Öğretmen ve öğrencilere yönelik kitap özetleri, kitap sınavları, kitap soruları ve eğitici hikayeler
Stefan Zweig etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Stefan Zweig etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
4 Aralık 2019 Çarşamba
Geçmişe Yolculuk (Stefan Zweig) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili
Kitabın Adı : Geçmişe Yolculuk
Kitabın Yazarı : Stefan Zweig
Kitap Hakkında Bilgi :
Kozasında kalmak için ne kadar uğraşsa da, bir an gelir kozanın gözyaşlarının çapraşık dokusu çözülür ve yaşlar yükseklerden en uzak derinliklere akar, ürkek kalbe büyük bir güçle düşer. Genç adam için bu hayli geç olmuştu…
Usta yazar Stefan Zweig’dan insan ruhunu açmazlarıyla ortaya seren bir öykü Geçmişe Yolculuk. Genç bir adamın özgürlük, yükselme arzusu, aşk ve görev arasında yaşadığı çatışmaları okurken insan denen varlığı oluşturan dürtülerin gücüne de tanık olacaksınız.
Kitabın Özeti :
Savaşın mahvettiği, araya mesafelerin girdiği ama tutkudan hiçbir şeyin götürmediği bir adam Ludwig.
Birbirlerine tutkulu aşkla bağlanan iki insanın iki yıl sürecek bir ayrılığın savaş nedeniyle dokuz yıl sürmesiyle aşk heyecanını yitiriyor. Zaman her ikisini de bambaşka arzulara yönlendirse de yaşanmamış o tutkulu aşk hayatlarının peşini bırakmayıp zamanın arkasından usul usul bedenlerinde yaşıyor.
Savaşın bir anda bitmesiyle o tutkulu aşkın gerçek duygularına dönüşü başlıyor. Ludwig o ana kadar hayat ona ne getirdiyse onu yaşamıştı. Şimdi savaşın bitmesi onu gerçek tutkularına ulaşmasını fısıldıyordu.
Ama aşk, bir cenin gibi bedenin karanlıklarında acıyla dönüp durmaktan kurtulduğu, nefes ve dudak aracılığıyla kendini zikir ve itiraf edebildiği zaman gerçek aşktı. Bu duygu çok ısrarcı olursa, bir an gelir ilmek ilmek dokunmuş tırtıl yuvasını deler, yükseklerden en derinlere doğru yuvarlanır ve ürkmüş yüreğe var gücüyle çarpardı.
Savaşın yıktığı hayaller ve ulaşılmayı bekleyen bir hayat. Kısacık bir kitabın konusu, kapağı kapattığında içine çekebilecek ve uzun bir süre düşündürecek nitelikte.
Acaba Ludwig, geçmişine dönüp aynı tutkuyu aynı aşkı hissedelicek miydi? Geçmişe yolculuk yapıp ve aradan dokuz yılın geçmesiyle aynı hisleri karşısında bulabilecekler miydi?
28 Kasım 2019 Perşembe
Acımak (Stefan Zweig) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili
Kitabın Adı : Acımak
Kitabın Yazarı : Stefan Zweig
Kitap Hakkında Bilgi :
Birdenbire kapı açıldı ve içeriye serin bir hava cereyanı ile birlikte, çok güzel bir genç kız girdi. Badem biçimi koyu ela gözleri,mat bir teni vardı. Taşrada görülmeyen şık bir biçimde giyinmişti. Ve asıl önemlisi de, bu korkunç monotonluk içinde onun, yepyeni bir çehre olmasıydı. Fakat ne yazık ki güzel kız bize hiç bakmadı…
Bir tanrıydım o akşam. Fakat yükseklere kurulu tahtımdan, yaptığım işlere kayıtsız kayıtsız bakmıyordum. Kullarımın arasında tatlı, iyicil tavırlarla duruyor ve muhayyilemin gümüşi bulutları arkasından onların yüzlerini görüyordum. Solumda bir ihtiyar oturmaktaydı. Benden fışkırmakta olan o parlak iyilik ışığı buruşuk alnındaki kırışıklıkları giderip cilalamış, gözlerinin altındaki çukurlukları yok etmişti. Ölümü ondan uzaklaştırmıştım. Yarattığım mucizeden dolayı minnet içindeydi, dirilen bir kimsenin sesiyle konuşuyordu. Yanımda bir genç kız oturmaktaydı. Hastalık çekmiş, acılarına köle gibi zincirle bağlanmış, ruhunun girinti çıkıntıları içinde bocalayıp durmuştu. Fakat şimdi o da sağlık ışığının parıltıları içine gömülmüştü. Dudaklarımın soluğuyla onu kaygısız cehenneminden çekip çıkarmış, sevginin göklerine yükseltmiştim. Yüzüğü de parmağımda seher yıldızı gibi parıldıyordu. Onun karşısında başka bir genç kız görmekteydim. O da minnetle gülümsüyordu. Çünkü yüzüne ve bir ormanı andıran koyu renk, kokulu saçlarına güzellik bahşetmiştim. O saçların altında da pürüzsüz alnı görülmekteydi. Sırf orada olmamın yarattığı mucizeyle onları nimetlere, heyecanlara gark etmiştim.
Hepsinin gözlerinde benim ışığım vardı. Birbirlerine baktıkları zaman bakışlarında ışıldayan meşale bendim. Birbirleriyle konuştukları zaman sözlerinin manası bendim ve sustuğumuz zaman zihinlerini dolduran yine bendim. Saadetlerinin başlangıcı, merkezi ve sebebi de yine bendim çünkü. Birbirlerini tebrik ettikleri zaman beni tebrik ediyor, birbirlerini sevdikleri zaman sevgilerinin yaratıcısı olan beni seviyorlardı.
(…) Bir tanrıydım o akşam. Kaygının, tasanın coşkun sularını yatıştırmış, bu yüreklerden karanlıkları kovmuştum.
Kitap, Teğmen Holfmiller adlı bir askerin Kekesfelva Villa’sında tesadüfen tanıştığı Edith ile yaşadıklarını konu alır. Bu tesadüfü buluşmadan sonra Edith, Teğmen Holfmiller’in merhamet olarak adlandırdığı duyguya sımsıkı sarılır. Teğmen bu sevgi karşısında kapana yakalanmış bir fare gibi nefes almakta zorlanırken savaşa kaçmayı bir çözüm olarak gördüğü bir yola çıkar. Unuttuğu tek şey, vicdan kanarken hiçbir yere kaçamayacağı gerçeğini eski bir dostla karşılaştığında tekrar anlar.
Odak noktasına hep insanı ve insancıllığı koyan Zweig’ın psikolojik ögeleri bolca kullandığı bu eserinde, Teğmen Hofmiller’nın saygın bir ailenin felçli kızını tanıması ve onunla yakınlık kurması ile başlayan merhametle ilgili tahlillerle acıma duygusunun neleri tetikleyebileceği, ruhta nasıl izler bırakabileceği, insanı ne gibi çatışmalara sürükleyebileceği gözler önüne seriliyor. Sevgi ile acıma arasındaki ince, puslu çizginin yorumlanması esnasında yapılan olağanüstü psikolojik tahliller, okuyucuya etkileyici bir roman okumanın zevkini yaşatıyor.
Kitabın Özeti :
Teğmen Holfmiller ortanın altı bir sınıftan askerliği seçmek zorunda bırakılmıştır. Askerliğin gri yüzü ve duyguların insan yaşamı arasında ki gelgitliği onu insanlarla ilişkilerinin zayıf olmasına sebeb vermiştir. Bir gün Kekesfelva Villa’sında bir eğlenceye davet edilir. Bu karanlık villada pek çok şeyin rengi geçmişini gizlemektedir.
Teğmen burada herkesle dans eder. Yalnız evin sahibinin zayıf bacaklı kızıyla dans etmeyi unutur. Odanın içinde gözleri onu aramaktadır. Bir köşede otururken karşılaşır. Onu dansa davet eder. Birden kaçarak uzaklaşan Edith ile Teğmen böyle tanışırlar. Edith bir engellidir. Sürekli tedavi görmektedir. Doktorları cellât olarak görebilecek kadar tedavi ve doktorlardan nefret etmektedir. Babası burada dolandıracağı kadına aşık olmuştur. Ve babası hakkında tefeci vb. dedikodular halk arasında yaygındır. Bütün yaşamını, biriktirmek için harcadığı parayı ev sahibesi için harcamıştır. Bütün serveti kanserin gücü karşısında bir hiçtir. Ölüm eşini alır. O günden sonra yaşamını değiştirmiştir. Çocuğunun iyileşmesi için her yolu denemekte bir umut için her şeyini feda edebilecek güçtedir.
Teğmen bu hatasından duyduğu vicdan azabı nedeniyle Edith’i ziyaret eder. Edith bu merhametli duygularla adeta kendisini kaptırır. Teğmenle gün geçtikçe yakınlaşırlar. Teğmen’in bu zaafı vicdan azabını gün geçtikçe büyütecektir. Umutsuz vaka olan Edith, Teğmen’in bir hatasıyla durumun iyiye gittiğini söyleyiverir. Bu dönülmez hatadan geri adım atamaz.
Teğmen bu duyguların merhametten başka bir şey olmadığını söylese de Edith bu yasak aşkın farkına varır. Edith’e göre sevmek ona göre değildir. Yaşam annesinin de karşılaştığı bir şekilde, onu da süründürüp canını almaktan başka bir şey değildir. En çok sevdiği dans etmek ve ata binmek onda sadece bir silüetten ibarettir. Edith, bütün güzel şeylerin gölgesinin düşerek çürüttüğü bir insan artığı benliğe sahiptir.
Babasıysa karısını kaybettikten sonra kızının bu eriyip bitişine daha fazla dayanamayacaktır. Tedavileri bırakan ölümü ağır ağır kabul edilen Edith onun her şeyidir. Onun için her şeyi feda edebilir. Ömrünü kazanmak için adadığı servetini dahi! Teğmen Holfmiller’e kızıyla nişanlanması için para teklif eder. Holfmiller bunu kabul eder. Holfmiller sevmediği, buğday çuvalı olarak gördüğü Edith’le nişanlanır. Bu olayın tefecinin çocuğuyla evlendiğinin duyulmasıyla daha da vicdan azabını artırır. Tek düşündüğü şey intihar etmektir. Eski bildiği bir şekilde gece yarısı yastık ve yorganı yüzüne bastırarak silahla intihar edecektir. Bu şekilde hiç kimse onun öldüğünü duymayacaktır.
Teğmen Holfmiller yaşamı boyunca sevilmekten kaçan, ardında Edith’in manen bir güçle iyileşme aşamasında bırakarak intiharı seçecektir. Lakin intihar edemeyecektir. Akıl aldığı bir meslektaşı onu harbe gönderecektir. Savaşın o kirli yüzü onun için bir çözüm gibi görünmektedir. Peki ya Edith yaşamak ve sevmek onun hakkı değil midir? Tam da iyileşme aşamasında… Edith’in ayakları iyileşirken ruhunun kanaması onu nerelere sürükleyecektir?
Stefan Zweig Acımak başyapıtında son noktayı şöyle koyar:
"…insanın vicdanı hatırladığı müddetçe, hiçbir hata unutulmuş değildir."
Kitabın Yazarı : Stefan Zweig
Kitap Hakkında Bilgi :
Birdenbire kapı açıldı ve içeriye serin bir hava cereyanı ile birlikte, çok güzel bir genç kız girdi. Badem biçimi koyu ela gözleri,mat bir teni vardı. Taşrada görülmeyen şık bir biçimde giyinmişti. Ve asıl önemlisi de, bu korkunç monotonluk içinde onun, yepyeni bir çehre olmasıydı. Fakat ne yazık ki güzel kız bize hiç bakmadı…
Bir tanrıydım o akşam. Fakat yükseklere kurulu tahtımdan, yaptığım işlere kayıtsız kayıtsız bakmıyordum. Kullarımın arasında tatlı, iyicil tavırlarla duruyor ve muhayyilemin gümüşi bulutları arkasından onların yüzlerini görüyordum. Solumda bir ihtiyar oturmaktaydı. Benden fışkırmakta olan o parlak iyilik ışığı buruşuk alnındaki kırışıklıkları giderip cilalamış, gözlerinin altındaki çukurlukları yok etmişti. Ölümü ondan uzaklaştırmıştım. Yarattığım mucizeden dolayı minnet içindeydi, dirilen bir kimsenin sesiyle konuşuyordu. Yanımda bir genç kız oturmaktaydı. Hastalık çekmiş, acılarına köle gibi zincirle bağlanmış, ruhunun girinti çıkıntıları içinde bocalayıp durmuştu. Fakat şimdi o da sağlık ışığının parıltıları içine gömülmüştü. Dudaklarımın soluğuyla onu kaygısız cehenneminden çekip çıkarmış, sevginin göklerine yükseltmiştim. Yüzüğü de parmağımda seher yıldızı gibi parıldıyordu. Onun karşısında başka bir genç kız görmekteydim. O da minnetle gülümsüyordu. Çünkü yüzüne ve bir ormanı andıran koyu renk, kokulu saçlarına güzellik bahşetmiştim. O saçların altında da pürüzsüz alnı görülmekteydi. Sırf orada olmamın yarattığı mucizeyle onları nimetlere, heyecanlara gark etmiştim.
Hepsinin gözlerinde benim ışığım vardı. Birbirlerine baktıkları zaman bakışlarında ışıldayan meşale bendim. Birbirleriyle konuştukları zaman sözlerinin manası bendim ve sustuğumuz zaman zihinlerini dolduran yine bendim. Saadetlerinin başlangıcı, merkezi ve sebebi de yine bendim çünkü. Birbirlerini tebrik ettikleri zaman beni tebrik ediyor, birbirlerini sevdikleri zaman sevgilerinin yaratıcısı olan beni seviyorlardı.
(…) Bir tanrıydım o akşam. Kaygının, tasanın coşkun sularını yatıştırmış, bu yüreklerden karanlıkları kovmuştum.
Kitap, Teğmen Holfmiller adlı bir askerin Kekesfelva Villa’sında tesadüfen tanıştığı Edith ile yaşadıklarını konu alır. Bu tesadüfü buluşmadan sonra Edith, Teğmen Holfmiller’in merhamet olarak adlandırdığı duyguya sımsıkı sarılır. Teğmen bu sevgi karşısında kapana yakalanmış bir fare gibi nefes almakta zorlanırken savaşa kaçmayı bir çözüm olarak gördüğü bir yola çıkar. Unuttuğu tek şey, vicdan kanarken hiçbir yere kaçamayacağı gerçeğini eski bir dostla karşılaştığında tekrar anlar.
Odak noktasına hep insanı ve insancıllığı koyan Zweig’ın psikolojik ögeleri bolca kullandığı bu eserinde, Teğmen Hofmiller’nın saygın bir ailenin felçli kızını tanıması ve onunla yakınlık kurması ile başlayan merhametle ilgili tahlillerle acıma duygusunun neleri tetikleyebileceği, ruhta nasıl izler bırakabileceği, insanı ne gibi çatışmalara sürükleyebileceği gözler önüne seriliyor. Sevgi ile acıma arasındaki ince, puslu çizginin yorumlanması esnasında yapılan olağanüstü psikolojik tahliller, okuyucuya etkileyici bir roman okumanın zevkini yaşatıyor.
Kitabın Özeti :
Teğmen Holfmiller ortanın altı bir sınıftan askerliği seçmek zorunda bırakılmıştır. Askerliğin gri yüzü ve duyguların insan yaşamı arasında ki gelgitliği onu insanlarla ilişkilerinin zayıf olmasına sebeb vermiştir. Bir gün Kekesfelva Villa’sında bir eğlenceye davet edilir. Bu karanlık villada pek çok şeyin rengi geçmişini gizlemektedir.
Teğmen burada herkesle dans eder. Yalnız evin sahibinin zayıf bacaklı kızıyla dans etmeyi unutur. Odanın içinde gözleri onu aramaktadır. Bir köşede otururken karşılaşır. Onu dansa davet eder. Birden kaçarak uzaklaşan Edith ile Teğmen böyle tanışırlar. Edith bir engellidir. Sürekli tedavi görmektedir. Doktorları cellât olarak görebilecek kadar tedavi ve doktorlardan nefret etmektedir. Babası burada dolandıracağı kadına aşık olmuştur. Ve babası hakkında tefeci vb. dedikodular halk arasında yaygındır. Bütün yaşamını, biriktirmek için harcadığı parayı ev sahibesi için harcamıştır. Bütün serveti kanserin gücü karşısında bir hiçtir. Ölüm eşini alır. O günden sonra yaşamını değiştirmiştir. Çocuğunun iyileşmesi için her yolu denemekte bir umut için her şeyini feda edebilecek güçtedir.
Teğmen bu hatasından duyduğu vicdan azabı nedeniyle Edith’i ziyaret eder. Edith bu merhametli duygularla adeta kendisini kaptırır. Teğmenle gün geçtikçe yakınlaşırlar. Teğmen’in bu zaafı vicdan azabını gün geçtikçe büyütecektir. Umutsuz vaka olan Edith, Teğmen’in bir hatasıyla durumun iyiye gittiğini söyleyiverir. Bu dönülmez hatadan geri adım atamaz.
Teğmen bu duyguların merhametten başka bir şey olmadığını söylese de Edith bu yasak aşkın farkına varır. Edith’e göre sevmek ona göre değildir. Yaşam annesinin de karşılaştığı bir şekilde, onu da süründürüp canını almaktan başka bir şey değildir. En çok sevdiği dans etmek ve ata binmek onda sadece bir silüetten ibarettir. Edith, bütün güzel şeylerin gölgesinin düşerek çürüttüğü bir insan artığı benliğe sahiptir.
Babasıysa karısını kaybettikten sonra kızının bu eriyip bitişine daha fazla dayanamayacaktır. Tedavileri bırakan ölümü ağır ağır kabul edilen Edith onun her şeyidir. Onun için her şeyi feda edebilir. Ömrünü kazanmak için adadığı servetini dahi! Teğmen Holfmiller’e kızıyla nişanlanması için para teklif eder. Holfmiller bunu kabul eder. Holfmiller sevmediği, buğday çuvalı olarak gördüğü Edith’le nişanlanır. Bu olayın tefecinin çocuğuyla evlendiğinin duyulmasıyla daha da vicdan azabını artırır. Tek düşündüğü şey intihar etmektir. Eski bildiği bir şekilde gece yarısı yastık ve yorganı yüzüne bastırarak silahla intihar edecektir. Bu şekilde hiç kimse onun öldüğünü duymayacaktır.
Teğmen Holfmiller yaşamı boyunca sevilmekten kaçan, ardında Edith’in manen bir güçle iyileşme aşamasında bırakarak intiharı seçecektir. Lakin intihar edemeyecektir. Akıl aldığı bir meslektaşı onu harbe gönderecektir. Savaşın o kirli yüzü onun için bir çözüm gibi görünmektedir. Peki ya Edith yaşamak ve sevmek onun hakkı değil midir? Tam da iyileşme aşamasında… Edith’in ayakları iyileşirken ruhunun kanaması onu nerelere sürükleyecektir?
Stefan Zweig Acımak başyapıtında son noktayı şöyle koyar:
"…insanın vicdanı hatırladığı müddetçe, hiçbir hata unutulmuş değildir."
Vicdan Zorbalığa Karşı (Stefan Zweig) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili
Kitabın Adı : Vicdan Zorbalığa Karşı
Kitabın Yazarı : Stefan Zweig
Kitap Hakkında Bilgi :
Vicdan Zorbalığa Karşı ya da Castellio Calvin'e, okuru Fransız Reformcu Jean Calvin'in diktatörlüğünün hüküm sürdüğü XVI. yüzyıl Cenevre'sine götürür. Calvin'in farklı görüşlere gösterdiği tahammülsüzlük, hümanist din adamı Miguel Serveto'nun resmî öğretiye ters düşen görüşleri nedeniyle ölüm cezasına çarptırılmasıyla zirveye tırmanır. Tam da bu noktada Sebastian Castellio, Calvin'in karşısında tarih sahnesindeki yerini alır.
“Hakikati aramak ve onu kendi düşündüğü gibi ifade etmek asla suç olamaz. Kimse bir inanca zorlanamaz. İnanç özgürdür.”
Bu kitap, Zweig'ın, kendi yaşamını belirleyecek nasyonal sosyalizm de dahil olmak üzere totaliter rejimlere yönelttiği bir eleştiri olarak da anlaşılabilir. Katı ideolojilerin beraberinde getirdiği tehlikelerin göz önüne serildiği, insanca yaşamak için düşünce özgürlüğünün, hoşgörünün altının çizildiği Vicdan Zorbalığa Karşı ya da Castellio Calvin'e, bu özellikleriyle evrensel nitelikte.
Kitabın Özeti :
Katolik inancına karşı tepkilerin arttığı, dinde reform hareketinin başladığı ve Protestanlığın ortaya çıktığı yıllardır. Cenevre’de vaiz Farel Katolikliğin temelini sarsmak için insanları örgütler, vaazlarıyla belli bir taraftar kitlesi oluşturur ve sonuçta başarılı olur. Katolik papazlarının otoritesi dağılmaktadır. Ancak Farel’in hesaplamadığı bir şey vardır, bundan sonra ne olacaktır. Zira Katolikliğin dağılmasının ardından büyük bir inanç boşluğunun doğması kaçınılmazdır.
İyi bir eğitim almış genç Jean Calvin, yeni bir mezhebin sistematiğinin belirlenmesi ihtiyacını ilk fark edenlerdendir ve “Institutio Christianae Religionis (Hıristiyanlık Dininin Esasları)” adlı çalışmasıyla ortaya çıkar.
Farel, Calvin’i Tanrı’nın bir lütfu olarak benimser ve Cenevre’yi Institutio’ya göre yönetmesi için Calvin’in en sadık destekleyicilerinden olur.
Cenevre meclisi, Protestanlığı desteklediği için Fransa’dan göç etmek zorunda kalan bu adamın Cenevre’ye gelmesinden hoşnut olur ve onu vaiz olarak atamaktan çekinmezler. Çünkü Institutio’yu hiç okumamışlardır ve dolayısıyla her türlü günahtan kaçınmayanların ve Calvin’in diğer kurallarına bağlılık yemini etmeyenlerin şehri terk etmek zorunda kalacaklarından habersizdirler. Institutio, kendine her türlü zevki ve lüksü yasaklamış Calvin’in sert mizacı kadar tavizsizdir.
Calvin’in kuralları ortaya çıktığında insanlar yavaş yavaş şikayet etmeye başlar, bir Fransız göçmeninin Cenevre asillerine uyguladığı tavrı kabul etmezler ve Calvin’i ülkeden gönderme kararı alırlar. Calvin Cenevre’yi terk eder.
Fakat, Farel’in korktuğu şey kendini gösterir. Reformla Katoliklik yıkılmış; ancak, yerine başka bir şey konmamıştır. Toplumda kaos çıkmak üzeredir. Önce Farel Calvin’i yeniden çağırır. Calvin ise bunu kabul etmeyeceğini kesinkes bildirir. Sonrasında Cenevre meclisi ve sonunda da tüm Cenevre halkı Institutio yazarının yeniden ülkeye gelmesi için adeta yalvarır. Calvin ikinci gelişinde, tüm Cenevre halkı sevinç içinde, fakat Calvin’in tüm katı uygulamasına boyun eğmiş şekilde Cenevre’yi teslim alır.
Calvin işe koyulur ve otoritesini derinleştirir. Kendisinden habersiz kuş uçurtmamayı talep edebilecek biri olarak, onayı olmadan kitap basılmasını da yasaklamıştır.
“Elbette ki sansür her zaman, her diktatörlüğün doğuştan kardeşidir.”
Bu sırada genç bir teolog olan Castellio, Kitab-ı Mukaddes’in Fransızca tercümesini hazırlamıştır ve Calvin’den kitabın basımı için izin vermesini rica eder. Castellio’nun umduğunun aksine Calvin’in tepkisi sert ve aşağılayıcı olur, çünkü halihazırda bir akrabası Fransızca tercümeyi yayımlamış ve Calvin de bu kitaba bir önsöz yazmıştır. Castellio ne cüretle, Calvin’in önsöz yazarak onaylamış olduğu bir eserin üzerine yeni bir çalışma ortaya koyar! Yine de kitabı yayımlayabilir, ancak önce tercümeyi Calvin’e sunacak ve Calvin’in uygun gördüğü düzeltmeleri yapacaktır.
Castellio bunu kabul etmez ve şehirden ayrılmak zorunda kalır, hayatının bundan sonrası altı nüfuslu ailesinin geçimini sağlamaya çalışmakla ve yoksullukla geçecektir. Castellio’nun yeniden ortaya çıkması Protestanlığın ilk din cinayetinin gerçekleşmesiyle (Serveto Olayı) olacaktır.
Protestanlığa göre Hristiyanlık için tek kaynak Kitab-ı Mukaddes olmalıdır. Bu şekilde Kitab-ı Mukaddes’e ilaveten kilise geleneklerini de kaynak olarak gören Katoliklerden ayrılır. Fakat Kitab-ı Mukaddes’in de farklı yorumları bulunmaktadır ve Michael Serveto, teslis inancının Hristiyanlıkta olmadığı savıyla yeni bir düşünceyle ortaya çıkar.
Michael Serveto, koyu bir Hristiyandır, fakat araştırmaları onu Hristiyanlığın temel inanışlarını değiştirecek bir sonuca ulaştırır. “Teslis’in Yanlışlıkları Üzerine” adlı kitabın yayımlanmasının ardından kimliğini değiştirmek zorunda kalır ve Villeneuve ismini alarak Fransa’nın Vienne bölgesine yerleşir.
Serveto, eğitim ve öğrenme açısından büyük bir yeteneğe sahiptir. Vienne’e geldiğinde daha önce tıp alanında yaptığı çalışmalara yeniden yoğunlaşır ve vali vekilinin doktoru olarak görev yapmaya başlar. Ancak Serveto hayatını doktor olarak tamamlama niyetinde değildir, çünkü bildiklerini paylaşmak, insanları bilgilendirmek zorundadır. Bu amaçla düşüncelerini, bunların kıymetini bilecek açık fikirli bir teolog bilim adamına göndermek ister. Serveto’ya göre bunun için en uygun kişi Jean Calvin’dir.
Serveto’nun ilk mektubuyla çılgına dönen Calvin sert bir cevap yazar. İkili arasındaki yazışmalar çok geçmeden hakarete varır. Hatta Calvin, arkadaşı Farel’e Serveto olur da Cenevre’ye gelecek olursa onu sağ çıkarmayacağını söyler.
Serveto’nun cevabı ise Calvin’in Institutio’suna karşılık verircesine isim kullanmadan Restitutio’yu (Öze Dönüş) yayımlamak şeklinde olur. Calvin, arkadaşları üzerinden kendini gizleyerek Seveto’nun kafir olarak yargılanmasını talep ettirir. Öncelikle delil yetersizliğinden serbest bırakılan Serveto, Calvin’in davaya doğrudan müdahil olması ve türlü hileleriyle mahkum edilir.
Serveto ise özellikle doktorluk kariyeri sonrası çok sevilmektedir ve geniş bir çevre edinmiştir. Arkadaşları vasıtasıyla hapisten kaçırılır. Fakat Vienne’den kaçan Serveto şaşırtıcı biçimde ve canavarın mağarasına girercesine Cenevre’ye gelir. Bir vaaza katılan Serveto burada tanınınca hapsedilir.
Serveto hakkında hüküm henüz o yakalanmadan verilmiştir; teslisi inkar eden bu kafir, kitaplarıyla birlikte yakılacaktır. Serveto ise en temel ihtiyaçlarının bile karşılanmadığı bir hücrede tutulurken son ana kadar suçsuzluğunun ortaya çıkmasını, hatta tazminat olarak Calvin’in tüm malvarlığının kendisine verilmesini bekler. Ancak karşısına çıkan, teslis inancını kabul ederse yakılmak yerine hemen öldürülme teklifidir.
Serveto yıkılmış ve her şeyin sona erdiğini anlamıştır; fakat, inandığı şeyi inkar edemeyecek bir dindardır. Düşüncesini ifade etmesinden dolayı, değil yanacak olmak ölmek bile ona göre büyük bir haksızlıktır. Fakat, tüm Cenevre halkı -Calvin dışında- bu sapkının diri diri yakılmasını seyretmek üzere meydana toplanmıştır. Calvin ise Serveto İsa’ya yakarışlar içinde yanarken çalışma odasına gizlenmiştir.
Serveto’nun ölümü bazı vicdanları oldukça rahatsız eder. Serveto en nihayetinde kendince bir gerçeği savunmuştur. Bu hoşnutsuzluğu açık açık dile getirme cesaretini ise sadece Sebastian Castellio gösterir. Castellio başlangıçta kimliğini gizler, çünkü; “Öyle bir zaman gelir ki insanlığın en basit en açık hakikatleri insanlara ulaşabilmek için sisler arkasına saklanmaya, kılık değiştirmeye gereksinin duyar; açık duran büyük ön kapı iktidar sahibinin zabıtaları ve gümrük memurlarının gözetiminde olduğundan en insanca ve kutsal düşünceler hırsızlar gibi gizli saklı, arka kapılardan içeri sızmak zorunda kalır.”
Castellio oldukça yalın şu cümleyle Serveto’nun idamının bir cinayet olduğunu vurgular:
“Bir insanı öldürmek asla bir öğretiyi savunmak değildir; bir insanı öldürmek demektir.”
Castellio, Serveto cinayetinin ardından dinsel hoşgörü manifestosunu yayımlar. Bu manifestoya göre insanları sapkın, kafir olarak etiketlemenin yanlışlığı, farklı düşüncelere saygı duymak gerektiği şu şekilde anlatılır:
“Sapkın diye nitelenen herkesin sapkın olduğuna inanmıyorum… Bu niteleme günümüzde o kadar hakaret içerir niteliktedir ki, birileri şahsi düşmanını ortadan kaldırmak isteyecek olsa bunun en kolay yolu onu sapkınlıkla suçlamak oluyor. Çünkü insanlar bu ‘sapkın’ kelimesinden, sadece adından bile öylesine büyük bir korkuya kapılıyor ki, işitir işitmez kulaklarını tıkıyor; sadece ona değil, lehine bir söz söylemeye cesaret eden biri olsa ona da gözü kapalı zulmediyorlar.”
“Bütün hakikatler, özellikle de dini olanlar tartışılır niteliktedir ve birden çok anlamları vardır. Bu nedenle, sadece Tanrı’ya ait olan sırları, onun gizli planlarına katılmışız gibi böyle bilgiççe tartışmak haddi aşmak demektir ve aslında bir şey bilmediğimizi konular hakkında, kesin kanaatlere sahipmişiz gibi insanları kandırmak, öyle görünmek; kibirdir.”
Bütün bu tepkilerin ardından Castellio kendini açığa çıkarır ve Calvin’in iftira ve oyunlarıyla mahkum edilir. Başlangıçta mahkumiyetin hızlıca sona ereceği düşünülse de Castellio’nun sonu yavaş yavaş Serveto’ya benzeyecek olur. Castellio belki idamdan ya da diri diri yakılmaktan 48 yaşında eceliyle ölerek kurtulur.
Calvin Castellio’nun da ortadan kalkmasıyla artık tüm düşmanlarını yenmiştir. Gözlerini Calvin’le açan yeni jenerasyon Calvin’i benimsemiş mutsuz ihtiyarlar ise dünyadan göç etmiştir. Calvin ideal dünyasını kurmayı başarır. Sıkı disiplin ve çalışmanın kutsanması ile bilime geniş bir alan doğar; fakat Kalvenist düşüncenin girdiği yerlerde hoşgörü de hızla yayılır. Öyle ki “nerede Calvin’in dini kanun olmuşsa, özellikle orada Castellio’nun fikirleri hayata geçer.”
“Lakin her selden sonra olduğu gibi ,sular geri çekilmek durumundadır; bütün despotluklar kısa sürede eskir ya da soğur, bütün ideolojiler ve onların geçici zaferleri kendi zamanları içinde sona erer. Bu nedenle yalnızca düşünce özgürlüğü fikri, fikirlerin fikri, hiçbir zaman yenilmez her zaman geri döner çünkü ruh ebedidir. Dışsal olarak, geçici biçimde susturulacak olduğunda gerilere, vicdanın en derin bölgesine, hiçbir tehlikenin erişemeyeceği bir yere sığınır. Bu yüzden mukdedirlerin ağzını kapatarak özgür ruhu mağlup ettiklerini sanmaları boşunadır. Çünkü her yeni doğan insanla birlikte yeni bir vicdan doğar ve daima birileri çıkıp fikri görevini yerine getirmesi, insanlığın vazgeçilmez hakları uğruna eski kavgaya yeniden başlaması gerektiğini hatırlar ve her zaman bütün Calvin’lere karşı bir Castellio ayağa kalkar, iktidarın bütün zorbalığına karşı düşüncenin mutlak bağımsızlığını savunur.”
27 Kasım 2019 Çarşamba
Mecburiyet (Stefan Zweig) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili
Kitabın Adı : Mecburiyet
Kitabın Yazarı : Stefan Zweig
Kitap Hakkında Bilgi :
Mecburiyet'te, ressam Ferdinand eşi Paula'yla birlikte ülkesindeki savaştan kaçarak İsviçre'nin doğasına sığınmıştır. Ne var ki hâlâ içi içini yiyor, her an o malum mektubun gelmesini bekliyordur. İsviçre'de özgürdür, ama bir türlü kendini özgür hissedemiyordur. Günlerden bir gün, ülkesinden gelen askerliğe çağrı tebligatı eline ulaştığında içinde bir mecburiyet hissi belirir. Ülkesinin girdiği bu kirli savaşta o da ölmeye "mecbur" mudur, yoksa İsviçre'de kalıp "özgür" olmaya devam etmeli midir?
Ülkesindeki savaştan kaçarak eşiyle birlikte İsviçre kırsalına sığınan Ferdinand adlı bir ressam, askerlik muayene çağrısıyla birlikte kendini içten içe dayatan “mecburiyet” duygusu karşısında direnmeye çalışır.
Stefan Zweig yine en iyi bildiği şeyi yapıyor ve çelişkilerle dolu insan ruhunu bütün ustalığıyla gözler önüne seriyor. "Mecburiyet" pasifizme dair şimdiye dek yazılmış en güçlü metinlerden biri olmanın yanında, Stefan Zweig'ın kendi hayatıyla da şaşırtıcı paralellikler içermektedir. Eser 1920 yılında basılmıştır.
Kitap Özeti :
Kitapta, askere gitme mecburiyeti arasında sıkışmış ve ülkesini terk etmiş olan ressam Ferdinand'ın hikayesini anlatıyor. Ferdinand savaş karşıtıdır. Savaş fikrinin insanı canavarlaştırdığını düşünür. Yazar Stefan Zweig de aynı düşünceye sahiptir. Hatta savaş yüzünden ülkesinin köleleştiğini düşündüğü için eşi ile birlikte intihar etmiştir.
Bu sebeple ressam Ferdinand savaş zamanı eşi Paula ile birlikte İsviçre'ye yerleşmiştir. Fakat 'asker kaçağı' olmanın yükü ve korkusundan kurtulamamıştır.
Aniden tekrar askerliğe çağırılan Ferdinand için büyük bir ikilem durumu oluşmuştur. İçindeki savaş karşıtı düşünceleri belli etmeyecektir belki ama sağlam bahaneler oluşturacaktır. Ferdinand, mecburiyeti, karısı ve sanatı arasında sıkışıp kalmıştır.
"İnsanlık adına gideceksen, inandığın bir şey uğruna gideceksen seni tutmam. Fakat canavarlar içinde bir canavar, köleler içinde bir köle olmak için gitmek istiyorsan, karşında olurum. İnsan bir amaç uğruna kendinden vazgeçebilir, fakat başkalarının çılgınca fikirleri uğruna değil..."
Hikayenin üç unsuru var. Ferdinand, karısı Paula ve yerine ulaşmadan çok öncesinde bile kendini hissettiren, beklenen mektup. "Fakat bildiği bir şey vardı:Herhangi bir çekmecede yüz binlerce kağıdın arasında bir kağıt vardı.Biliyordu. Günün birinde, herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda bu çekmece çekilecekti, bu çekmecenin açıldığının duyuyor ve biliyordu, bu mektup onu buluncaya dek dolanacak, dolanacaktı."
Sonunda korkuyla beklenen, askere çağıran mektup geldi. "Bu düşünce adeta bunaltıcı ve boğucu bir şekilde birdenbire odanın ortasına düşmüş, odadaki her şeyi, nesneleri kenara itmişti, geniş ve yapış yapıştı, başlayıp da bitiremedikleri yemeklerin üzerine çökmüştü, adeta bir sümüklüböcek gibi enselerinde sürünüyor ve ürkütüyordu."
Kitabın Yazarı : Stefan Zweig
Kitap Hakkında Bilgi :
Mecburiyet'te, ressam Ferdinand eşi Paula'yla birlikte ülkesindeki savaştan kaçarak İsviçre'nin doğasına sığınmıştır. Ne var ki hâlâ içi içini yiyor, her an o malum mektubun gelmesini bekliyordur. İsviçre'de özgürdür, ama bir türlü kendini özgür hissedemiyordur. Günlerden bir gün, ülkesinden gelen askerliğe çağrı tebligatı eline ulaştığında içinde bir mecburiyet hissi belirir. Ülkesinin girdiği bu kirli savaşta o da ölmeye "mecbur" mudur, yoksa İsviçre'de kalıp "özgür" olmaya devam etmeli midir?
Ülkesindeki savaştan kaçarak eşiyle birlikte İsviçre kırsalına sığınan Ferdinand adlı bir ressam, askerlik muayene çağrısıyla birlikte kendini içten içe dayatan “mecburiyet” duygusu karşısında direnmeye çalışır.
Stefan Zweig yine en iyi bildiği şeyi yapıyor ve çelişkilerle dolu insan ruhunu bütün ustalığıyla gözler önüne seriyor. "Mecburiyet" pasifizme dair şimdiye dek yazılmış en güçlü metinlerden biri olmanın yanında, Stefan Zweig'ın kendi hayatıyla da şaşırtıcı paralellikler içermektedir. Eser 1920 yılında basılmıştır.
Kitap Özeti :
Kitapta, askere gitme mecburiyeti arasında sıkışmış ve ülkesini terk etmiş olan ressam Ferdinand'ın hikayesini anlatıyor. Ferdinand savaş karşıtıdır. Savaş fikrinin insanı canavarlaştırdığını düşünür. Yazar Stefan Zweig de aynı düşünceye sahiptir. Hatta savaş yüzünden ülkesinin köleleştiğini düşündüğü için eşi ile birlikte intihar etmiştir.
Bu sebeple ressam Ferdinand savaş zamanı eşi Paula ile birlikte İsviçre'ye yerleşmiştir. Fakat 'asker kaçağı' olmanın yükü ve korkusundan kurtulamamıştır.
Aniden tekrar askerliğe çağırılan Ferdinand için büyük bir ikilem durumu oluşmuştur. İçindeki savaş karşıtı düşünceleri belli etmeyecektir belki ama sağlam bahaneler oluşturacaktır. Ferdinand, mecburiyeti, karısı ve sanatı arasında sıkışıp kalmıştır.
"İnsanlık adına gideceksen, inandığın bir şey uğruna gideceksen seni tutmam. Fakat canavarlar içinde bir canavar, köleler içinde bir köle olmak için gitmek istiyorsan, karşında olurum. İnsan bir amaç uğruna kendinden vazgeçebilir, fakat başkalarının çılgınca fikirleri uğruna değil..."
Hikayenin üç unsuru var. Ferdinand, karısı Paula ve yerine ulaşmadan çok öncesinde bile kendini hissettiren, beklenen mektup. "Fakat bildiği bir şey vardı:Herhangi bir çekmecede yüz binlerce kağıdın arasında bir kağıt vardı.Biliyordu. Günün birinde, herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda bu çekmece çekilecekti, bu çekmecenin açıldığının duyuyor ve biliyordu, bu mektup onu buluncaya dek dolanacak, dolanacaktı."
Sonunda korkuyla beklenen, askere çağıran mektup geldi. "Bu düşünce adeta bunaltıcı ve boğucu bir şekilde birdenbire odanın ortasına düşmüş, odadaki her şeyi, nesneleri kenara itmişti, geniş ve yapış yapıştı, başlayıp da bitiremedikleri yemeklerin üzerine çökmüştü, adeta bir sümüklüböcek gibi enselerinde sürünüyor ve ürkütüyordu."
Korku (Stefan Zweig) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili
Kitabın Adı : Korku
Kitabın Yazarı : Stefan Zweig
Kitap Hakkında Bilgi :
Rahat ve korunaklı bir yaşam süren saygın bir kadın, sekiz yıllık evliliğinden sıkılmış, burjuva dünyasının kozasından çıkarak kendini genç bir piyanistin kollarına atmıştır. Ancak bu gizli ilişkiden haberdar olan bir şantajcının ansızın zuhur etmesiyle, hayatında yeni farkına vardığı bütün güzellikleri yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalır ve kahredici bir korkunun pençesine düşer. Korku insanı bilinçdışına itilmiş utanç verici deneyimlerden, bastırılmış pişmanlıklardan özgürleştirebilecek güçte bir yapıttır. İlk kez 1925 yılında yayınlanmıştır.
Kitabın Özeti :
İrene rahat bir yaşamı olan evli ve iki çocuk sahibi genç bir kadındır. Kocası Fritz işinde çok başarılı bir avukattır. Maddi durumları çok iyi durumdadır. İrene ve ailesinin mürebbiyeleri ve hizmetçileri de vardır. İrene her gün alışveriş yerlerine gider, akşamları da davetlerde, balo ve tiyatrolarda gününü gün eden zengin bir kadındır. Lakin artık hayatını monoton bulmaktadır ve elindekiler ile yetinmeyen bir kadına dönüşmüştür. Yaşanılan yerdeki kasıntı haller, tavırlar ve insanlar arasında çok sıkılmıştır.
Bir akşam bir davet de oldukça becerikli bir piyanist olan Eduard ile tanışır. Sıkıldığı hayatında bir macera arayan İrene bu piyanist ile birlikte olmaya başlamış, piyanistin evinde buluşarak eşini aldatmıştır. Genç bir piyanist olan Eduard’ın ilgisi onu var olduğu sosyal toplumdan daha fazla etkilemiştir. Bir gün piyanist sevgilisinin evinden çıkarken bir kadın ona saldırmış ve sevgilisini elinden aldığı için İrene’ye hakaretler etmiştir. Yüzünü kalın bir duvak ile örtmüş olduğundan tanınmadığını zanneden İrene, susması için kadına para verip ardına bakmadan kaçar.
Bu olaydan sonra evliliğine ihanet eden İrene, büyük bir korkuya ve suçluluk duygusuna kapılmaya başlar. İrene zaten yaptığı bu ihanet yüzünden suçluluk duygusu içindedir. Piyanist sevgilisinden ayrılmaya karar veren İrene, bu kararını aşığına mektup yazarak bildirmiştir. Son bir görüşme için sözleşmişler ama o kadın yine onları görmüştür. Bunun üzerine piyanistin eski sevgilisi İrene’ye şantaj yapmaya başlar. Eduard ’ın sevgilisi olduğunu iddia eden bir kadın kapısında belirmiştir. İrene’ye kendisine para vermemesi halinde yaşanılanları herkese duyuracağı şantajını yapmaya başlamıştır. Bu durum bir süre sonra süreklilik arzetmeye ve İrene’nin psikolojisini ciddi anlamda bozmaya kadar ilerlemiştir.
Piyanistin eski sevgilisi olan kadın İrene’nin evine adam yollayıp, para istemeye başlar. Kadın elinde istediği para miktarı yazılı pusula olan bir adam yollamakta ve parayı bu pusulayı getiren adama vermesini istemektedir.
İrene, ilk önce kadına karşı koymayı düşünmüş ama kadınla yüz yüze gediğinde duyduğu korku ve telaş yüzünden bunu başaramamıştır. Fritz’de, İrene ile şüpheci konuşmalar yapmaktadır. Sanki bir şeyleri biliyormuş gibi konuşmaya başlamıştır. Eşinin bu şüpheci tavırları İrene’yi büyük bir korku ve gerilime doğru sürükleyip durmaktadır.
Avukta eşi Fritz, onunla iletişim kurup yardımcı olmaya çalışsa da İrene, olanları anlatamamış ve susmayı tercih etmiştir. Şantajcı kadın İrene’ye mektuplar göndermeye ve sürekli olarak İrene’den paralar istemeye devam etmektedir. Hatta bir seferinde kadın evlerine kadar gelmesine ve ev sahibi gibi rahatlıkla hareket etmesine dayanamayan İrene, yaptığı şantaj karşısında nişan yüzüğünü vermek zorunda kalmıştır. Nişan yüzüğünü de rehin olarak kadına veren İrene’nin hiç parası da kalmamıştır. Üstelik suçluluk ve korku yüzünden boğulmak üzeredir. Nişan yüzüğünü almak için kadını aramış ama kadın oradan kaybolmuştur. Akşam yemeğinde parmağındaki yüzüğü soran kocası Bay Wagner’e ise temizletmek için sarrafa verdiği yalanını söylemiştir.
En sonunda piyanist aşığının yanına kadar gidip kadının yerini öğrenmek ve nişan yüzüğünü geri almak istemiş ve olan olayları piyaniste anlatmıştır. Eduard, hiçbir zaman öyle bir kadınla birlikte olmadığını, öyle birini tanımadığını söyler.
Yaşadığı olaylardan sonra eşini aldatmadan önce esasında ne kadar mutlu ve huzurlu bir hayatının olduğunu da kavramıştır. Ama artık çok geçtir. Yaşanılan durumdan nasıl kurtulacağı yönünde sürekli fikirler üretmeye çalışan İrene, bu süre zarfında kocasının bu durumdan şüphelenmesi ve durumu öğrenme anındaki tepkisi ve sonrasını düşünmeye başlamıştır. Bir diğer yandan şu an bulunduğu ruh halinden kocasının şüphelendiğini ve anlıyor olabileceğini de göz ardı etmemiştir. Nitekim İrene bu durum içerisindeyken daha önce hiç dikkat etmediği durumları artık daha fazla görür olmuştur. O güne kadar sadece baktığı yerleri, eşyaları ve insanları artık görmeye ve algılamaya başladığının farkına varmıştır. Sekiz yıldan beri süren huzurlu ve müreffeh hayatını, güzelim çocuklarını, şen kahkahalarını, evinde duran güzel biblolarının da farkına varmıştır.
Sonraki gün artık bu işe son verme kararını alan İrene bu durumdan hiç bir sonuç almayınca çareyi eczaneye gidip zehir almakta bulur. Tam o sırada arkadan bir el kendini kavrayarak sarar. Artık intihar etmeye karar verip, eczaneye gidip ilaçları alacağı sırada kocası ile karşılaşır. Hiç bir şekilde konuşmayan çift eve kadar birlikte gelir. Bay Wagner zehiri boşaltarak şişeyi fırlatır. Tam o sırada İrene tüm yaşanılanlardan kocasının haberinin olduğunun farkına varır.
Kocası Bay Wagner ise ilk günden piyanist Eduard ile olan ilişkisini bilmektedir. Karısının, durumu itiraf etmesi ve çocuklarına tekrar annelik yapması adına yaşanılanları planladığını ve herşeyden haberinin olduğunu anlatır. Bu durum karşısında derin bir uykuya dalan İrene, yaşanılanları, psikolojisini, çocuklarını, kocasını ve eski mutlu günlerini düşler. Uyandığında ise yüzüğünün tekrar parmağından olduğunun farkına varır.
Kitabın Yazarı : Stefan Zweig
Kitap Hakkında Bilgi :
Rahat ve korunaklı bir yaşam süren saygın bir kadın, sekiz yıllık evliliğinden sıkılmış, burjuva dünyasının kozasından çıkarak kendini genç bir piyanistin kollarına atmıştır. Ancak bu gizli ilişkiden haberdar olan bir şantajcının ansızın zuhur etmesiyle, hayatında yeni farkına vardığı bütün güzellikleri yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalır ve kahredici bir korkunun pençesine düşer. Korku insanı bilinçdışına itilmiş utanç verici deneyimlerden, bastırılmış pişmanlıklardan özgürleştirebilecek güçte bir yapıttır. İlk kez 1925 yılında yayınlanmıştır.
Kitabın Özeti :
İrene rahat bir yaşamı olan evli ve iki çocuk sahibi genç bir kadındır. Kocası Fritz işinde çok başarılı bir avukattır. Maddi durumları çok iyi durumdadır. İrene ve ailesinin mürebbiyeleri ve hizmetçileri de vardır. İrene her gün alışveriş yerlerine gider, akşamları da davetlerde, balo ve tiyatrolarda gününü gün eden zengin bir kadındır. Lakin artık hayatını monoton bulmaktadır ve elindekiler ile yetinmeyen bir kadına dönüşmüştür. Yaşanılan yerdeki kasıntı haller, tavırlar ve insanlar arasında çok sıkılmıştır.
Bir akşam bir davet de oldukça becerikli bir piyanist olan Eduard ile tanışır. Sıkıldığı hayatında bir macera arayan İrene bu piyanist ile birlikte olmaya başlamış, piyanistin evinde buluşarak eşini aldatmıştır. Genç bir piyanist olan Eduard’ın ilgisi onu var olduğu sosyal toplumdan daha fazla etkilemiştir. Bir gün piyanist sevgilisinin evinden çıkarken bir kadın ona saldırmış ve sevgilisini elinden aldığı için İrene’ye hakaretler etmiştir. Yüzünü kalın bir duvak ile örtmüş olduğundan tanınmadığını zanneden İrene, susması için kadına para verip ardına bakmadan kaçar.
Bu olaydan sonra evliliğine ihanet eden İrene, büyük bir korkuya ve suçluluk duygusuna kapılmaya başlar. İrene zaten yaptığı bu ihanet yüzünden suçluluk duygusu içindedir. Piyanist sevgilisinden ayrılmaya karar veren İrene, bu kararını aşığına mektup yazarak bildirmiştir. Son bir görüşme için sözleşmişler ama o kadın yine onları görmüştür. Bunun üzerine piyanistin eski sevgilisi İrene’ye şantaj yapmaya başlar. Eduard ’ın sevgilisi olduğunu iddia eden bir kadın kapısında belirmiştir. İrene’ye kendisine para vermemesi halinde yaşanılanları herkese duyuracağı şantajını yapmaya başlamıştır. Bu durum bir süre sonra süreklilik arzetmeye ve İrene’nin psikolojisini ciddi anlamda bozmaya kadar ilerlemiştir.
Piyanistin eski sevgilisi olan kadın İrene’nin evine adam yollayıp, para istemeye başlar. Kadın elinde istediği para miktarı yazılı pusula olan bir adam yollamakta ve parayı bu pusulayı getiren adama vermesini istemektedir.
İrene, ilk önce kadına karşı koymayı düşünmüş ama kadınla yüz yüze gediğinde duyduğu korku ve telaş yüzünden bunu başaramamıştır. Fritz’de, İrene ile şüpheci konuşmalar yapmaktadır. Sanki bir şeyleri biliyormuş gibi konuşmaya başlamıştır. Eşinin bu şüpheci tavırları İrene’yi büyük bir korku ve gerilime doğru sürükleyip durmaktadır.
Avukta eşi Fritz, onunla iletişim kurup yardımcı olmaya çalışsa da İrene, olanları anlatamamış ve susmayı tercih etmiştir. Şantajcı kadın İrene’ye mektuplar göndermeye ve sürekli olarak İrene’den paralar istemeye devam etmektedir. Hatta bir seferinde kadın evlerine kadar gelmesine ve ev sahibi gibi rahatlıkla hareket etmesine dayanamayan İrene, yaptığı şantaj karşısında nişan yüzüğünü vermek zorunda kalmıştır. Nişan yüzüğünü de rehin olarak kadına veren İrene’nin hiç parası da kalmamıştır. Üstelik suçluluk ve korku yüzünden boğulmak üzeredir. Nişan yüzüğünü almak için kadını aramış ama kadın oradan kaybolmuştur. Akşam yemeğinde parmağındaki yüzüğü soran kocası Bay Wagner’e ise temizletmek için sarrafa verdiği yalanını söylemiştir.
En sonunda piyanist aşığının yanına kadar gidip kadının yerini öğrenmek ve nişan yüzüğünü geri almak istemiş ve olan olayları piyaniste anlatmıştır. Eduard, hiçbir zaman öyle bir kadınla birlikte olmadığını, öyle birini tanımadığını söyler.
Yaşadığı olaylardan sonra eşini aldatmadan önce esasında ne kadar mutlu ve huzurlu bir hayatının olduğunu da kavramıştır. Ama artık çok geçtir. Yaşanılan durumdan nasıl kurtulacağı yönünde sürekli fikirler üretmeye çalışan İrene, bu süre zarfında kocasının bu durumdan şüphelenmesi ve durumu öğrenme anındaki tepkisi ve sonrasını düşünmeye başlamıştır. Bir diğer yandan şu an bulunduğu ruh halinden kocasının şüphelendiğini ve anlıyor olabileceğini de göz ardı etmemiştir. Nitekim İrene bu durum içerisindeyken daha önce hiç dikkat etmediği durumları artık daha fazla görür olmuştur. O güne kadar sadece baktığı yerleri, eşyaları ve insanları artık görmeye ve algılamaya başladığının farkına varmıştır. Sekiz yıldan beri süren huzurlu ve müreffeh hayatını, güzelim çocuklarını, şen kahkahalarını, evinde duran güzel biblolarının da farkına varmıştır.
Sonraki gün artık bu işe son verme kararını alan İrene bu durumdan hiç bir sonuç almayınca çareyi eczaneye gidip zehir almakta bulur. Tam o sırada arkadan bir el kendini kavrayarak sarar. Artık intihar etmeye karar verip, eczaneye gidip ilaçları alacağı sırada kocası ile karşılaşır. Hiç bir şekilde konuşmayan çift eve kadar birlikte gelir. Bay Wagner zehiri boşaltarak şişeyi fırlatır. Tam o sırada İrene tüm yaşanılanlardan kocasının haberinin olduğunun farkına varır.
Kocası Bay Wagner ise ilk günden piyanist Eduard ile olan ilişkisini bilmektedir. Karısının, durumu itiraf etmesi ve çocuklarına tekrar annelik yapması adına yaşanılanları planladığını ve herşeyden haberinin olduğunu anlatır. Bu durum karşısında derin bir uykuya dalan İrene, yaşanılanları, psikolojisini, çocuklarını, kocasını ve eski mutlu günlerini düşler. Uyandığında ise yüzüğünün tekrar parmağından olduğunun farkına varır.
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu (Stefan Zweig) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili
Kitabın Adı : Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu
Kitabın Yazarı : Stefan Zweig
Kitap Hakkında Bilgi :
Stefan Zweig Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu (Brief einer Unbekannten) adlı uzun öyküsünü 1920'li yılların ilk yarısında kaleme aldı. Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu'nun kadın kahramanını sadece uzun bir mektubun yazarı olarak tanıyoruz. Kadının hayatı boyunca sevmiş olduğu erkek için kaleme aldığı bu mektubun göndereninin adı yoktur. Mektubun başında tek bir hitap vardır: "Sana, beni asla tanımamış olan sana".
Kadın büyük tutkusunu hep bir bilinmeyen olarak, yani tek başına yaşamaya razıdır, bu aşk öyküsünde taraflar değil, sadece tek bir taraf vardır. Böylesine, gerçek anlamda aşk denilebilir mi?
Zweig okurunu, bir kez daha, insan psikolojisinde eşine pek rastlanmayan bir yolculuğa davet ediyor. Bu yeni yolculuğun sonunda "mutlak aşk" kavramının şimdiye kadar bilinmeyen kıyılarına varmayı amaçlamış olması da bir ihtimal!
Kitabın Özeti :
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu, tanınmış bir yazar olan R.’nin Viyana’ya dönmesiyle başlar. Bay R. Viyana’dan buraya bir apartman dairesine yerleşmiştir. Bir hayli dert çıkaran önceki kiracının yerine gelmesi nedeni ile binadakilerin hepsi bu duruma çok sevinmişlerdir. Bay R.’nin karşısındaki dairede yoksul bir hayat yaşayan on üç yaşlarında bir kız ile annesi oturmaktadır. Evin reisi, çocuk küçükken ölmüş anne ve kız birlikte yaşamaktadır.
R. bir geziden dönüp evine geldiğinde o günün doğum günü olduğunu fark etmiştir. Uşağı ona bir tepsi ile biriken mektupları bırakır. Bay R. ise mektupları incelerken bir mektup çok dikkatini çekmiştir. Bu uzun mektubun üzerinde gönderenin adı da yoktur. Bu mektup çocuğu ölmüş olan bir anneden gelmiştir. Mektup şu cümle ile başlar “Sana, beni asla tanımamış olan sana… Bu mektup sana ulaştığında ben hayatta olmayacağım“
Mektubu yollayan kadın bu mektubu anılarını anlatmak, yazara olan aşkını itiraf etmek ve ölmeden evvel hissettiklerini yazara ulaştırmak için yazmıştır.
Kadın, Bey R.’yi ilk tanıdığı günü anlatarak devam eder. Bay R.’nin karşı komşuları olduğunu, yazarı gizliden gizliye takip ettiğini, bazen de uşağına yardım etme bahanesiyle yazarın evine dahi girme imkânı bulduğunu, uşağa fark ettirmeden odasını dahi inceleyebildiğini yazmıştır. Kadının, çocuğunun ölümü ile başlayıp kendi ölümü ile sonlanan bir kesit arasına sığdırılmış hayatını anlatıyor. Kadın ilk gördüğü andan itibaren platonik bir biçimde adama aşık oluyor ve ondan ömrünün sonuna kadar vazgeçmiyor. Yazarın yaşam şeklinden etkilenmiş ve onu kafasında daha çok coğrafya hocasına benzetmiştir. Hiçbir sevgi göstermemesine karşın sadece bir iki kere adamla olmasını kendine lütuf sayarak yaşamaya devam ediyor. Ta ki çocuğu hayata gözlerini yumana kadar. Kadın, R.’den ona kalan en değerli hazineyi kaybedince bu mektubu yazmaya karar veriyor. Lakin kadın ölmemesi durumunda mektubu adama vermeme ve sonsuza dek susma kararı alıyor. Aslında kadın adamın hayatının her daim içinde olmasına rağmen yazar kadını asla hatırlayamaz. Her yıl kadın doğum gününde adama çiçekler yolluyor fakat adam kimin yolladığını merak dahi etmeden yaşıyor.
Oraya taşındığı günden itibaren ondan çok etkilendiğini, nerede görse nutkunun tutulduğunu, ter basıp heyecanlandığını, kısaca yazara âşık olduğunu da belirtmiştir. Fakat yazarın bunu asla fark etmediğinin de farkındadır. Bazı geceler kolunda bir kadınla eve geldiğini gördüğünde üzülmüş, yazarın kendisini fark etmesini istemiş ama yazar hiçbir zaman bu bunu fark etmemiştir.
Bir gün genç kızın annesi İnssbruck’tan gelen bir akrabaları ile evlenir ve anne ve kız İnssbruck’a taşınmaya karar vermiştir. O gece yazarı görebilmek için kapının yanındaki betonun üstünde yazarın ayak seslerini duymak için sabaha kadar beklemiş ama yazar o gece evine gelmemiştir. Günü gelince İnssbruck’a taşınmışlar İki yıl geçmiş ama kız oraya alışamamıştır. Bunun üzerine genç kız bir yolunu bulup tekrar Viyana’ya döner ve bir mağazada çalışmaya başlar.
On üç yaşında iken yirmi beş yaşındaki yazara aşık olan bu genç kız on sekiz yaşına kadar kimseye dönüp bakmamış ne bedeni ne de ruhunu bir başkasına yönlendirmemiştir. Çalıştığı mağazadan çıkar çıkmaz yazarın evinin önüne gelip hep onu beklemiştir. Birkaç gün sonra yazar o genç kızı fark eder ve genç kızı kahve içmek için evine davet eder. Kız nazlanmadan kabul etmiş, başka bir gün de yemek yemek için anlaşırlar.
Sonunda genç kız hamile kalmış ama yazarın bundan haberi olmamıştır. Genç kız hamile kaldığının anlaşılması için çalıştığı mağazadan da ayrılır. Kimsesizler evine yerleşerek doğumu orada yapar. Hamile kaldığını yazara da söyleyemez, çünkü yazar ona inanmayacak ve kabul etmeyecektir. Onun çocuğu olduğuna inanmayacak işte o zaman da kadın çok üzülecektir. Böyle bir sahneyi yaşamamak için hamle kaldığını yazardan saklamıştır. Yazara şu notu da iletmiştir. “Çocuğuna iyi bir hayat sundum, nasıl mı? Kendimi sattım.“
Bebeği ile birlikte yoksul ve beş parasız kaldığı ve çocuğuna iyi bakabilmek için zengin adamlar ile birlikte olmaya başlar. Ama sadece onu seven erkeklerle birlikte olmuş, birlikte olduğu erkekler ona evlenme de teklif etmişler ama o bu teklifleri kibarca reddetmiştir.
Bu yıllar arasında bile yazarla birkaç kez karşılaşmışlar, yazarın kendisini tanıyacağını ummuş ama yazar onu hiç fark etmemiştir. Zengin erkeklerle birlikte olduğundan bakımlı ve arzulanır bir kadın da olmuştur. Bir defasında yazar kadından gözlerini alamamış, dışarıda da buluşmuşlardır. İş adamını orada bırakan kadın yazarın evine bile gitmiş ama yazar onu yine hatırlamamıştır. Kadın bu durum sonrasında çok perişan olmuş, ama yine hiçbir şey söylememiştir. Yazar bir seyahate çıkacağını ve dönüşte onu arayacağını söyleyerek kadınla vedalaşmıştır.
Kadın umutla beklemiş ama yazar onu hiç aramamıştır. Bu arada oğulları da vefat etmiştir. Bu olay sonrasında kadın, yazarın bu mektubu okurken artık kendisinin de hayatta olmayacağını yazmıştır.
20 Kasım 2019 Çarşamba
Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat (Stefan Zweig) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili
Kitabın Adı : Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat
Kitabın Yazarı : Stefan Zweig
Kitap Hakkında Bilgi :
Zweig bu novellası'nda bir kadının yaşamını bütünüyle değiştiren yirmi dört saatlik deneyimini anlatırken, insanda içkin saplantıların ve dayanılmaz arzuların sınırlarında gezinir. Özgürce ve tutkuyla içgüdülerinin peşine takılan bir kadının bu kısa ve yoğun hikâyesi, kadın kalbinin sırlarına ermiş ustanın kaleminde olağanüstü bir anlatıya dönüşür. Yapıtı için mekân olarak muhteşem atmosferiyle Fransız Riviera'sını seçen Zweig, 1920'li yılların sonlarında Avrupa'nın "kibar" tabakasının ikiyüzlü ahlak anlayışına yönelik eleştirel tavrıyla dikkat çeker.
Kitabın Özeti :
Hikaye, 19. yy başlarında Fransız Rivierası kıyısında farklı milletten burjuvazi sınıfına mensup insanların konakladığı küçük bir pansiyonda başlar. Pansiyonda birçok millette mensup zenginler, anlatıcı, Alman ve İtalyan evli iki çift, Danimarkalı bir adam, kibar bir İngiliz bayan olan Mrs. C. ve Lyonlu şişman fabrikatör ile onun narin, içine kapanık karısı Madame Henriette bulunmaktadır.
Otele genç ve yakışıklı Fransız bir adamın yerleşmesi ile birlikte sessiz sakin otelin havası tamamen değişir. Genç adam son derece yakışıklı, kibar nazik ve vakurdur. Zengin sınıfta görülmeyecek kadar fazla erdeme sahip olması özellikle kadınların ilgisini çekmesine neden olmuştur. Genç adam, Lyonlu şişman iş adamının iki çocuklu ve kendi halinde karısı, Henriette ile vakit geçirmeye başlayar. Küçük bir çay sohbeti ve akşam yürüyüşünden sonra Henriette ile birlikte sırra kadem basarak ortadan kaybolurlar.
Genelde monoton ve dertsiz tasasız zaman geçirmeye alışmış bu insanlar için böylesi sıra dışı olay tam bir kriz etkisi oluşturur. Pansiyonda sabahlara varan tartışmaların yaşanmasına neden olmuştur. Otuz üç yaşında olan Bayan Herniette’in, iki çocuğunu ve kocasını bırakarak, henüz birkaç saat tanıdığı bir adamla aniden ortadan kaybolması; kimileri tarafından, sorumsuzca, kimileri tarafından da şuursuzca değerlendirilir. Genç kadının hayatını aniden terk etmesine bir anlam veremeye çalışırlar.
Alman bir kadının; ”Bir yanda gerçek kadınlar vardır. Bir yanda fahişe ruhlu kadınlar, Bayan Henriette bu ikinci tip kadınlardan biriydi.” sözlerine karşı herkes bunun ne kadar yanlış ve ayıp olduğunu söylerken yazar, Henriette‘i savunup durumun belki de görüldüğü gibi olmadığını
“Herkesçe malum olaya, bir kadın yaşamının bazı anlarında, kendi iradesi ve denetimi dışında gizemli güçlerin etkisinde kalır şekilde olumsuz yaklaşmak, aslında yalnızca kendi içgüdümüze ve doğamızın şeytani yönlerine karşı duyulan korkuyu ifade ediyor. ”kolayca baştan çıkarılanlara“ göre kendini daha güçlü daha akıllı ve daha temiz hissetmek bazı insanlara haz veriyor olmalı. Diğer yandan ben şahsen bir kadının özgürce ve tutkuyla içgüdülerinin peşine takılmasını, genellikle alışıla geldiği üzere, kocasının kollarında onu kapalı gözlerle aldatmasından daha dürüst bulurum .”
İlerleyen tartışma boyunca sadece; yazar, Henriette ‘i tüm eleştirilere karşı savunur ve bilir ki; bu öfkenin kaynağı ne ahlaki kurallar ne de sosyolojik nedenlerdir. T ek neden; kendilerinin böyle bir cesareti asla gösteremeyeceklerini bilmeleri, sıkıcı ve boğucu hayatlarına ömür boyu hapsolmuş olmalarıdır. Henriette’in yeni macera ve aşk dolu yaşamına duyulan imrenişleridir gerçek sebep. İşte bu ikiyüzlülüğe ve kıskançlığa dayanamaz.
Tartışmanın gittikçe boyut değiştirmesinden endişe eden Mrs. C. uzlaşma sağlamaya çalışmak ister. Herkes tarafında saygı duyulan Mrs. C. bu empati dolu yaklaşımından dolayı yazarla alakadar olmaya başlar. İnsanlara karşı mesafeli olan bu kadın, zavallı ve mutsuz olduğu anlaşılan Henriette’i küçümseme hakkını kendinde görenlere karşı çıkan yazara, hayranlık besler ve onunla konuşmak için randevu ister.
Yaşamından bir kesiti onunla paylaşmak istediğini söyler. Bundan yirmi dört yıl önce yaşamış olduğu ve hala, zihnin en derin yerlerinde büyük bir azaba neden olan kısa ama sarsıcı hikâyesini anlatmaya başlar… İtirafının nedeni de evli kadının kaçtığı Fransız gencinin, itiraf edeceği ilişkideki adama benzemesidir.
Mrs. C’nin 24 Saati
Mrs. C kocasını genç yaşta kaybetmiş ve sonrasında, karamsarlık ve melankoli ile dolu günler geçirmeye başlamıştır. Oradan oraya giderek huzur bulmaya çalışan kadın, Monte Carlo’ ya gider. Kumarhane masasında öylece insanları incelemeye başlar. Bir adam dikkatine çeker, ellerinin inceliğine olan hayranlığı gittikçe adamla bütünleşir. Hareketlerinden ve çaresiz tavırlarından, adamın varını yoğunu kaybettiğini anlar. Adam sona yaklaştığını bilir ancak, doyurulmamış kazanma arzusu ile tükenmişliğine yenik düşmek arasındaki gelgitleri, masadan kalkmasına engel olur. Nihayet masadan kalkar ve gecenin karanlığında bilinçsizce kaybolur. Mrs. C karşı koyulmaz bir çekimle adamın peşine düşer. Amacı adamın tükenmiş bir halde ölüme gitmesine engel olmak, çaresizliğinden onu çekip çıkarmaktır.
Adamı bir bankta öylece oturur halde bulur. Yağmur başlamasına rağmen hiç kıpırdamadan öylece durmaktadır. Kendinden öylesine ümidi kesmiştir ki yağmura teslim olmuştur. Nihayet kadın dayanamaz ve onu kuru bir yere bir saçak altına çekmeye çalışır. Adama nerede oturduğunu sorar. Adam Nice’den geldiğini ve kalacak yeri olmadığını söyler ve ekler “yanlış adama çattın, ben beş parasızım”. Kadını kendisinden para koparmaya çalışan, kumarhaneye dadanmış kadınlardan sanmıştır.
Mrs. C, adama yardımcı olmak için bir miktar para verebileceğini ve kalacak bir yer bulabileceğini söyler. Çaresiz adam teklifi umarsızca kabul eder, bir otele yerleşirler. Birinin çaresizliği diğerinin karşı koyulmaz arzusu ile karışmış, uçurumun kenarında birbirlerine kenetlenmiş iki insan gibi farklı duygular ve farklı sezgiler birbirine tutunmuştur. Sabah olduğunda Mrs. C yaşadığı derin pişmanlığı anlatırken; ”Bu kötü durum ne kadar sürdü bilmiyorum: Böyle anlar yaşamda ölçülebilen zamana göre farklılık gösteriyor.” der.
Adamın uyanmasından sonra ona hiç konuşma fırsatı vermeden, kalkıp giyinmesini ve saat 12.00‘de kumarhanenin girişinde buluşmalarını söyler. Orada adam için gereken her şeyi yapacaktır.
Buluşur ve bir öğle yemeği yerler, o sırada genç adam hikâyesini anlatır. Avusturya’nın Polonya topraklarından eski soylu bir aileden geldiğini, kariyerini diplomasi alanında yapmaya karar verişini, amcası ile oynama başladıkları at yarışında büyük bir miktar para kazanmasıyla, yarışlarda bazen de lüks kulüplerde, kumar tutkusunun böylece başlamış olduğunu anlatır. Bu tutku hem eğitim hayatının başlayamamasına neden olmuş, hem de en önemlisi de sıfırı tüketmesine neden olmuştur. Yemekten sonra birlikte biraz daha vakit geçirirler ve Rivieranın muhteşem manzarasıyla bir fayton gezintisine çıkarlar.
Mrs.C genç adama evine dönebilmesi için biraz para verir ve kendisine bir tren bileti almayı teklif eder. Genç adamın kadının tüm yönlendirmelerini umarsızca kabul edişi kadında büyük bir hayal kırıklığı oluşturur. Kadını durdurmak yanında kalmak yada birlikte gitmeyi teklif etmek gibi bir düşüncesi yoktur. Oysa bir kıvılcım bekleyen Mrs.C genç adamla kaçan Henriette gibi, yaşamının ardına bir an dönüp bile bakmadan, nereye, ne zamana kadar diye sormadan öylece peşinden gitmek isteğinin farkında bile değildir. İçindeki o aşık kadına göz ucuyla bile bakmıyordur. Akşam trenine bilet alıp ayrılırlar.
Mrs.C için bu ayrılık fikri soluk kesici bir acıya dönüşür ne yapacağını bilemez artık aklında tek bir seçenek vardır. O da o tren’e binecektir. Vedalaşmak için gittiği genç adamı trene bindirirken kendisini vagona atışını hayalinde defalarca canlandırır. Çok az zamanı olan kadın, hızlıca eşyalarını toplar, gara yetişmeye çalışır ancak tüm çabasına rağmen treni kaçırır.
Artık tek bir arzusu vardır. Birlikte gittikleri yerlere tekrar gitmek. O anları tekrar yaşamak. Onu ilk kez gördüğü kumarhaneye gider. O masaya yaklaşır ve gözlerine inanamaz. Genç adam oradadır. O akşamki gibi kumar oynamaktadır. Ona verdiği son parayla evine dönmek yerine yine bu kumar masasına gelmiştir. Aralarında bir metreden az mesafe olmasına rağmen kadını görmez bile…
Yanına yaklaşan kadın, emrivaki bir tavırla kendisini kumar masasından kaldırmaya çalışır ancak büyülü ve karşı koyulmaz kumar tutkusuna boğulmuş genç adam, kadının hiç beklemediği bir şekilde tersleyerek herkesin içinde “siz kim oluyorsunuz, beni rahat bırakın“ diye bağırır. Yüzlerce kişiye aldırmadan onur kırıcı bir şekilde yapar bunu. İnsanlar bir anda onlara dönmüş, zaman durmuş gibi o anda kalmıştır. Kadının aklında tek bir şey vardır ”gitmek” yok olmak. Tek çare gitmektir.
Kendisini hiç kimsenin tanımadığı bir Fransız kasabasına yerleşir. Kimsenin tanımadığı bir yerde olmak yaşadığı bu onur kırıcı durumu atlatmasının tek çaresidir.
Bu an bu bir tek an, Mrs.C’yi öylesine sarsmıştır ki aradan yirmi dört yıl geçmesine rağmen bu anı tekrar hatırladığında her yanı buz kesmiştir.
…Nasıl olup da birden size başımdan geçen olayları anlatmaya karar verdiğimi anlıyorsunuzdur. Siz Madam Hernriette’i savunup bir kadının yaşamında yirmi dört saatin nasıl kökten değişilebileceğini söylediğinizde orada ben kendi yaşamımı buldum. İlk kez kendimi onaylanmış hissettim…’der.
Kadın daha sonraları bu adamın intihar ettiği haberini de duymuştur.
“Yargılanmadan sadece dinlenmek” olan, tek isteği onca zamandan sonra yerine gelmiştir. Şimdi bu tek bir anın dayanılmaz hafifliği tüm bedenini kaplamıştır. Tek bir “anda” başlayan ve bir tek bir “anda “ biten hikâyesi gibi…
19 Nisan 2019 Cuma
Bir Çöküşün Öyküsü (Stefan Zweig) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili
Kitabın Adı: Bir Çöküşün Öyküsü
Kitabın Yazarı: Stefan Zweig
Kitabın Konusu:
Kitapta, yalnızlık psikolojisi ve etkilerinin doğurduğu bir olay sonucu gelişen intihar ve öncesinde yaşadığı durumlardan dolayı depresif haller içinde olan karakterlerden birinin hayatı işlemiştir.
Kitapta, yalnızlık psikolojisi ve etkilerinin doğurduğu bir olay sonucu gelişen intihar ve öncesinde yaşadığı durumlardan dolayı depresif haller içinde olan karakterlerden birinin hayatı işlemiştir.
Bir Çöküşün Öyküsü, son derece akıcı ve bir okuyuşta bitirilebilecek bir eser. Kitabı okurken çoğu zaman kendinizi öyküdeki karakterin yerine koyup, sanki kendi sonunuzu okuyormuşsunuz gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Kalabalıklar arasında yalnız kalmanın tasavvurunu çok derinden hissedecek ve anlayacaksınız.
Kitabın Özeti:
Madam Prie, bir zamanlar Paris prensesi olarak yaşamını geçirmiş, şatolarda eğlencelerin ve güzelliğin emsali olmuş bir bayandır. En iyi yerlerde gezer, en iyi alışverişleri yapar, en iyi giyinir ve şüphesiz en iyi baloları Paris gecelerinde veren kişide kendisidir. Hayatı boyunca birçok kez insanları küçümsemiş, kimseden emir almamış, kendini hayatta tutan şeyin insanlara hükmetmek ve önünde eğilişlerini görmek olduğunu öne süren Prenses Prie, bu bol huzurlu ve şatafatlı saltanatının biteceğini tahmin etmemektedir.
Her şey rüya gibi devam ederken bir köye gönderilmesi onun için ilk zamanlar bir ödül gibi görünse de, sonraları bir ceza olacak ve hayatının en kötü dönemine adım atacaktır. Öykü, Prenses Prie’nin Normandiya’ya sürgün edilmesi ile başlar. Uzun bir yolculuktan sonra kendini burada mutlu hissetmeye başlar. İlk iki gün tarlalarda bir çocuk gibi koşar. Bedenine ağır gelen kilolarca kıyafetlerden kurtularak hafifler. Buranın havası, toprağı, yemeği her şey lezzetli gelir ona. Ama bir hafta sonra Paris gecelerini, danslarını, eğlencelerini, erkeklerin ona hayranlıkla olan bakışlarını özlemeye başlar. Buradan çok sıkılır ve mektup yazıp Paris’ e yollar. Kraldan gelen mektup karşısında yıkılır. Kral devletin parasını çok fazla harcayıp, zaruri şeylere yatırım yaptığı için onu sürgün etmiştir. Akıbeti hakkında detaylı bilgiyi ve saraya ne zaman döneceğini iki yıl içinde düşünüp karar vereceğini söyler. Prie, için bu bir sürgün değil, ölümdür.
Bu sürede iktidarı yerle bir olacak. Leş kargaları koltuğuna oturup onun gidişini kutlayacaktır. Bunalımlı zamanlarına adım atan Prie, dua etmesi için köydeki papazı yanına çağırtır. Papazın yanında utangaç bir yeğeni vardır ve onu da papaz olarak yetiştirmek istiyordur. Prie bu utangaç çocuğu görür görmez içindeki vahşi emretme ve otorite kurma duygusu yeniden güçlenir. Ona hükmetmek ve kendisine itaat etmesini ister. Bu belki de şu sıralar onu kendine getirecek tek şeydir. Papaza çocuğun bütün eğitim masraflarını kendisinin karşılayacağını ve Paris’ e yazı yazıp orada tahsilini tamamlaması için yardım edeceğini söyler. Papaz ve yeğeni çok minnettar kalır. Bu süreden sonra bu utangaç köylü çocuk Prie’ nin adeta bir köpeği olur. Böyle bir süre köylü çocuk onun her dediğine uysa da zamanla ona itaat etmez ve söylediği şeylere karşı çıkar. Birgün yine Prie onun kendisine itaat etmesini buyurur ve buna itiraz eden köylü çocukla kavga etmeye başlar. Papazın yeğeni Prensesi yumruklar, döver ve oradan ayrılır. Prie kendini hiçbir zaman böyle çaresiz hissetmemiştir. Burada yavaş yavaş çürüyordur. Eski iktidarını hiçbir zaman kazanamayacağını anlar. Bir köylü çocuğuna bile sözü geçmiyordur. Bu hayata böyle devam edemeyeceğini ve kralın onu affetmeyeceğini anlar. Günlerce odasından çıkmaz ve düşünür. İntihar edecektir. Bu hayat ona ölümden daha kötü gelmeye başlar. Ancak bir prensesin ölümü aslında intiharı bu kadar kolay olamaz diye düşünür. Paris’ e haber yollar ve köydeki şatoda büyük görkemli bir balo düzenleyeceğini söyler. Herkesi davet eder ve büyük bir tiyatro gösterisi hazırlar. Başrolde kendisi oynar ve oyunun sonunda bu karakter kendini bıçakla öldürür. Uzun bir uğraştan sonra balo hazırlanır ve ülkenin her yerinden asiller gelmeye başlar. Üç gün boyunca mükemmel bir balo düzenlenir. Prie’ nin amacı bu baloda insanlara öleceği tarihi söyleyecek, insanlar onun bir kehanette bulunduğunu düşünecek ve onun ölümü yıllarca tüm Paris’ te yankılanacak ve ismi istediği itibara kavuşacak. Baloda sürekli ölümünden bahseder ve 7 Ekim ‘ de öleceğini söyler. İnsanlar pek aldırış etmez ve bir şaka olduğunu düşünür. Tiyatro oyunu bitince insanlar onu çok güzel bir intihar sahnesi oynadığı için tebrik eder. Günler sonra ölecek olan Prie bunlara umursamaz bir gülümseyişle karşılık verir.
7 Ekim’ i beklemek, öleceği günü beklemek ona çok zor gelir. Son gecesinde papazın yeğenini şatoya çağırtır. Onunla son gece birlikte olur. 7 Ekim sabahı ondan bir gün daha yanında kalmasını ister. Bunun karşılığında bütün servetini ona verip belki de ölümden vazgeçecektir. Gözünü para hırsı bürüyen köylü genç bir an önce Paris’ e gitmek ister. Prie bunun karşılığında ona değerli taşlarla ve takılarla dolu bir kutu servet verir ve onu Paris’ te bir manastıra bırakmasını ister. İçine de papaza ona bol bol dua etmesini isteyen bir kart koyar.
Prie en güzel kıyafetlerini giyer, en güzel kokularını sürünür. Zehir dolu kutuyu açıp hepsini yer. Anında etkisini gösteren zehir ona korkunç bir ölüm yaşatır. Can çekişirken tutunduğu perdenin iplik parçaları tırnaklarının arasına dolar. Ağzı ve çenesi yamulur. Uşaklar gelip ölüm haberini Paris’ e ilettiğinde ise her şey çok farklı olur. O gün kentte bir hokkabaz’ ın gösterisi vardır ve bu haber onlara ulaştığında biraz şaşırıp tekrar gösterilerini izlemeye devam ederler. Prie’ nin tahmin ettiği gibi yıllarca konuşulup, onun ölüm tarihini bilen bir kahin olduğunu kimse düşünmez. İktidar aşkı onun hem ölümü hem de bir çöküşü olur.
Madam Prie, bir zamanlar Paris prensesi olarak yaşamını geçirmiş, şatolarda eğlencelerin ve güzelliğin emsali olmuş bir bayandır. En iyi yerlerde gezer, en iyi alışverişleri yapar, en iyi giyinir ve şüphesiz en iyi baloları Paris gecelerinde veren kişide kendisidir. Hayatı boyunca birçok kez insanları küçümsemiş, kimseden emir almamış, kendini hayatta tutan şeyin insanlara hükmetmek ve önünde eğilişlerini görmek olduğunu öne süren Prenses Prie, bu bol huzurlu ve şatafatlı saltanatının biteceğini tahmin etmemektedir.
Her şey rüya gibi devam ederken bir köye gönderilmesi onun için ilk zamanlar bir ödül gibi görünse de, sonraları bir ceza olacak ve hayatının en kötü dönemine adım atacaktır. Öykü, Prenses Prie’nin Normandiya’ya sürgün edilmesi ile başlar. Uzun bir yolculuktan sonra kendini burada mutlu hissetmeye başlar. İlk iki gün tarlalarda bir çocuk gibi koşar. Bedenine ağır gelen kilolarca kıyafetlerden kurtularak hafifler. Buranın havası, toprağı, yemeği her şey lezzetli gelir ona. Ama bir hafta sonra Paris gecelerini, danslarını, eğlencelerini, erkeklerin ona hayranlıkla olan bakışlarını özlemeye başlar. Buradan çok sıkılır ve mektup yazıp Paris’ e yollar. Kraldan gelen mektup karşısında yıkılır. Kral devletin parasını çok fazla harcayıp, zaruri şeylere yatırım yaptığı için onu sürgün etmiştir. Akıbeti hakkında detaylı bilgiyi ve saraya ne zaman döneceğini iki yıl içinde düşünüp karar vereceğini söyler. Prie, için bu bir sürgün değil, ölümdür.
Bu sürede iktidarı yerle bir olacak. Leş kargaları koltuğuna oturup onun gidişini kutlayacaktır. Bunalımlı zamanlarına adım atan Prie, dua etmesi için köydeki papazı yanına çağırtır. Papazın yanında utangaç bir yeğeni vardır ve onu da papaz olarak yetiştirmek istiyordur. Prie bu utangaç çocuğu görür görmez içindeki vahşi emretme ve otorite kurma duygusu yeniden güçlenir. Ona hükmetmek ve kendisine itaat etmesini ister. Bu belki de şu sıralar onu kendine getirecek tek şeydir. Papaza çocuğun bütün eğitim masraflarını kendisinin karşılayacağını ve Paris’ e yazı yazıp orada tahsilini tamamlaması için yardım edeceğini söyler. Papaz ve yeğeni çok minnettar kalır. Bu süreden sonra bu utangaç köylü çocuk Prie’ nin adeta bir köpeği olur. Böyle bir süre köylü çocuk onun her dediğine uysa da zamanla ona itaat etmez ve söylediği şeylere karşı çıkar. Birgün yine Prie onun kendisine itaat etmesini buyurur ve buna itiraz eden köylü çocukla kavga etmeye başlar. Papazın yeğeni Prensesi yumruklar, döver ve oradan ayrılır. Prie kendini hiçbir zaman böyle çaresiz hissetmemiştir. Burada yavaş yavaş çürüyordur. Eski iktidarını hiçbir zaman kazanamayacağını anlar. Bir köylü çocuğuna bile sözü geçmiyordur. Bu hayata böyle devam edemeyeceğini ve kralın onu affetmeyeceğini anlar. Günlerce odasından çıkmaz ve düşünür. İntihar edecektir. Bu hayat ona ölümden daha kötü gelmeye başlar. Ancak bir prensesin ölümü aslında intiharı bu kadar kolay olamaz diye düşünür. Paris’ e haber yollar ve köydeki şatoda büyük görkemli bir balo düzenleyeceğini söyler. Herkesi davet eder ve büyük bir tiyatro gösterisi hazırlar. Başrolde kendisi oynar ve oyunun sonunda bu karakter kendini bıçakla öldürür. Uzun bir uğraştan sonra balo hazırlanır ve ülkenin her yerinden asiller gelmeye başlar. Üç gün boyunca mükemmel bir balo düzenlenir. Prie’ nin amacı bu baloda insanlara öleceği tarihi söyleyecek, insanlar onun bir kehanette bulunduğunu düşünecek ve onun ölümü yıllarca tüm Paris’ te yankılanacak ve ismi istediği itibara kavuşacak. Baloda sürekli ölümünden bahseder ve 7 Ekim ‘ de öleceğini söyler. İnsanlar pek aldırış etmez ve bir şaka olduğunu düşünür. Tiyatro oyunu bitince insanlar onu çok güzel bir intihar sahnesi oynadığı için tebrik eder. Günler sonra ölecek olan Prie bunlara umursamaz bir gülümseyişle karşılık verir.
7 Ekim’ i beklemek, öleceği günü beklemek ona çok zor gelir. Son gecesinde papazın yeğenini şatoya çağırtır. Onunla son gece birlikte olur. 7 Ekim sabahı ondan bir gün daha yanında kalmasını ister. Bunun karşılığında bütün servetini ona verip belki de ölümden vazgeçecektir. Gözünü para hırsı bürüyen köylü genç bir an önce Paris’ e gitmek ister. Prie bunun karşılığında ona değerli taşlarla ve takılarla dolu bir kutu servet verir ve onu Paris’ te bir manastıra bırakmasını ister. İçine de papaza ona bol bol dua etmesini isteyen bir kart koyar.
Prie en güzel kıyafetlerini giyer, en güzel kokularını sürünür. Zehir dolu kutuyu açıp hepsini yer. Anında etkisini gösteren zehir ona korkunç bir ölüm yaşatır. Can çekişirken tutunduğu perdenin iplik parçaları tırnaklarının arasına dolar. Ağzı ve çenesi yamulur. Uşaklar gelip ölüm haberini Paris’ e ilettiğinde ise her şey çok farklı olur. O gün kentte bir hokkabaz’ ın gösterisi vardır ve bu haber onlara ulaştığında biraz şaşırıp tekrar gösterilerini izlemeye devam ederler. Prie’ nin tahmin ettiği gibi yıllarca konuşulup, onun ölüm tarihini bilen bir kahin olduğunu kimse düşünmez. İktidar aşkı onun hem ölümü hem de bir çöküşü olur.
Amok Koşucusu (Stefan Zweig) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili
Kitabın Adı: Amok Koşucusu
Kitabın Yazarı:Stefan Zweig
Kitabın Konusu:
Stefan Zweig’in Amok Koşucusu adlı kitabı altı kısa hikayelerden oluşuyor. Bütün hikayelerinde çökmüş hayatları, bunalımlı insanların ruh halini anlatıyor. Yok etme arzusundan yol olma arzusuna savrulan hayatları konu alıyor. Amok Koşucusu ile kişilik çözümlerine, umulmadık sonlara, trajik olaylara alışacaksınız.
Stefan Zweig’in Amok Koşucusu adlı kitabı altı kısa hikayelerden oluşuyor. Bütün hikayelerinde çökmüş hayatları, bunalımlı insanların ruh halini anlatıyor. Yok etme arzusundan yol olma arzusuna savrulan hayatları konu alıyor. Amok Koşucusu ile kişilik çözümlerine, umulmadık sonlara, trajik olaylara alışacaksınız.
Kitabın Özeti:
İlk hikaye olan Bir Çöküşün Öyküsü'nde Paris prensesinin saplantılı iktidarının saraydan uzağa sürgün edilmesiyle birlikte çöküşünü anlatıyor. Prenses Prie devletin parasını çarçur edip halkı telaşlandırdığı için kral tarafından sürgün edilir. Prie saray şatafatına, iltifatlara alışan bir prenses olduğu için bu sürgün ona çok ağır gelir. Soyluluğunun günden güne azalması, erkeklerin onu artık arzulamaması onun gücünü yitirir. Aynı güce tekrar sahip olmak için köylüleri, insanları, aşağılamaya devam eder. Kendini yükseltmek için tekrar sarayın parasını saçmaya insanlara vaatlerde bulunmaya başlar. Ancak bütün çabaları boşa gider, kimse artık ona eski saygı ve hürmeti göstermez. Gün geçtikçe gücü azalan ve silikleşen prenses intihar etmeye karar verir. Bulunduğu yere soyluları çağırarak balolar düzenler ve herkese 7 Ekim tarihinde öleceğini söyler. İnsanların onu ölüm tarihini bildiği için efsane olarak hatırlamasını ve ölümü ile damga vurmasını ister. Ancak o gün geldiğinde prenses Prie intihar eder ve herkes onun zavallı ölümünden konuşur. Efsane olmayı beklerken iki günde unutulup gider.
İkinci öykü ise Madalya’dır. Bu hikayede Fransız bir komutanın çaresiz kalmış halleri anlatılır. Askerleri Alman ordusuna esir düşer ve Almanlar, askerleri işkence ederek öldürüp çıplak bir şekilde ağaca asarlar. Türlü işkenceler çeken askerlerini gören komutan ölmekten beter olur adeta yıkılır. Kendisi zor kaçmıştır alman askerlerinin elinden. Ormanda geçirdiği ilk gün şokunu atlatamaz ve bilinci bozuk bir şekilde ilk geceyi ormanda geçirir. Günler geçer ve ormanda nereye gideceğine dair hiçbir şey bilmez. Ertesi gün atlı bir alman askerinin orman yakınından geçtiğini görür. Onu öldürerek kıyafetlerini giyer. Atına atlayıp yiyecek bir yer aramak üzere yola çıkar. Zar zor bir köy bulur ve orada birkaç parça yiyecekle karnını doyurur. Ancak Alman köyünde duramayacağını anlar ve şerefli bir şekilde askerlerini yanına gidip ölüme terk eder kendini. Bu arada imkansız bir olay gerçekleşir. Atlı küçük bir Fransız birliği görür. Çılgına döner. Sevinçten şaşırır ve deli gibi Fransız birliğine doğru koşmaya başlar. Gözü hiçbir şey görmez. Bağırarak, çılgına dönmüş bir şekilde koşar. Fransız askerleri kendine yapılan bir saldırı olarak görür ve komutanı yaklaşmadan vururlar. Çünkü komutan Alman askeri kıyafeti üzerinde iken Fransız birliğine doğru koşmuştur. Şerefli bir Fransız komutan iken Alman zannedilip öldürülmesi de acı vericidir.
Kitap ile aynı adlı Amok Koşucusu öyküsünde ise yine kişisel ve psikolojik çözümlemelere yer verilir. İyilik yapmanın görev olup olmadığı sorgulanır ve bu konu üzerinden insanın sorumluluklarına değinilir. Napoli Liman'ından Oceania’ya yolculuk eden bir gemide gerçekleşen olaylar gündeme ağır bir şekilde oturmuştur. Kitap bu olaydan önce gemide yolculuk yapan birinin yaşadıklarını anlatmasıyla aktarılır. Gemideki yolcu kabininde durmaktan sıkılıp geminin gizli ve insanların göz önünde bulunmayan bir kısmını keşfeder bu yolcu. Yıldızları izlemeye başlar ve tam gecenin büyüleyici güzelliğine kapıldığı esnada orada tek olmadığını fark eder. Başka bir adam daha önceden keşfetmiştir orayı. İkisinin arasında o gece koyu bir sohbet ve arkadaşlık başlar. Güvertedeki adam korkunç bir yüze sahiptir ve kekeleyerek konuşur. Buna rağmen bu adam yaşadıklarını ve içinde kalan sırları bu gemide tanıdığı yabancıya anlatmak ister. Bu korkunç yüzlü adam aslında doktordur. Avrupalılara insanlık ve uygarlık misyoneri olma hayali varken hayat onu bu fikirlerinden uzaklaştırır. Küçük bir kasabada doktorluk yaptığı esnada bir kadın onunla konuşmaya gelir. Zengin ve asil bir kadındır ve tüm çevre tarafından tanınır. Kadın doktora, kocasından olmayan bir bebeği karnında taşıdığını ve bu bebeği kimse duymadan almasını ister. Doktor yasal olmadığını söyleyerek kabul etmez. Kadın çok dil döker ama nafile. Bunun üzerine odadan çıkarak doktora sert bir şekilde bağırır ve ona ihtiyacı olmadığını gururlu ve kendinden emin bir biçimde söyler. Doktor onun bu tavrına çok kızsa da bir kadının boyun eğmeyişini görür ve içinde ilk defa bir kadına karşı böyle belirsiz duygular hisseder. O diğer kadınlardan gerçekten çok farklıdır. Kadın kapıyı çarpıp çıktıktan sonra peşinden koşup onu yakalamaya çalışır. Ancak onu elinden kaçırır. Ona yardım etmediği için kendini çok suçlu hisseder. Günlerce her yerde arar ve inanılmaz derecede kimseye benzemeyen ve tüm kadınlardan farklı olan bu asil bayana gitgide aşık olur. En sonunda şehir dışında olduğunu öğrenir ve yanına gider. Doktor ona yardım etmek istediğini ve o bebekten kurtulması için elinden geleni yapacağını söylese de kadın kabul etmez. Doktora güvenmez ve bu sırrı açığa çıkaracağını düşünerek itibarının zedelenmesini istemez. Doktor ise çılgınlar gibi yardım etme arzusundan vazgeçmez. Şehirde kalmaya ve oraya tayin istemeye karar verir. Böylece onun her daim yanında olacak ve koruyacaktır. Amacı ona yakın olmak, sırrını kimseye söylemeyeceğine inandırmaktır.
Kadın ona güvenmediği için ucuz ve kötü şartlarda olan bir yere bebeğini aldırmak üzere gider. Ancak burada enfeksiyon kapar ve çok kan kaybeder. Bunu duyan doktor koşarak yanına gittiğinde o hayata gözlerini yummak üzeredir. Doktordan sırrını saklamasını ve kimsenin öğrenmemesi için elinden geleni yapmasını ister ve vefat eder.
Kocası bu muamma ölümden şüphelenir ve cesedi otopsi incelemesi için gemiyle Avrupa’ya göndermeye karar verir. Doktor ise o sırrı korumak adına mesleğini, parasını, her şeyini geride bırakır. O gemiye binip tabuttaki kadının cesedini otopsiye gitmeden kaçıracaktır. Kendini bu yaptıklarından dolayı Amok Koşucusuna benzetir. Zamanında bir adam çılgın bir biçimde koşmaya başlar ve önüne gelen her şeyi herkesi hançerden geçirir. Ağzı köpüklü, çılgınca ve amaçsızca koşar, koşar, koşar ve önüne geçen herkesi öldürür. O yüzden o şehrin insanları ona deli anlamına gelen 'Amok’ adını verirler. Amok Koşucusu adını buradan bu olay ile alır. Doktorda tıpkı Amok gibi çılgınca bu kadının peşinden koşar. Ertesi gece gemide bu olay duyulur. Bir tabutun kaçırılmaya çalışılırken denizin dibine çakıldığını, tabutla beraber çalanın da denize düştüğü söylenir. Şüphesiz bu tabutla beraber denizin dibine düşen adam Amok koşucusundan başkası değildir.
İlk hikaye olan Bir Çöküşün Öyküsü'nde Paris prensesinin saplantılı iktidarının saraydan uzağa sürgün edilmesiyle birlikte çöküşünü anlatıyor. Prenses Prie devletin parasını çarçur edip halkı telaşlandırdığı için kral tarafından sürgün edilir. Prie saray şatafatına, iltifatlara alışan bir prenses olduğu için bu sürgün ona çok ağır gelir. Soyluluğunun günden güne azalması, erkeklerin onu artık arzulamaması onun gücünü yitirir. Aynı güce tekrar sahip olmak için köylüleri, insanları, aşağılamaya devam eder. Kendini yükseltmek için tekrar sarayın parasını saçmaya insanlara vaatlerde bulunmaya başlar. Ancak bütün çabaları boşa gider, kimse artık ona eski saygı ve hürmeti göstermez. Gün geçtikçe gücü azalan ve silikleşen prenses intihar etmeye karar verir. Bulunduğu yere soyluları çağırarak balolar düzenler ve herkese 7 Ekim tarihinde öleceğini söyler. İnsanların onu ölüm tarihini bildiği için efsane olarak hatırlamasını ve ölümü ile damga vurmasını ister. Ancak o gün geldiğinde prenses Prie intihar eder ve herkes onun zavallı ölümünden konuşur. Efsane olmayı beklerken iki günde unutulup gider.
İkinci öykü ise Madalya’dır. Bu hikayede Fransız bir komutanın çaresiz kalmış halleri anlatılır. Askerleri Alman ordusuna esir düşer ve Almanlar, askerleri işkence ederek öldürüp çıplak bir şekilde ağaca asarlar. Türlü işkenceler çeken askerlerini gören komutan ölmekten beter olur adeta yıkılır. Kendisi zor kaçmıştır alman askerlerinin elinden. Ormanda geçirdiği ilk gün şokunu atlatamaz ve bilinci bozuk bir şekilde ilk geceyi ormanda geçirir. Günler geçer ve ormanda nereye gideceğine dair hiçbir şey bilmez. Ertesi gün atlı bir alman askerinin orman yakınından geçtiğini görür. Onu öldürerek kıyafetlerini giyer. Atına atlayıp yiyecek bir yer aramak üzere yola çıkar. Zar zor bir köy bulur ve orada birkaç parça yiyecekle karnını doyurur. Ancak Alman köyünde duramayacağını anlar ve şerefli bir şekilde askerlerini yanına gidip ölüme terk eder kendini. Bu arada imkansız bir olay gerçekleşir. Atlı küçük bir Fransız birliği görür. Çılgına döner. Sevinçten şaşırır ve deli gibi Fransız birliğine doğru koşmaya başlar. Gözü hiçbir şey görmez. Bağırarak, çılgına dönmüş bir şekilde koşar. Fransız askerleri kendine yapılan bir saldırı olarak görür ve komutanı yaklaşmadan vururlar. Çünkü komutan Alman askeri kıyafeti üzerinde iken Fransız birliğine doğru koşmuştur. Şerefli bir Fransız komutan iken Alman zannedilip öldürülmesi de acı vericidir.
Kitap ile aynı adlı Amok Koşucusu öyküsünde ise yine kişisel ve psikolojik çözümlemelere yer verilir. İyilik yapmanın görev olup olmadığı sorgulanır ve bu konu üzerinden insanın sorumluluklarına değinilir. Napoli Liman'ından Oceania’ya yolculuk eden bir gemide gerçekleşen olaylar gündeme ağır bir şekilde oturmuştur. Kitap bu olaydan önce gemide yolculuk yapan birinin yaşadıklarını anlatmasıyla aktarılır. Gemideki yolcu kabininde durmaktan sıkılıp geminin gizli ve insanların göz önünde bulunmayan bir kısmını keşfeder bu yolcu. Yıldızları izlemeye başlar ve tam gecenin büyüleyici güzelliğine kapıldığı esnada orada tek olmadığını fark eder. Başka bir adam daha önceden keşfetmiştir orayı. İkisinin arasında o gece koyu bir sohbet ve arkadaşlık başlar. Güvertedeki adam korkunç bir yüze sahiptir ve kekeleyerek konuşur. Buna rağmen bu adam yaşadıklarını ve içinde kalan sırları bu gemide tanıdığı yabancıya anlatmak ister. Bu korkunç yüzlü adam aslında doktordur. Avrupalılara insanlık ve uygarlık misyoneri olma hayali varken hayat onu bu fikirlerinden uzaklaştırır. Küçük bir kasabada doktorluk yaptığı esnada bir kadın onunla konuşmaya gelir. Zengin ve asil bir kadındır ve tüm çevre tarafından tanınır. Kadın doktora, kocasından olmayan bir bebeği karnında taşıdığını ve bu bebeği kimse duymadan almasını ister. Doktor yasal olmadığını söyleyerek kabul etmez. Kadın çok dil döker ama nafile. Bunun üzerine odadan çıkarak doktora sert bir şekilde bağırır ve ona ihtiyacı olmadığını gururlu ve kendinden emin bir biçimde söyler. Doktor onun bu tavrına çok kızsa da bir kadının boyun eğmeyişini görür ve içinde ilk defa bir kadına karşı böyle belirsiz duygular hisseder. O diğer kadınlardan gerçekten çok farklıdır. Kadın kapıyı çarpıp çıktıktan sonra peşinden koşup onu yakalamaya çalışır. Ancak onu elinden kaçırır. Ona yardım etmediği için kendini çok suçlu hisseder. Günlerce her yerde arar ve inanılmaz derecede kimseye benzemeyen ve tüm kadınlardan farklı olan bu asil bayana gitgide aşık olur. En sonunda şehir dışında olduğunu öğrenir ve yanına gider. Doktor ona yardım etmek istediğini ve o bebekten kurtulması için elinden geleni yapacağını söylese de kadın kabul etmez. Doktora güvenmez ve bu sırrı açığa çıkaracağını düşünerek itibarının zedelenmesini istemez. Doktor ise çılgınlar gibi yardım etme arzusundan vazgeçmez. Şehirde kalmaya ve oraya tayin istemeye karar verir. Böylece onun her daim yanında olacak ve koruyacaktır. Amacı ona yakın olmak, sırrını kimseye söylemeyeceğine inandırmaktır.
Kadın ona güvenmediği için ucuz ve kötü şartlarda olan bir yere bebeğini aldırmak üzere gider. Ancak burada enfeksiyon kapar ve çok kan kaybeder. Bunu duyan doktor koşarak yanına gittiğinde o hayata gözlerini yummak üzeredir. Doktordan sırrını saklamasını ve kimsenin öğrenmemesi için elinden geleni yapmasını ister ve vefat eder.
Kocası bu muamma ölümden şüphelenir ve cesedi otopsi incelemesi için gemiyle Avrupa’ya göndermeye karar verir. Doktor ise o sırrı korumak adına mesleğini, parasını, her şeyini geride bırakır. O gemiye binip tabuttaki kadının cesedini otopsiye gitmeden kaçıracaktır. Kendini bu yaptıklarından dolayı Amok Koşucusuna benzetir. Zamanında bir adam çılgın bir biçimde koşmaya başlar ve önüne gelen her şeyi herkesi hançerden geçirir. Ağzı köpüklü, çılgınca ve amaçsızca koşar, koşar, koşar ve önüne geçen herkesi öldürür. O yüzden o şehrin insanları ona deli anlamına gelen 'Amok’ adını verirler. Amok Koşucusu adını buradan bu olay ile alır. Doktorda tıpkı Amok gibi çılgınca bu kadının peşinden koşar. Ertesi gece gemide bu olay duyulur. Bir tabutun kaçırılmaya çalışılırken denizin dibine çakıldığını, tabutla beraber çalanın da denize düştüğü söylenir. Şüphesiz bu tabutla beraber denizin dibine düşen adam Amok koşucusundan başkası değildir.
Olağanüstü Bir Gece (Stefan Zweig) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili
Kitabın Adı: Olağanüstü Bir Gece
Kitabın Yazarı: Stefan Zweig
Kitabın Özeti:
1914 yılında Rava-Ruska'da bir Avusturya hafif süvari alayıyla katıldığı çarpışmalarda şehit düşen Baron Fredrich M. von R.nin yazı masasında bulunan notlar daha sonra ailesi tarafından gözden geçirilmesi istenerek yazara verilmiş. Stefan Zweig de sadece altı saatlik bir zaman dilimini kapsayan bu olağanüstü geceyi sadece ismini değiştirerek Olağanüstü Bir Gece kitabı ile yazıya dökmüş.
1914 yılında Rava-Ruska'da bir Avusturya hafif süvari alayıyla katıldığı çarpışmalarda şehit düşen Baron Fredrich M. von R.nin yazı masasında bulunan notlar daha sonra ailesi tarafından gözden geçirilmesi istenerek yazara verilmiş. Stefan Zweig de sadece altı saatlik bir zaman dilimini kapsayan bu olağanüstü geceyi sadece ismini değiştirerek Olağanüstü Bir Gece kitabı ile yazıya dökmüş.
Baron Fredrich'in hikayesi ise şöyle;
Tarihler 7 Haziran 1913 ü gösterdiğinde otuz altı yaşındaki barona erken ölen ailesinden bir miras kalmıştı. Kendisi bu fırsatı iyi değerlendirerek subaylık mesleğinden vazgeçmiş ve kendince emekliye ayrılmıştı. Ailesi soylu bir sınıftan geliyordu, normalde de durumu oldukça iyiydi. Üstüne bir de bu miras gelince tamamen zengin ve soylu bir aristokrat olmuştu. Tüm ilgi alanını lüks ve çok nadir uğraşlara ayırıyordu. Mesela antikacılardan nadir parçalar bularak bunları uygun bir sistemle dizmek ona çok keyif verirken, o günlerin en çok okunan kitaplarına ilk sahip olmak da bir diğer uğraşıydı. Tabii birde kadınlar vardı. Kadınlar kesinlikle ilgi alanına giriyordu. Fakat tüm bu zengin yaşayış bir süre sonra onu derin bir durgunluğa soktu. Tam altı ay sürecek bu uzun durgunluk döneminde tüm heveslerinden uzaklaştı. Artık ne kitaplar ne pahalı antikalar ne de kadınlar ona heyecan veriyordu. Sıradan bir hayatın tam içindeydi. Ta ki o olağanüstü geceye kadar.
O gün evden bir anlığına çıktı ve etrafın oldukça kalabalık olduğunu faytonların soyluları ve sosyeteden tanıdığı simaları sırayla götürdüklerini gördü. O da hemen bir faytona atladı. Arabacının sorusu ise bütün olayı açıklıyordu. Arabacı " At yarışlarına değil mi efendim? "demişti. Baron da bu soruya başını sallayarak cevap vermiş ve kendisini bir anda yarışlarda bulmuştu. Aslında altı ay öncesine kadar böyle olayları hiç kaçırmazdı. İçeri girdiğinde herkesin sıralarına oturduğunu, çok özenle giyindiklerini görmüştü. Yarışın başlamasıyla tüm soylular sanki bambaşka insan oluvermişlerdi. Bağırıyor, kazanmasını istedikleri atın ismini haykırıyorlardı. Bu heyecan bir anda baronu etkiledi. Çünkü onun uzun zamandır hissedemediği bir duyguyu tüm bu insanlar yaşıyorlardı. Ardından yarışlara biraz ara verildi. Bu ara esnasında baronun gözü bir hanımefendiye takılmıştı. Çok güzel ve alımlı olan bu kadın adeta gözleriyle barona cilve yapıyordu. Bu durum yine hoşuna gitti baronun. Çünkü gizli bir oyun ona heyecan vermişti. Fakat kadının yanında birden şişman ve kel bir adam belirdi. Elini kadının omzuna atmasıyla baron onun kadının kocası olduğunu anladı. Artık oyun bitmiş ve heyecanını yitirmişti. Yarışlar tekrar başlarken bir anda kargaşa oldu. Şişman ve kel adam o karmaşayla elindeki tüm kuponları düşürdü. Bir tane kuponda baronun ayağına denk geldi. Eline aldığı sırada yarış başladı. Maçı takip etmeye ve heyecanlanmaya başladı. Çünkü kuponundaki at yeniyordu. Yarış bitti ve tüm ikramiyeyi baron aldı.
Bu suç işleme duygusu ve yaşadığı heyecan ona tekrar bilet aldırttı. Yine maçı o kazandı ve çok fazla parası oldu. Fakat baron bu durumdan hiç memnun değildi. Soylu birisine hiç yakışmıyordu bu durum. Üzgün bir şekilde panayır gibi bir yere girdi. Burada insanların arasına karışmak ve durgunluğunun nedenini anlamaya çalışıyordu. Gece yarısına kadar yanına kimse gelmedi. Hatta insanlar ondan uzaklaşıyor gibiydi. Çünkü kıyafeti ve duruşuyla soylu biri olduğunu belli ediyordu. Dükkanlar ve lunapark kapanınca baronun yanında biri geldi. Bu bir fahişeydi. İlk kez birinin dikkatini çektiği için heyecan duydu ve onun peşinden gitti. Fakat biraz uzaklaşınca arkasında iki kişinin olduğunu gördü. Kadına çok yüklü bir para verdi ve arkasındaki iki kişiye de acıyarak onlara da para verdi. Para alan bu aciz insanların yüzündeki mutluluk ona çok büyük bir his yaşattı.
O akşam gördüğü herkese yardım etmek istedi. Baloncunun tüm balonlarını satın aldı, kek satan yaşlı kadının önünden kek alarak yüklü bahşiş bıraktı. Evlerin camlarından içeri paralar attı. En sonunda hayatının amacını ve kendi benliğini buldu. O akşamdan sonra çok mutlu ve bilinçli bir insan olarak yaşamaya devam etti. Hiç yalnızlık çekmedi aksine artık sokakta gördüğü her insanla muhabbet ediyor, yardımlaşıyor ve artık yalnızlık duygusunu zerre kadar hissetmiyordu.
Tarihler 7 Haziran 1913 ü gösterdiğinde otuz altı yaşındaki barona erken ölen ailesinden bir miras kalmıştı. Kendisi bu fırsatı iyi değerlendirerek subaylık mesleğinden vazgeçmiş ve kendince emekliye ayrılmıştı. Ailesi soylu bir sınıftan geliyordu, normalde de durumu oldukça iyiydi. Üstüne bir de bu miras gelince tamamen zengin ve soylu bir aristokrat olmuştu. Tüm ilgi alanını lüks ve çok nadir uğraşlara ayırıyordu. Mesela antikacılardan nadir parçalar bularak bunları uygun bir sistemle dizmek ona çok keyif verirken, o günlerin en çok okunan kitaplarına ilk sahip olmak da bir diğer uğraşıydı. Tabii birde kadınlar vardı. Kadınlar kesinlikle ilgi alanına giriyordu. Fakat tüm bu zengin yaşayış bir süre sonra onu derin bir durgunluğa soktu. Tam altı ay sürecek bu uzun durgunluk döneminde tüm heveslerinden uzaklaştı. Artık ne kitaplar ne pahalı antikalar ne de kadınlar ona heyecan veriyordu. Sıradan bir hayatın tam içindeydi. Ta ki o olağanüstü geceye kadar.
O gün evden bir anlığına çıktı ve etrafın oldukça kalabalık olduğunu faytonların soyluları ve sosyeteden tanıdığı simaları sırayla götürdüklerini gördü. O da hemen bir faytona atladı. Arabacının sorusu ise bütün olayı açıklıyordu. Arabacı " At yarışlarına değil mi efendim? "demişti. Baron da bu soruya başını sallayarak cevap vermiş ve kendisini bir anda yarışlarda bulmuştu. Aslında altı ay öncesine kadar böyle olayları hiç kaçırmazdı. İçeri girdiğinde herkesin sıralarına oturduğunu, çok özenle giyindiklerini görmüştü. Yarışın başlamasıyla tüm soylular sanki bambaşka insan oluvermişlerdi. Bağırıyor, kazanmasını istedikleri atın ismini haykırıyorlardı. Bu heyecan bir anda baronu etkiledi. Çünkü onun uzun zamandır hissedemediği bir duyguyu tüm bu insanlar yaşıyorlardı. Ardından yarışlara biraz ara verildi. Bu ara esnasında baronun gözü bir hanımefendiye takılmıştı. Çok güzel ve alımlı olan bu kadın adeta gözleriyle barona cilve yapıyordu. Bu durum yine hoşuna gitti baronun. Çünkü gizli bir oyun ona heyecan vermişti. Fakat kadının yanında birden şişman ve kel bir adam belirdi. Elini kadının omzuna atmasıyla baron onun kadının kocası olduğunu anladı. Artık oyun bitmiş ve heyecanını yitirmişti. Yarışlar tekrar başlarken bir anda kargaşa oldu. Şişman ve kel adam o karmaşayla elindeki tüm kuponları düşürdü. Bir tane kuponda baronun ayağına denk geldi. Eline aldığı sırada yarış başladı. Maçı takip etmeye ve heyecanlanmaya başladı. Çünkü kuponundaki at yeniyordu. Yarış bitti ve tüm ikramiyeyi baron aldı.
Bu suç işleme duygusu ve yaşadığı heyecan ona tekrar bilet aldırttı. Yine maçı o kazandı ve çok fazla parası oldu. Fakat baron bu durumdan hiç memnun değildi. Soylu birisine hiç yakışmıyordu bu durum. Üzgün bir şekilde panayır gibi bir yere girdi. Burada insanların arasına karışmak ve durgunluğunun nedenini anlamaya çalışıyordu. Gece yarısına kadar yanına kimse gelmedi. Hatta insanlar ondan uzaklaşıyor gibiydi. Çünkü kıyafeti ve duruşuyla soylu biri olduğunu belli ediyordu. Dükkanlar ve lunapark kapanınca baronun yanında biri geldi. Bu bir fahişeydi. İlk kez birinin dikkatini çektiği için heyecan duydu ve onun peşinden gitti. Fakat biraz uzaklaşınca arkasında iki kişinin olduğunu gördü. Kadına çok yüklü bir para verdi ve arkasındaki iki kişiye de acıyarak onlara da para verdi. Para alan bu aciz insanların yüzündeki mutluluk ona çok büyük bir his yaşattı.
O akşam gördüğü herkese yardım etmek istedi. Baloncunun tüm balonlarını satın aldı, kek satan yaşlı kadının önünden kek alarak yüklü bahşiş bıraktı. Evlerin camlarından içeri paralar attı. En sonunda hayatının amacını ve kendi benliğini buldu. O akşamdan sonra çok mutlu ve bilinçli bir insan olarak yaşamaya devam etti. Hiç yalnızlık çekmedi aksine artık sokakta gördüğü her insanla muhabbet ediyor, yardımlaşıyor ve artık yalnızlık duygusunu zerre kadar hissetmiyordu.
18 Nisan 2019 Perşembe
Satranç (Stefan Zweig) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili
Kitabın Adı: Satranç
Kitabın Yazarı: Stefan Zweig
Kitabın Konusu:
New York’tan Buenos’e giden bir yolcu gemisinde yolcular arasında bulunan bir milyoner, dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic’e, ücret karşılığı bir parti satranç oynamayı önerir. İkisinin oyununu izleyen Avusturyalı Dr.B oyun sırasında kendini tutamayıp onların oyununa karışınca, şampiyonla karşılaşması önerilir kendisine.
Kitabın Özeti:
Hikaye New York’tan Buenos Aires’e yolculuk yapan bir deniz vapurunda yaşanır. Bir grup yolcu gemideki kurgusal satranç şampiyonu Mirko Czentovic’i satranç maçına davet ederler. İlk satranç maçını beklendiği gibi rahatlıkla şampiyon kazanır. Yine kaybedilmekte olan rövanş partisinin ortasında, oyuna Dr B. adında bir başka yolcu daha katılır ve satranç maçı beraberlik ile biter. Bunun üzerine yolcular tarafından Czentovic ile Dr.B arasında bir müsabaka organize edilir. Müsabaka başlamadan Dr B. kitapta hikâyeyi anlatana satrancı nasıl öğrendiğini bildirir.
Gestapo tarafından bir otel odasında aylarca hücre hapsine kapatılmışken, bir sorgulama öncesi bekletildiği odanın duvarında asılan montun cebindeki satranç kitabını çalmayı başarmıştır. Kitaptaki kaydedilmiş oyunları satranç tahtası olmadan kendi kafasında oynamaya baslar. Satranç hücrede sıkıntıdan çıldırmak üzere olan Dr. B’nin hayatını kurtarmıştır. Ancak zamanla ölü nokta dediği kitaptaki bütün oyunları ezbere öğrendikten sonra, kitabı çalmadan önce hücredeki sıkıntıdan yıprandığı konumuna tekrar düşer.
Satranç tahtası ve taşları yoktur, ancak, önce ekmek içinden yaptığı satranç taşlarıyla sonra da tümüyle belleğinde oynayarak kurumsal bir satranç ustası olup çikar. Ancak bu tutkusu yüzünden sinir krizlerine beyin ağrılarına yakalanır. Bunun üzerine kafasında yeni partiler icat eder ve şizofrenik tarzda partileri sinir krizi geçirene dek kendi kendine karşı oynamaya başlar. Sonunda hapisten salıverilmiştir. Gemide satranç şampiyonuna karşı ilk müsabakayı kazanır. Dr.B bütün şampiyonların partilerini ezbere bildiğinden Czentovic’in oynayacağı oyunları önceden hesaplıyordur. İkinci müsabaka sırasında Czentovic, karşısındakinin zamanla huzursuzlaştığını fark edince özenle yavaş oynamaya başlar ve Dr.B yine kriz geçirince parti yarıda kalır.
Hikaye New York’tan Buenos Aires’e yolculuk yapan bir deniz vapurunda yaşanır. Bir grup yolcu gemideki kurgusal satranç şampiyonu Mirko Czentovic’i satranç maçına davet ederler. İlk satranç maçını beklendiği gibi rahatlıkla şampiyon kazanır. Yine kaybedilmekte olan rövanş partisinin ortasında, oyuna Dr B. adında bir başka yolcu daha katılır ve satranç maçı beraberlik ile biter. Bunun üzerine yolcular tarafından Czentovic ile Dr.B arasında bir müsabaka organize edilir. Müsabaka başlamadan Dr B. kitapta hikâyeyi anlatana satrancı nasıl öğrendiğini bildirir.
Gestapo tarafından bir otel odasında aylarca hücre hapsine kapatılmışken, bir sorgulama öncesi bekletildiği odanın duvarında asılan montun cebindeki satranç kitabını çalmayı başarmıştır. Kitaptaki kaydedilmiş oyunları satranç tahtası olmadan kendi kafasında oynamaya baslar. Satranç hücrede sıkıntıdan çıldırmak üzere olan Dr. B’nin hayatını kurtarmıştır. Ancak zamanla ölü nokta dediği kitaptaki bütün oyunları ezbere öğrendikten sonra, kitabı çalmadan önce hücredeki sıkıntıdan yıprandığı konumuna tekrar düşer.
Satranç tahtası ve taşları yoktur, ancak, önce ekmek içinden yaptığı satranç taşlarıyla sonra da tümüyle belleğinde oynayarak kurumsal bir satranç ustası olup çikar. Ancak bu tutkusu yüzünden sinir krizlerine beyin ağrılarına yakalanır. Bunun üzerine kafasında yeni partiler icat eder ve şizofrenik tarzda partileri sinir krizi geçirene dek kendi kendine karşı oynamaya başlar. Sonunda hapisten salıverilmiştir. Gemide satranç şampiyonuna karşı ilk müsabakayı kazanır. Dr.B bütün şampiyonların partilerini ezbere bildiğinden Czentovic’in oynayacağı oyunları önceden hesaplıyordur. İkinci müsabaka sırasında Czentovic, karşısındakinin zamanla huzursuzlaştığını fark edince özenle yavaş oynamaya başlar ve Dr.B yine kriz geçirince parti yarıda kalır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Site İçi Linkler
- 9. Sınıf Ders Notları
- 10. Sınıf Ders Notları
- 11. Sınıf Ders Notları
- 12. Sınıf Ders Notları
- Kitap Özetleri
- Kitap Sınavları
- Eğitim ve Teknoloji
- İngilizce - Türkçe Hikayeler
- A. Hamdi Tanpınar
- Ahmet Ümit
- Amin Maalouf
- Binbir Gece Masalları
- Cengiz Aytmatov
- Cemil Meriç
- Dan Brown
- Dede Korkut
- Dostoyevsky
- Fakir Baykurt
- H.G. Wells
- Halide E. Adıvar
- İskender Pala
- Jules Verne
- Kemalettin Tuğcu
- Mevlana Celaleddin Rumi
- Ömer Seyfettin
- Peyami Safa
- Reşat Nuri Güntekin
- Sabahattin Ali
- Stefan Zweig
- Tolstoy
- Y. Kemal Beyatlı
- Yaşar Kemal
- Ziya Gökalp