Öğretmen ve öğrencilere yönelik kitap özetleri, kitap sınavları, kitap soruları ve eğitici hikayeler
Grimm Kardeşler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Grimm Kardeşler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
14 Eylül 2019 Cumartesi
Fakir Balıkçı İle Karısı Masalı - Grimm Kardeşler
Masalın Adı : Fakir Balıkçı İle Karısı Masalı
Masalın Yazarı : Grimm Kardeşler
Vaktiyle bir fakir balıkçı ile karısı vardı. İçinde oturacak evleri bile yoktu. Tarlalarda yaşıyorlardı. Adam yakındaki denizden balık tutuyor, karısı ise ayrık otları ile kazak örüyordu.
Bir ağacın altında ve dalları içinde yaşıyorlar geceleri ise ağacın altında uyuyorlardı. Adam balık tutarsa balık yiyorlardı.
Fakir balıkçı mutluydu. İnsanlar niçin evlerde yaşar, niçin yatakta uyurlar? Bu ağaç benim evim, bu çimenler ve tarlalar benim yatağım ve ben böyle çok mutluyum diye düşünüyordu. Fakat karısı mutlu değildi. Niçin fakir bir balıkçıyla evlendim. "Evimiz yok,yatağımız yok" diye sızlanıyordu.
Balıkçı o gün de denize balık avlamaya gitti. Adam yola koyulmuş ve deniz kenarına oturup balık tutmak için uğraşamaya başlamıştı. Fakat o gün akşama kadar balık tuttamadı. Hiç balık tutamazsa o gün aç yatacaklardı. Balıkçı çok yorulmuş ve uğraşmış ama hiç balık tutamamıştı. Kalkıp gitmek üzereyekn oltasına bir balık gelmişti . Ama balık hem büyük hem de altın bir balıktı. Bu güzel balığı görünce karım memnun olacak diye düşündü. Balıkçı onu oltadan çıkarırken,
- İyi Adam, beni öldürme. Ben küçük bir balığım daha da büyüyyeceğim. Hem sen herhalde konuşan bir balığı yemezsin değil mi? Beni tekrar denizin içine koy diye seslendi.
Balıkçı duyduklarına inanamadı. Konuşabilen bir balığı öldüremem diye düşündü. Konuşan bir balığı yemek istemedi ve onu denize attı. Balıkçı eli boş bir şeklide karısıyla yaşadığı ağacın yanına geldi. Balığı yoktu. Bu yüzden yiyecek yemekleri yoktu. Karısı neden balık getirmediğini sordu. Balıkçı ise başından geçenleri karısına anlattı. Karısı;
- Sen aptalın tekisin o bir balık değildi. O bir büyücüydü. Balıkçı ise;
- Onun bir sihirbaz olup olmadığını bilmiyorum dedi. Balık bir sihirbaz olduğunu söylemedi. Balıkçının karısı;
- Konuşabilen bir balık sihirbazdır. O balık değildi. O bir sihirbazdı dedi. Sen git o balıktan bize küçük bir kulübe iste dedi.
Ertesi gün , balıkçı tekrar denize gitti. Taşın üstünde durdu ve bağırdı.
"Denizler adamı , denizler adamı diye seslendi. O zaman balık başını sudan dışarı çıkardı.ve ona sordu "Ne istiyorsun".
Balıkçı; Ben hiçbir şey istemiyorum dedi . Fakat karım bir kulübede oturmak istiyor dedi.
Balık "Karına dön" dedi. "Onu küçük bir bir kulübede bulacaksın".
Balıkçı ağacına döndü. Ağaca yakın bir kulübe gördü. O yeni küçük ama güzel bir kulübeydi.
İki güzel pencersi ve güzel bir kapısı, arkada güzel çiçeklerle dolu güzel bir bahçesi vardı. Kulübeye yakın tavuklarla dolu küçük bir tarla vardı.
Balıkçı kulübenin içine girdi. Kulübenin içinde küçük bir oda ve küçük bir penceresi vardı. Pencereden güneş ışığı giriyordu ve oda ışık doluydu. Karısı masada oturuyordu. Balıkçı "Şimdi mutlu olmalısın" diye karısına sordu. Karısı,”Güzel bir kulübe" dedi. Birkaç gün için balıkçının karısı mutluydu.
Bir kaç hatfa böyle geçti. Fakir balıkçı ve karısı mutluydu. Fakat bir kaç hafta sonra karısı ona.
"Bu küçük kulübede mutlu değilim. Tavuklar odamda koşuyorlar. Biz daha güzel bir evde yaşamalıyız. Sen o balığa git ve bizim için bir ev iste" dedi.
Balıkçı denize gitti. Taşın üstünde durdu ve bağırdı.
"Denizler adamı ! Denizler adamı ".
Balık başını sudan çıkardı ve sordu."Ne istiyorsun".
Balıkçı, "Ben bir şey istemiyorum. Fakat karım bir ev istiyor".
Balık "Karına dön. Onu bir evin içinde bulacaksın" dedi
Balıkçı kulübesine döndü. Kulübenin olduğu yerde bir ev gördü. Taştan yapılmış çok güzel bir evdi.
Kapının yanında güller vardı. Evin yanında güzel bir bahçe vardı. Bahçe kırmızı ve mavi çiçeklerle doluydu. Evin önde bir ve yanda bir iki kapısı vardı. Önde altı pencere arkasında da altı pencere vardı.
Balıkçı, karısını evin içinde buldu. "Şimdi güzel bir evin var. Mutlu olmalısın" dedi.
Karısı, evin dışı güzel, fakat içerdeki odalar çok büyük değil. Ama çok güzel bir ev diye cevap verdi.
Birkaç gün için balıkçının karısı mutluydu. Fakat bir kaç gün geçtikten sonra kocasına döndü. "Güzel bir evde yaşıyoruz. Fakat sen bir balıkçısın ve ben bir balıkçının karısıyım. Kimse bizi görmeye gelmiyor. Sokakta kimse benimle konuşmuyor. Biz daha zengin ve saygın olmalıyız" dedi.
Balıkçı "Ne istiyorsun" diye sordu. Karısı ona "Senin kral olmanı istiyorum. O zaman da ben kraliçe olacağım.Büyük bir evde yaşayacağız. Hizmetçilerimiz uşaklarımız olacak . Ne dersek yapacaklar."
Balıkçı , "Bir kral olmak istemiyorum. Bir balıkçı olmak ve tarlalarda yaşamak istiyorum". diye cevap verdi. Karısı,"Fakat ben bir kraliçe olmak istiyorum. Git o balığa söyle sen kral olmayacaksan da ben kraliçe olayım dedi.
Balıkçı denize gitti. Taşın üzerine oturdu ve. "Denizler adamı denizler adamı diye bağırdı.
O zaman balık başını sudan dışarı çıkardı ve "Şimdi ne istiyorsun".
Balıkçı , "Ben bir şey istemiyorum". "Fakat karım onu bir kraliçe yapmanı istiyor" dedi.
Balık,"Onu bir kraliçe yapacağım. Geri dön. Onu bir kraliçe olarak bulacaksın" dedi.
Balıkçı geri gitti. Büyük bir saray buldu. Kapıda uşaklar vardı. İki uşak balıkçıyı sarayın içine götürdü. Karısı orada oturuyordu. Bir kraliçenin elbiselerine sahipti. Balıkçı ,"Şimdi mutlu olmalısın" dedi. "Bir kraliçesin. Bu büyük eve ve bütün bu uşaklara sahipsin."
Karısı birkaç gün için mutluydu. Güneş vardı. Bahçeye gitti ve kırmızı ceketli uşaklar onunla gittiler. Bahçede dolaştılar. Sonra konukları geldi. Onları ağırladılar. Kadın bir kaç gün çok mutlu olmuştu. Fakat sonradan yağmurlar yağmaya başladı. Havalar kapandı günlerce yağmur yağdı. Güneş yoktu. Kadın bahçeye gidemedi. O zaman balıkçının karısı, "Ben bir kraliçeyim. Bu yağmuru istemiyorum. Güneşi istiyorum." dedi sonra balıkçıya dönerek “Git, balıktan beni güneşin ve yağmurların da kraliçesi yapmasını iste. O vakit istediğim zaman güneşe ve yağmurlara da hükmedebilirim. Dilediğim zaman yağmur yağdırır. Dilediğim zaman da güneşi açtırırım."
"Balıkçı denize gitti. Taşın üstünde durdu ve. "Denizin adamı, bana gel" dedi. O zaman balık başını sudan dışarı çıkardı ve. "Şimdi ne istiyorsun". "Konuş!" dedi.
Balıkçı, "Ben bir şey istemiyorum ana karım güneşin ve yağmurların da kraliçesi olmak istiyor.
Balık, "Senin karın asla mutlu olmayacak. Sen evine dön, tekrar tarlalarda yatacak o ağacın atında uyuyacaksınız dedi."
Balıkçı geriye döndü. Büyük ev ve bahçeler orada değildi. Karısı bir ağacın dibinde oturuyordu.
Yağmur yoktu. Tarlalarda çiçekler ve güneş ışığı vardı. Karısı "Bütün bu uşaklardan uzak olmak iyi. Gökte parlayan güneşe bak. Şimdi mutluyum" dedi.
Parmak Çocuk Masalı - Grimm Kardeşler
Masalın Adı : Parmak Çocuk
Masalın Yazarı : Grimm Kardeşler
Bir zamanlar bir köylü vardı. Akşamları ocak başında oturup ateşi karıştırırken karısı da karşında iplik çekerdi.
Bir gün adam, "Ne yazık ki çocuğumuz olmadı! Evimiz çok sakin, başka evlerse cıvıl cıvıl" dedi.
"Evet" diyen kadın içini çekti. "Hiç değilse bir tane olsaydı! Parmak kadar ufak olsa bile sevinirdik ve bağrımıza basardık!"
Derken günün birinde kadın yedi aylık bir çocuk doğurdu. Bebeğin tüm uzuvları normaldi, ama kendisi başparmak kadar küçücüktü.
"İsteğimiz gerçekleşti, biz onu çok seveceğiz!" dediler ve adını da Başparmak koydular. Yiyeceğini hiç eksik etmedikleri halde çocuk bir türlü büyümedi, doğumunda nasılsa öyle kaldı; ama çok zeki ve becerikli bir çocuk oldu, neye el atsa başarılıydı.
Köylü bir gün ormana gitmeye karar verdi; odun kesecekti. "Keşke bana arabayı getirecek biri olsaydı!" diye söylendi.
"Ben sana arabayı getiririm baba, hiç merak etme; istediğin zamanda ormanda olacak!" dedi Başparmak.
Adam gülerek "Sen bunu nasıl yaparsın? Çok küçüksün, atı dizgininden tutup süremezsin ki!" dedi.
"Merak etme, annem arabayı koşsun yeter! Ben atın kulağına oturup ona neler yapması gerektiğini fısıldayacağım" dedi oğlan.
Vakit geldiğinde annesi arabayı koştu ve Başparmak'ı atın kulağına oturttu. Oğlan ata "Deeeh!" diyerek neler yapması gerektiğini söyledi. Arabayı ustaca kullanarak doğru yoldan ormana vardı.
Tam ormana giriş yolunda oğlan iki tane yabancı adamın geldiğini görünce "Brrr!" dedi.
"Bu da ne? Tek başına giden bir araba ve de ata emir veren bir ses? Ama ortada başka kimse görünmüyor" dedi adamlardan biri.
"Burası tekinsiz bir yer" dedi diğeri ve ekledi: "Arabanın peşinden gidelim, bakalım nerede duracak?"
Araba dosdoğru ormana daldı ve odunların yığıldığı yere vardı. Başparmak babasını görünce seslendi: "Gördün mü baba, arabayı getirdim işte! Şimdi beni aşağıya indir!"
Babası sol eliyle atı tutarken bir saman çöpüne oturmuş oğlunu da sağ eliyle atın kulağından aşağı indirdi. Yabancı adamlar bu mucize karşısında ne diyeceklerini bilemedi.
Biri diğerini kenara çekerek, "Dinle, bu ufaklık bize şans getirebilir. Onu alıp büyük şehirlerde para karşılığında halka gösteririz. Onu babasından satın alalım" dedi.
Adamın yanına vararak, "Şu ufaklığı bize sat, yanımızda rahat eder" dediler.
"Olmaz" dedi adam. "O benim canım ciğerim. Dünyanın altınını verseniz değişmem!"
Bu pazarlığı işiten Başparmak babasının cebinden çıkarak kulağına, "Baba, beni onlara ver, ben nasıl olsa geri dönerim" diye fısıldadı.
Babası onu iyi bir para karşılığında adamlara sattı. Adamlar oğlana "Nereye oturmak istersin?" diye sordular.
"Beni şapkanızın kenarlığına oturtun, arada sırada oradan aşağı iner, etrafa bakınır ve dolaşırım; merak etmeyin, düşmem" dedi Başparmak.
İsteğini yerine getirdiler ve oğlan babasıyla vedalaştıktan sonra onlarla gitti.
Akşam oluncaya kadar yol aldılar. Derken "Beni yere indirin, çişim geldi" dedi oğlan.
"Otur oturduğun yerde, işe istersen, bana vız gelir. Ara sıra kuşlar da ediyor başıma" diye cevap verdi onu şapkasında taşıyan adam.
"Olmaz!" dedi oğlan. "Ben terbiyesiz değilim. Hemen yere beni indirin!"
Adam şapkasını çıkararak Başparmak'ı yol kenarındaki hendeğe bıraktı. O hemen bulunduğu yerden sıçrayarak tarlaya daldı ve birden arayıp bulduğu bir fare yuvasına giriverdi.
"İyi akşamlar, beyler, yolunuza bensiz devam edin" diye adamlara seslenerek güldü.
Adamlar sopalarla fare yuvasını eşeledi, ama bunun bir yararı olmadı. Başparmak yuvanın derinliklerine kaçtı. Derken akşam oldu ve adamlar öfkeyle, ama elleri boş olarak yola koyuldu.
Onların gittiğini fark eden Başparmak yuvadan dışarı çıktı. "Karanlıkta tarlada dolaşmak tehlikeli, kolayca bacağımı kırabilirim" diye söylendi.
Aniden ayağı bir salyangoz kabuğuna çarptı. "Hele şükür, geceyi burada geçirebilirim!" diyerek kabuğun içine yerleşti. Tam uyuyacağı sırada önünden geçen iki adamın sesini duydu.
"Şu zengin papazın altın ve gümüş takımlarını nasıl çal- sak?" dedi biri.
"Ben sana söyleyeyim" diye lafa karıştı Başparmak.
İkinci hırsız çok korktu ve "Neydi bu? Biri konuştu!" dedi.
Durup dinlediler. Başparmak yine konuştu: "Beni yanınıza alın, size yardım edeyim!"
"Nerdesin sen?"
"İyice yere bak, sesin nereden geldiğini bulursun" diye cevap verdi Başparmak.
Hırsızlar sonunda onu bularak havaya kaldırdılar. "Seni gidi bacaksız, bize nasıl yardım edeceksin ki?" dediler.
"Bakın" dedi ufaklık, "Ben papazın odasına demir parmaklıkların arasından girerim ve içerden ne isterseniz onu size uzatıp veririm."
"Hadi bakalım, göster marifetini!" dediler.
Papazın evine vardıklarında Başparmak odaya girdi, sonra da var gücüyle, "Burada ne isterseniz var!" diye haykırdı.
Hırsızlar irkildi. "Yavaş konuşsana, herkesi uyandıracaksın!" dediler.
Ama Başparmak onları anlamamış gibi davranarak yeniden "Ne istiyorsunuz? Buradakilerin hepsini mi istiyorsunuz?" diye bağırdı.
Yan odada yatan aşçı kadın bunu duyunca uyanarak kulak kabarttı. Hırsızlar korkudan biraz geri çekildiler, ama daha sonra cesareti ele alarak, "Bu ufaklık bizi ele vermek istiyor" diyerek geri geldiler. Oğlanın kulağına, "Hadi artık ciddi ol da içeridekileri bize ver" diye fısıldadılar.
Başparmak bu kez de tüm gücüyle, "Hepsini vereceğim, uzatın ellerinizi" diye haykırdı.
Bunu duyan aşçı kadın tökezleye tökezleye kapıya geldi. Hırsızlar peşlerine avcı düşmüş gibi oradan kaçıverdiler. Ama aşçı kadın bir şey fark etmemişçesine mum yaktı. O gelirken Başparmak hiç görünmeden kendisini dışarıya, samanlığa attı. Aşçı kadın her köşeyi arayıp kimseyi bulamayınca tekrar gidip yatağına yattı ve gözü açık rüya görmüş olduğuna inandı.
Başparmak saman çöpüne tırmanarak yatacak yerini hazırladı; ertesi sabaha kadar uyuyacak, sonra da anne ve babasının yanma dönecekti. Ne var ki, başına başka işler geldi!
Yaa, bu dünyada zahmetsiz iş yok ki!
Gün ağarırken aşçı kadın hayvanlara yem vermek için yatağından kalktı. Doğruca samanlığa gitti, içinde Başparmak'm da yatıp uyuduğu bir kucak dolusu saman aldı. Oğlan öyle derin bir uykuya dalmıştı ki, olanların farkına varmadı. Uyandığında kendini geviş getiren bir ineğin ağzında buldu.
"Eyvah, değirmene girdim!" diye hayıflandı, ama sonra nerede olduğunu anladı. Hayvanın dişleri arasına girip çiğnenmemek için dikkat etmeliydi; yine de midesine yuvarlanmaktan kurtulamadı. "Burada da hiç pencere yokmuş, hiç gün ışığı girmiyor" diye söylendi.
Bulunduğu yer hiç hoşuna gitmedi, durmadan yeni samanlar geldiği için sıkıştıkça sıkıştı. Korkudan avazı çıktığı kadar bağırdı: "Taze yem atmayın bana! Taze yem atmayın bana!"
O sırada aşçı kadın ineği sağmaktaydı; birinin konuştuğunu ve ortada kimsenin olmadığını, bu sesin de dün geceki sesin aynısı olduğunu fark edince öylesine korktu ki, iskemlesinden kayarak sütü yere döktü. Büyük bir korkuya kapılarak efendisinin yanına koştu. "Aman Tanrım, papaz efendi, inek konuştu!" diye haykırdı.
"Sen çıldırmışsın!" diye cevap veren papaz, neler olup bitiyor diye samanlığa kendi gitti.
Daha içeriye bir adım atmıştı ki, Başparmak yeniden "Bana taze yem atmayın! Bana taze yem atmayın!" diye haykırmaya başladı.
Bu kez papaz da öyle korktu ki, ineği cin çarptığını ve bu yüzden öldürülmesi gerektiğini söyledi.
İneği kestiler, ama içinde Başparmak'ın bulunduğu midesini çöpe attılar. Başparmak çalışıp çabalayarak kendisine bir yer açtı; ama tam başını dışarı çıkarmışken başına yeni bir bela geldi; aç bir kurt yaklaşarak mideyi olduğu gibi yuttu. Başparmak cesaretini kaybetmedi.
"Belki kurt anlaşmaya yanaşır" diye düşündü ve onun midesinden seslendi: "Kurt kardeş, sana göre güzel bir yiyecek biliyorum."
"Neredeymiş o?"
"Falanca çıkmaza girdin mi birinci değil, ikinci ev. Orada pastalar, yağlı butlar ve sucuklar bulacaksın; ye yiyebildiğin kadar" diyerek babasının evini tarif etti.
Kurt bir denileni iki etmedi, o gece doğruca o çıkmaz sokağa giderek evi buldu ve ambarda ne bulduysa mideye indirdi. İyice doyunca çekip gitmek istedi, ama karnı o kadar şişmişti ki, bulunduğu yerden dışarı çıkamadı.
Başparmak da bunu hesap etmişti. Başladı kurdun midesinde hoplayıp tepinmeye; elinden geldiğince bağırdı çağırdı.
"Sussana be!" dedi kurt, "Milleti uyandıracaksın!"
"Bana ne!" dedi ufaklık. "Sen her şeyi mideye indirdin, bırak da şimdi ben biraz eğleneyim."
Başladı yine var gücüyle bağırıp haykırmaya. Bu gürültüden annesiyle babası uyanarak ambara koştular, kapı aralığından baktılar. Orada kurdu görünce kaçtılar; adam bir balta, karısı da bir tırpan aldı.
Tekrar ambara girerlerken, "Sen arkamda dur!" dedi adam. "Ben ona baltayla vuracağım, ölmezse sen tırpanla vur ve karnını deş."
Başparmak babasının sesini duyunca seslendi: "Babacığım, ben buradayım, kurdun karnında!"
Babası sevinçle "Tanrı'ya şükürler olsun! Oğlanı bulduk" diyerek çocuğa zarar vermesin diye karısına tırpanı elinden bırakmasını işaret etti. Sonra yaradana sığınarak baltayla kafasına vurup kurdu öldürdü; karı koca bıçak ve makasla hayvanın midesini kesip Başparmak'ı oradan çıkardılar.
"Ah, seni o kadar merak ettik ki!" dedi babası.
"Evet baba, başıma neler gelmedi ki! Neyse ki şimdi yine temiz bir hava soluyorum!"
"Bugüne kadar nerelerdeydin?"
"Sorma baba, önce bir fare yuvasındaydım, sonra bir ineğin işkembesine girdim, daha sonra da bir kurdun midesine. Artık sizlerden ayrılmayacağım!"
"Biz de seni dünyanın altınına değişmeyeceğiz!" diyen anne ve babası, Başparmak'ı kucaklayıp öptüler. Ona bol bol yiyecek içecek verdiler ve yeni giysiler diktiler, çünkü eskisi bir hayli yıpranmıştı.
Masalın Yazarı : Grimm Kardeşler
Bir zamanlar bir köylü vardı. Akşamları ocak başında oturup ateşi karıştırırken karısı da karşında iplik çekerdi.
Bir gün adam, "Ne yazık ki çocuğumuz olmadı! Evimiz çok sakin, başka evlerse cıvıl cıvıl" dedi.
"Evet" diyen kadın içini çekti. "Hiç değilse bir tane olsaydı! Parmak kadar ufak olsa bile sevinirdik ve bağrımıza basardık!"
Derken günün birinde kadın yedi aylık bir çocuk doğurdu. Bebeğin tüm uzuvları normaldi, ama kendisi başparmak kadar küçücüktü.
"İsteğimiz gerçekleşti, biz onu çok seveceğiz!" dediler ve adını da Başparmak koydular. Yiyeceğini hiç eksik etmedikleri halde çocuk bir türlü büyümedi, doğumunda nasılsa öyle kaldı; ama çok zeki ve becerikli bir çocuk oldu, neye el atsa başarılıydı.
Köylü bir gün ormana gitmeye karar verdi; odun kesecekti. "Keşke bana arabayı getirecek biri olsaydı!" diye söylendi.
"Ben sana arabayı getiririm baba, hiç merak etme; istediğin zamanda ormanda olacak!" dedi Başparmak.
Adam gülerek "Sen bunu nasıl yaparsın? Çok küçüksün, atı dizgininden tutup süremezsin ki!" dedi.
"Merak etme, annem arabayı koşsun yeter! Ben atın kulağına oturup ona neler yapması gerektiğini fısıldayacağım" dedi oğlan.
Vakit geldiğinde annesi arabayı koştu ve Başparmak'ı atın kulağına oturttu. Oğlan ata "Deeeh!" diyerek neler yapması gerektiğini söyledi. Arabayı ustaca kullanarak doğru yoldan ormana vardı.
Tam ormana giriş yolunda oğlan iki tane yabancı adamın geldiğini görünce "Brrr!" dedi.
"Bu da ne? Tek başına giden bir araba ve de ata emir veren bir ses? Ama ortada başka kimse görünmüyor" dedi adamlardan biri.
"Burası tekinsiz bir yer" dedi diğeri ve ekledi: "Arabanın peşinden gidelim, bakalım nerede duracak?"
Araba dosdoğru ormana daldı ve odunların yığıldığı yere vardı. Başparmak babasını görünce seslendi: "Gördün mü baba, arabayı getirdim işte! Şimdi beni aşağıya indir!"
Babası sol eliyle atı tutarken bir saman çöpüne oturmuş oğlunu da sağ eliyle atın kulağından aşağı indirdi. Yabancı adamlar bu mucize karşısında ne diyeceklerini bilemedi.
Biri diğerini kenara çekerek, "Dinle, bu ufaklık bize şans getirebilir. Onu alıp büyük şehirlerde para karşılığında halka gösteririz. Onu babasından satın alalım" dedi.
Adamın yanına vararak, "Şu ufaklığı bize sat, yanımızda rahat eder" dediler.
"Olmaz" dedi adam. "O benim canım ciğerim. Dünyanın altınını verseniz değişmem!"
Bu pazarlığı işiten Başparmak babasının cebinden çıkarak kulağına, "Baba, beni onlara ver, ben nasıl olsa geri dönerim" diye fısıldadı.
Babası onu iyi bir para karşılığında adamlara sattı. Adamlar oğlana "Nereye oturmak istersin?" diye sordular.
"Beni şapkanızın kenarlığına oturtun, arada sırada oradan aşağı iner, etrafa bakınır ve dolaşırım; merak etmeyin, düşmem" dedi Başparmak.
İsteğini yerine getirdiler ve oğlan babasıyla vedalaştıktan sonra onlarla gitti.
Akşam oluncaya kadar yol aldılar. Derken "Beni yere indirin, çişim geldi" dedi oğlan.
"Otur oturduğun yerde, işe istersen, bana vız gelir. Ara sıra kuşlar da ediyor başıma" diye cevap verdi onu şapkasında taşıyan adam.
"Olmaz!" dedi oğlan. "Ben terbiyesiz değilim. Hemen yere beni indirin!"
Adam şapkasını çıkararak Başparmak'ı yol kenarındaki hendeğe bıraktı. O hemen bulunduğu yerden sıçrayarak tarlaya daldı ve birden arayıp bulduğu bir fare yuvasına giriverdi.
"İyi akşamlar, beyler, yolunuza bensiz devam edin" diye adamlara seslenerek güldü.
Adamlar sopalarla fare yuvasını eşeledi, ama bunun bir yararı olmadı. Başparmak yuvanın derinliklerine kaçtı. Derken akşam oldu ve adamlar öfkeyle, ama elleri boş olarak yola koyuldu.
Onların gittiğini fark eden Başparmak yuvadan dışarı çıktı. "Karanlıkta tarlada dolaşmak tehlikeli, kolayca bacağımı kırabilirim" diye söylendi.
Aniden ayağı bir salyangoz kabuğuna çarptı. "Hele şükür, geceyi burada geçirebilirim!" diyerek kabuğun içine yerleşti. Tam uyuyacağı sırada önünden geçen iki adamın sesini duydu.
"Şu zengin papazın altın ve gümüş takımlarını nasıl çal- sak?" dedi biri.
"Ben sana söyleyeyim" diye lafa karıştı Başparmak.
İkinci hırsız çok korktu ve "Neydi bu? Biri konuştu!" dedi.
Durup dinlediler. Başparmak yine konuştu: "Beni yanınıza alın, size yardım edeyim!"
"Nerdesin sen?"
"İyice yere bak, sesin nereden geldiğini bulursun" diye cevap verdi Başparmak.
Hırsızlar sonunda onu bularak havaya kaldırdılar. "Seni gidi bacaksız, bize nasıl yardım edeceksin ki?" dediler.
"Bakın" dedi ufaklık, "Ben papazın odasına demir parmaklıkların arasından girerim ve içerden ne isterseniz onu size uzatıp veririm."
"Hadi bakalım, göster marifetini!" dediler.
Papazın evine vardıklarında Başparmak odaya girdi, sonra da var gücüyle, "Burada ne isterseniz var!" diye haykırdı.
Hırsızlar irkildi. "Yavaş konuşsana, herkesi uyandıracaksın!" dediler.
Ama Başparmak onları anlamamış gibi davranarak yeniden "Ne istiyorsunuz? Buradakilerin hepsini mi istiyorsunuz?" diye bağırdı.
Yan odada yatan aşçı kadın bunu duyunca uyanarak kulak kabarttı. Hırsızlar korkudan biraz geri çekildiler, ama daha sonra cesareti ele alarak, "Bu ufaklık bizi ele vermek istiyor" diyerek geri geldiler. Oğlanın kulağına, "Hadi artık ciddi ol da içeridekileri bize ver" diye fısıldadılar.
Başparmak bu kez de tüm gücüyle, "Hepsini vereceğim, uzatın ellerinizi" diye haykırdı.
Bunu duyan aşçı kadın tökezleye tökezleye kapıya geldi. Hırsızlar peşlerine avcı düşmüş gibi oradan kaçıverdiler. Ama aşçı kadın bir şey fark etmemişçesine mum yaktı. O gelirken Başparmak hiç görünmeden kendisini dışarıya, samanlığa attı. Aşçı kadın her köşeyi arayıp kimseyi bulamayınca tekrar gidip yatağına yattı ve gözü açık rüya görmüş olduğuna inandı.
Başparmak saman çöpüne tırmanarak yatacak yerini hazırladı; ertesi sabaha kadar uyuyacak, sonra da anne ve babasının yanma dönecekti. Ne var ki, başına başka işler geldi!
Yaa, bu dünyada zahmetsiz iş yok ki!
Gün ağarırken aşçı kadın hayvanlara yem vermek için yatağından kalktı. Doğruca samanlığa gitti, içinde Başparmak'm da yatıp uyuduğu bir kucak dolusu saman aldı. Oğlan öyle derin bir uykuya dalmıştı ki, olanların farkına varmadı. Uyandığında kendini geviş getiren bir ineğin ağzında buldu.
"Eyvah, değirmene girdim!" diye hayıflandı, ama sonra nerede olduğunu anladı. Hayvanın dişleri arasına girip çiğnenmemek için dikkat etmeliydi; yine de midesine yuvarlanmaktan kurtulamadı. "Burada da hiç pencere yokmuş, hiç gün ışığı girmiyor" diye söylendi.
Bulunduğu yer hiç hoşuna gitmedi, durmadan yeni samanlar geldiği için sıkıştıkça sıkıştı. Korkudan avazı çıktığı kadar bağırdı: "Taze yem atmayın bana! Taze yem atmayın bana!"
O sırada aşçı kadın ineği sağmaktaydı; birinin konuştuğunu ve ortada kimsenin olmadığını, bu sesin de dün geceki sesin aynısı olduğunu fark edince öylesine korktu ki, iskemlesinden kayarak sütü yere döktü. Büyük bir korkuya kapılarak efendisinin yanına koştu. "Aman Tanrım, papaz efendi, inek konuştu!" diye haykırdı.
"Sen çıldırmışsın!" diye cevap veren papaz, neler olup bitiyor diye samanlığa kendi gitti.
Daha içeriye bir adım atmıştı ki, Başparmak yeniden "Bana taze yem atmayın! Bana taze yem atmayın!" diye haykırmaya başladı.
Bu kez papaz da öyle korktu ki, ineği cin çarptığını ve bu yüzden öldürülmesi gerektiğini söyledi.
İneği kestiler, ama içinde Başparmak'ın bulunduğu midesini çöpe attılar. Başparmak çalışıp çabalayarak kendisine bir yer açtı; ama tam başını dışarı çıkarmışken başına yeni bir bela geldi; aç bir kurt yaklaşarak mideyi olduğu gibi yuttu. Başparmak cesaretini kaybetmedi.
"Belki kurt anlaşmaya yanaşır" diye düşündü ve onun midesinden seslendi: "Kurt kardeş, sana göre güzel bir yiyecek biliyorum."
"Neredeymiş o?"
"Falanca çıkmaza girdin mi birinci değil, ikinci ev. Orada pastalar, yağlı butlar ve sucuklar bulacaksın; ye yiyebildiğin kadar" diyerek babasının evini tarif etti.
Kurt bir denileni iki etmedi, o gece doğruca o çıkmaz sokağa giderek evi buldu ve ambarda ne bulduysa mideye indirdi. İyice doyunca çekip gitmek istedi, ama karnı o kadar şişmişti ki, bulunduğu yerden dışarı çıkamadı.
Başparmak da bunu hesap etmişti. Başladı kurdun midesinde hoplayıp tepinmeye; elinden geldiğince bağırdı çağırdı.
"Sussana be!" dedi kurt, "Milleti uyandıracaksın!"
"Bana ne!" dedi ufaklık. "Sen her şeyi mideye indirdin, bırak da şimdi ben biraz eğleneyim."
Başladı yine var gücüyle bağırıp haykırmaya. Bu gürültüden annesiyle babası uyanarak ambara koştular, kapı aralığından baktılar. Orada kurdu görünce kaçtılar; adam bir balta, karısı da bir tırpan aldı.
Tekrar ambara girerlerken, "Sen arkamda dur!" dedi adam. "Ben ona baltayla vuracağım, ölmezse sen tırpanla vur ve karnını deş."
Başparmak babasının sesini duyunca seslendi: "Babacığım, ben buradayım, kurdun karnında!"
Babası sevinçle "Tanrı'ya şükürler olsun! Oğlanı bulduk" diyerek çocuğa zarar vermesin diye karısına tırpanı elinden bırakmasını işaret etti. Sonra yaradana sığınarak baltayla kafasına vurup kurdu öldürdü; karı koca bıçak ve makasla hayvanın midesini kesip Başparmak'ı oradan çıkardılar.
"Ah, seni o kadar merak ettik ki!" dedi babası.
"Evet baba, başıma neler gelmedi ki! Neyse ki şimdi yine temiz bir hava soluyorum!"
"Bugüne kadar nerelerdeydin?"
"Sorma baba, önce bir fare yuvasındaydım, sonra bir ineğin işkembesine girdim, daha sonra da bir kurdun midesine. Artık sizlerden ayrılmayacağım!"
"Biz de seni dünyanın altınına değişmeyeceğiz!" diyen anne ve babası, Başparmak'ı kucaklayıp öptüler. Ona bol bol yiyecek içecek verdiler ve yeni giysiler diktiler, çünkü eskisi bir hayli yıpranmıştı.
Cesur Terzi Masalı - Grimm Kardeşler
Masalın Adı : Cesur Terzi
Masalın Yazarı : Grimm Kardeşler
Bir yaz sabahı bir terzi pencere önündeki masasının başına geçmiş, büyük bir keyifle harıl harıl dikiş dikmekteydi. Bu sırada kapı önünden geçmekte olan bir köylü kadın "Satılık reçellerim var! Satılık reçellerim var!" diye seslendi.
Bu ses terzinin kulağına hoş geldi ve başını pencereden çıkararak "Buraya gel hanım, satışı burada yap" dedi.
Kadın ağır yüküyle üç merdiven yukarı çıkarak terzinin yanma vardı ve tüm kavanozları yere serdi. Adam hepsine baktı, eliyle tarttı, kokladı ve sonunda, "Bu iyiye benziyor; bana yüz gram tartsana, yüz elli de olsa olur" dedi.
İyi bir satış yapacağını uman kadın reçeli verdi, ama çok bozulmuştu. Öfkeyle homurdanarak oradan uzaklaştı.
Terzi, "Bu reçel şifalı olmalı, bana güç verecektir" diye düşündü. Reçeli bir somun ekmeğe sürdükten sonra, "Böyle daha tatlı olacak, ama yemeden önce şu ceketi bitireyim" diye düşündü.
Ekmeği yanına koyarak dikişe devam etti; her iğne atışında daha da keyifleniyordu.
Bu arada reçelin kokusu yükseldi; bu kokuya bir sürü sinek üşüştü ve duvarda adeta bir sinek grubu oluştu.
Terzi, "Sizleri kim davet etti!" diyerek bu beklenmedik misafirleri kovaladı. Ama onlar laftan anlamadığı için yine reçele kondu; sinek sürüsü daha da büyümüştü. Terzinin sabrı tükendi, yerinden kalkarak eline bir havlu aldı. "Şimdi görürsünüz gününüzü!" diyerek acımasızca sineklere vurdu. Öldürdüğü en az yedi sinek, terzinin önünde bacaklarını uzatmış, ölü yatıyordu şimdi.
"Yaman adammışım!" diye mırıldanarak kendi cesaretine hayran kaldı.
"Bunu bütün şehir duymalı!" diyerek bir kayış hazırladı ve "Bir vuruşta yedisi birden!" diye yazdı, daha doğrusu dikti kayışa.
Sonra da "Ne şehri be, bütün dünya duysun!" dedi.
Yüreği sevinçten kuzu kuyruğu gibi titredi.
Terzi bu kayışı beline doladı. Niyeti dünyaya açılmaktı; cesaretini sergilemek için şimdi çalıştığı yer ona ufak geliyordu.
Evden ayrılmadan önce, yanına alabileceği bir şey var mı diye her tarafa bakındı, ama bayatlamış peynirden başka bir şey bulamadı; onu cebine attı.
Kapının önünde çalılığa takılmış bir kuşa rastladı; onu da alıp peynirin yanma koydu.
Ve yola koyuldu. Yükü olmadığı için çevik adımlarla yürüdü; yorulmadı.
Karşısına çıkan dağı aşarak zirveye ulaştı. Orada koskoca bir dev oturmuş, huzur içinde etrafına bakınmaktaydı. Terzi korkmadan ona yaklaştı ve "Merhaba arkadaş, orada oturmuş dünyayı seyrediyorsun galiba?" dedi ve ekledi: "Benim niyetim dünyayı dolaşmak aslında. Bana katılır mısın?"
Dev onu aşağılamasına yukarıdan aşağı süzdükten sonra, "Hadi ordan serseri! Tabansız herif!" diye söylendi.
"Öyle mi sandın!" diyen terzi, ceketini açarak beline doladığı kayışı gösterdi.
Dev "Bir vuruşta yedisi birden!" yazısını okuyunca, terzinin öldürdüklerinin insan olduğunu sanarak bu ufak adama karşı az da olsa saygı duydu. Ama önce onu denemek istedi; eline bir taş parçası alarak sıktı ve suyunu çıkardı.
"Eğer o kadar güçlüysen sen de yap!" dedi.
"Bu benim için çocuk oyuncağı!" diye yanıtlayan terzi, cebinden çıkardığı beyaz peyniri sıkarak suyunu çıkardı.
Dev ne söyleyeceğini bilemedi; gözlerine inanamadı.
Derken yerden bir taş alarak havaya fırlattı; taş gözden kayboldu.
"Hadi bakalım bücür, sen de yap!" dedi.
"İyi atıştı" dedi terzi. "Ama o taş nasıl olsa yere düşecek. Benim atacağım hiç geri gelmeyecek!" diyerek cebinden çıkardığı kuşu havaya saldı.
Kuş, özgürlüğüne kavuştuğu için uçup gitti ve bir daha dönmedi. "Ee, buna ne diyorsun, arkadaş?" diye sordu terzi.
"Taş atmakta üstüne yok! Ama bakalım doğru dürüst yük taşıyacak mısın?" diyen dev, terziye yere devrilmiş koskoca bir meşe ağacı gösterdi.
"O kadar güçlüysen bana yardım et de, şu ağacı ormandan dışarı taşıyalım!" dedi.
"Olur. Sen ağacın kökünü sırtlan, ben de daha ağır olan dalları taşıyayım" diye yanıtladı ufak adam.
Dev, koskoca ağacı kökünden kaldırıp sırtına vurdu, terzi de dallardan birine oturuverdi. Dev arkasına bakamadığı için ağacı ve terziyi birlikte taşıdı.
Terzi arkada keyif çatarak, "Uç terzi kapıyı açıp giderdi ..." diye ıslıkla bir türkü tutturdu. Ağaç taşımak ona çocuk oyuncağı gibi gelmişti!
Bu ağır yükü bir süre taşıyan dev, daha fazla yürüyemedi ve "Dikkat et, ağacı bırakıyorum!" dedi.
Terzi hemen yere sıçradı. Kollarını ağacın dallarına doladı sanki taşıyormuş gibi yaparak. "Koskoca adamsın, bir ağacı bile taşıyamıyorsun!" diye sitemde bulundu deve.
Birlikte yürümeye devam ettiler, derken bir kiraz ağacı gördüler.
Dev, ağacın üst kısımlarını kucaklayıp aşağı eğerek dallarından birini terzinin eline tutuşturdu.
Ama terzi bu ağacı sabit tutamayacak kadar güçsüzdü. Dev ağacı bırakır bırakmaz adamcağız havaya uçtu. Yaralanmadan tekrar yere indiğinde "Ne oldu yahu, şu incecik dalı tutacak kadar kuvvetin yok mu?" dedi dev.
"Kuvvetim var tabi. Bir vuruşta yedisini haklayan biri için bu bir çocuk oyuncağı!" diye cevap verdi terzi.
"Ben ağaçtan aşağıya sıçradım, çünkü aşağıdaki avcı benim olduğum yere nişan almıştı. Cesaretin varsa gel sen de sıçra bakalım!"
Dev bunu denedi, ama sıçrayamadı; dallara takılı kaldı. Böylece terzi bir kez daha haklı çıktı.
Dev "Madem ki bu kadar cesursun, bizim yaşadığımız mağaraya gel, bir geceyi orada geçir" dedi. Terzi razı oldu ve onu takip etti.
Mağaraya vardıklarında öbür devler ocak başındaydı. Her birinin elinde kızarmış birer koyun vardı; yemek yiyorlardı.
Terzi etrafına bakınarak, "Burası benim terzihanemden daha büyükmüş" dedi.
Dev, ona yatacağı yeri göstererek uzanıp yatmasını söyledi. Ama yatak terziye çok büyük geldi. Oraya yatmayıp bir köşeye sindi.
Gece yarısı oldu. Dev, terzinin derin bir uykuya daldığını sanarak eline geçirdiği demir bir çubukla yatağa öyle bir vurdu ki! 'Onun hakkından geldim!' diye düşündü.
Devler ertesi sabah erkenden ormana gitti. Terziyi unutmuşlardı. Terzi hiç korkmadan, güle oynaya onların peşine düştü. Devler onu görür görmez büyük bir korkuya kapıldı; hepsi öldürülmekten korktu. Her biri bir tarafa kaçtı.
Terzi burnunun dikine yola koyuldu. Uzun süre dolaştıktan sonra bir sarayın avlusuna vardı. Yorgun düştüğü için çimlere uzanıverdi. O orada yatarken gelen geçen başına toplandı; hepsi kayıştaki yazıyı okudu: "Bir vuruşta yedisi birden!"
"Vay canına, bu bir savaş kahramanı olmalı; burada ne arıyor ki?" diye aralarında konuşarak bu durumu gidip krala haber verdiler.
Savaş sona erdiğine göre bu adamdan yararlanılabilirdi!
Onu kesinlikle elden kaçırmamak gerekirdi!
Bu öneri kralın hoşuna gitti. Adamlarından birini gönderdi ve uyanır uyanmaz terziye orduya girmeyi teklif etmesini emretti. Gönderilen adam terzinin yanına vardı. Onun gerinerek uyanmasını bekledi ve sonra kralın teklifini iletti.
Terzi, "Ben zaten buraya bunun için gelmiştim. Kralın hizmetine girmeye hazırım!" diye cevap verdi.
Bunun üzerine onu merasimle karşıladılar ve kendisine özel bir barınak verdiler. Ama askerler onu kıskandı; binlerce mil uzakta olmasını dilediler. Aralarında "Bunu ne yapsak?" diye konuştular. "Onunla kavgaya tutuşsak olmaz; adam bir vuruşta yedi kişiyi birden deviriyor baksanıza! Bu şekilde onunla başa çıkamayız" dediler.
Bunun üzerine kralın huzuruna çıkarak istifalarını verdiler. "Bir vuruşta yedi kişiyi deviren bir adamı çekemiyoruz!" dediler.
Kral çok üzüldü. Bir kişi yüzünden sadık askerlerini kaybetmek istemediği için terzinin uzaklaşmasını istedi. Ama bunu ona söylemeye cesaret edemedi. Niyeti, terziyi halkına öldürtmekti!
Böylece kendisi tahtta kalmayı sürdürebilecekti.
Uzun boylu düşündükten sonra bir çare buldu. Terziye haber göndererek ona şöyle bir öneride bulundu: Ülkesinin ormanlarından birinde iki tane dev yaşıyordu. Bu devler çalıyor, öldürüyor ve her yeri yakıp yıkıyordu. Terzi eğer bu iki devi öldürürse kral kızını onunla evlendirecekti ve krallığın yarısı da onun olacaktı! Bu iş için yanına yüz asker de alabilirdi. Terzi, "Güzel bir prensesle evlenmek ve kraliyetin yarısına sahip olmak! Bu fırsat her zaman ele geçmez" diye geçirdi aklından.
"Tamam!" diye cevap verdi. "Yüz askere gerek yok. Devleri tek başıma yakalamak istiyorum. Bir vuruşta yedisini deviren biri, iki kişiden mi korkacak yani!"
Terzi yola çıktı; yüz asker onun peşinden gitti. Ormanın kenarına vardıklarında terzi onlara, "Siz burada bekleyin. Ben devlerin hakkından kendim geleceğim!" dedi. Sonra ormana dalarak sağına soluna bakındı.
Az sonra devleri gördü. Bir ağacın altına yatmış, eğik dalların gölgesinde horluyorlardı.
Terzi her iki cebini taşla doldurduktan sonra ağaca tırmandı. Orta kısma geldiğinde dallardan birinin üzerine bindi; devleri hizalayarak, cebindeki taşları onlardan birinin göğsüne art arda yağdırmaya başladı.
Dev bir süre hiçbir şey hissetmedi, sonunda ayağa kalkarak yanındakini uyandırdı.
"Bana niye vuruyorsun?" diye sordu.
"Sen rüya görüyorsun. Sana vurduğum filan yok!" diye cevap verdi terzi.
Tekrar uyuyakaldılar. Bu kez terzi öbür deve taş yağdırdı.
"Bu da nesi? Niye bana taş atıyorsun?" diye sordu ikinci dev.
Birinci dev, "Sana taş atmıyorum!" diyerek homurdandı. Bir süre tartıştılar. Ama yorgun oldukları için daha fazla didişmeden uykuya yattılar.
Terzi aynı oyuna yeniden başladı; en iri taşı alarak var gücüyle birinci devin göğsüne fırlattı.
"Bu kadarı yeter artık!" diye yerinden fırlayan dev, arkadaşını deliler gibi ağaca çarptı; ağaç zangır zangır titredi. Öbürü de aynı şekilde karşılık verince öyle kavga etmeye başladılar ki, ağaçlar yıkıldı. Birbirlerine öyle bir dayak attılar ki, sonunda ikisi de yere düşüp öldü.
Terzi hemen ağaçtan indi. "İyi ki benim bulunduğum dalı koparmadılar. Yoksa sincap gibi başka bir dala atlamak zorunda kalacaktım. Bizimkiler kaçtı galiba!" diye söylendi. Kılıcını çekip devlerin göğsüne birkaç yara açtı ve sonra askerlerin yanına vardı.
"Bu iş bitti; ikisini de temizledim! Ama pek de kolay olmadı; sıkıyı görünce ağaçları devirdiler, ama bir işe yaramadı. Benim gibi bir vuruşta yedisini deviren birine karşı hiç şansları yoktu" dedi.
"Siz yaralanmadınız mı?" diye sordu askerler.
Terzi, "Yok yahu, kılıma bile dokunamadılar!" diye cevap verdi.
Askerler ona inanmayıp ormana daldı; ama kanlar içindeki devleri ve devrik ağaçları görünce fikirleri değişti.
Terzi kraldan vermiş olduğu sözü tutmasını istedi. Ama kral söz verdiğine pişman olmuştu. Şu adamdan nasıl kurtulsam diye düşünüp duruyordu.
"Kızıma ve krallığımın yarısına sahip olmadan önce kahramanca bir şey daha yapmalısın. Ormanda koskoca bir gergedan dolaşıp durmakta; her tarafa zarar veriyor. Önce onu yakalayacaksın!" dedi.
"İki devden korkmadım da bir gergedandan mı korkacağım? Benim gibi bir vuruşta yedisini deviren adam!" diye cevap verdi terzi.
Bir baltayla bir kement alarak ormana daldı. Bu kez de kendisine katılanları ormanın dışında bekletti. Uzun uzun aramasına gerek kalmadı. Gergedan ortaya çıkıverdi ve hemen terziye saldırdı. Niyeti onu boynuzlamaktı.
Terzi, "Ağır ol bakalım! Bu o kadar kolay değil!" diye söylenerek olduğu yerde kaldı ve hayvanın gelmesini bekledi. Hayvan tam yaklaşmışken bir ağacın arkasına sıçrayıverdi. Gergedan tüm gücüyle ağaca tosladı ve boynuzunu ağacın gövdesine öyle bir geçirdi ki, bir daha çekip çıkaramadı. Böylece yakalanmış oldu.
"Kuşu yakaladım!" diyen terzi, ağacın arkasından çıkarak elindeki kemendi gergedanın boynuna geçirdi. Sonra yanındaki baltayla onun boynuzunu kesiverdi. Daha sonra da hayvanı iple çekerek krala getirdi.
Kral vaat ettiği ödülü yine vermek istemedi ve üçüncü bir teklifte bulundu. Buna göre terzi düğünden önce, ormana büyük zarar veren bir yabandomuzunu yakalayacaktı. Avcılarda ona yardım edecekti.
"Olur! Bu benim için çocuk oyuncağı!" dedi terzi.
Avcıları yanına almadı. Adamlar bu işe sevindi, çünkü daha önce birkaç kez domuzla karşılaşmışlardı ve bir daha karşılaşmaya da hiç niyetleri yoktu.
Yabandomuzu terziyi görür görmez ağzından köpükler saça saça ve keskin dişlerini göstererek saldırdı. Ama bizim kahraman en yakındaki ufacık kiliseye girerek üst katındaki pencereden yine dışarı çıktı. Domuz onun peşinden koştu. Bu kez terzi kapıyı dışarıdan kapadı. Domuz içeride kaldı ve pencereden dışarı sıçrayamadı. Terzi askerlere seslendi. Domuzun yakalandığını gelip kendi gözleriyle gördüler.
Kahramanımız kralın huzuruna vardı. Kral da ister istemez kızını ve kraliyetinin yarısını ona vermek zorunda kaldı.
Karşısındakinin cesur bir asker değil de sıradan bir terzi olduğunu bilseydi belki daha fazla üzülürdü.
Görkemli bir düğün gerçekleşti; pek eğlenilmediyse de bir terziden bir kral oldu işte!
Bir zaman sonra genç kraliçe, rüya görmekte olan kocasının "Bana bak oğlum, şu yeleği hazırla, pantolonu da dik! Yoksa kulaklarını çekerim ha!" diye konuştuğunu duydu. O zaman onun nasıl bir yerden geldiğini tahmin edip hemen babasına haber verdi: Kocası meğerse terziymiş!
Kral onu avutarak şöyle dedi: "Bu gece yatak odasının kapısını açık bırak. Askerlerim dışarıda bekleyecek. Kocan uyur uyumaz onu yakalayıp bağlayacaklar. Sonra da bir gemiye bindirip dünyanın öbür ucuna götürecekler!"
Bu fikir kadının hoşuna gitti. Ama bu konuşmayı işiten kralın silahçısı genç damada durumu bildirdi. "Ben onları yola getiririm!" dedi terzi. Ve akşam olunca her zamanki saatte karısıyla birlikte yatağa gitti. Az sonra karısı onun uyuduğunu sanarak kalkıp kapıyı açtı, sonra tekrar dönüp yatağa yattı. Uyuma numarası yapan terzi bu kez -sözüm ona rüyasında- yüksek sesle şöyle bağırdı:
"Bana bak oğlum; şu yeleği hazırla, pantolonu da dik! Yoksa kulaklarını çekerim ha! Ben ki, bir vuruşta yedisini yere sermişim, iki devi öldürmüşüm, bir gergedanı yok etmişim ve bir yabandomuzu yakalamışım beni kapı dışında bekleyenlerden mi korkacağım yani!"
Terzinin konuştuğunu duyan askerler büyük bir korkuya kapılarak oradan kaçtı ve kimse terziye yaklaşmaya cesaret edemedi. Böylece terzi ömrü boyunca kral olarak yaşadı.
Bremen Mızıkacıları Masalı - Grimm Kardeşler
Masalın Adı : Bremen Mızıkacıları
Masalın Yazarı : Grimm Kardeşler
Bir adamın bir eşeği vardı; bu hayvan yıllarca değirmene un çuvalı taşıya taşıya yoruldu; gücünü kaybetti ve işe yaramaz hale geldi. O zaman sahibi onun yemini kesti; eşek bunun hiç de hayra alamet olmadığını anlayınca oradan kaçarak Bremen'in yolunu tuttu. Bir süre böyle gittikten sonra karşısına bir av köpeği çıktı; o da yorulmuştu ve nefes nefeseydi. "Ne böyle soluyorsun arkadaş?" diye sordu eşek.
"Ah, sorma" dedi köpek. "Çünkü yaşlandım; günden güne kuvvetten düşüyorum; artık ava çıkamıyorum. Efendim beni öldürmeye kalkınca kirişi kırdım. Ama ekmeğimi nasıl kazanacağımı bilmiyorum."
"Bak ne diyeceğim, ben Bremen'e gidiyorum. Orada şehir bandosuna katılacağım; sen de gel, belki seni de alırlar. Ben lavta çalacağım, sen de davul çalarsın" dedi eşek. Bu öneri köpeğin hoşuna gitti. Birlikte yola çıktılar.
Aradan çok geçmedi, karşılarına bir kedi çıktı. Yüzünden düşen bin parçaydı. Eşek, "Senin neyin var moruk?" diye sordu.
"Ölüm kalım söz konusu olunca insanın gülesi mi gelir?" diye cevap verdi kedi. "Artık dişlerim döküldü; canım fare yakalamaktansa ocak başında kıvrılıp yatmak istiyor. Baktım ki evin hanımı beni suda boğacak, hemen kaçtım oradan. Hepsi iyi de, şimdi nereye gitsem?"
"Bizimle Bremen'e gel; gece müziğinden anlarsın sen, bandoya katılabilirsin" dedi eşek. Kedi bu teklifi beğenerek onlara katıldı.
Böylece üç kafadar bir çiftliğe geldiler. Avluda bir horoz durmadan ötüyordu.
"Dünyayı ayağa kaldıracaksın! Neyin var senin?" diye sordu eşek.
"Havanın iyi olacağını haber veriyorum. Eşim, hanımımın gömleklerini yıkayıp kurutmaya astı. Yarın misafir gelecek; hanımım çorba yapıp onlara ikram edecekmiş. Onun için bu akşam hiç acımadan benim kafamı kesecekmiş; aşçı kadın söyledi. Bu yüzden avazım çıktığı kadar bağırıyorum işte" dedi horoz.
"Aman horoz kardeş, bizimle gel, daha iyi. Biz Bremen'e gidiyoruz; burada kalıp cavlamaktan daha iyi. Senin sesin güzel; biz çalarız sen söylersin" dedi eşek.
Bu teklif horozun hoşuna gitti ve hep birlikte yola çıktılar.
Bremen'e bir günde varamadıkları için geceyi geçirmek üzere bir ormana daldılar. Eşekle köpek kocaman bir ağacın altında durdular; kediyle horoz dala tırmandı; horoz kendisi için en emin yer olarak ağacın tam tepesine tünedi. Uyumadan önce etrafına bakındı; ta uzakta ufacık bir ışık gördü.
Yoldaşlarına seslenerek bunun pek uzakta denemeyecek bir ev olabileceğini, çünkü oradan ışık geldiğini söyledi.
Eşek, "Öyleyse hemen oraya gidelim, çünkü burdaki barınağımız kötü" dedi.
Köpek birkaç kemikle birazcık etin hiç de fena olmayacağını savundu. Bunun üzerine ışığın geldiği yere doğru yürüdüler. Işık gitgide büyüdü ve derken karşılarına apaydınlık bir haydut yatağı çıktı. Eşek hepsinden büyük olduğu için evin penceresine yaklaşarak içeri baktı.
Horoz, "Ne görüyorsun aslanım?" diye sordu.
"Ne mi görüyorum?" diye cevap verdi eşek. "Her türlü yiyecek ve içeceğin bulunduğu bir sofra; haydutlar orada oturmuş keyif çatıyor."
"Tam bize göre" dedi horoz. "Ahh, keşke orada biz olsak!"
Sonra hepsi kafa kafaya vererek haydutları nasıl kaçırtacaklarını düşünmeye başladı. Sonunda bir çözüm buldular. Eşek ön ayaklarını pencerenin pervazına dayadı, köpek onun sırtına bindi; kedi de köpeğin sırtına... horoz da uçarak kedinin başına tünedi. Bunu yapar yapmaz hepsi bir ağızdan başladı şarkı söylemeye: eşek anırdı, köpek havladı, kedi miyavladı, horoz da durmadan öttü! Derken hepsi birlikte pencereden odanın içine düşüverdi; cam kırıldı, paramparça oldu. Haydutlar çığlık atarak yerlerinden sıçradı; hortlak geldiğini sanarak korkuyla ormana koşuştular. Bizim dört kafadar da sofra başına geçip ne varsa, dört hafta acıkmayacak şekilde yiyip içti.
Yemek bittikten sonra ışığı söndürdüler; her biri kendine uygun yatacak rahat bir yer aradı. Eşek gübrenin üzerine, köpek kapı arkasına, kedi ocak başındaki küllere yerleşti; horoz da kendisine bir tünek buldu. Uzun yoldan geldikleri için yorgundular. Bu yüzden hemen uyudular.
Vakit geceyarısını geçti; haydutlar evde bir ışık göremeyince her şeyin sakin olduğunu sandı.
Reisleri, "Aslında korkup kaçmamalıydık" dedi. Ve birinin gidip eve bakmasını emretti.
Gönderilen adam her yeri sessiz buldu; ışık yakmak üzere mutfağa daldı. Kedinin parlayan gözlerini kömür ateşi sanarak yakmaya kalkıştı. Ne var ki, kedinin hiç şakası yoktu; adamın üzerine sıçrayarak başladı yüzünü gözünü tırmalamaya. Adam bir dehşet çığlığı atarak arka kapıya koştu; ancak bu kez orada çöreklenmiş olan köpek onun bacağını ısırdı. Adam avluya çıkıp da gübrelerin üstünden atlarken eşekten hatırı sayılır bir çifte yedi. Gürültüden uyanan horoz da cesaretlenerek ö-öröö-ööö diye ötmeye başladı.
Haydut tabanları yağlayarak reisinin yanına vardı: "Aman Tanrım, içeride bir büyücü cadı var. Upuzun parmaklarıyla yüzümü tırmaladı; kapının arkasına saklanmış bir adam elindeki bıçağı bacağıma soktu; avluda da siyah bir canavar vardı, elindeki lobutla beni öldüresiye dövdü; damdaki yargıç da 'Getirin şu serseriyi buraya' diye bağırıp duruyordu. Hemen kaçtım oradan" dedi.
O günden sonra haydutlar o eve bir daha ayak atmadı; bizim Bremen mızıkacıları da öyle keyiflendi ki, hep orada kaldılar. Bunu son anlatanın dilinde tüy bitmiş olmalı.
Akıllı Köylü Kızı Masalı - Grimm Kardeşler
Masalın Adı : Akıllı Köylü Kızı
Masalın Yazarı : Grimm Kardeşler
Bir zamanlar hiç toprağı olmayan bir köylü vardı; adamcağızın sadece bir evceğizi ve bir de kızı vardı. Bir gün kızı, "Krala gidelim de biraz toprak isteyelim" dedi.
Kral yoksulluklarını duyunca onlara bir dönüm arazi verdi. Kız babasıyla birlikte toprağı işleyerek hububat ekti. İşleri tam bitmişti ki, tarlanın ortasındaki toprağın altında saf altından yapılmış bir havan buldular. Adam, "Dinle" dedi kızma. "Kral bize acıdı da bu toprağı verdi; o yüzden bu havanı ona vermeliyiz."
Ama kızı buna razı olmadı: "Baba, biz havanı verirsek, bu sefer tokmağını isteyecek. Onun için önce havanın elini bulalım; sen hiç ses etme" dedi.
Ancak köylü onu dinlemedi ve havanı aldığı gibi kralın huzuruna çıkarak onu tarlada bulduğunu ve saygınlığını kanıtlamak amacıyla kendisine vermek istediğini söyledi.
Kral havanı aldıktan sonra ona daha başka bir şey bulup bulmadığını sordu. "Hayır" diye cevap verdi köylü. Bunun üzerine kral ona hemen bu havanın tokmağını bulmasını emretti.
Köylü aradıklarını, ama bulamadıklarını söyledi. Ama bunun bir yararı olmadı; sanki havaya konuşmuştu.
Köylüyü hapse attılar; havan eli bulununcaya kadar orada kalacaktı. Alışılageldiği gibi, gardiyanlar ona her gün ekmekle su getiriyordu. Ancak her seferinde adamın, "Ahh, keşke kızımı dinleseydim! Ah, ahh, keşke kızımı dinleseydim" diye bağıra bağıra yakındığını duyunca krala giderek onun artık yemeden içmeden kesildiğini bildirdiler.
Kral adamı getirmelerini emretti. Ve ona neden "Ahh, keşke kızımı dinleseydim" diye bağırıp durduğunu sordu.
"Kızın sana ne söyledi ki?"
"O bana havanı vermememi, yoksa tokmağını da bulup size getirmek zorunda kalacağımı söyledi."
"Madem ki, bu kadar akıllı bir kızın varmış; getir şunu da, bir görelim" dedi kral.
Kız kralın huzuruna çıkarıldı. Kral ona, bu kadar zeki olduğuna göre, bir bilmece soracağını, eğer bunu çözerse kendisiyle evleneceğini söyledi. Kız evet diyerek bu bilmeceyi çözebileceğini savundu.
Bunun üzerine kral, "Benim huzuruma öyle çık ki, üzerinde giysi olmasın; çırılçıplak da olmayasın! Öyle gel ki, ne ata binmiş olasın, ne de arabaya! Geleceğin yola da ayağını basmayacaksın! Ne o yolun dışına çık, ne de o yolda kal" dedi. "Bunu başarabilirsen seninle evlenirim" diye de ekledi.
Kız gidip soyundu ve çırılçıplak kaldı; yani üzerinde hiç bir giysi yoktu. Kocaman bir balıkçı ağı bulup içine girdi ve onu vücuduna doladı. Yani artık çırılçıplak sayılmazdı. Sonra bir eşek satın aldı, balık ağını onun kuyruğuna bağladı; hayvan kızı sürüklemeye başladı; böylece kız ne ata ne de eşeğe binmiş oldu; öte yandan eşek onu öylesine sürükledi ki, kızın sadece ayak başparmağı yere değiyordu; böylece ne yola ayak bastı, ne de yoldan dışarı çıktı.
Ve kralın huzuruna çıktığında bilmeceyi çözmüştü. Bunun üzerine kral yaşlı köylüyü hapisten çıkardıktan sonra onun kızıyla evlendi ve servetini ona bağışladı.
Aradan yıllar geçti. Bir gün kral bir geçit töreni düzenledi. Derken köylüler arabalarıyla sarayın önünde durdu; odun satmaktaydılar. Bir kısmında öküz arabası, bir kısmında da beygir arabası vardı. İçlerinden biri de üç beygirle gelmişti; onlardan birinin yanında da bir tay bulunuyordu. Bu tay birden kaçıp arabaya koşulu iki öküzün arasına girdi. Derken köylüler birbirine girdi; kavgaya başladılar. Öküz arabası güden taya sahip çıkmak isteyerek, onun öküzün yavrusu olduğunu savundu. Bu tartışma krala kadar geldi. "Tay nerede kalmışsa oraya aittir" diye ahkâm kesti. Yani tay hiç de hakkı olmayan, o öküz arabası güden adamda kaldı.
Tayın asıl sahibi oradan ayrılarak ağlayıp sızlanmaya başladı; hep tayını istiyordu. Öte yandan kraliçenin çok haksever biri olduğunu duymuştu, ne de olsa o da köyden geliyordu. Huzuruna vararak ona, tayına kavuşabilmek için kendisine yardım edip edemeyeceğini sordu.
Kraliçe,"Evet, beni ele vermeyeceğine dair söz verirsen, bu işi nasıl yapacağını sana söylerim" dedi. "Yarın sabah geçit töreni var; kral gelirken sen onun yolunu kes. Eline kocaman bir ağ alarak balık tutuyormuş gibi yap; sonra ağı silkele, sanki bir sürü balık tutmuş gibi davran." Kral soracak olursa ona ne cevap vereceğini de söyledi.
Ertesi gün köylü yolun ortasına dikilerek kupkuru toprakta balık tutmaya başladı. Kral gelip de bunu görünce askerini göndererek bu deli herifin neler yaptığını sordurdu. Aldığı cevap "Balık tutuyorum!" oldu.
Asker ona su olmayan yerde nasıl balık tuttuğunu sorunca köylü, "İki öküz bir tay doğurabiliyorsa ben de pekâlâ kuru toprakta balık tutabilirim" diye cevap verdi.
Asker bunu krala aktarınca, köylüyü yanına çağırttı ve ona bu yanıtı kimden öğrendiğini sordu.
Köylü buna yanaşmayarak, "Vallahi bu cevabı ben kendim buldum" dedi.
Bunun üzerine onu samanlığa atarak dövmeye başladılar. O kadar dövdüler ki, sonunda adam o cevabı kraliçeden öğrendiğini itiraf etti.
Kral saraya döndüğünde karısına, "Niye bana oyun oynadın? Artık boşanmış sayılırsın. Git buradan, geldiğin köylü evine dön" dedi.
Ama ayrılmadan önce en sevdiği ve en kıymet verdiği şeyi beraberinde götürmesine izin verdi; sonra da vedalaşacaktı!
Kraliçe, "Madem ki öyle emrediyorsun, sevgili kocacığım, öyle olsun" diyerek onu öptü ve vedalaşmak istediğini söyledi.
Sonra sert bir içki getirtti kralla içerek vedalaşacaktı. Kral adamakıllı içti, kraliçeyse sadece bir yudum aldı. Kral kısa zaman sonra sızıverdi. Kraliçe bunu görünce bir askerin yardımıyla kocasını beyaz ve güzel bir çarşafa sardı; sonra onu kapı önündeki bir arabaya taşıttı ve köyüne götürttü.
Onu kendi yatağına yatırttı. Kral bütün gün ve gece uyudu; uyandığında etrafına bakınarak, "Aman Tanrım, neredeyim ben?" diyerek askere seslendi. Ama ortalıkta kimse yoktu. Derken karısı yatağa yaklaşarak: "Sevgili kralım, sen bana gitmeden önce saraydan en sevdiğim ve en değer verdiğim şeyi alıp gitmemi emretmiştin ya! Benim senden başka sevdiğim ve değer verdiğim bir şey yok ki! Onun için seni alıp getirdim" diyince kralın gözleri yaşardı ve "Sevgili karıcığım; sen benimsin, ben de senin" diyerek onu yine saraya aldı. Yeniden bir düğün yapıldı. Ve bugüne dek mutlu yaşadılar.
Su Perisi Masalı - Grimm Kardeşler
Masalın Adı : Su Perileri
Masalın Yazarı : Grimm Kardeşler
Bir zamanlar bir değirmenci vardı, karısıyla birlikte rahat bir hayat sürmekteydi. Paraları ve malları vardı; yıldan yıla daha da zenginleştiler. Ama birden başlarına bir uğursuzluk çöktü: gitgide varlıkları azaldı. Öyle ki değirmencinin eline mal olarak sadece değirmen kaldı.
Adamcağız çok üzüntülüydü; işi bittikten sonra bir türlü huzura kavuşamıyor, can sıkıntısından yatağında bir o yana bir bu yana dönüp duruyordu.
Bir sabah gün ağarırken kalkıp dışarı çıktı; biraz hava alarak rahatlamak istiyordu. Değirmene doğru yürüdü, güneş ilk ışıklarını saçarken bente yaklaştı; derken suda bir hışırtı duydu. Dönüp bakınca orada, suların içinden yavaş yavaş yükselen güzel bir kadın gördü. Omuzlarının üzerine düşen, elleriyle tuttuğu uzun ve siyah saçları bembeyaz vücudunu örtmekteydi. Adam onun bir su perisi olduğunu fark etti. Önce korktu; gitse miydi, kalsa mıydı, bilemedi. Ama peri, tatlı bir sesle ona adını ve niye bu kadar üzgün olduğunu sodu. Değirmenci önce suskun kaldı, ama sonra onun dostça konuşmasından cesaret alarak, bir zamanlar nasıl zenginlik ve ferah içinde yaşadığını, şimdiyse nasıl fakir düştüğünü, buna nasıl bir çare bulacağını da bilemediğini anlattı. "Merak etme" diye söze başladı peri. "Ben seni eskisinden daha fazla zengin ve mutlu kılarım. Yalnız bana söz ver. Buna karşılık evinde ilk doğacak olan canlıyı bana vereceksin."
Değirmenci "Evimde doğsa doğsa ya köpek doğurur ya da kedi" diye düşünerek perinin teklifini kabul etti.
Peri yine suya daldı. Adam da rahatlamış olarak cesaretle değirmenine döndü. Tam eve varmıştı ki, hizmetçi kız ona doğru koşarak sevinmesi gerektiğini haykırdı: çünkü karısı bir erkek çocuğu doğurmuştu!
Değirmenciyi sanki yıldırım çarptı; o kötü perinin bunu bile bile bir oyun oynadığını anladı. Başı öne eğik olarak karısının yatağına yaklaştı.
Karısı, "Yeni doğan güzel çocuğumuza niye sevinmiyorsun ki?" diye sordu.
Değirmenci ona başından geçeni ve su perisine vermiş olduğu sözü anlattı.
"Çocuğumu kaybedecek olduktan sonra zenginlik ve refahı ne yapayım ben! Ama ne yapsam ki?" diye yakındı.
Kendisini tebrike gelen akrabaları da buna bir çare bulamadı.
Derken değirmencinin şansı dönüverdi. Ne iş yaptıysa başardı; bir gecede tüm kasaları ve sandıkları para doluverdi.
Ama adam bir türlü sevinemiyordu. Su perisine vermiş olduğu söz yüreğini kemiriyordu.
Ne zaman bentten geçse karşısına çıkarak sözünü hatırlatmasından korkuyordu. Oğlanı asla suya yaklaştırmıyordu.
Derken çocuk büyüdü, delikanlı oldu ve bir avcının yanında eğitim aldı. Daha sonra usta bir avcı olup derebeyinin hizmetine geçti.
O köyde güzel ve namuslu bir kız vardı; delikanlı ondan çok hoşlandı.
Efendisi bunu fark edince ona ufak bir ev verdi. İki genç evlenerek sakin ve mutlu bir hayat sürmeye başladı; birbirlerini çok seviyorlardı.
Bir gün oğlan bir ceylanın peşine düştü. Hayvan ormandan çıkıp da tarlalara doğru seyredince o da arkasından gitti ve sonunda onu bir kurşunla öldürdü.
Bu arada bente yakınlaştığını fark etmedi.
Hayvanı kestikten sonra kanlı ellerini yıkamak için su kenarına geldi. Ellerini tam suya sokmuştu ki, su perisi ortaya çıkıverdi ve gülerek ıslak kollarıyla onu hemen suyun dibine çekiverdi. Dalgalar delikanlının üzerini örttü.
Avcının karısı akşam olup da kocası eve dönmeyince korktu.
Onu aramak üzere evden dışarı çıktı; kocası sık sık su perisinden bahsettiği için kadın onun başına ne geldiğini tahmin edebildi. Hemen bente koştu; su kenarında avcı çantasını bulunca artık şüphesi kalmadı.
Ah vah ederek, çaresizlik içinde sevgilisine ne kadar seslendiyse de bir yanıt alamadı. Bu kez suyun öte tarafına geçerek seslendi, ama nafile! Su perisine bağırarak lanet yağdırdı; yine cevap alamadı. Suyun yüzeyi durgundu, sadece yarımay suya yansımıştı.
Zavallı kadın oradan ayrılmadı. Günlerce çabuk adımlarla suyun etrafında dönendi durdu. Bazen sessiz kaldı, bazen çığlık attı, bazen de usul usul sızlandı. Sonunda gücü tükendi; yere düşüp kaldı ve derin bir uykuya daldı.
Derken şu rüyayı gördü: İki kayalık dağın arasından korka korka yürümekteydi; ağaçların filizleri ve çalılar ayaklarına dolanıp batıyordu. Yağmur yüzünü kamçılıyor, rüzgâr uzun saçlarını savuruyordu. Tepeye vardığında bambaşka bir manzarayla karşılaşıverdi. Gökyüzü masmaviydi; hava ılıktı. Yokuş aşağı yürümeye başlayınca renk renk çiçeklerin doldurduğu yemyeşil çimenlikte karşısına tertemiz bir kulübe çıktı. Oraya varıp da kapısını açtığında kendisine dostça el sallayan yaşlı bir kadın gördü.
Tam o sırada uyandı. Sabah olmak üzereydi.
Zavallı kadın, rüyada gördüklerini gerçekte yaşamaya karar verdi. Bunun için o dağı bularak zar zor yukarı tırmandı; hepsi rüyasında gördüğü gibiydi.
Yaşlı kadın onu candan karşıladı ve bir sandalye göstererek oturmasını söyledi.
"Beni ziyarete geldiğine göre, başından bir uğursuzluk geçmiş olmalı" dedi.
Genç kadın gözyaşları içinde, olan bitenleri anlattı.
"Merak etme" dedi yaşlı kadın, "Sana yardım edeceğim. Al şu altın tarağı, dolunay gökte yükselinceye kadar bekle. Sonra bente giderek su başında otur; uzun ve siyah saçlarını bu tarakla tara! Sonra onları suya sarkıt. Bu iş bitince tarağı suyun üzerine bırak ve bekle bakalım, ne olacak?"
Kadın geri döndü, ama dolunay yükselinceye kadar uzun zaman geçti.
Derken ay gökte yükseldi; kadın su başına vardı; yere oturarak uzun ve siyah saçlarını taramaya başladı. Bu iş bitince onları suya sarkıttı ve tarağı da suyun üzerine bıraktı.
Aradan çok geçmedi; suda bir hışırtı oldu, bir dalga yükseldi. Bu dalga kıyıya vurarak oradaki tarağı aldı, tarak dibe batmaya başladı. Bu sırada suyun yüzeyi yarılarak avcının başı yükseliverdi.
Bu baş konuşmadı, sadece karısına üzüntüyle baktı. Aynı anda büyük bir hışırtıyla ikinci dalga gelerek adamın başını örttü.
Sonra hepsi kayboldu ve su eski haline döndü. Ayın yüzü hâlâ suyun yüzeyine aksetmekteydi.
Kadın çaresizce eve döndü. Rüyasında yine yaşlı kadının kulübesini gördü. Ertesi gün yine aynı yoldan giderek ona derdini anlattı.
Kadın bu kez altın bir flüt vererek şöyle dedi: "Dolunay gökte yükselince şu flütü al, su başına otur ve güzel bir şarkı çal. Ondan sonra flütü kumun üzerine koy; göreceksin bak neler olacak!"
Kadın onun dediğini yaptı. Tam flütü kumun üzerine bırakırken suyun derinliğinden bir hışırtı duyuldu; bir dalga yükseldi ve bu dalga flütü alıp gitti. Az sonra su yarıldı ve bu kez avcının yalnız başı değil, vücudunun yarısı da meydana çıktı. Kollarını karısına doğru uzattı, ama ikinci bir dalga gelerek onu, önce üzerini örttükten sonra aşağıya, suyun dibine çekiverdi.
Zavallı kadın, "Ahh, bunun ne yararı var ki! Sevgilimi bir an görüyor, sonra kaybediyorum" diye sızlandı.
Yeniden üzüntüye boğuldu. Ama rüyasında üçüncü kez yaşlı kadının kulübesini gördü. Tekrar yola çıktı.
Bilge kadın, bu kez altından bir çıkrık vererek onu avuttu: "Daha her şey bitmedi. Bekle! Dolunayı görünce al şu çıkrığı, su başına otur ve iplik çekmeye başla. İşin bitince çıkrığı su kenarına koy, bekle bakalım ne olacak" dedi.
Kadın tüm söylenenleri yaptı. Dolunay gözükür gözükmez altın çıkrığı su başına taşıdı ve yünü bitinceye kadar orada iplik çekti. Sonra çıkrığı suya yaklaştırdığında eskilerinden çok daha büyük bir dalga gelerek çıkrığı aldığı gibi geri gitti. Az sonra da avcının başıyla tüm vücudu sudan havaya fışkırıverdi! Adam hemen karaya sıçrayarak karısının elinden tuttu; ikisi birlikte kaçtılar. Ama henüz uzaklaşmadan su öylesine fokurdayarak taştı ki, ikinci bir dalga önüne gelen her şeyi yıkarak peşlerine takıldı. Ölüm çok yaklaşmıştı! Kadın o kadar korktu ki, kocasından yardım istedi. Aynı anda ikisi de değişiverdi. Kadın kaplumbağa oldu, adam da kurbağa! Dev dalga onları öldürmedi, ama birbirlerinden ta uzaklara attı.
Su tekrar sakinleştikten ve ayakları kuru toprağa bastıktan sonra her iki hayvan yine insana dönüşüverdi.
Ama biri, ötekinin nerede olduğunu bilemedi. Kendilerini yabancı insanlar arasında ve tanımadıkları bir ülkede buldular. Aralarında koca koca dağlar ve derin vadiler vardı. Hayatta kalabilmek için ikisi de koyun güttü.
Yıllarca bu hayvanları hep kırlarda ve ormanlarda güdüp durdular. İkisi de üzgündü; ikisi de memleket özlemi çekiyordu.
Derken ilkbahar geldi çattı; ikisi de sürülerini gütmeyi sürdürdü.
Ama birden karşılaşıverdiler.
Adam uzaktan gelen bir koyun sürüsü görünce kendi sürüsünü o tarafa güttü. Bir vadide karşılaştılar. Ama birbirlerini tanımadılar.
Yine de en azından yalnız kalmayacakları için sevindiler.
O günden sonra her gün sürüleri birlikte güttüler. Çok konuşmadılar, ama birbirlerini avuttular işte!
Bir akşam dolunay gökte yükseldiğinde, koyunlar dinlenip uyurken erkek cebinden flütünü çıkararak güzel, ama hüzünlü bir şarkı çaldı. Şarkı bittiğinde kadının acı acı ağladığını fark etti.
"Niye ağlıyorsun?" diye sordu.
Kadın, "Ahh, ben bu şarkıyı son kez dinlediğimde yine dolunay vardı, o sırada sevgilimin başı sudan çıkmıştı" deyince adam ona iyice baktı ve gözleri yaşardı.
Sevgili karısını tanımıştı. Karısı da ona baktı, o da ay ışığında kocasını tanıyıverdi. Kucaklaşıp öpüştüler.
Ne denli mutlu olduklarını artık kimse sormasın!
Kurbağa Prens Masalı - Grimm Kardeşler
Masalın Adı : Kurbağa Prens
Masalın Yazarı : Grimm Kardeşler
Bir varmış bir yokmuş, bir zamanlar ülkenin birinde, altından yapılmış oyuncaklarla oynamaya bayılan bir prenses varmış. Dünyada en sevdiği oyuncak da altın topuymuş.
Havanın sıcak olduğu günlerde, ormandaki ırmağın yanında oturarak topuyla oynamayı çok severmiş. Fakat bir gün, çok sevdiği altın topu parmaklarının arasından kaymış ve suyu, dibini göremediği kadar derin olan ırmağın içine düşmüş.
“Olamaz! Artık onu asla bulamayacağım!” diye ağlamaya başlamış prenses.
Aniden, aşağıdan bir ses ona seslenmiş.
“Neyin var güzel prenses? Neden ağlıyorsun?”
Prenses etrafına bakınmış fakat kimseyi görememiş.
“Aşağıya bak” demiş ses.
Prenses aşağı baktığında, kafası sudan çıkan yeşil bir kurbağa görmüş.
“Ağlıyorum çünkü altın topum suya düştü” demiş prenses.
“Topunu sana geri getirebilirim” demiş kurbağa. “Ama bunun karşılığında ödülüm ne olacak?”
“Ne istersen kurbağa!” demiş prenses. İncilerimi ve mücevherlerimi ister misin? Ya da istersen altın tacımı sana verebilirim.”
“Bir taç benim ne işime yarar ki?” demiş kurbağa. “Ama eğer benim en iyi arkadaşım olacağına, senin evinde birlikte yemek yiyeceğimize ve uyuyacağımıza söz verirsen, topunu sana getiririm.”
“Tamam, benim en iyi arkadaşım olacaksın!” demiş prenses. Fakat prenses bunları söylerken, içten içe kurbağanın saçmaladığını düşünüyormuş.
Kurbağa ırmağın derin sularına dalmış ve kısa bir süre sonra ağzında altın topla geri dönmüş. Kurbağa topu prensesin ayaklarının dibine bırakır bırakmaz, prenses topunu aldığı gibi bir teşekkür bile etmeden koşarak oradan uzaklaşmış.
“Bekle!” diye bağırmış kurbağa, “Ben o kadar hızlı koşamam!”
Fakat prenses kurbağayla hiç ilgilenmemiş bile.
Prenses kurbağayı tamamen aklından çıkarmış. Ertesi gün, ailesiyle masada oturmuş akşam yemeği yerken, birden kalenin merdivenlerinden gelen garip bir ses duymuş.
Bir ses “Prenses, kapıyı açın!” diye bağırmış.
Sesin sahibini merak eden prenses, koşarak kapıyı açmış fakat bir de ne görsün! Karşısında yeşil kurbağa durmuyor mu? Hemen kapıyı yüzüne kapatmış.
Prensesin babası kral, bir terslik olduğunu anlamış. “Yoksa dev mi geldi?” diye sormuş kızına.
“Hayır babacığım; sadece çirkin bir kurbağa” diye cevap vermiş prenses.
“Bir kurbağa senden ne isteyebilir ki?” diye sormuş kral.
Prenses bir gün önce olanları babasına anlatırken, kapı tekrar çalmış.
“İzin ver içeri gireyim” demiş kurbağa kapının arkasından. “Dün ırmakta verdiğin sözü unuttun mu yoksa?”
“Eğer bir söz verdiysen, onu tutmalısın kızım” demiş kral. “Kurbağayı içeri al.”
Prenses suratını asarak gidip kapıyı açmış ve kurbağayı içeri almış.
Kurbağa prensesle birlikte yemek masasına kadar gelmiş ve “Beni kaldır da yanına oturayım” demiş.
“Olmaz!” demiş prenses fakat babasının kendisine bakışını görünce kurbağanın istediğini yapmaya karar vermiş.
Oturtulduğu sandalye yeterince yüksek olmadığı için kurbağa, prensesten kendisini masaya koymasını istemiş. Sonra da “Tabağını bana yaklaştır da ben de yemek yiyebileyim” demiş prensese.
Prenses tabağını kurbağaya yaklaştırmış fakat onunla aynı tabakta yemek yemekten hiç hoşlanmamış.
Yemekten sonra kurbağa “Beni odana taşı da uyuyayım, çok yoruldum” demiş.
Çirkin bir kurbağayla odasını paylaşacağını düşünmek prensesi o kadar üzmüş ki, tekrar ağlamaya başlamış. Fakat kral “Sözünü tutmalısın. İhtiyacın varken sana yardım eden birine arkanı dönmek doğru değildir!” demiş.
Prenses, babasının sözünü dinleyerek kurbağayı dikkatlice kaldırmış ve odasına götürmüş. Odasında, kendi yatağından en uzak köşeye bırakmış kurbağayı.
Fakat az sonra hemen yatağının altından kurbağanın sesini duymuş: “Ben de çok yorgunum. Beni yatağına al yoksa babana söylerim!”
Böylece prenses, onu yatağına yatırmış, başını da yumuşacık yastığa koymasına yardım etmiş. Tam kendi de yatağa yatmaya hazırlanırken, kurbağanın hıçkırarak ağladığını duymuş.
“Sorun nedir küçük kurbağa?” diye sormuş prenses.
“Benim tek istediğim bir arkadaştı.” diye cevaplamış kurbağa. “Fakat belli ki sen beni hiç sevmedin. Ben en iyisi ırmağa geri döneyim.”
Bunu duyan prenses çok üzülmüş. Kurbağanın yanına oturmuş.
“Ben senin arkadaşın olurum” demiş prenses ve bu defa içtenlikle söylüyormuş. Sonra da kurbağanın küçük yeşil yanağını öperek “İyi geceler” demiş.
O an bir de ne görsün! Tam bu sırada kurbağa yakışıklı genç bir prense dönüşmüş! Prenses hayatında hiç, o an olduğundan daha fazla şaşırmamışmış.
Tabii ki prens ve prenses çok iyi arkadaş olmuşlar. Birkaç yıl sonra da evlenmişler ve sonsuza kadar mutlu yaşamışlar…
Çirkin Ördek Yavrusu Masalı - Grimm Kardeşler
Masalın Adı : Çirkin Ördek Yavrusu
Masalın Yazarı : Grimm Kardeşler
Çalıların içinde bir ördek kuluçkaya oturmuş yumurtalarını bekliyormuş. Uzun süredir tek başına oturmaktan sıkıldığı için yumurtaları çatlar çatlamaz sevinçle vaklayarak üzerlerinden kalkmış.
“Artık çiftliğe dönüp oradakilere yeni ailemi gösterebilirim!” diye düşünmüş.
Hepsi tam mı diye, cik cik öten yavrularını saymaya başlamış. “Yo, olamaz!” demiş yumurtalardan birinin henüz çatlamamış olduğunu görünce.
O sırada oradan geçen bir ördek, “Yuvanda hâlâ çatlamamış iri bir yumurta var,” demiş. “Bahse girerim bir hindi yumurtasıdır.”
“Hindi yumurtasıymış, höh! O benim yumurtam,” demiş anne ördek ters ters. İç çekerek yumurtanın üstüne oturmuş.
Bu son yumurta da çatlayınca içinden iri, çirkin bir ördek yavrusu çıkmış. Anne ördek bu yavruyu görünce onun çirkinliğinden biraz utanç duymuş.
“Neyse ki diğer yavrularım güzel,” diye düşünmüş ve artık daha fazla vakit kaybetmeden çiftliğe gitmek istediği için yavrularını peşine takarak suya girmiş.
“Çirkin olanı hiç olmazsa iyi yüzüyor,” demiş anne ördek kendi kendine. “Öyleyse hindi olamaz. Çünkü hindiler yüzemez. Belki büyüdükçe güzelleşir. Belki bir süre sonra da büyümesi durur.”
Ne yazık ki tam tersi olmuş. Çirkin Ördek giderek daha da büyümüş ve diğer ördeklerden daha da farklılaşmış. Çevresindeki hayvanlar onu hiç rahat bırakmıyor, onunla hep ‘Çirkin Ördek’ diyerek alay ediyormuş. Kardeşleri bile vak vak edip başının etini yiyor, “Seni bir kedi kapsa da senden kurtulsak,” diyorlarmış. Tavuklar onu kovalıyor, onlara yem veren kız da ayağıyla onu ittirerek yemlerin yanından uzaklaştırıyormuş.
Çirkin Ördek bütün bunlara daha fazla dayanamamış. Çitlerin üzerinden uçarak atlamış ve çiftliği iyice geride bırakıp yaban ördeklerinin yaşadığı yere gelene kadar hiç durmadan yürümüş. Fakat yaban ördekleri de onun çirkin olduğunu düşünmüşler ve onunla dostluk kurmak istememişler.
Çirkin Ördek yapayalnız ortada kalmış. Ağaç dallarıyla çitlerdeki küçük kuşlar bile onu görünce kaçışıyorlarmış. “Çirkin olduğum için kaçıyorlar,” demiş kendi kendine.
Tek başına oradan oraya dolaşmış durmuş. Bir ara, iki yaban kazıyla dost olmuş, fakat onlar da avcıları görünce uçup gitmişler. Bir seferinde de yaşlı bir kadın onu tutup evine götürmüş, ama kadının kedisiyle tavuğu, “Hem suyu seven, hem de yumurtlamayan kuş mu olur?” diyerek onunla alay edince dayanamayıp oradan da kaçmış.
Sonra mevsim değişmiş. Ağaç yaprakları sararıp solmaya başlamış. Bir akşam üzeri, güneş batarken bembeyaz tüylü, büyük ve güzel kuşlardan oluşan bir kuş sürüsü Çirkin Ördek’in tam önünden, çalıların arasından havalanmış. Uçarken dalgalanıyormuş gibi hareket eden çok zarif, uzun boyunlu kuşlarmış bunlar.
“Bekleyin beni!” diye seslenmiş Çirkin Ördek, ama kuşlar kocaman kanatlarını açar açmaz gökyüzünün derinliklerinde kaybolmuşlar. Çirkin Ördek sevincinden suyun içinde bir fırıldak gibi dönmeye başlamış, sonra hızını alamayıp suyun dibine dalıp çıkmış. Boğazından çıkan garip sesler onu bile korkutmuş. O beyaz tüylü kuşları bir türlü aklından çıkaramıyormuş. Ne cins kuşlarsa onlar, onları çok sevmiş.
Kış pek uzun ve sert geçmiş. Çirkin Ördek birkaç kez ölümden dönmüş. Bir seferinde buzun üstünde az kalsın donuyormuş. Neyse ki oradan geçmekte olan bir çiftçi onu görmüş de kurtarmış. Sonunda kış bitmiş bahar gelmiş ve Çirkin Ördek uçabildiğini keşfetmiş, öyle suyun üstünde değil çok daha yüksekte, gökyüzünde.
Bir gün kanatlarının gücünü denerken aşağıda, bir derede daha önce gördüğü o beyaz tüylü kuşlardan birçoğunun yüzdüğünü görmüş. Bir an bile düşünmeden, “Aşağı iniyorum,” diye kararını vermiş. “Çirkin de olsam onların yanlarına gideceğim.” Böylece dereye, suyun üzerine inmiş.
Kıyıda iki çocuk beyaz kuşlara ekmek kırıntısı atıyormuş. Çirkin Ördek’i görünce hemen annelerine, “Anne bak!” demişler. “Bir kuğu daha var orada! Bu kuğu diğerlerinden daha güzel hem de!”
Çirkin Ördek çocukların ne demek istediğini anlamamış. Beyaz kuşlar arkalarına dönüp ona bakınca utancından boynunu bükmüş. “İsterseniz siz de Çirkin Ördek diye alay edin. Umurumda değil artık!” demiş içinden.
Sonra, başını kaldırırken suda ilk kez kendini görmüş. Upuzun bir boynu, bembeyaz, harika tüyleri varmış.
“Merhaba!” demişler diğer kuğular. “Hoşgeldin.” Sonra hepsi suyun üstünde ona doğru süzülmüşler. Hiçbiri çiftlikteki kuşlar gibi ona alay ederek bakmıyorlarmış. Boyunlarını zarifçe eğerek, “Ne kadar güzelsin,” diyorlarmış sanki.
Çirkin Ördek, “Demek ben Çirkin Ördek değilmişim. Bir kuğuymuşum!” diyerek sevinçle çırpmaya başlamış kanatlarını.
Kırmızı Başlıklı Kız Masalı - Grimm Kardeşler
Masalın Adı : Kırmızı Başlıklı Kız
Masalın Yazarı : Grimm Kardeşler
Bir zamanlar küçük bir kız varmış. Annesi ona üzerinde kırmızı başlığı olan bir pelerin almış. Kız bu pelerini çok seviyormuş ve nereye gitse onu giyiyormuş. Bu nedenle de herkes ona Kırmızı Başlıklı Kız diyormuş.
Bir gün “Kırmızı Başlıklı Kız!” diye seslenmiş kızın annesi. “Büyükannen hâlâ hasta. Hadi giyin de, ona yaptığım şu çöreği götür.”
Kırmızı Başlıklı Kız da elbisesini giymiş, üzerine kırmızı başlıklı pelerinini geçirmiş, başlığı çenesinin altında sıkıca bağlamış ve yola çıkmış.
“Tavşan Ormanı’ndaki yoldan ayrılma sakın!” diye seslenmiş annesi arkasından. (Ormanın adı Tavşan Ormanıymış, ama içinde uzun zamandır bir tek tavşan bile yokmuş - neden olmadığını birazdan öğreneceksiniz.)
“Ayrılmam anne,” demiş Kırmızı Başlıklı Kız.
Tam ormana girmiş, birkaç adım atmış ki, çalılıkların arasından bir ses duymuş. Yola birden bir kurt fırlamış. Kırmızı Başlıklı Kız korkusundan az kalsın elindeki sepeti düşürüyormuş. Fakat kurt hiç de öyle düşmanca görünmüyormuş. “Nereye böyle küçük kız?” diye sormuş kurt.
“Büyükanneme gidiyorum,” demiş Kırmızı Başlıklı Kız. “Tavşan Ormanı’nın sonunda ki ilk ev. Büyükannemin sağlığı pek iyi değil. Bu arada adım ‘küçük kız’ değil, ‘Kırmızı Başlıklı Kız.’ ”
“Özür dilerim,” demiş kurt. “Bilmiyordum. Bak sana ne diyeceğim. Ben bir koşu gidip Büyükannene senin yolda olduğunu haber vereyim. Yalnız sakın yolda oyalanayım falan deme, olur mu? Başına bir şey gelmesini istemeyiz, öyle değil mi?”
Kurt oradan hemen sıvışmış! Çünkü yakınlarda bir oduncu dolaşıyormuş. Eğer kızı hemen orada yerse, oduncunun kızın yardımına koşacağını biliyormuş.
Kırmızı Başlıklı Kız, çiçek toplayarak, kelebeklerin peşinden koşarak, kuş seslerini dinleyerek yolda ağır ağır ilerlerken kurt kestirmeden Büyükannenin evine varmış, kapıyı çalmış.
“Kim o?” diye seslenmiş içeriden yaşlı kadın.
Kurt sesini değiştirerek, “Benim, Kırmızı Başlıklı Kız,” demiş. “Çayın yanında yemen için sana çörek getirdim.”
“Kapı açık güzelim,” diye seslenmiş Büyükanne. Kurt hemen içeri dalmış. Öyle açmış ki! Günlerdir hiçbir şey yememiş. Bu yüzden Büyükanneyi çiğnemeden bir lokmada yutuvermiş. Biraz sonra Kırmızı Başlıklı Kız Büyükannenin kapısını çalmış.
“Kim o?” diye seslenmiş kurt yumuşak bir sesle.
“Benim, Kırmızı Başlıklı Kız.”
“Kapı açık güzelim,” diye seslenmiş kurt. “İçeri girebilirsin.”
Kırmızı Başlıklı Kız bir an için tereddüt etmiş. ‘Büyükannemin sesi ne kadar da garip böyle?’ diye düşünmüş. Sonra büyükannesinin hasta olduğu gelmiş aklına ve kapının mandalını kaldırıp açarak içeri girmiş.
Kurt, Büyükannenin geceliğini giymiş, onun başlığını ve gözlüğünü takmış yatakta yatıyormuş. Yorganı boğazına kadar çekmiş, içerisi karanlık olsun ve suratı fark edilmesin diye de perdeleri iyice kapamış.
“Elindekileri oraya bırak da yanıma gel canım,” demiş kurt.
Kırmızı Başlıklı Kız çöreği yatağın yanında ki küçük masanın üzerine koymuş, ama hemen kurdun yanına gitmemiş. Çünkü Büyükannesi bir tuhaf görünüyormuş.
“Kolların neden bu kadar büyük Büyükanne?”
“Seni daha iyi kucaklamak için!” demiş kurt.
“Kulakların neden büyük, peki?”
“Seni daha iyi duyabilmek için!” demiş kurt.
“Gözlerin neden kocaman, peki?”
“Seni daha iyi görebilmek için,” demiş kurt.
“Dişlerin neden sivri peki?”
“Seni daha iyi yiyebilmek için,” demiş kurt.
Bunu söyledikten sonra kurt artık daha fazla kendine engel olamamış ve yorganı bir tarafa atarak yataktan fırladığı gibi Kırmızı Başlıklı Kızı bir lokmada yutuvermiş. Sonra da karnı doyduğu için keyfi yerine gelmiş ve uykuya dalmış.
Ama ne var ki kurt çok kötü horluyormuş. Evin önünden geçen bir avcı onun horultularını duymuş. Büyükanneye kötü bir şey mi oldu acaba, diyerek kulübeden içeri girmiş. İçeri girer girmez de orada neler olduğunu hemen anlamış.
“Aylardır senin peşindeyim pis yaratık,” diye bağırmış avcı ve kurdun kafasına elindeki baltanın sapıyla vurmuş. Sonra da önce Kırmızı Başlıklı Kızı, sonra da Büyükanneyi dikkatle kurdun içinden çıkarmış. İkisi de sapasağlammış.
Büyükanne, Kırmızı Başlıklı Kızın ona getirdiği çöreği afiyetle yemiş. Kırmızı Başlıklı Kız büyükannesine bir daha hiçbir kurdun sözüne kanmayacağına dair söz vermiş. Eve dönerken tavşanların saklandıkları yerlerden çıktıklarını görmüş. Tavşan Ormanı yine eskisi gibi tavşanlarla dolu bir orman haline gelmiş.
Hansel ve Gretel Masalı - Grimm Kardeşler
Masalın Adı : Hansel ve Gretel
Masalın Yazarı : Grimm Kardeşler
Bir zamanlar Hansel ve Gretel adında iki kardeş varmış. Anneleri onlar daha bebekken ölmüş. Odunca olan babaları, anneleri öldükten birkaç yıl sonra tekrar evlenmiş. Oduncunun yeni karısı hali vakti yerinde bir aileden geliyormuş. Ormanın kıyısında virane bir kulübede oturmaktan ve kıt kanaat yaşamaktan nefret ediyormuş. Üstelik üvey çocuklarını da hiç sevmiyormuş.
Hansel ve Gretel çok soğuk bir kış gecesi, yataklarına yatmış uyumaya hazırlanırken, üvey annelerinin babalarına, “Çok az yiyeceğimiz kaldı. Eğer bu çocuklardan kurtulmazsak, hepimiz açlıktan öleceğiz,” dediğini duymuşlar.
Babaları bağırarak karşı çıkmış. “Tartışmaya gerek yok,” demiş karısı. “Ben kararımı verdim. Yarın onları ormana götürüp bırakacağız.”
“Endişe etme,” diyerek kardeşini teselli etmiş Hansel. “Evin yolunu buluruz.” O gece Hansel geç saatlerde gizlice dışarı çıkmış ve cebine bir sürü çakıl doldurmuş.
Sabah olunca, ailece ormana doğru yürümeye başlamışlar. Yürürlerken Hansel cebindeki çakılları kimseye fark ettirmeden atıp, geçtikleri yolu işaretlemiş. Öğle üzeri babalarıyla üvey anneleri onlar için bir ateş yakmışlar ve hemen geri döneceklerini söyleyip ormanın içinde yok olmuşlar. Tabii geri dönmemişler.
Kurtlar etraflarında ulurken tir tir titreyen Hansel ve Gretel ay doğana kadar ateşin yanından ayrılmamış. Sonra ay ışığında parlayan çakılları izleyerek hemen evin yolunu bulmuşlar.
Babaları onları görünce sevinçten havalar uçmuş. Üvey anneleri de çok sevinmiş gibi davranmış ama aslında kararını değiştirmemiş. Üç gün sonra onlardan kurtulmayı tekrar denemek istemiş. Gece, çocukların odasının kapısını kilitlemiş. Bu sefer Hansel’in çakıl toplamasına izin vermemiş. Ama Hansel zeki bir çocukmuş. Sabah ormana doğru yürürlerken, akşam yemeğinde cebine sakladığı kuru ekmeğin kırıntılarını yere saçıp arkasında bir iz bırakmış.
Öğleye doğru üvey anneleriyle babaları çocukları yine bırakıp gitmişler. Onların geri dönmediklerini görünce, Hansel ve Gretel sabırla ayın doğup yollarını aydınlatmasını beklemişler. Ama bu sefer geride bıraktıkları izi bulamamışlar. Çünkü kuşlar bütün ekmek kırıntılarını yiyip bitirmişler.
Bu defa çocuklar gerçekten de kaybolmuşlar. Ormanda, üç gün üç gece, aç açına ve korkudan titreyerek dolanıp durmuşlar. Üçüncü gün, bir ağacın dalında kar beyazı bir kuş görmüşler. Kuş onlara güzel sesiyle şarkılar söylemiş. Onlar da açlıklarını unutup kuşun peşine düşmüşler. Kuş onları tuhaf bir evin önüne getirmiş. Bu evin duvarları ekmekten, çatısı pastadan ve pencereleri şekerdenmiş.
Çocuklar tüm sıkıntılarını unutmuşlar ve eve doğru koşmuşlar. Tam Hansel çatıdan, Gretel de pencereden bir parça yiyecekken içeriden bir ses duyulmuş: “Evimi kim kemiriyor bakiyim?” Bir bakmışlar kapıda dünya tatlısı yaşlı bir teyze. “Zavallıcıklarım benim,” demiş kadın, “girin içeri.” İçeri girmişler ve hayatlarında hiç yemedikleri yiyecekleri yemişler. O gece kuş tüyü yataklarda yatmışlar.
Fakat sabah her şey değişmiş. Yaşlı kadın dikkatsiz çocukları tuzağa düşürmek için evini ekmek ve pastadan yapmış bir cadıymış meğer. Hansel’i saçlarından tuttuğu gibi yataktan kaldırmış ve onu bir ahıra kilitlemiş. Sonra da Gretel’i sürüye sürüye mutfağa götürmüş.
“Kardeşin bir deri bir kemik!” demiş cırtlak bir sesle. “Ona yemekler pişir! Onu şişmanlat! Eti budu yerine gelince ağzıma layık bir yemek olacak! Ama sen hiçbir şey yemeyeceksin! Bütün yemekleri o yiyecek.” Gretel ağlamış, ağlamış, ama çaresiz cadının söylediklerini yapmış.
Neyse ki Hansel’in aklı hâlâ başındaymış. Gözleri pek iyi görmeyen cadıyı kandırmaya karar vermiş. Cadı şişmanlayıp şişmanlamadığını anlamak için her sabah Hansel’in parmağını yokluyormuş. Hansel de parmağı yerine bir tavuk kemiği uzatıyormuş ona. “Yok, olmaz. Yeterince şişman değil!” diye bağırıyormuş cadı. Sonra da mutfağa gidip Gretel’e daha fazla yemek yapmasını söylüyormuş.
Bu böyle bir ay sürmüş. Bir gün artık cadının sabrı taşmış. “Şişman, zayıf fark etmez. Bugün Hansel böreği yapacağım!” diye haykırmış Gretel’e. “Fırına bak bakalım hamur kıvama gelmiş mi!” Korku içinde yaşamasına rağmen Gretel’in de Hansel gibi hâlâ aklı yerindeymiş. Cadının onu fırına iteceğini anlamış.
“Başımı fırına sokamıyorum! Hamuru göremiyorum!” diye sızlanmış. Cadı elinin tersiyle Gretel’i hızla kenara itmiş ve başını fırına sokmuş. Gretel bütün gücünü toplayıp yaşlı cadıyı fırının içine itmiş, sonra da arkasından kapağı kapamış.
Hansel böylece kurtulmuş, ama hâlâ eve nasıl gideceklerini bilmiyorlarmış. Tekrar ormana dalmışlar. Bir süre sonra karşılarına bir dere çıkmış. Bir ördek önce Hansel’i sonra da Gretel’i karşı kıyıya geçirmiş. Çocuklar birden bulundukları yeri tanımışlar. Hızla evlerine doğru koşmuşlar.
Onları karşısında gören babaları çok mutlu olmuş. Sevinç gözyaşları içinde, onları ormanda bıraktıktan kısa bir süre sonra o acımasız üvey annelerinin ailesinin yanına gittiğini söylemiş. Yaptıkları için üzüntüden nasıl kahrolduğunu anlatmış.
Babalarını bir sürpriz daha bekliyormuş. Hansel ceplerinden, Gretel de önlüğünün cebinden cadının evinde buldukları altın ve elmasları çıkartmışlar. Ailenin tüm sıkıntıları sona ermiş böylece. O günden sonra da ömürlerini mutluluk içinde sürdürmüşler.
Çizmeli Kedi Masalı - Charles Perrault, Grimm Kardeşler
Masalın Adı : Çizmeli Kedi
Masalın Yazarı : Charles Perrault
Bir zamanlar, üç oğlu olan bir değirmenci varmış. Değirmenci ölünce büyük oğluna değirmen, ortanca oğluna eşek, küçük oğluna da kedi miras kalmış. Küçük oğlu bu duruma çok üzülmüş.
“Kedi ne işine yarar ki insanın?” diye yakınmış. “Pişirip yiyemezsin bile.” Kedi bunu duymuş ve hemen cevap vermiş. “Kötü bir mirasa sahip olmadığınızı göreceksiniz efendim. Bana boş bir çuval ve bir çift de çizme verirseniz, neye yarayacağımı görürsünüz.”
Şaşkınlıktan ağzı bir karış açık kalan çocuk, kedinin istediklerini yapmış. Kedi çizmeleri giyince ayna karşısına geçmiş ve kendini pek beğenmiş. Sonra kilerden taze bir marulla güzel bir havuç seçip ormanın yolunu tutmuş. Ormanda çuvalın ağzını açmış, marulla havucu çuvalın içine yerleştirip bir ağacın arkasına saklanmış. Çok geçmeden taze sebzelerin kokusunu alan küçük bir tavşan çuvalın yanına gelmiş, zıplayıp içine atlamış. Kedi saklandığı yerden çıkıp çuvalın ağzını sıkı sıkı bağlamış.
Ancak Çizmeli Kedi tavşanı efendisine götürmek yerine doğruca saraya gidip Kral’la görüşmek istediğini söylemiş. Kral’ın huzuruna çıktığında yere eğilerek, “Yüce Efendimiz, size Efendim Marki’den bir hediye getirdim,” demiş. Bu hediye Kral’ın çok hoşuna gitmiş.
Üç ay boyunca Çizmeli Kedi saraya o kadar çok hediye götürmüş ki, Kral artık onun yolunu gözler olmuş. Derken Çizmeli Kedi’nin dört gözle beklediği gün nihayet gelmiş çatmış. “Bana sakın neden diye sormayın ve bu sabah ırmağa gidip yıkanın,” demiş sahibine. Çizmeli Kedi, o sabah Kral’ın Prenses’le, yani kızıyla birlikte ırmağın kenarından geçeceğini biliyormuş.
O sabah, Kral’ın faytonu ırmağın yakınından geçerken Çizmeli Kedi telaşla yanlarına yaklaşmış. “Yardım edin! Yardım edin!” diye bağırmış. “Efendim Marki boğuluyor!” Kral hemen bir alay askerini ırmağa yollamış.
Fakat Çizmeli Kedi bununla da kalmamış. Kral’a, efendisi ırmakta yüzerken hırsızların onun elbiselerini çaldıklarını söylemiş. (Oysa Çizmeli Kedi, efendisinin elbiselerini çalıların arkasına kendisi gizlemiş!) Kral, hiç gecikmeden Marki’ye bir takım elbise yollamış. Tahmin edeceğiniz gibi Çizmeli Kedi’nin sahibi, kendisine Marki denmesine çok şaşırmış, ama akıllılık edip hiç sesini çıkarmamış.
Marki güzelce giydirildikten sonra Kral onu gideceği yere götürmek için faytonuna davet etmiş ve kızıyla tanıştırmış. Prenses, iki dirhem bir çekirdek giyinmiş olan Marki’ye bir bakışta âşık olmuş.
O sırada Çizmeli Kedi koşa koşa oradan uzaklaşmış. Çok geçmeden büyük bir tarlada ot biçen insanlara rastlamış. “Beni dinleyin!” diye bağırmış. “Kral bu yöne doğru geliyor. Size bu tarlaların kime ait olduğunu sorarsa ona efendim Marki’ye ait olduğunu söyleyeceksiniz. Yoksa sizi dilim dilim doğrattırırım!”
Sonra Çizmeli Kedi bir süre daha koşmuş ve büyük bir tarlada buğday biçen adamlara rastlamış. Aynı şeyi onlara da söylemiş. Sonra tekrar koşmuş ve her rastgeldiği insana aynı şeyleri tekrarlamış. Derken Dev’in şatosuna varmış.
Kral’ın Faytonu Çizmeli Kedi’nin geçtiği yerlerden geçerken Kral her rastgeldiği insana, “Bu tarlalar kime ait?” diye soruyormuş. Her defasında da aynı cevabı alıyormuş. Kral, Marki’nin bu kadar çok toprağa sahip olmasına şaşırmış. (Çizmeli Kedi’nin sahibi de öyle!)
O sırada Çizmeli Kedi Dev’in şatosunda başka bir işler çevirmekle meşgulmüş. “Dev,” demiş Çizmeli Kedi, Dev’in nefesinin kokusundan iğrendiğini gizlemeye çalışarak. “Senin aynı zamanda müthiş bir sihirbazlık gücünün olduğunu söylüyorlar, doğru mu?”
“Öyle diyorlarsa, öyledir,” demiş Dev alçakgönüllülükle.
“Örneğin, istersen hemen bir aslana dönüşebildiğini söylüyorlar,” demiş Çizmeli Kedi. Bunu söyler söylemez Dev hemen kendini bir aslana dönüştürüvermiş. Çizmeli Kedi kendini dolabın üzerine zor atmış.
Dev tekrar eski haline dönünce dolaptan aşağı inmiş. “Mükemmel!” demiş Çizmeli Kedi. “Ama fare gibi küçük bir şeye dönüşmek senin gibi cüsseli biri için imkânsız olmalı!”
“İmkânsız mı?” diye gülmüş Dev. “Benim yapamadığım şey yoktur!” Dev bir anda fareye dönüşmüş, Çizmeli Kedi de onu hemen yutmuş.
Derken Kral, Dev’in şatosuna varmış. Şatonun artık kime ait olduğunu tahmin etmişsinizdir herhalde! Çizmeli Kedi Kral’ın faytonunu şatonun yolunda karşılamış. “Bu taraftan gelin,” demiş. “Sizi bir ziyafet bekliyor.” (Dev o gün birkaç arkadaşına bir ziyafet vermeyi planladığı için yemeklerle donatılmış büyük bir masa hazır bekliyormuş!”)
O gün sonunda Çizmeli Kedi’nin sahibi marki Prenses’le nişanlanmış. Bir hafta sonra da evlenmişler. Çizmeli Kedi’ye ne mi olmuş? Dokuz canından dokuzunu da sefa içinde sürmüş ve bir daha da fare avlamasına gerek kalmamış - ara sıra avlamış, o da kedi olduğunu unutmamak için.
Uyuyan Güzel Masalı - Grimm Kardeşler
Masalın Adı : Uyuyan Güzel
Masalın Yazarı : Grimm Kardeşler
Bir zamanlar bir Kral ile Kraliçe bir kız çocukları olunca bu mutlu günün şerefine bir ziyafet vermişler. Ziyafetten sonra Kral çevresindeki insanlara baba olmanın kendisini nasıl mutlu ettiğini anlatmış, zira yıllar yılı karısıyla birlikte hep bir çocuk sahibi olmayı beklemiş durmuş. Sonra bebeğin altını değiştirmeyi yeni öğrendiği sıralarda başına gelenleri anlatırken konukların hepsini güldürmüş. Derken konukların bebek Prenses’e hediyelerini verme zamanı gelmiş.
Herkes hediyelerini verdikten sonra sıra on iki periye gelmiş. “Benim Prenses’e hediyem Mutluluk,” demiş birinci peri. Konuklar sevinçle alkışlamışlar, Kral’ın ağzı kulaklarına varmış.
“Benim hediyem Güzellik,” demiş ikinci peki. “Benim hediyem Akıl,” demiş üçüncüsü. Böylece on bir peri hediyelerini tek tek vermişler.
On ikinci peri tam hediyesini vermek üzereymiş ki, bir gök gürültüsüyle sarsılmış bütün saray. Kapılar ardına kadar açılmış, içeriye yaşlı bir kadın girmiş ayaklarını sürüye sürüye. Onu gören herkes korkudan gözlerini kapatmış.
“On üçüncü peri!” diye bağırmışlar hep bir ağızdan.
“Bana davetiye yok mu Kral?” demiş on üçüncü peri korkunç sesiyle kapı ağzından.
“Sana davetiye yollamayı unutmuş olmalılar,” demiş Kral kem küm ederek.
“Hizmetkârlar! Sofrada hemen bir yer daha açın! Çabuk!” Aslında Kral onu bile bile davet etmemiş, çünkü sarayda periler için sadece on iki altın tabak varmış. O da düşünmüş taşınmış, çareyi birini davet etmemekte bulmuş.
On üçüncü peri minik Prenses’in kundağının yanına gitmiş. Bebek agu deyip minik elini ona doğru uzatmış. Derken peri birden, “Benim de prensese hediyem, on beşinci yaş gününde parmağına iğ batar batmaz ölmesi,” demiş iğrenç bir kahkaha atarak.
Yine bir gök gürültüsüyle, kötü peri kaybolup gitmiş. Sarayın kapıları gürültüyle kapanmış ardından. Korkunç bir sessizlik kalmış geriye. Sonra Kraliçe ağlamaya başlamış.
On ikinci peri öne atılmış. “Ben hediyemi vermedim daha,” demiş yumuşak bir sesle. “Kötü büyüyü bozamam belki, ama onu değiştirebilirim. Benim hediyem de büyüyü, Prenses’in parmağına iğ battığında ölmesi yerine, yüz yıl uyuması şeklinde değiştirmek olsun o zaman.”
Yıllar geçmiş aradan. Bebek büyümüş, sağlıklı, güzel, mutlu ve akıllı bir genç kız olmuş. Kral’la Kraliçe kötü büyüyü çoktan unutmuşlar. Zaten ülke içinde ne kadar iğ varsa, daha Prenses bebekken yok edilmiş. Prenses uzun yıllar güvendeymiş.
Fakat tam da on beşinci yaşına bastığı gün Prenses daha önce hiç fark etmediği bir kapı keşfetmiş. Kapıyı açmış, kıvrıla kıvrıla yukarı çıkan bir merdivenle karşılaşmış. Merdiveni çıkınca üzerinde altın bir anahtar bulunan bir kapıya varmış. Kapıyı açınca, içerdeki küçük odada tekerlekli bir şeyi çalıştıran yaşlı bir kadın görmüş. “Ne yapıyorsunuz öyle?” diye sormuş prenses. Yaşlı kadın gülümsemiş. “İplik eğiriyorum!” demiş. “Orada öyle bakıp durma. Gel, bir de sen dene, hadi.” İği Prenses’e doğru uzatmış.
O anda olanlar olmuş. İğin sivri ucu Prenses’in parmağına batmış, Prenses hemen yere yığılıp kalmış. Dışarıda, avluda tavuklar gıdaklamayı kesmiş. Prenses’in köpeği, aşçının kedisini kovalamaz olmuş. Çalışma odasında kızının doğum günü davetiyesini yazmakta olan Kral’ın elinden kalem düşmüş. Mutfaktaki ocaklar yanmaz olmuş. Tüm saray uykuya dalmış.
Yıllar yavaş yavaş akıp geçmiş. Saray unutulmuş. Ama olaydan yüz yıl kadar sonra bir gün yakışıklı bir Prens o civardan geçiyormuş. Uzaklarda dikenli çalılarla kaplı bir yer gözüne ilişmiş. Adamları gülerek bu büyülenmiş sarayla içindeki uyuyan güzel hakkında duydukları bir hikâyeyi aktarmışlar ona. ‘Ya doğruysa,’ diye düşünmüş prens ve atını dikenli çalılarla kaplı yola sürmüş.
Önce çalılardan geçilecek hiç yol bulamamış. Çalılar hem çok sıkmış ve hem de üstüne tırmanılamayacak kadar dikenliymiş. Bakmış olacak gibi değil, çekmiş kılıcını ve yolunu açmak için çalıları kesmeye başlamış. Çalılıkları aşan Prens gördüklerine inanamamış. Her yer bir heykel gibi kıpırdamadan duran hayvanlar ve insanlarla doluymuş. Sarayın içinde dolaşmış. Güneşle aydınlanan pencerelerde tek bir sinek bile vızıldamıyormuş. Hiç kimse kımıldamıyor, hiç kimse cevap vermiyormuş sorularına.
Derken kapısı yarı açık bir kuleye varmış. İçeri girmiş, kıvrıla kıvrıla yukarı doğru uzanan bir merdivenle karşılaşmış. Prens, merdivenlerin bittiği yerde, tepede altına benzer bir şeyin parladığını görür gibi olmuş. Merdivenleri çıkmış ve kendini Prenses’in önünde bulmuş. “Uyuyan Güzel,” demiş fısıltılı bir sesle. Kızın güzelliğine dayanamamış, eğilip alnından öpmüş.
Prens onu öper öpmez Prenses gözlerini açmış. Onun uyanmasıyla birlikte sarayın mutfağında ocak tekrar yanmaya başlamış. Çalışma odasında Kral elinden düşürdüğü kalemi almış ve kızının doğum günü davetiyesini yazmaya devam etmiş. Tavuklar yerdeki buğday tanelerini gagalamaya başlamış.
Kulenin en üst katındaki odada Prenses karşısında Prensi görmüş. Yüz yıldan sonra ilk defa dudaklarında bir tebessüm belirmiş. “Benimle evlenir misin?” diye sormuş Prens fısıltıyla. “Evet!” demiş Prenses ve Prensi öpmüş. Kral bu güzel haberi alınca muazzam bir ziyafet hazırlatmış. Prens ile Prenses evlenmişler ve ömür boyu mutluluk içinde yaşamışlar.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Site İçi Linkler
- 9. Sınıf Ders Notları
- 10. Sınıf Ders Notları
- 11. Sınıf Ders Notları
- 12. Sınıf Ders Notları
- Kitap Özetleri
- Kitap Sınavları
- Eğitim ve Teknoloji
- İngilizce - Türkçe Hikayeler
- A. Hamdi Tanpınar
- Ahmet Ümit
- Amin Maalouf
- Binbir Gece Masalları
- Cengiz Aytmatov
- Cemil Meriç
- Dan Brown
- Dede Korkut
- Dostoyevsky
- Fakir Baykurt
- H.G. Wells
- Halide E. Adıvar
- İskender Pala
- Jules Verne
- Kemalettin Tuğcu
- Mevlana Celaleddin Rumi
- Ömer Seyfettin
- Peyami Safa
- Reşat Nuri Güntekin
- Sabahattin Ali
- Stefan Zweig
- Tolstoy
- Y. Kemal Beyatlı
- Yaşar Kemal
- Ziya Gökalp