığını” ifade eden Atatürk’ün bilime verdiği önemi anlatan sözlerinden bazıları şunlardır;

“İlim mutlaka cahilliği yener, o halde halkı aydınlatmak lazımdır.”

“İlim ve fen nerede ise oradan olacağız ve her millet ferdinin kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur.”

“Aydın sınıfın halka telkin edeceği idealler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalıdır.”

“İlim ve fen almak için Avrupa'ya, Amerika'ya ve her tarafa çocuklarımızı göndermeye mecburuz ve göndereceğiz.”

“Türk milletinin yürümekte olduğu medeniyet ve ilerleme yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale müspet ilimdir.”

"Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, başarı için en gerçek yol göstericisi ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışında yol gösterici aramak gaflettir, cahilliktir, doğru yoldan sapmaktır. Yalnız ilmin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının gelişimini anlamak ve ilerlemeleri zamanında takip etmek şarttır.”

“İlim, tercüme ile olmaz, inceleme ile olur. İlim ve özellikle sosyal bilimler dalındaki işlerde ben emir vermem. Bu alanda isterim ki beni bilim adamları aydınlatsınlar.”

“Benim manevî mirasım ilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü zorluklar karşısında, belki gayelere tamamen eremediğimizi fakat asla taviz vermediğimizi, akıl ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir.”

“Dünyanın her türlü ilminden, buluşlarından, ilerlemelerinden istifade edelim; ancak unutmayalım ki, asıl temeli kendi içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz.”

“Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver (eksen) üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar."

“Bir ulusun asker ordusu ne kadar güçlü olursa olsun, kazandığı zafer ne kadar yüce olursa olsun, bir ulus ilim ordusuna sahip değilse, savaş meydanlarında kazanılmış zaferlerin sonu olacaktır.”

“Mektebin vereceği ilim ve fen sayesindedir ki; Türk milleti, Türk sanatı, iktisadiyati, Türk şiir ve edebiyatı, bütün bedayiiyle inkişaf eder.”

“Efendiler, medeniyet yolunda muvaffakiyet yenilenmeye bağlıdır. Sosyal hayatta, iktisadî hayatta, İlim ve fen sahasında muvaffak olmak için yegâne tekâmül ve terakki yolu budur.”

“Türk milletinin yürümekte olduğu terakkî ve medeniyet yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale müspet ilimdir.”

“Milletimizin siyasal ve sosyal hayatında, milletimizin düşünce eğitiminde yol göstericimiz bilim ve teknik olacaktır.”

“Bizim akıl, mantık, zeka ile hareket etmek en belirgin özelliğimizdir. Bütün hayatımızı dolduran olaylar bu gerçeğin delilidirler.”
thumbnail

Atatürk’ün Eğitim, Bilimi ve Teknik Gelişim İçin Yaptığı Önemli Uygulamaları Nelerdir?



Atatürk’ün bilimi esas alan bazı önemli uygulamaları şunlardır;

Çeşitli alanlarda bilimse kurultay ve kongrelere öncülük etmiştir. Bunların en önemlilerinden biri, 16-21 Temmuz 1921 tarihlerinde düzenlenen “Maarif Kongresi”dir. Bu kongreye Muallime ve Muallimler Birliği’nden 180′e yakın eğitimci katılmıştır.

17 Şubat 1923 düzenlenen İzmir İktisat Kongresi, yeni devletin ekonomi programına öncülük etmiştir.

Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitim-öğretimde bilimselleşmenin temelini atmıştır.

İlköğretim zorunlu ve parasız hale getirilmiş; her yaştan vatandaşın Türkçe okuma ve yazma öğretmesi amacıyla “Millet Mektepleri” açmıştır.

Teknik ve mesleki eğitimi yaygınlaştırmak için erkek ve kız sanat ve meslek okullarının açılmasını sağlamıştır.

Üniversitelere büyük önem vermiş; cumhuriyeti kurduktan sonra yetenekli üniversite öğrencilerini yurtdışına göndermiştir.

1927-1930 yılları arasında yurtdışına gönderilen 500 öğrenci, üniversite reformuna öncülük etmiştir.

Atatürk’ün liderliğinde 1933 yılında, yükseköğretimde dönüm noktası olan “üniversite reformu” başlamıştır.

Üniversite reformu çerçevesinde 1933 yılında İstanbul Darülfünun kaldırılarak, İstanbul Üniversitesi kurulmuştur.

İstanbul Darülfünun bünyesinde akademisyenler tasfiyeye edilerek, Nazi zulmünden kaçan Musevi asıllı profesör ve akademisyenler İstanbul Üniversitesi’nde istihdam edilmiştir.

1933 yılında bilimsel çalışmalar yapılması için Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsü’nün kurulmasını sağlamıştır.

1935 yılında yer altı kaynaklarının araştırılması için Maden Tetkik Arama Enstitüsü (MTA) ve yer altı kaynaklarının işletilmesi için Etibank’ın kurulmasını sağlamıştır.

21 Temmuz 2019 Pazar

thumbnail

NUTUK (Mustafa Kemal ATATÜRK) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili 9. Bölüm


Kitabın Adı : NUTUK

Kitabın Yazarı : Mustafa Kemal ATATÜRK

Düzenleyen : Dr.Tuğrul BAYKENT
9. BÖLÜM: TBMM NİN AÇILMASI VE YENİ DEVLETİN ÖRGÜTLENİŞİ : (Ana metin, s.: 49-50; 71; 66)

Efendiler, açılışının ilk günlerinde Meclis'e, Türkiye'nin izlemesi gereken siyasal ilke konusundaki görüşlerimi sundum. Bilindiği gibi Osmanlılar döneminde türlü siyasal yollar izlenmişti ve izlenmekteydi. Ben, bu yollardan hiçbirinin yeni Türkiye devletinin izleyeceği yol olamayacağı kanısına varmıştım. Osmanlı Padişahları hem Avrupa'yı, hem İslam dünyasını buyruğu ve yönetimi altına almak amacını güttü. Değişik ulusları ortak ve genel bir ad altında toplayarak eşit hak ve koşullar içinde tutup güçlü bir devlet kurmak, parlak ve çekici bir siyasal görüştür. Ama aldatıcıdır. Dahası, ulaşılamayacak bir amaçtır. Bu, yüzyılların çok acı ve kanlı olaylarla ortaya koyduğu bir gerçektir. İslamcılık ve Turancılık siyasetinin başarı kazandığı tarihte görülebilmiş değildir. Bizim açık ve uygulanabilir gördüğümüz siyasal yol, ulusal siyaset' tir: Ulusal sınırlarımız içinde, her şeyden önce kendi gücümüze dayanarak varlığımızı korumak; 19 20 ulus ve ülkenin gerçek mutluluk ve bayındırlığına çalışmak; gelişigüzel ve ulaşılamayacak istekler ardında ulusu uğraştırıp zarara sokmamak; uygar dünyadan uygar ve insanca davranış, karşılıklı dostluk beklemek.

Efendiler, hükümet kurma konusunda da tutulması gerekli yol, Osmanlı devletinin ve halifeliğin yıkıldığını kabul edip, yeni temellere dayalı yeni bir devlet kurmaktı. Ama durumu olduğu gibi söylemek, amacın büsbütün yitirilmesine yol açabilirdi. Çünkü genel düşünce ve eğilim, henüz halife-padişahın özürlü olduğu yolundaydı. Meclis'te hemen halife-sultan makamıyla bağlantı kurma ve İstanbul hükümeti ile uzlaşma akımı başlamıştı. Hükümet kurulması konusunda bunları göz önünde tutmakla birlikte, asıl amacı koruyan önerimi yazılı olarak Meclis'e sundum.

Kısa bir tartışma sonunda kabul edilen bu önergeye bakıldığında, temel ilkelerin şöylece yer aldığı görülür:
1- Hükümet kurmak zorunludur.
2- Geçici bir devlet başkanı ya da Padişah vekili ortaya çıkarmak uygun değildir.
3- Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin üstünde bir güç yoktur.
 Not: Halife-padişah, baskı ve zorlamadan kurtulduğu zaman, Meclis'in düzenleyeceği yasal ilkeler içindeki yerini alır.

Efendiler, bu ilkelere dayalı bir hükümetin niteliği kolaylıkla anlaşılabilir: bu, ulusal egemenlik temeline dayalı olan halk hükümetidir; cumhuriyettir. Zaman geçtikçe bu ilkelerin neleri kapsadığı anlaşılmaya başladı. İşte o zaman tartışmalar ve olaylar birbirini izledi.

Meclis, bu açıklamalarımı ve önerimi yaptıktan sonra beni başkanlığa seçmekle, bana olan genel güvenini gösterdi. Ayrıca kısa süre içinde Vatan Hainliği Yasasıyla İstiklal Mahkemeleri yasasını çıkararak, devrimlerin doğal gereklerini yapmaya koyuldu.

Efendiler, bütün grupların ve Meclis üyelerinin çoğunun bu iki ilke üzerinde birleşmelerini sağladım. Ama ikinci noktayı anlamlı bulanlar oldu. Bunlar, düşüncelerini açığa vurmamakla birlikte, bu noktadaki anlam ve amacın gerçekleşmemesi için hemen işe koyulmakta gecikmediler.

Erzurum milletvekili Hoca Raif Efendi ve kimi arkadaşları örgütümüzün Erzurum Merkez Kurulu'nun adını "Muhafaza-i Mukaddesat", yani Kutsal Değerlerin Korunması derneği olarak değiştirmeye kalkıştılar. Ben bunu öğrenince hemen Doğu Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir Paşa'nın dikkatini çektim ve adı geçenleri bu tür girişimlerden vazgeçirmesini rica ettim.

Meclis, açıldıktan dört ay sonra, "Büyük Millet Meclisi'nin Kuruluş ve Niteliğine İlişkin Yasa" başlıklı bir tasarı hazırladı. Tasarı, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni olağan dışı koşulların ürünü, dolayısıyla geçici sayıyordu. Kimi Meclis üyeleri daha da ileri giderek, Meclis'in yetki ve görevlerini belirten birinci maddeye "Halifelik ve padişahlığın kurtulmasına.. değin" yolunda açıklık getirilmesini istiyorlardı. 'Halife ve Padişah vardır ve var olacaktır. Bu makam işler duruma getirilinceye kadar, Ankara'ya toplanmış olan bir takım kişiler, geçici önlemlerle çalışacaklardır' demek istiyorlardı.

Buna karşı olan görüşte ise açıklık yoktu. "Padişahlık ulusa geçmiştir; Padişahlık kalmamıştır. Halifelik de Padişahlık demektir; böyle olunca onun da varlığının bir anlamı yoktur" diye apaçık konuşulamıyordu.

Otuz yedi gün süren tartışmalar sonunda, 25 Eylül 1920 günü, bir gizli oturumda bu konuda kimi açıklamalar yapmayı yararlı gördüm ve başlıca şu düşünceleri belirttim: Türk ulusunun ve onun biricik temsilcisi olan yüce Meclis'in, yurt ve ulusun bağımsızlığını, yaşamını güvenceye almaya çalışırken, halifelik ve padişahlıkla bu denli çok ilgilenmesi sakıncalıdır. Eğer amaç bugünkü halife ve padişaha bağlılığı dile getirmek ise, bu kişi haindir; düşmanların, yurt ve ulusa kötülük yapmak için kullandıkları araçtır. Öyleyse O'nu yerinden indirip hemen başkasını seçeriz demek istiyorsanız, bugünkü halife ve padişah haklarından vazgeçmeyerek bildiğiniz çalışmalarını sürdürebilir; o zaman ulus ve yüce Meclis, asıl amacını unutup halifeler sorunuyla mı uğraşacak? Ali ve Muaviye çağını mı yaşayacağız? Kısacası bu sorun geniş, ince ve önemlidir; çözümü bugünün işlerinden değildir." 
thumbnail

NUTUK (Mustafa Kemal ATATÜRK) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili 8. Bölüm


Kitabın Adı : NUTUK

Kitabın Yazarı : Mustafa Kemal ATATÜRK

Düzenleyen : Dr.Tuğrul BAYKENT

8. BÖLÜM: ULUSAL MÜCADELENİN LİDER KADROSU (Ana metin, s.: 6-7; 11; 9-10; 18-20; 32; 40-41; 50; 70) 

Efendiler, ilk iş olmak üzere bütün orduyla ilişki kurmak gerekiyordu. 21 Mayıs 1919'da Erzurum'da 15. Kolordu komutanına yazdığım bir şifre telgrafta genel durumumuzun aldığı korkunç biçimden çok üzgün olduğumu bildirdim; bu son görevi ulusa ve yurda karşı borçlu olduğumuz en son vicdani görevi yerine getirmek için kabul ettiğimi belirttim; bunu yakın bir ortaklaşa çalışmayla yapabileceğimizi, bir an önce Erzurum'a gitmek istediğimi söyledim; beni şimdiden aydınlatacak konular varsa bildirilmesini rica ettim.

23 Mayıs 1919 günü Ankara'daki 20. Kolordu Komutanına, Samsun'a geldiğimi, kendisiyle daha sıkı ilişki kurmak istediğimi bildirdim. Trakya'daki askeri güç ve komuta durumunu bilmiyordum.

Edirne'deki Kolordunun komutanı Cafer Tayyar Paşa'ya 18 Haziran 1919 günü şifreyle verdiğim yönergede şunları vurguladım: "Ulusal bağımsızlığımızı boğan ve yurdun bölünmesi tehlikelerine yol açan İtilaf Devletlerinin yaptıklarını, İstanbul hükümetinin de tutsak ve güçsüz durumunu biliyorsunuz. Ulusun yazgısını böyle bir hükümetin eline bırakmak, çöküşe boyun eğmek demektir. Trakya ve Anadolu'daki ulusal örgütleri birleştirmek ve ulusun sesini bütün gürlüğü ile dünyaya duyurmak üzere güvenilir bir yer olan Sivas'ta birleşik ve güçlü bir kurul oluşturulması kararlaştırılmıştır. Bağımsızlığa ulaşıncaya değin bütün ulusla birlikte, özveriyle çalışacağıma and içtim. Artık benim için Anadolu'dan ayrılmak söz konusu olamaz."

27/28 Haziran gecesinin sabahında Erzurum'a doğru yola çıkıldı.

25 Haziran'a dek Amasya'da kaldım. O günlerde İçişleri Nazırı olan Ali Kemal Bey, benim görevime son verildiğini, artık hiçbir isteğimin yerine getirilmemesini bildiren bir şifre genelge yayınlamıştı; ulusal direniş örgütlerinin de halkı haraca kesen, boş yere kırdıran, yasa dışı kurullar olduğunu söylüyordu. Ali Kemal Bey'in genelgesi görevlilerin ve halkın kafasını gerçekten karıştırmıştı. Ulusal girişimi baltalayıcı gösteri ve etkinliklerin en önemlisi Sivas'ta düzenlenmeye başlamıştı.

İstanbul hükümetinin Elazığ valisi olarak gönderdiği Kurmay Albay Ali Galip, Sivas'ta benim 'hain, başkaldırmış, zararlı bir kimse' olduğum yolunda dıvarlara yaftalar yapıştırmış. Vali Reşit Paşa'ya da, ben Sivas'a gelir gelmez kollarımı bağlayıp tutuklaması gerektiğini söylemiş.

25 Haziran günü Sivas'ta bir takım uygunsuz olaylar olduğunu öğrendim. Beşinci Tümen Komutanının seçme subay ve erlerden kurulu bir atlı piyade birliği hazırlayıp Sivas'a göndermesini sağladım. Oraya gidişimizin hiçbir yere bildirilmemesi, Amasya'da da açıklanmaması için gerekli önlemi aldım. Öyle ki Sivas'a hareket ettiğimi bildiren telin de, ben Sivas'a vardığım sırada valinin eline geçecek bir saatte çekilmesini düzenledim.

Sivas'ta Ali Galip Beyle Reşit Paşa, bana karşı ne yapılması gerektiğini tartışırlarken, Reşit Paşa'ya Sivas'a geldiğimi bildiren telgrafımı verirler. Reşit Paşa teli Ali Galip Bey'e uzatır ve "İşte kendisi geliyor; buyurun tutuklayın!" der. Ve saatine bakarak ekler: "Geliyor değil, gelmiş olacaktır!" Bunun üzerine Ali Galip, "Ben tutuklarım dedimse, kendi ilim içinde tutuklarım demek istedim." deyince toplantıda bulunanları bir heyecan kaplar. Hep birden, "Haydi öyleyse karşılamaya gidelim!" diyerek toplantıya son verirler.

Sivas'a vardığımızda, caddenin iki yanı büyük bir kalabalıkla dolmuş, askeri birlikler tören duruşu almış bulunuyordu. Otomobillerden indik. Yürüyerek askeri ve halkı selamladım.

Bu görünüş, Sivas'ın saygıdeğer halkının ve Sivas'ta bulunan yiğit subay ve erlerimizin bana ne denli bağlılık ve sevgi duyduğunu gösteren canlı bir tanıktı. Sivas'ta örgütlenme ve nasıl davranılacağı konularında gerekenlere yönerge verdikten sonra, hiç uyumadan geçen 27/28 Haziran gecesinin sabahında Erzurum'a doğru yola çıkıldı. 

İstanbul hükümetince görevden alınan Erzurum ve Bitlis valileri Münir ve Mazhar Müfit Beyler, bana katılmak üzere Erzurum'da bekliyorlardı. Bu iki vali beyle On beşinci Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir Paşa ve yanında bulunan Rauf Bey, eski İzmit Mutasarrıfı Süreyya Bey ve karargâhımdan Kurmay Başkanı Kâzım, Husrev ve Dr. Refik Bey arkadaşlarımla önemli bir görüşme yapmayı uygun gördüm. Kendilerine genel ve özel durumu ve tutulması zorunlu olan davranış yolunu anlattım.

Bu arada en elverişsiz durumları, genel ve kişisel tehlikeleri, her olasılığa karşı göze alınması zorunlu özverileri açıkladım. Ulusal amaç için ortaya atılacakları yok etmek isteyenler bugün yalnız Saray, İstanbul hükümeti ve yabancılardır; ama bütün halkın aldatılarak bizim karşımıza geçirilebileceğini de göz önünde tutmak gerekir. Öne atılacak olanların, her ne olursa olsun amaçtan dönmemeleri, ülkede barınabilecekleri son noktada, son soluklarını verinceye değin amaç uğrunda özveriyi sürdüreceklerine işin başında karar vermeleri gerekir. Yüreklerinde bu gücü duymayanların işe hiç girişmemeleri kuşkusuz daha iyidir. Çünkü hem kendilerini, hem de ulusu aldatmış olurlar.

Sıvas Kongresine çağrı, sivil ve askeri makamlar yanında İstanbul'da bulunan Abdurrahman Şeref Bey, Ahmet İzzet Paşa, Halide Edip Hanım, Kara Vasıf Bey gibi kişilere de şifreyle gönderildi. Ancak bu kişilere ayrıca genelge niteliğinde bir de mektup yazdım.

Bu mektupta özetle şu noktaları vurguladım:
1. Yalnız toplantı ve gösterilerle büyük amaçlar hiçbir zaman gerçekleştirilemez.
2. Büyük amaçlar ancak doğrudan doğruya ulusun bağrından doğan ortak güce dayanırsa kurtarıcı olur.
3. İstanbul artık Anadolu'ya egemen değil, bağımlı olmak zorundadır.
4. Size düşen özveri pek büyüktür."

25/26 Temmuz tarihinde Bekir Sami Bey, Amasya'dan bana bir görüşünü iletiyordu.

Bekir Sami Bey diyordu ki "Bağımsızlık istenmeğe ve yeğ tutulmağa değer. Ancak tam bağımsızlık isteyecek olursak, ülkemizin birçok parçalara ayrılacağı kesindir. Belli bir süre için Amerika'nın güdümünü istemeği, ulusumuz için en yararlı çözüm yolu olarak kabul ediyorum. "

Derken Efendiler, Kara Vasıf Bey bir kez daha söz alarak "Bütün devletler bizi bağımsız bırakacaklarını söyleseler bile yine güdümsüz yapamayız dedi.

Efendiler, Meclis'in toplanma yeri konusunda o güne değin örgütümüzden gelen yanıtlar dört görüşün varlığını gösteriyordu: İstanbul dışında, İstanbul'da, İstanbul yakınlarında ve hükümet uygun bulursa İstanbul dışında. Ben, Meclis'in İstanbul'da saldırıya uğrayacağını ve dağılacağını kesinlikle bekliyordum. Böyle bir durumda başvurulacak önlemi de kararlaştırmıştım. Hazırlığımız ve düzenlemelerimiz de başlamıştı. Ankara'da toplanmak..

İşte bu görevi yaparken, ulusun yanlış anlamasına yol açmamak için bir önlem de düşünmüştüm: Meclis başkanlığına seçilmek. Amacım, dağıtılacak olan milletvekillerini, Meclis Başkanı niteliği ve yetkisiyle yeniden toplanmaya çağırmaktı. Gerçekte İstanbul'a gitmeyecektim. Ama bunu açığa vurmadan zaman kazanacaktım. Bana bu yolda çalışacaklarına söz vererek İstanbul'a giden arkadaşlardan bir-ikisi dışında hiçbirisi bu konudan söz bile etmediler.

Efendiler, o günlerde Trakya'nın durumuna da bir göz gezdirelim: Derneğimizin Trakya Merkez Kurulu'na ve oradaki Kolordu Komutanına verdiğimiz yönerge, Trakya'nın geleceğinin bütün ülkenin geleceğiyle birlikte düşünülebileceği ilkesine dayalıydı.

Trakya bütünüyle düşman eline geçse bile, yalnız orası için önerilecek hiçbir çözüm yolu kabul edilmeyecekti. Trakya'daki komutanın kararının da böyle olduğu bildirilmekteydi. Ama son zamanlarda komutan Cafer Tayyar Paşa, yabancıların verdiği güvence üzerine yapılan bir çağrıyı kabul edip İstanbul'a gitmiş, ancak dönüşünden sonra durumu bize bildirmişti.

Anlaşıldığına göre, Doğu Trakya'nın yalnız başına varlığını koruyamayacağı, ancak Batı Trakya'yla birlikte bir yabancı yönetim altında yaşayabileceği düşünceleri aşılanmıştı. Herhalde moral yıkıcı bir takım propagandalar yapılmıştı. Cafer Tayyar Paşa da Trakya'ya döndükten sonra kolordunun komutasını üzerine almamış. Böylece Trakya'nın geleceği, İstanbul siyasal çevrelerinin etkisine bırakılmış.

20 Temmuz'da Tekirdağ'a bir tümen çıkarıp Edirne yönünde yürümeğe başlayan Yunan ordusu, birlikleriyle daha önce Edirne'ye gelmiş olan Şükrü Naili Bey'in uyanıklık ve direnciyle durdurulabildi. Ne var ki Cafer Tayyar Paşa, kendi birlikleriyle ilişki kurmadı; kendisi Havza yakınlarında atla dolaşıyorken, birliklerinin bir bölümü ile düşmana tutsak oldu; geri kalan birlikleri ise Bulgarıstan a sığındı. Trakya da baştan başa Yunanlıların eline geçti.

Efendiler, Trakyanın özel güçlükler ve koşullar içinde bulunduğuna kuşku yoktu. Ama bu özellik ve güçlükler, hiçbir zaman Trakya'daki ordunun, askerliğin ve yurtseverlik namusunun gereklerini yerine getirmesine engel olamazdı. Eğer bu yapılmamış ise, ulus ve tarih önünde bunun tek sorumlusu Cafer Tayyar Paşa'dır.

Tarihte bütün bir yurdu, çok üstün düşman güçleri karşısında, son avuç toprağına değin yiğitçe ve namusluca savunup, yine de varlığını koruyabilmiş ordular görülmüştür. Türk ordusu o nitelikte bir ordudur. Yeter ki ona komuta edenlerde, komutanlık etme niteliği bulunsun! Lafla, politikayla, düşmanın aldatıcı sözlerine kulak vermekle askerlik görevi yapılamaz.

Efendiler, bir komutanın tutsak düşmesi de anlayışla karşılanabilir; ancak askerlik görev ve gereklerini yapıp uygulamakta elindeki gücü, son süngü ve son soluğa dek kullandıktan sonra, kendi kanını akıtmak fırsatını bulamadan düşman eline düşerse...

Bir Türk komutanının, herhangi bir kötü rastlantı ve şanssızlık sonucu bile olsa, ordusunu kullanmaksızın düşmana tutsak olmasını biz anlayışla karşılasak da, tarih bunu hiç bağışlamaz ve bağışlamamalıdır. Türk Devrim tarihinin gelecek kuşaklara ileteceği sözler ve uyarmalar işte budur!

Efendiler, hükümet kurma konusunda da tutulması gerekli yol, Osmanlı devletinin ve halifeliğin yıkıldığını kabul edip, yeni temellere dayalı yeni bir devlet kurmaktı. Ama durumu olduğu gibi söylemek, amacın büsbütün yitirilmesine yol açabilirdi.

Efendiler, Londra Konferansının olumlu bir sonuca ulaşmadığını biliyorsunuz. Ama Kurul Başkanı ve Dış İşleri Bakanı Bekir Sami Bey, kendi başına, İngiltere, Fransa ve İtalya devlet adamlarıyla buluşup konuşmuş, her biriyle ayrı ayrı birtakım sözleşmeler imzalamış bulunuyordu.

İtilaf Devletlerine ekonomik ve hukuksal ayrıcalıklar tanıyan bu sözleşmeleri hükümetimizin uygun görüp onaylaması olanaksızdı.
thumbnail

NUTUK (Mustafa Kemal ATATÜRK) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili 7. Bölüm


Kitabın Adı : NUTUK

Kitabın Yazarı : Mustafa Kemal ATATÜRK

Düzenleyen : Dr.Tuğrul BAYKENT

7. BÖLÜM: İLK ZAFER: DOĞU ANADOLU NUN KURTARILIŞI (Ana metin, s.: 54-56) 

Efendiler, yüce kurulunuza Doğu cephemizden de biraz bilgi vereceğim: Büyük Millet Meclisi İkinci Başkanı ve Erzurum Milletvekili olan Celalettin Arif Bey, 15 Ağustos 1920 günü, sürekli başağrısı gerekçesiyle Meclis'ten iki ay izin aldı. Erzurum milletvekillerinden Hüseyin Avni Bey'in de kendisiyle birlikte gönderilmesini istiyordu. Hüseyin Avni Bey'in herhangi bir özrü yoktu; kendisini ben özel bir görevle gönderdim.

Erzurum'a varan Celalettin Arif Bey, bana, 10, 15 ve 16 Eylül günlerinde, Erzurum halkı arasında büyük kaynaşma olduğunu bildiren şifre telgraflar göndermeğe başladı. Doğudaki kolordumuzda korkunç bozulmalar ve yolsuzluklar varmış. Halk, kendisinin oraya gitmekte olduğunu öğrendiği için beklemeğe başlamış. Yakınmalar dikkate alınmazsa Ankara'ya olan güven ortadan kalkabilirmiş. Buna karşı halk ile görüşerek eski Adana valisi Nâzım Bey'in Erzurum valiliğine getirilmesine karar vermişler; bu hükümetçe onaylanıncaya kadar da vali vekilliğini kendi üzerine almış.

Doğrusu Efendiler, ben bu bildirilenlere hiç inanmadım. Celalettin Arif ve Hüseyin Avni Beylerin birer yol bulup Ankara'dan Erzurum'a gitmeyi sağlamış olmalarını anlamlı buldum ve şaştım.

Üstelik ayni günlerde Doğu Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir Paşa da, Celalettin Arif Bey'in Doğu İlleri Valiliğine atanmasını önermekteydi; bu kişinin, kendi komutasındaki ordunun büyük yolsuzluklara ve bozukluklara batmış olduğunu söyleyerek kendi tutumundan yakındığını bilmiyor görünüyordu.

Efendiler içinde bulunduğumuz durum çok önemli ve ağırdı. Durumu asıl ağırlaştıran neden, ayni günlerde Doğu Cephesinde Ermenilere karşı saldırıya geçmeğe karar vermiş ve hazırlığa geçmiş olmamızdı. Bunun için hazırlanmakta ve önlemler almakta idik. Doğu Cephesi Komutanına da gerekli buyruklar verilmişti. Hükümetin Adalet Bakanı ise, ileriye yürütülen bu ordunun sözde hırsızlığını, görevlilerinin yolsuzluklarını ortaya çıkarmak üzere ve yasadışı bir yolla vali-vekilliğini üstleniyordu!

Beraberinde götürdüğü Erzurum milletvekili Hüseyin Avni Bey ise, Milli Eğitim Bakanı Rıza Nur'a gönderdiği şifre telde şunları söylüyordu: "İslam halkına zulüm yapan Ermeniler karşısında ordunun yüreksizlik göstermesi ve yolsuzluklara meydan verilmesi, pek kötü etki yapmış ve her özveriye katlanan Erzurum halkını ayaklanmaya götürmüştür. Kâzım Paşa'da Doğu işlerini yönetebilecek güç bulunmamaktadır."

Efendiler, Celalettin Arif Bey, ancak Büyük Millet Meclisi ordusunun Ermenilerle yapılan savaşı kazandığını gözleriyle gördükten sonra, Hüseyin Avni Bey'le Erzurum'dan ayrılmıştır. Meclis'te de karşıt tutum takınarak ve Kâzım Karabekir Paşa'ya saldırılarda bulunarak Meclisi çok oyalamışlardır.

Efendiler, Ermeniler, 24 Eylül 1920 sabahı Bardiz cephesinden baskın biçiminde yaptıkları genel saldırıda başarı sağladılar. Doğu Cephesinin bu hoş olmayan raporunu okurken, Celalettin Arif Bey'in de ayni günlü ultimatomunu alıyordum! Ermeniler geri püskürtüldüler. Ordumuz 28 Eylül sabahı ileri yürüyüşe geçti. O gün de Erzurum'dan elli imzalı telgraf Ankara'ya saldırıyordu. Ne kötü rastlantı!.. Sanki bu baylar, bize karşı Ermenilerle sözleşmiş gibi!..

Ordu 29 Eylülde Sarıkamış'a girdi; Göle alındı. Ama bir ay burada kaldı. Buna Celalettin Arif Bey ve arkadaşlarının yarattığı durumun yol açtığını kestirebilirsiniz.

Nitekim Kâzım Karabekir Paşa, 30 Eylül günlü şifresinde, Celalettin Arif Bey'e aynen şunları yazacaktır: "Erzurum halkı adına kırk-elli imzayla çekilen açık telgraf, dış düşmanların milyonlar harcayarak elde edemeyeceği bir belgedir!"

Efendiler, savaş alanında buyruk bekleyen Doğu Ordumuz, 28 Ekim günü Kars üzerine yürüdü. Düşman direnmeksizin Kars'ı bıraktı.

7 Kasım'da birliklerimiz Arpaçay'a kadar olan bölgeyi ve Gümrü'yü aldı.

Ermeniler bir gün önce savaşı bırakmak ve barış yapmak için başvurmuşlardı. Görüşmeler sonunda Gümrü Andlaşması imzalandı. Bu, Ulusal Hükümet'in yaptığı ilk andlaşmadır. Ermenistan, Gümrü andlaşmasıyla, Osmanlı Devleti'nin 1877 savaşında yitirmiş olduğu yerleri de bize, ulusal hükümete bırakmış ve aradan çıkarılmıştır.

8 Şubat 1921 tarihinde de Türkiye - Gürcistan andlaşması için görüşmeler başladı ve verdiğimiz kesin bir ültimatom üzerine Ardahan ve Artvin'i geri aldık. 
thumbnail

NUTUK (Mustafa Kemal ATATÜRK) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili 6. Bölüm



Kitabın Adı : NUTUK

Kitabın Yazarı : Mustafa Kemal ATATÜRK

Düzenleyen : Dr.Tuğrul BAYKENT

6. BÖLÜM: SÖMÜRGECİLERİN ULUSAL DİRENİŞİ TANIMASI (Ana metin: s.: 64-65; 70; 77-78) 

Tevfik Paşa, 27 Ocak 1921 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı olarak bana açık bir telgraf gönderdi. Telgrafında, "İtilaf Devletleri, 21 Şubatta Londra'da toplanacak konferansa, Osmanlı delegeleri yanında Ankara'nın yetkili temsilcilerinin de katılmasını istiyorlar" diyor, yanıtımızı makine başında beklediğini söylüyordu.

Tevfik Paşa'ya şu yanıtı verdim: "Ulusal iradeye dayanarak Türkiye'nin alınyazısını eline alan yasal ve bağımsız tek kuvvet, Ankara'da sürekli çalışmakta olan Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir. İstanbul'da herhangi bir kurulun hiçbir bakımdan yasal ve hukuksal niteliği yoktur. Kurulunuza düşen yurt ve vicdan görevi, bu gerçeğe uyarak, hemen ulus ve ülke adına başvurulacak yasal hükümetin Ankara'da olduğunu kabul edip bildirmektir."

Tevfik Paşa'ya özel olarak da şu telgrafı çektim: Konferansta ülkeyi ayrı ayrı temsil edecek iki kurulun ne denli sakıncalar doğuracağını, sizin gibi saygıdeğer bir kişinin tam olarak anladığına inanıyoruz. Padişah Hazretlerinin, ulusal iradenin belirdiği tek yer olan Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni tanıdığını resmi olarak bildirmesi artık gerekli olmuştur. Bu yapılmazsa, padişah-halifenin durumunun sarsılması tehlikesinden haklı olarak korkulur; bundan doğacak sorumluluk, önceden kestirilmesi olanaksız tüm sonuçlarıyla birlikte, doğrudan doğruya Padişah Hazretlerinin olacaktır.

Tevfik Paşa 27 Ocak günlü telgrafındaki görüşleri yeniden bildirince, Bakanlar Kurulu adına Fevzi Paşa imzasıyla verdiğimiz yanıtta şunları istedik:
1- Londra Konferansına katılacak Türkiye Delegeler Kurulu, yalnız Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetince seçilip gönderilecektir.
2- Bizim göndereceğimiz bu kurulun, bütün Türkiye çıkarlarını temsil edecek tek kurul olduğunu da İtilaf Devletlerine bildireceksiniz.
3- Bu kesin ve değişmez kararlara uymazsanız, ülkenin ve ulusun esenliği adına doğacak tarihsel sorumluluk tümüyle kurulunuzun olacaktır.

Efendiler, Dışişleri Bakanı olan Bekir Sami Bey'in başkanlığında bağımsız bir delegeler kurulu kuruldu. Bu kurul, Londra Konferansına özel olarak çağrıldığımızda katılmak üzere Roma'ya gönderildi. Kurul, İtalya Dışişleri Bakanı Kont Sforza aracılığıyla, konferansa resmi olarak çağrıldığımız kendilerine bildirildikten sonra, Londra'ya gitmiştir.

Efendiler, Londra Konferansının olumlu bir sonuca ulaşmadığını biliyorsunuz. Ama Kurul Başkanı ve Dış İşleri Bakanı Bekir Sami Bey, kendi başına, İngiltere, Fransa ve İtalya devlet adamlarıyla buluşup konuşmuş, her biriyle ayrı ayrı birtakım sözleşmeler imzalamış bulunuyordu. İtilaf Devletlerine ekonomik ve hukuksal ayrıcalıklar tanıyan bu sözleşmeleri hükümetimizin uygun görüp onaylaması olanaksızdı.

Açıkça söylemeliyim ki, Bekir Sami Bey'in bu sözleşmelerle Ankara'ya dönmüş olması, beni olağanüstü şaşırtmıştır. Kendisi, imzaladığı sözleşmelerin ülkenin yüksek çıkarlarına uygun olduğunu söylüyor, bunu Meclis'te de savunup kanıtlayabileceğini öne sürüyordu.

Görüşünün yanlış ve mantıksız olduğunda kuşku yoktu. Meclis'te onaylanmak şöyle dursun, kendisinin Dışişleri Bakanlığından düşürüleceği kesindi. Ama o günlerin koşulları, Meclis'i siyasal görüşme ve tartışmalara boğmaya elvermediği için, Bekir Sami Bey'e görüşlerinin yersizliğini kendim söyledim ve bakanlıktan çekilmesini istedim. Bekir Sami Bey bu önerimi kabul etti ve çekilme yazısını verdi.

Efendiler, Sakarya zaferinden sonra Batı ile kurduğumuz olumlu ve verimli ilişki, 20 Ekim 1921'de imzalanan Ankara Anlaşması'dır. İkinci İnönü zaferinden sonra Rusya ile Moskova Anlaşması imzalanmış ve Doğudaki durumumuz açıklığa kavuşmuştu. İtilaf devletlerinden de ilkelerimizi kabul edebileceklerle anlaşmayı istiyorduk. Özellikle Adana, Antep ve dolaylarını yabancı işgalinden kurtarmak bizim için önemliydi. Bu illerimizi işgal eden Fransızların da türlü nedenlerle bizimle anlaşma eğiliminde oldukları anlaşılıyordu.

Bu başarılar üzerine Fransızlar 1920 Mayısından başlayarak bizimle ilişki kurup görüşme yolları aradılar. Fransa hükümeti, eski bakanlarından Bay Franklen-Buyon'u önce özel olarak Ankara'ya gönderdi.

İlk toplantımızda kendisine, bizim için temel noktanın Ulusal And'ın kapsamı olduğunu bildirdim. "Yeni bir Türkiye devleti doğmuştur; bu yeni Türkiye, her bağımsız devlet gibi haklarını tanıtacaktır." dedim.

Uzun görüşme ve tartışmalardan sonra Ulusal And'ın tüm maddeleri birer birer okunarak görüşüldü ve tartışıldı. Üzerinde en çok durulan madde, yabancılara tanınmış olan ayrıcalıkların kaldırılarak tam bağımsızlığımızın tanınması maddesi oldu. Franklen-Buyon, bu sorunların incelenip düşünülmeğe değer olduğunu söyledi.

Buna yanıt olmak üzere özetle şunları söyledim: "Tam bağımsızlık, bizim bugün bütün ulusa ve tarihe karşı üstlendiğimiz görevin asıl ruhudur. Bütün ulus bireyleri, bugün yalnız bir nokta çevresinde toplanıp, sonuna dek kanını akıtmağa karar vermiştir: O nokta, tam bağımsızlığımızın sağlanıp korunmasıdır. Tam bağımsızlık demek, elbette siyasal, mali, ekonomik, yargısal, askeri, kültürel, vb. her alanda tam bağımsızlık ve tam özgürlük demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksun olmak, ulusun ve ülkenin gerçek anlamında bütün bağımsızlığından yoksun olması demektir."

Bay Franklen-Buyon bu sözlerim karşısında ciddi ve içtenlikli olarak kimi görüş ve düşünceler belirtti; bunun bir zaman sorunu olduğunu söyledi. Ankara'ya gelen bir Fransız kuruluyla önce 20 günlük bir ateşkes anlaşması yaptık. Ne bekleniyordu? Belki de beklenen, Türk ulusal varlığının Birinci ve İkinci İnönü'den sonra, daha büyücek bir başarı ile pekiştirilmesiydi.

Gerçekten de Bay Franklen-Buyon'un imzalayacağı Ankara Anlaşması, büyük ve kanlı Sakarya Savaşı'ndan 37 gün sonra, 20 Ekim 1921'de oluşan bir belgedir.

Bu anlaşma ile siyasal, ekonomik, askeri ve öbür alanların hiçbirinde, bağımsızlığımızdan hiçbir ödünde bulunmaksızın yurdumuzun değerli parçalarını işgalden kurtarmış olduk.

Bu anlaşmayla Batı devletlerinden biri, ilk kez olmak üzere, ulusal isteklerimizi tanıyıp onaylamış oldu. Büyük Millet Meclisi hükümetinin dışişleriyle ilgili ilk kararı da, Moskova'ya bir kurul göndererek Rusya ile ilişki kurmak olmuştu.

Moskova Antlaşmasının ön imzası 24 Ağustos 1920'de yapılmış, kesinleşmesi ise 16 Mart 1921'e kalmıştır.
thumbnail

NUTUK (Mustafa Kemal ATATÜRK) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili 5. Bölüm


Kitabın Adı : NUTUK

Kitabın Yazarı : Mustafa Kemal ATATÜRK

Düzenleyen : Dr.Tuğrul BAYKENT

5. BÖLÜM: TOPYEKÜN SAVAŞ (Ana metin: s. 63; 72-77)

Artık Ethem olayı kalmamıştı. Ordumuzun içinde bulunan düşman, kovularak kendi cephesine sürülmüştü. Gerçekten de bir gün sonra, yani 6 Ocak günü Yunan ordusunun tümü, bütün cephede her noktadan saldırıya geçti. Bizim Gediz deki önemli güçlerimiz, Eskişehir üzerinden bu düşman birliklerini karşıladı ve yendi. Devrim tarihimize Birinci İnönü zaferini yazdı.

27 Şubat - 12 Mart 1921 arasında toplanan Londra Konferansı olumlu hiçbir sonuç vermedi. İtilaf Devletleri, yaptıkları önerilerin karşılığını almayı beklemeden, daha delegelerimiz yolda iken, Yunanlılar bütün ordusuyla, bütün cephelerimizde saldırıya geçti.

Şimdi izin verirseniz size bu saldırıyı ve sonucunu anlatayım: İsmet Paşa komutasındaki Batı Cephesi birliklerimiz Eskişehir'in kuzey-batısında toplanmıştı. Kararımız, savaşı İnönü mevzilerinde kabul etmekti.

28 Mart günü sağ kanadımıza saldıran düşman, önemli yerel başarılar elde ediyordu.

30 Mart günü sert çarpışmalarla geçti. Bunlar da düşman yararına sonuçlandı. Bundan sonra sıra bize geliyordu.

İsmet Paşa 31 Mart günü karşı saldırıya geçti ve düşmanı yenerek geri çekilmek zorunda bıraktı. Böylece devrim tarihimizin bir sayfası, İkinci İnönü zaferi yazıldı.

İkinci İnönü Savaşından üç ay kadar sonra, Yunan ordusu, 10 Temmuz 1921 günü yeniden genel saldırıya geçti. Bu süre içinde genel seferberlik yapmış olan Yunan ordusu, insan, tüfek, makineli tüfek ve top sayısı bakımından bizim ordumuzdan önemli ölçüde üstündü. İç olaylar, bizim genel seferberlik yapmamıza ve ulusun tüm kaynaklarını düşman karşısında toplamaya elvermemişti.

Bu nedenle askerlik açısından temel ödevimiz, yine "her Yunan saldırısı karşısında direnerek, saldırıyı durdurmak ve boşa çıkartmak"tı.

Bu düşünceyle 18 Temmuz 1921 günü İsmet Paşa'nın Eskişehir güneydoğusundaki karargâhına giderek durumu inceledim ve İsmet Paşa'ya şu genel talimatı verdim: "Orduyu Eskişehir kuzey ve güneyinde topladıktan sonra, düşman ordusuyla araya büyük aralık bırakalım ki, orduyu toparlayıp güçlendirebilelim. Bunun için Sakarya'nın doğusuna dek çekilebilirsiniz. Bu yolda davranmamızın en büyük sakıncası, Eskişehir gibi önemli yerlerimizi düşmana bırakmaktan dolayı kamuoyunda doğabilecek manevi sarsıntıdır. Ama az zamanda elde edebileceğimiz başarılarla bu sakıncalar kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Askerliğin gereğini duraksamadan uygulayalım; başka türden sakıncalara karşı koyarız."

Efendiler, düşündüğüm manevi sakıncalar gerçekten de hemen görüldü. İlk etkiler Meclis'te belirdi. Özellikle karşıtlarımız, karamsarlık dolu söylevlerle "Ordu nereye gidiyor? Ulus nereye götürülüyor? Bu durumun sorumlusu yok mu? O nerededir?" diye bağırmaya başladılar. "Bugünkü acıklı ve korkunç durumun gerçek sorumlusunu ordunun başında görmek isterdik!" diyorlardı. Bunların anlatmak istedikleri kişinin ben olduğum kuşku götürmezdi.

Bunu anlar anlamaz, 4 Ağustos 1921 günü yapılan gizli oturumda kürsüye çıkarak, üyelerin bana gösterdikleri yakınlık ve güvene teşekkür ettim ve başkanlık katına şu önergeyi verdim: "Meclis'in saygıdeğer üyelerinin genel istek ve dilekleri üzerine Başkomutanlığı kabul ediyorum. Bu görevi kişisel olarak üstlenmemin sağlayacağı yararları en kısa zamanda elde edebilmek için, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin yetkilerini eylemli olarak kullanmak koşuluyla üstleniyorum. Yaşamım boyunca ulusal egemenliğin en sadık bir hizmetkârı olduğumu ulusa bir kez daha göstermek için, bu yetkinin üç ay gibi kısa bir süreyle sınırlanmasını ayrıca isterim."

Efendiler, bu önergem, doğruluktan yanaymış gibi görünenlerin gizli düşüncelerini açığa vurmalarına yol açtı.

Hemen karşı çıkışlar başladı. "Bir kez Başkomutanlık sanını vermeyiz." diyorlardı. Ben, direndim. Durum olağanüstü olduğuna göre, benim alacağım kararların ve yapacağım uygulamaların da olağanüstü olması gerekeceği kuşku götürmezdi.

5 Ağustos 1921 günü oybirliğiyle kabul edilen yasa, bana şu yetkiyi veriyordu: "Başkomutan, ordunun maddi ve manevi gücünü en yüksek ölçüde arttırmak ve yönetimini bir kat daha sağlamlaştırmak üzere, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin bununla ilgili yetkisini Meclis adına eylemli olarak kullanabilir."

Bu maddeye göre, benim vereceğim buyruklar yasa olacaktı. Bunun üzerine yaptığım konuşmanın bir iki cümlesini yinelememe izin vermenizi rica ederim.

Dedim ki: "Efendiler, zavallı ulusumuzu tutsak etmek isteyen düşmanları kesinlikle yeneceğimize olan inanç ve güvenim bir dakika olsun sarsılmamıştır. Bu dakikada bu tam inancımı yüce kurulunuza, bütün ulusa ve bütün dünyaya karşı ilân ederim."

Efendiler, Başkomutanlığı eylemli olarak üzerime aldıktan sonra, ordunun insan ve taşıt gücünün arttırılması, yiyecek ve giyeceğinin sağlanıp yoluna konulması ile ilgili önlemleri almak üzere Ankara'da bir kaç gün çalıştım.

7 ve 8 Ağustos 1921 günlerinde "Ulusal Vergi Buyruğu" adı altında yaptığım bildirimleri, bir savaşın kazanılabilmesi için ne denli küçük şeyleri bile dikkate almak gerektiğini anlatabilmek amacıyla, bilginize sunmaya değer görürüm: Bu buyruklarımla örneğin her ilçede birer "Ulusal Vergi Kurulu" kurdum.

Yurtta her evin birer kat çamaşır, birer çift çorap ve çarık hazırlayıp Ulusal Vergi Kuruluna vermesini emrettim.

Tüccar ve halkın elindeki çamaşırlık bez, kaput bezi, pamuk, yün ve tiftik, her türlü kışlık-yazlık kumaş, kösele, astarlık, meşin, çarık, potin, demir, çivi, nal ve nal demiri, yem torbası, yular, belleme, kaşağı, semer ve urganların yüzde kırkına, parası sonra ödenmek üzere elkoydum.

Eldeki buğday, saman, un, arpa, fasulye, bulgur, nohut, mercimek, kasaplık hayvanlar, şeker, gaz, pirinç, sabun, yağ, tuz, zeytinyağı, çay ve mumun yine yüzde kırkına, parası sonradan ödenmek üzere elkoydum.

Buyruklarımın ve bildirimlerimin yerine getirilmesi için kurduğum İstiklâl Mahkemelerini Kastamonu, Samsun, Konya, Eskişehir bölgelerine gönderdim. Ankara'da da bir mahkeme kurdurdum.

12 Ağustos 1921 günü de Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşa Hazretleriyle birlikte Polatlı'da cephe karargâhına gittim. Meydan savaşı 100 kilometrelik bir cephe üzerinde oluyordu. Sol kanadımız Ankara'nın 50 kilometre güneyine değin çekilmişti. Bunda hiçbir sakınca görmedik. Savunma çizgilerimiz yer yer kırılıyordu. Ama kırılan her bölüm, en yakın yerde yeniden oluşturuluyordu. Bunun için yurt savunmasını başka türlü anlatmayı ve bunda diretip üstelemeyi yararlı ve etkili buldum.

Dedim ki: Savunma çizgisi yoktur, savunma alanı vardır. O alan bütün yurttur. Yurdun her karış toprağı yurttaşın kanıyla ıslanmadıkça düşmana bırakılamaz. Onun için küçük, büyük, her birlik bulunduğu yerden atılabilir; ama küçük, büyük, her birlik ilk durabildiği noktada yeniden düşmana karşı cephe kurup savaşı sürdürür.

İşte ordumuzun her bireyi, bu kurala göre, her adımda en büyük özveriyi gösterdi ve üstün düşman güçlerini yok ederek, yıpratarak, sonunda onu saldırıyı sürdüremeyecek bir duruma düşürdü. Savaş durumunun bu aşamasını sezinler sezinlemez, hemen karşı saldırıya geçtik. Yunan ordusu yenildi ve geri çekilmek zorunda kaldı.

13 Eylül 1921 günü Sakarya Irmağının doğusunda düşman ordusundan hiçbir iz kalmadı. Böylece 23 Ağustostan 13 Eylüle değin yirmi iki gün, yirmi iki gece aralıksız süren Büyük ve Kanlı Sakarya Savaşı, yeni Türk devletinin tarihine, dünya tarihinde pek az olan büyük bir meydan savaşı örneği yazdı.

Bilirsiniz ki savaş ve çarpışma demek, yalnız iki ordunun değil, iki ulusun bütün maddi ve manevi güçleriyle karşılaşıp birbiriyle vuruşması demektir. Bunun için Türk ulusunu, düşüncesi ve duygusuyla, cephedeki ordu kadar savaşla doğrudan doğruya ilgilendirmeliydim.

Yalnız düşman karşısında olanlar değil, köyde, evinde, tarlasında olan bütün ulus bireyleri, silahla vuruşan savaşçı gibi kendini görevli bilecek, bütün varlığını savaşa verecekti.

Bütün maddi ve manevi varlığını yurt savunmasına adamakta ağır davranıp özen göstermeyen uluslar, savaşı ve çarpışmayı gerçekten göze almış ve başaracaklarına inanmış sayılamazlar.
thumbnail

NUTUK (Mustafa Kemal ATATÜRK) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili 4. Bölüm


Kitabın Adı : NUTUK

Kitabın Yazarı : Mustafa Kemal ATATÜRK

Düzenleyen : Dr.Tuğrul BAYKENT

4. BÖLÜM: ULUSAL BİRLİK VE DAYANIŞMA KORUNARAK İÇ AYAKLANMALARIN BASTIRILMASI (ANA METIN: S ; 57-63) 

İstanbul'un işgalinden sonra başlayan yıkıcı akımlar ve ayaklanmalar, hızla yurdun her yerinde görüldü ve sürdü. İstanbul'da Damat Ferit Paşa yeniden işbaşına getirilmişti. Bu hükümetin bütün yıkıcı ve hain örgütlerle, bütün düşmanlar ve Yunan ordusuyla yaptığı işbirliğine de, yurdun her yanına yağdırılan Halife-Padişah fetvası yön veriyordu. Hainlik, cahillik, kin ve bağnazlık dumanları bütün yurdu koyu karanlıklar içinde bırakıyordu. Ayaklanma dalgaları Ankara'da karargâhımızın dıvarlarına kadar çarptı. İzmir'den sonra Batı Anadolu'nun önemli bölgeleri de Yunan saldırıları ile çiğnenmeğe başladı. 

Ayaklanmaları, Amasya'daki 5. Kafkas Tümeni, Antep bölgesinden getirilen Kılıç Ali Bey komutasındaki bir ulusal birlik, Sivas'taki 3. Kolordu güçleri, Eskişehir'deki Ethem Bey birliği ve Bolu dolaylarındaki İbrahim Bey birliği ile bastırmaya çalıştık.

Efendiler, kimi kapalı sorunların kolaylıkla açıklanmasına yarayacağını sandığım için, yüce kurulunuza bir "Yeşil Ordu"dan söz edeceğim: Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ve hükümetinin kuruluşundan sonra, Ankara'da "Yeşil Ordu" adıyla bir dernek kuruldu. Derneğin ilk kurucuları, pek yakın ve bilinen arkadaşlardı.

Amaçları, Osmanlı ordusunun kalıntısı denilebilecek o günlerdeki yorgun, bezgin, devrim ülküsüne göre yetişmemiş birlikleri bilinçlendirmek, böylece askerlerin halife fetvaları gibi kışkırtmalara kapılmalarını önlemekti. Yeşil Ordu örgütünün kurucuları arasına, milletvekili olan Çerkez Reşit Bey'le Çerkez Ethem ve kardeşi Tevfik Bey de girmişler.

Ayrıca, kendilerine bağlı bütün adamları da Yeşil Ordu'nun sanki temelini oluşturmuşlar. Çerkez Ethem, bir ulusal birlikle Anzavuru kovalamada, Düzce ayaklanmasını bastırmada başarılı kimi hizmetler yaptı; bu nedenle Yozgat'a gitmek üzere Ankara'ya çağrıldığında, hemen herkesçe beğenildi ve övüldü. Kendisini abartılı biçimde öven de kuşkusuz olmuştur.

Ethem Bey ve kardeşlerinin bu alkış ve övgülerden dolayı büyüklendileri, kimi düşlere bile kapıldıkları, sonraki davranışlarından anlaşıldı. Yozgat ayaklanmasını bastırmağa uğraşırken, askeri ve ulusal birlik komutanlarına küçültücü ve saldırgan biçimde davrandığı görüldü. Biz bütün bunlara karşın, bu kardeşleri her zaman yararlanılabilecek durumda bulundurmayı yeğledik.

Efendiler, bu sırada, bizim düzenli ordu kurma görüşümüze karşı, "milis" örgütü kurma görüşünü genel bir akıma dönüştürme çabaları ortaya çıktı.

Reşit, Ethem ve Tevfik kardeşler, "Kuvva-yı Seyyare" adındaki güçlerine dayanarak, bu yolda çok ateşli biçimde çalışıyorlardı. Kuvve-i Seyyare, yani Gezgin Güç komutanlığı, Karacaşehir'de kendine bağlı "Karakeçili" adında gizli bir birlik kurmuştu; Cephe komutanlığının bundan bilgisi yoktu. Rastlantı sonucu öğrenip bilgi istediğinde de Ethem Bey cephe komutanının buyruğunu yerine getirmedi. Cephe komutanlığının, sivil işlere, geri hizmetlere karışılmaması için verdiği genel buyruğa da uymuyor, Kütahya bölgesinde her şeye karışıyordu.

Cephe komutanı, halkın yakınmaları konusunda kendisine gelen raporların ışığında bir buyruk yayınlamıştı. Buyrukta, "Hainlikleri ne denli gerçek olursa olsun, hiçbir köy yakılmayacak, halktan hiçbir kimse, hiçbir birlikçe, hiçbir suçtan ötürü öldürülmeyecektir." deniyordu.

Umum Kuvva-yı Seyyare Komutan Vekili Tevfik Bey bu buyruğa da karşı geldi. Reşit Bey'i yanıma getirttim ve ne istediklerini sordum. "Cephe komutanlarını değiştiriniz" dedi. "Yerine koyacak adamlarımız yoktur" dedim. "Beni atayınız, ben daha iyi yaparım' dedi.

Ethem ve kardeşlerini izlemek gerektiğini İsmet ve Fahrettin Paşalara bildirdim. 22 Aralık 1920 günü, Reşit Bey'le bakan ve milletvekili arkadaşlardan on beş kişiyi yanıma çağırdım.

Toplantı sonunda Kuvva-yı Seyyare'ye son ve kesin olarak şunların bildirilmesi karara bağlandı:
1. Kuvva-yı Seyyare, öbür birlikler gibi emir ve komutaya tam olarak uyacak ve yasa dışı her türlü taşkınlıktan kaçınacaktır.
2. Kuvva-yı Seyyare kendiliğinden hiçbir yerde ve hiçbir yolla adam toplamayacaktır.

Efendiler, Ethem Bey, bu kararları bildirmek üzere gönderdiğimiz kurulun üyelerini tutuklattı ve onların adıyla çektiği telgrafta kendi isteklerini yineledi. Bunun üzerine cephe komutanlarına Ethem ve kardeşlerine karşı savaşa girmelerini emrettim.

Efendiler, bu kardeşler, askerliği çapulculuk, devlet kurup yönetmeyi de şunun bunun suçsuz çocuklarını kurtulmalık dilenmek için dağa kaldırma haydutluğu sanıyorlardı; utanmaz, kendini bilmez, herhangi bir düşmanın boğaz tokluğuna casusluğunu, uşaklığını yapacak kadar alçak ve aşağılık yaratılışlı bu kardeşler, şarlatanlıkları ve yaygaralarıyla bütün bir Türk yurdunu tedirgin ediyor, Türk ulusunun Büyük Meclisini kendileriyle uğraştırıyorlardı; onları ellerindeki bütün kuvvetler ve dayandıkları düşmanlarla birlikte tepeleyip yola getirmek ve böylece devrim tarihimizde herkese ders olacak bir örnek vermek zorunlu göründü.

Efendiler, Meclis'in açıldığı günlerde cephelerin durumu ise şöyleydi: İzmir Yunan cephesinde, iki alaylı 56. tümen, özellikle kolordu komutanı Nadir Paşa'nın buyruğuyla, onur kırıcı bir biçimde Yunanlılara teslim edilmişti.

Bu alaylardan birinin komutanı olan ve o sırada Ayvalık'ta bulunan Ali Bey, 28 Mayıs 1919 günü Yunan birliklerine karşı ilk kez cephe kurup savaşa girişti. Bunun üzerine Soma, Akhisar ve Salihli'de ulusal cepheler kurulmaya başladı.

Böylece oluşmaya başlayan Kuzey Cephesinin komutanlığını Albay Kâzım Bey üstlendi. Aydın bölgesinde de asker ve halktan kimi yurtseverler, Yunanlılara karşı çıkıyorlardı. Bunlar içinde ad ve kılık değiştirerek o bölgeye gelmiş olan Celal Bey'in çaba ve özverisi anılmaya değer.

Bu arada Ali Bey'in birlikleri Bergama'daki Yunan işgal güçlerini bir baskınla ortadan kaldırınca, Yunanlılar dağınık ve zayıf birliklerini toplamak gereğini duydular ve Nazilli'yi de boşalttılar.

Böylece 1919 Haziran ortalarında Aydın cephesi de kuruldu. Tümen komutanı Albay Mehmet Şefik Bey, Kuvva-yı Milliyenin başı ise Demirci Mehmet Efe idi. Güneyde Fransızlara karşı Adana cephesi açılmış ve ulusal güçler kurularak yiğitçe işe başlamışlardı. Tufan Bey adıyla eylem yapan Yüzbaşı Osman Bey'in yiğitlikleri anılmaya değer. Maraş, Antep ve Urfa'da da önemli savaşlar ve çarpışmalar oldu. Sonunda işgal güçleri buralardan çekilmek zorunda kaldılar. Bu başarıların kazanılmasında Kılıç Ali ve Ali Saip Beylerin adlarını anmayı ödev sayarım.

Efendiler, bir hafta kadar sonra Kocaeli Komutanlığından aldığım bir telgrafta, "ülkenin yüksek çıkarlarına ilişkin bir konuda Sadrazam Paşa'nın benimle telgraf başında görüşmek istediği" bildiriliyordu.

Ben, Tevfik Paşa'nın bana değil, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne başvurması durumunda dileğinin kabul edilebileceğini bildirdim. Bunun üzerine

Tevfik Paşa, 27 Ocak 1921 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı olarak bana açık bir telgraf gönderdi. Telgrafında, "İtilaf Devletleri, 21 Şubatta Londra'da toplanacak konferansa, Osmanlı delegeleri yanında Ankara'nın yetkili temsilcilerinin de katılmasını istiyorlar" diyor, yanıtımızı makine başında beklediğini söylüyordu.

Tevfik Paşa, ekli şifre telgrafında ise, Yunanlıların Londra konferansında etkin olmak için İzmir'e ek kuvvetler yolladığı, yakında bir saldırıda bulunacaklarını bildiriyordu.

Tevfik Paşa'ya şu yanıtı verdim: "Ulusal iradeye dayanarak Türkiye'nin alınyazısını eline alan yasal ve bağımsız tek kuvvet, Ankara'da sürekli çalışmakta olan Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir. Türkiye ile ilgili bütün sorunları çözmekle görevli olan ve her türlü dışişlerinde başvurulması gereken yer, işbu Meclis'in Bakanlar Kurulu'dur. İstanbul'da herhangi bir kurulun hiçbir bakımdan yasal ve hukuksal niteliği yoktur. Kurulunuza düşen yurt ve vicdan görevi, bu gerçeğe uyarak, hemen ulus ve ülke adına başvurulacak yasal hükümetin Ankara'da olduğunu kabul edip bildirmektir."

Tevfik Paşa'ya özel olarak da şu telgrafı çektim: Konferansta ülkeyi ayrı ayrı temsil edecek iki kurulun ne denli sakıncalar doğuracağını, sizin gibi saygıdeğer bir kişinin tam olarak anladığına inanıyoruz. Padişah Hazretlerinin, ulusal iradenin belirdiği tek yer olan Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni tanıdığını resmi olarak bildirmesi artık gerekli olmuştur. Bu yapılmazsa, padişah-halifenin durumunun sarsılması tehlikesinden haklı olarak korkulur; bundan doğacak sorumluluk, önceden kestirilmesi olanaksız tüm sonuçlarıyla birlikte, doğrudan doğruya Padişah Hazretlerinin olacaktır.

Tevfik Paşa bu telimize verdiği yanıtta, ulusun egemenlik haklarını korumak için harcadığımız emekleri takdir etmekle birlikte, konferansa dolaylı olarak çağrılmamızın doğal olduğunu bildiriyordu. Birleştiğimiz kamuya duyurulursa, delegelerimizin de ayrı değil, birleşik sayılacağını savunuyordu. Görüldüğü gibi Tevfik Paşa ve hükümeti, Anadolu'yu eskiden olduğu gibi İstanbul a bağlamak ve tutsak etmek istiyordu.

Tevfik Paşa'ya şu yanıtı verdim: "Durumun önemi ve koşulların ağırlığı dolayısıyla, sizi ve sayın arkadaşlarınızı ve özellikle Padişah Hazretlerini her bakımdan bir kez daha aydınlatmamız bir görev oluyor.

Bunun için, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce konulup uygulanan Anayasanın temel maddelerini olduğu gibi bildiriyorum:
1- Egemenlik kayıtsız ve şartsız olarak ulusundur. Yönetim yöntemi, halkın kendi geleceğini doğrudan doğruya kendisinin yönetmesi ilkesine dayalıdır.
2- Yürütme gücü ve yasama yetkisi, ulusun tek ve gerçek temsilcisi olan Büyük Millet Meclisi'nde belirir ve toplanır.
3- Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi'nce yönetilir.
thumbnail

NUTUK (Mustafa Kemal ATATÜRK) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili 3. Bölüm


Kitabın Adı : NUTUK

Kitabın Yazarı : Mustafa Kemal ATATÜRK

Düzenleyen : Dr.Tuğrul BAYKENT
3.BÖLÜM: İSTANBUL UN ANADOLU YA BAĞIMLI KILINMASI (ANA METIN, S.30-33) 

Efendiler, Sivas Kongresinin hemen tüm süresi boyunca, sinir gerici haberler almaktan geri kalmıyordum. Ancak, aldığım bütün bilgileri olduğu gibi Kongre üyelerine sunmakta yarardan çok sakınca görüyordum. Bence en önemli sorun, her güçlüğe ve tehlikeye göğüs gererek, Sivas Kongresi görüşmelerini bir an önce sonuç verici kararlara ulaştırmak ve bu kararları ülkede uygulamağa girişmekti. Bu isteğim gerçekleşti. Bütün ülkeyi kapsayan ulusal örgüt tüzüğünün ve Genel Kongre bildirisinin hemen basılıp dağıtılması için gerekli işler yapıldı.

İstanbul hükümetinin Kongreyi basıp dağıtmak üzere Sivas'a vali atadığı Ali Galip'i etkisiz kıldık ve kaçmak zorunda bıraktık. Kısa süre sonra da, ulusal direnişi boğmak amacıyla bu hainlikleri yapan İstanbul'daki Damat Ferit hükümetini istifaya mecbur ettik.

Efendiler, kaçmakta olan Ali Galip ve işbirlikçilerini izletirken elimize geçen belgeler, İstanbul hükümetinin yaptığı kötülükleri her türlü açıklamadan daha iyi ortaya koyacak niteliktedir. Bu hainliğe girişenlere karşı alınması gerekli tutum bellidir. Ancak açık saldırıdan elden geldiğince kaçınmak o günün gereği olduğu gibi, gücümüzü birçok hedefe birden çevirmek yerine bir noktada toplamak da uygun olacaktı.

Bu nedenle saldırılacak hedef olarak yalnız Ferit Paşa hükümetini seçtik ve Padişah'ın da bu işin içinde olduğunu bilmezlikten geldik. Ferit Paşa hükümetinin gerçekleri Padişah'a bildirmeyerek O'nu aldattığı tezini tuttuk. Bu düşünceyle Padişaha bir telgraf hazırladık.

Burada hükümetin Kongreyi basmaya ve müslümanlar arasında kan dökmeğe kalkıştığını söyledik; para karşılığında Kürdistan'ı ayaklandırıp yurdu parçalatmaya giriştiğini anlattık. Ulusun artık İstanbul hükümetine inan ve güveninin kalmadığını, "Namuslu kişilerden oluşan adaletli bir hükümet kuruluncaya değin, İstanbul hükümeti ile hiçbir ilişki kurmamaya karar vermiş olduğunu belirttik; ordunun da bu yolda ulustan ayrılmayacağını bilgisine sunmak zorunda kaldığımızı" yazdık. Telgraf kolordu komutanlarınca da imzalanmıştı.

11 Eylül günü ve özellikle 11/12 Eylül gecesi, kolordu komutanları her yerde telgrafhanelere el koymuş, İstanbul'la haberleşmeye çalışıyorlardı. Ama Sadrazam ortadan kaybolmuş gibiydi.

Sonunda Kongre Genel Kurulu adına kendisine şu telgrafı çektik: "Sadrazam Ferit Paşa'ya, Yurdun ve ulusun haklarıyla kutsal varlıklarını ayaklar altına alan ve Padişah hazretlerinin yüksek şeref ve onurlarını kıran aymazca girişim ve davranışlarınız saptanmıştır. Ulusun Padişahımızdan başka hiçbirinize güveni kalmamıştır. Hükümetiniz ulus ile Padişah arasına bir dıvar gibi giriyor. Bu yoldaki direnmeniz bir saat daha sürecek olursa, ulus tüm yurdun yasa dışı hükümetinizle ilgi ve bağını kesecektir. Bu, son uyarımızdır."

Efendiler, bunun üzerine kimi hafif, ama kimi de oldukça ağır karşıt görüşler, direnmeler, karşı girişimler, dahası gözdağı vermeler oldu. Meclisin nerede toplanabileceği düşüncesi kafalarımızı uğraştırıyordu.

Bu arada hükümet temsilcisi Salih Paşa'yla 20 Ekim 1919 günü Amasya'da görüşmeye başladık. Biz, ulusal örgütlerin ve Temsil Kurulu'nun İstanbul hükümetince resmi olarak tanınan bir siyasal varlık olduğunu, görüşmelerimizin resmi olduğunu ve her iki yanı da bağladığını açıkça ortaya koymak istiyorduk.

Efendiler, Amasya görüşmelerinde Millet Meclisinin İstanbul'da toplanmasının doğru olmadığı yolundaki görüşümüzü Salih Paşa'ya kabul ettirip onaylattık. Bu görüşü hükümete kabul ettirmeğe çalışacağını, başaramazsa hükümetten çekileceğini söyledi. Salih Paşa bu konuda başarı sağlayamamıştır.

Bu arada ulusal örgütün İstanbul merkezinden Kara Vasıf ve Şevket Beyler Meclis'in kesinlikle İstanbul'da toplanmasını zorunlu görüyorlardı. 7 Kasım'da Kara Vasıf Bey'e ivedi olarak Sivas'a gelmesini yazdım. O ise 19 Kasım günlü şifresinde "Meclis'i Anadolu'da toplamak düşüncesinden vazgeçmek bir yurt ödevidir. diyordu. Efendiler, çok önemli olan bu toplantı yeri konusunda gerçek eğilimi anlayıp uygulanabilir olan kararı almak zorunda bulunuyordum.

Bu nedenle 15., 20., 12. ve 3. Kolordu Komutanlarını Sivas'ta bir toplantıya çağırdım. Günlerce süren görüşme ve tartışmalar sonunda şu karara varıldı: Sakınca ve tehlikelerine karşın, hükümet istediği için ve ülkede sarsıntıya yol açmaktan kaçınmak düşüncesiyle, Millet Meclisinin İstanbul'da toplanması zorunluluğunun kabulü; ancak Meclis'te ulusal örgütün ilkelerini savunacak güçlü bir grubun oluşturulması, örgütün hızla güçlendirilmesine çalışılması gibi koşullarla. Ben, Meclis'in İstanbul'da saldırıya uğrayacağını ve dağılacağını kesinlikle bekliyordum. Böyle bir durumda başvurulacak önlemi de kararlaştırmıştım. Hazırlığımız ve düzenlemelerimiz de başlamıştı. Ankara'da toplanmak..

Efendiler, Meclis 12 Ocak 1920 günü açılmıştı. Yaklaşık 10 gün sonra, Harbiye Nazırı Cemal Paşa'dan ivedi bir telgraf aldım. İngilizlerin, kendisiyle Genel Kurmay Başkanı Cevat Paşa'nın görevden alınmasını istediklerini, hükümetin şiddetli biçimde olmaz demekle birlikte boyun eğdiğini bildiriyor, Anadolu'da da hükümeti güç duruma sokacak davranışta bulunulmamasını istiyordu.

Sadrazama şunları bildirdim: "İngilizlerin Harbiye Nazırı ile Genel Kurmay Başkanının değiştirilmelerini istemeleri, devletin bağımsızlığına kesin bir saldırıdır... Bu açık saldırıyı devletçe kabul eder, ulusça da susarsak, siyasal varlığımızla ilgili en kötü kararlara ve işlere kendimiz yol açmış olacağımıza kuşku yoktur."

Aynı gün durumu bütün komutanlıklara ve bütün milletvekillerine şifreyle şu bildirimi yaptım: "Devletin siyasal bağımsızlığına karşı kesin bir saldırıda bulunulduğu, Barış Konferansına, Avrupa uluslarına, islam dünyasına ve yurdun her yanına duyurulmalıdır. İngilizler saldırıdan vazgeçmezlerse, Meclisin ödevi Anadolu'ya gelmek ve ulusal iradeyi ele almaktır. Şimdiden gerekli önlemler alınmıştır."

Temsil Kurulu'nun ve Kuvva-yı Milliye'nin çalışmalarını sürdürmesi konusunda kamuoyunu yoklamak gerekliydi. Kâzım Karabekir Paşa bu konuda, Temsil Kurulu, alınması gerekli kararları Millet Meclisi'nin namusuna ve yurtseverliğine bırakıp, olayların gidişine bağlı kalmalıdır. diyordu.

Efendiler, biz kuşkusuz olayların gidişine bağlı kalamazdık; yani kendimizi, başımıza ne gelirse katlanmak gibi bir kaderciliğe bırakamazdık. İstanbul'da bulunmasını gerekli gördüğüm İsmet Paşa'dan bir şifre telgraf aldım. Telgraf, şimdiki hükümetin düşürülmesi, Meclisin dağıtılması ve Kuvva-yı Milliye'nin ortadan kaldırılması gibi amaçlarla, İstanbul'da İngilizlerle birlikte bir dernek kurulduğunu bildiriyordu; Anadolu'daki Anzavur girişimlerinin bu çalışmalara dayandığını yazıyordu.

3 Mart 1920 günü Rauf ve Kara Vasıf Beyler de, şifre telgraflarında Meclisin dağıtılmasının kesin olduğunu bildiriyorlar ve Padişah katında etkili olacak önlemlerin Temsil Kurulu'ca alınmasını istiyorlardı.

Efendiler, 1920 Mart'ının 16. günü, şöyle bir tel verildi: "Ankara'da Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine Bu sabah Şehzadebaşı'ndaki Mızıka Karakolu'nu İngilizler basmış ve oradaki askerlerle çarpışmalar olmuştur; şimdi İstanbul'u işgal altına alıyorlar. Bilgilerinize sunulur. Manastırlı Hamdi"

Efendiler, 16 Martta İstanbul işgal edilir edilmez aldığım önlemlerin en önemlisi, olağanüstü yetkilere sahip bir meclisin Ankara'da toplanmasıdır. Açılışının ilk günlerinde Meclis'e, Türkiye'nin izlemesi gereken siyasal ilke konusundaki görüşlerimi sundum. Bilindiği gibi Osmanlılar döneminde türlü siyasal yollar izlenmişti ve izlenmekteydi.

Ben, bu yollardan hiçbirinin yeni Türkiye devletinin izleyeceği yol olamayacağı kanısına varmıştım. Değişik ulusları ortak ve genel bir ad altında toplayarak eşit hak ve koşullar içinde tutup güçlü bir devlet kurmak, parlak ve çekici bir siyasal görüştür. Ama aldatıcıdır. Dahası, ulaşılamayacak bir amaçtır. Bu, yüzyılların çok acı ve kanlı olaylarla ortaya koyduğu bir gerçektir. İslamcılık ve Turancılık siyasetinin başarı kazandığı tarihte görülebilmiş değildir.

Bizim açık ve uygulanabilir gördüğümüz siyasal yol, ulusal siyaset'tir: ulusal sınırlarımız içinde, her şeyden önce kendi gücümüze dayanarak varlığımızı korumak; ulus ve ülkenin gerçek mutluluk ve bayındırlığına çalışmak; gelişigüzel ve ulaşılamayacak istekler ardında ulusu uğraştırıp zarara sokmamak; uygar dünyadan uygar ve insanca davranış, karşılıklı dostluk beklemek.

Efendiler, hükümet kurma konusunda da tutulması gerekli yol, Osmanlı devletinin ve halifeliğin yıkıldığını kabul edip, yeni temellere dayalı yeni bir devlet kurmaktı. Ama durumu olduğu gibi söylemek, amacın büsbütün yitirilmesine yol açabilirdi. Çünkü genel düşünce ve eğilim, henüz halife-padişahın özürlü olduğu yolundaydı.

Meclis'te hemen halife-sultan makamıyla bağlantı kurma ve İstanbul hükümeti ile uzlaşma akımı başlamıştı. Hükümet kurulması konusunda bunları gözönünde tutmakla birlikte, asıl amacı koruyan önerimi yazılı olarak Meclis'e sundum.

Kısa bir tartışma sonunda kabul edilen bu önergeye bakıldığında, temel ilkelerin şöylece yer aldığı görülür:
1- Hükümet kurmak zorunludur.
2- Geçici bir devlet başkanı ya da Padişah vekili ortaya çıkarmak uygun değildir.
3- Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin üstünde bir güç yoktur.

Not: Halife-padişah, baskı ve zorlamadan kurtulduğu zaman, Meclis'in düzenleyeceği yasal ilkeler içindeki yerini alır. Efendiler, bu ilkelere dayalı bir hükümetin niteliği kolaylıkla anlaşılabilir: bu, ulusal egemenlik temeline dayalı olan halk hükümetidir; cumhuriyettir.

Zaman geçtikçe bu ilkelerin neleri kapsadığı anlaşılmaya başladı. İşte o zaman tartışmalar ve olaylar birbirini izledi. Meclis, bu açıklamalarımı ve önerimi yaptıktan sonra beni başkanlığa seçmekle, bana olan genel güvenini gösterdi.

Ayrıca kısa süre içinde Vatan Hainliği Yasasıyla İstiklal Mahkemeleri yasasını çıkararak, devrimlerin doğal gereklerini yapmaya koyuldu.
thumbnail

NUTUK (Mustafa Kemal ATATÜRK) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili 2. Bölüm


Kitabın Adı : NUTUK

Kitabın Yazarı : Mustafa Kemal ATATÜRK

Düzenleyen : Dr.Tuğrul BAYKENT

2. BÖLÜM: MİLLİ MÜCADELENİN ÖRGÜTLENİŞİ (Ana metin S. 6-23) 

Efendiler, ilk iş olmak üzere bütün orduyla ilişki kurmak gerekiyordu. 21 Mayıs 1919'da Erzurum'da 15. Kolordu komutanına yazdığım bir şifre telgrafta genel durumumuzun aldığı korkunç biçimden çok üzgün olduğumu, bu son görevi ulusa ve yurda karşı borçlu olduğumuz en son vicdani görevi yerine getirmek için kabul ettiğimi belirttim; bunu yakın bir ortaklaşa çalışmayla yapabileceğimizi söyledim.

Edirne'deki Kolordunun komutanı Cafer Tayyar Paşa'ya 18 Haziran 1919 günü şifreyle verdiğim yönergede şunları vurguladım: "Ulusal bağımsızlığımızı boğan ve yurdun bölünmesi tehlikelerine yol açan İtilaf Devletlerinin yaptıklarını, İstanbul hükümetinin de tutsak ve güçsüz durumunu biliyorsunuz. Ulusun yazgısını böyle bir hükümetin eline bırakmak, çöküşe boyun eğmek demektir."

Dikkate değer ki ulus, yurdun işgali ve varlığına vurulan bu korkunç darbe karşısında herhangi bir üzüntü ve yakınma ortaya koymuş değildi. Bu durum ulus adına olumlu olarak yorumlanamazdı. Onu uyarıp harekete geçirmek gerekiyordu.

Bu amaçla 28 Mayıs 1919 günü Havza dan valilere, mutasarrıflıklara ve ordu komutanlıklarına şu genelgeyi gönderdim: "Ülke bütünlüğümüzün korunması için ulusal tepkilerin daha canlı olarak gösterilmesi ve sürdürülmesi gerekir. Bütün ulus kan ağlamaktadır. Katlanması olanaksız bu olayların hemen önlenmesini beklediğimizi belirtmek üzere, köylere varıncaya dek her yanda büyük ve coşkun toplantılarla gösterilerde bulunulması, bütün büyük devletlerin temsilcileriyle Babıali'ye etkili telgraflar çekilmesi çok gereklidir."

Verdiğim bu yönerge üzerine her yerde gösteriler yapılmağa başlandı. O sırada Sadrazam Ferit Paşa barış görüşmeleri için Paris'e çağrılmış bulunuyordu.

Bu görüşmelerde ulusun nasıl temsil edilmesi gerektiği konusundaki düşüncelerimi belli başlı bütün komutanlarla sivil yöneticilere ivedi bir şifre telgrafla bildirdim: "Ulusumuzun kesinlikle savunulmasını istediği haklar özellikle iki noktada önem kazanır: Birincisi devlet ve ulusun tam bağımsızlığının kesinliği, ikincisi de yurtta çoğunluğun azınlıklara feda edilmemesi ilkesidir. Bu konuda Paris'e gitmeğe hazırlanan kurulun görüşü ile ulusal vicdanın kesin isteği arasında tam bir uygunluk bulunması şarttır. Oysa Sadrazam Paşa hazretleri demecinde bir Ermeni özerkliği ilkesini kabul etmiş olduğunu bildirdi. Buna karşı Sadrazam Paşa Hazretlerine ve doğrudan doğruya Padişah Hazretlerine tel yazılarıyla başvurularak tam bağımsızlıkla ulus çoğunluğu haklarının korunmasının ulusun temel koşulu olduğu bildirilmelidir. Böylece İtilaf Devletleri bu ilkelerin ulusun isteği olduğunu bilecek ve daha büyük önemle göz önünde tutacaktır."

Bu genelgemden beş gün sonra, yani 8 Haziran 1919 günü Harbiye Nâzırı beni İstanbul'a çağırıyordu; ben de Genelkurmay Başkanı Cevat Paşa'yla saptamış olduğumuz gizli şifre aracılığıyla, İngilizlerin isteği üzerine çağrıldığımı ögreniyordum.

Artık girişim ve işlemlerimin bir an önce kişisel nitelikten çıkarılarak bütün ulusu temsil edecek bir kurul adına yapılması çok gerekliydi. Bu nedenle Anadolu ve Rumeli'deki ulusal örgütleri birleştirip bir merkezden yönetmek ve onlar adına iş görmek üzere Sivas'ta genel bir ulusal kongre toplamak zamanı gelmişti.

Bu amaçla emir subayım Cevat Abbas Bey'e Haziran gecesi Amasya'da yazdırdığım bildirgenin başlıca noktaları şunlardı:
1- Yurdun bütünlüğü ve ulusun bağımsızlığı tehlikededir.
2- İstanbul'daki hükümet, sorumluluğunun gereklerini yerine getirememektedir. Bu durum, ulusumuzu yok olmuş gösteriyor.
3- Ulusun bağımsızlığını yine ulusun kararlılığı ve direnişi kurtaracaktır.
4- Ulusun haklarını dünyaya duyurmak için, her türlü etki ve denetimden bağımsız bir ulusal kurul kesinlikle gereklidir.
5- Anadolu'nun her bakımdan en güvenli yeri olan Sivas'ta ulusal bir kongrenin toplanmasına karar verilmiştir.
6- Bunun için her sancakta halkın güvenini kazanmış üç delegenin hemen yola çıkarılması gerekmektedir.
7- Doğu illeri adına 10 Temmuz'da Erzurum'da bir kongre toplanacaktır.'

Böylece dört gün önce Trakya'ya bildirmiş olduğum kararı, şimdi Anadolu'ya da bildiriyordum.

Sıvas Kongresine çağrı, sivil ve askeri makamlar yanında İstanbul'da bulunan Abdurrahman Şeref Bey, Ahmet İzzet Paşa, Halide Edip Hanım, Kara Vasıf Bey gibi kişilere de şifreyle gönderildi. Ancak bu kişilere ayrıca genelge niteliğinde bir de mektup yazdım.

Bu mektupta özetle şu noktaları vurguladım:
1. Yalnız toplantı ve gösterilerle büyük amaçlar hiçbir zaman gerçekleştirilemez.
2. Büyük amaçlar ancak doğrudan doğruya ulusun bağrından doğan ortak güce dayanırsa kurtarıcı olur.
3. İstanbul artık Anadolu'ya egemen değil, bağımlı olmak zorundadır.
4. Size düşen özveri pek büyüktür."

Bir haftalık sıkıntılı bir otomobil yolculuğundan sonra 3 Temmuz 1919 günü, halkın ve askerin gerçekten içten gelen gösterileri arasında Erzurum'a vardık. Komutan, vali ve Doğu İlleri Ulusal Haklarını Savunma Derneği Erzurum Şubesi ile görüştüm.

İstanbul hükümetince görevden alınan Erzurum ve Bitlis valileri Münir ve Mazhar Müfit Beyler, bana katılmak üzere Erzurum'da bekliyorlardı. Bu iki vali beyle Onbeşinci Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir Paşa ve yanında bulunan Rauf Bey, eski İzmit Mutasarrıfı Süreyya Bey ve karargâhımdan Kurmay Başkanı Kâzım, Husrev ve Dr. Refik Bey arkadaşlarımla önemli bir görüşme yapmayı uygun gördüm. Kendilerine genel ve özel durumu ve tutulması zorunlu olan davranış yolunu anlattım.

Bu arada en elverişsiz durumları, genel ve kişisel tehlikeleri, her olasılığa karşı göze alınması zorunlu özverileri açıkladım. "Ulusal amaç için ortaya atılacakları yok etmek isteyenler bugün yalnız Saray, İstanbul hükümeti ve yabancılardır; ama bütün halkın aldatılarak bizim karşımıza geçirilebileceğini de gözönünde tutmak gerekir." dedim.

Öne atılacak olanların, her ne olursa olsun amaçtan dönmemeleri, ülkede barınabilecekleri son noktada, son soluklarını verinceye değin amaç uğrunda özveriyi sürdüreceklerine işin başında karar vermeleri gerekir. Yüreklerinde bu gücü duymayanların işe hiç girişmemeleri kuşkusuz daha iyidir. Çünkü hem kendilerini, hem de ulusu aldatmış olurlar.

Ayrıca, söz konusu görev, artık resmi makam ve üniformaya sığınarak el altından yürütülemez. Açıkça ortaya çıkıp ulusun hakları adına yüksek sesle bağırmak ve bütün ulusun bu sese katılmasını sağlamak gerekir. Benim görevden alındığıma ve her türlü sonuçla karşı karşıya bulunduğuma kuşku yoktur. Benimle açıkça işbirliği yapmak, o sonuçları şimdiden kabul etmek demektir.

Ayrıca, söz konusu durumun gerektirdiği adamın ille benim olabileceğim gibi bir iddia da yoktur. Yalnız, her halde bu ülke çocuklarından birinin ortaya atılması zorunlu olmuştur. Benden başka bir arkadaş da düşünülebilir. Yeter ki o arkadaş, bugünkü durumun kendisinden istediği yolda davranmayı kabul etsin" dedim. Hemen gelişigüzel bir karar almak uygun olmayacağından, bir süre düşünüp özel konuşmalar yapılabilmesi için görüşmelere son verdiğimi bildirdim. 

Yeniden toplandığımızda, arkadaşlar işin başında benim bulunmamı istediler. Ben, görevden ve askerlikten ayrıldıktan sonra da, tıpkı şimdiye kadar olduğu gibi üst komutanmışım gibi buyruklarımın yerine getirilmesinin başarı için temel koşul olduğunu belirttim. Bu da tam olarak benimsenip onaylandıktan sonra toplantıya son verildi.

Erzurum'a varışımın ilk günlerinde Kongre'nin toplanmasını sağlayacak önlemleri almaya önem verildi. Sonunda on üç günlük gecikme ile yeterli delegenin toplanması başarıldı.

Biz bu işlerle uğraşırken, İstanbul'da Harbiye Nâzırlığı ve Padişah İstanbul'a dönmemi sağlamaya çalışıyordu. "Gelemem!" dedim.

En sonunda, 8/9 Temmuz gecesi, Sarayla açılan bir telgraf başı konuşmasında perde birdenbire kapandı ve bir aydır süren oyun sona erdi. İstanbul o dakikada resmi görevime son verdi; ben de o dakikada, önce Harbiye Nâzırlığına, sonra da Padişah'a, görevimle birlikte askerlik mesleğinden de çekildiğimi bildirdim. Durumu ordulara ve ulusa kendim bildirdim.

Efendiler, Erzurum Kongresinin köklü ve geniş kapsamlı ilke ve kararlarını izninizle belirtmek isterim:

1- Ulusal sınırlar içinde yurt bir bütündür, parçalanamaz.
2- Her türlü yabancı işgal ve karışmasına karşı ulus direniş ve savunmasını bir bütün olarak yapacaktır.
3- Osmanlı hükümetinin yurdu ve bağımsızlığı korumaya gücü yetmezse, bu amacı gerçekleştirmek için geçici bir hükümet kurulacaktır.
4- Ulusal güçleri etken ve ulusal iradeyi egemen kılmak temel ilkedir.
5- Hristiyan azınlıklara siyasal üstünlük ve toplumsal dengemizi bozacak ayrıcalıklar verilemez.
6- Yabacı devletlerin güdümü ve koruyuculuğu kabul olunamaz.
7- Millet Meclisinin hemen toplanmasını ve hükümet işlerinin Meclisin denetiminde yürütülmesini sağlamak için çalışılacaktır.

Bu ilke ve kararlar, temel nitelikleri hiç değiştirilmeksizin uygulanabilmiştir.

Sivas Kongre'sinin gündeminde, Erzurum Kongre'si tüzük ve bildirisinin, bir de bizden önce Sivas'a gelen yirmibeş kadar üyece düzenlenmiş bir önerinin görüşülmesi vardı.

Erzurum Kongresi Tüzüğünü görüşerek hemen sonuca bağladık. Çünkü bu tüzükte yapılacak değişiklikleri önceden görüşmüş ve üyelerden gerekli olanları aydınlatmıştık. 8 Eylül günü de az önce sözünü ettiğim öneri üzerinde konuşuldu. Bu öneride başlıca Amerikan güdümü söz konusu ediliyordu.

Efendiler, Sivas Kongresinde yabancı güdümü üzerine birçok kişi söz aldı.

Vasıf Bey, "Bir kez ilke olarak güdümü kabul edelim de, koşulları üzerinde sonra görüşürüz." diyordu.

Ben Başkanlık yerinden şunları söyledim: "Sanırım bu raporda iki görüş var. Birincisi, devletin iç ve dış bağımsızlığından vazgeçmeyeceği; ikincisi ise devlet ve ulusun dış baskılar karşısında bir yardım ve desteğe gereksinimi olup olmadığı. Herhalde iç ve dış bağımsızlığımızı yitirmek istemiyoruz."

Refet Bey ise, bir yandan "Söz olarak güdüm ile bağımsızlık birbirine engel şeyler değildir" derken, öbür yandan şunları ekliyordu: "Diyelim ki biz içerde ve dışarda tam bir bağımsızlık isteriz. Ama acaba kendi başımıza yapabilecek miyiz? Ondan da önce, acaba bizi kendi başımıza bırakacaklar mı? Her halde bir Amerika kefilliğini kabul etmek zorundayız.

9 Eylül Salı günkü Kongre toplantısında da Rauf Bey söz aldı ve aynen şunları söyledi: Yüce kurulunuz dış yardım ilkesini kabul buyurduysa da, bu yardımı kimden isteyeceğimiz belirtilmedi. Amerika olduğu üstü örtülü olarak anlatılıyorsa da, bence doğrudan doğruya adının söylenmesinde bir sakınca olamaz. Efendiler, pek uzun ve tartışmalı geçen bu yabancı güdümü görüşmeleri, güdüm isteyenleri susturacak ortalama bir çözüm yolu bulunarak bitirildi.

Hem de bu yolu öneren, yine Rauf Bey oldu: "Amerika'da bize karşı yapılmakta olan kötüleyici propagandaların yol açtığı düşünce akımlarını düzeltmek için, her şeyden önce Amerikan Kongresinden ülkemizi inceleyecek ve gerçeği görecek bir kurulu çağırmak." Bu öneri oybirliği ile kabul edildi.

Kongre Başkanlık Kurulunun imzalarıyla bu yolda bir mektup taslağı yazıldığını anımsıyorsam da, mektubun gönderilip gönderilmediğini pek iyi anımsamıyorum. Doğrusu bu mektuba özel bir önem vermiş de değildim.

Efendiler, Sivas Kongresinin hemen tüm süresi boyunca, sinir gerici haberler almaktan geri kalmıyordum. Ancak, aldığım bütün bilgileri olduğu gibi Kongre üyelerine sunmakta yarardan çok sakınca görüyordum.

İstanbul hükümetinin Kongreyi basıp dağıtmak üzere Sivas'a vali atadığı Ali Galip'i etkisiz kıldık ve kaçmak zorunda bıraktık.

Kısa süre sonra da, ulusal direnişi boğmak amacıyla bu hainlikleri yapan İstanbul'daki Damat Ferit hükümetini istifaya mecbur ettik.

About