Ahmet Ümit etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Kasım 2019 Pazartesi

thumbnail

Kırlangıç Çığlığı (Ahmet Ümit) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Kırlangıç Çığlığı

Kitabın Yazarı : Ahmet Ümit

Kitap Hakkında Bilgi :

Acıyı gördüm. Gözlerinin ortasında bir çiçek gibi büyüyen irisin önce ağır ağır büzülmesini, ardından çığlık gibi ansızın patlamasını gördüm. Titreyen dudaklar, bal mumuna dönüşen yüzleri, çöken yanakları, irileşen elmacık kemiklerini, birer mağara gibi derinleşen göz çukurlarını, kurumuş ağızların içinde pelteleşen dilleri gördüm.

Anladım ki benliğimizin farkına vardığımız an, acının pençesinde kıvrandığımız andır.

Çığlık değil, ürperiş değil, evet, nereden geldiğini bilmediğim o vahşi iniltiyi kalbimin derinliklerinde duydum. Soluksuz kaldım, boğazım kupkuru, alnım ateşler içinde, tuhaf bir hülyaya kapılmışım gibi sürüklendim o dipsiz boşlukta. Hayatın en karanlık sırrıyla yüzleştim.

Karanlığın her aşamasından geçtim, akan kanın sesini duydum, ölümün serinliğini damarlarımda hissettim.

Geçmişin kamburunu çoktan söküp attım sırtımdan.

İnsanın insanı öldürdüğü o ilk ânı gördüm, katilin zafer haykırışını, kurbanın korku çığlığını işittim.

Her an uyanmaya hazır o muhteşem dürtüyü bastırmak, insanlığın en masum haline, en saf doğasına dönmemek için yıllarca ihanet ettim kendime. Kendimle birlikte bütün dünyayı da kandırdım. Neredeyse başaracaktım ama bırakmadılar, benim adıma onlar öldürmeye başladılar.

İşte bu yüzden geri döndüm...

Kitabın Özeti :

Kitabın ana teması, son yılların kronikleşen mülteci sorunu ve toplumda gittikçe artan pedofili vakalarını konu alıyor. Başkomser Nevzat, olay yerine gittiğinde, yıllar önce kendi küçük kızını taciz etmiş bir adamın cesediyle karşılaşır ve çok şaşırır. Şaşırtıcı olan sadece çocuk tacizcisinin tanıdık olması değildir. Olayın gerçekleşme biçimi de tanıdıktır. Birkaç yıl önce, bir cinayet dizisini çözmeye çalışan bir başka komserin taktığı adla “Körebe” olarak bilinen seri katil. Körebe geride yakalanmasına yarayacak hiçbir iz bırakmadan 12 çocuk tacizcisini öldürür. Olay yerine bıraktıklarıyla, bir tür kendisinin imzası yerine geçebilecek küçük ayrıntılara kadar benzerlik gösteren bu cinayet, olay yerindeki herkeste aynı soruyu uyandırır: Yeniden mi? Körebe mi? Arkasında asla iz bırakmıyor ve sıradan bir katil olmadığı herkes tarafından biliniyor.

Nevzat Başkomiser eşini ve kızını bir saldırıda kaybetmiştir ve kızı da zamanında bir taciz vakasıyla karşı karşıya kalmıştır. Bu nedenle konu oldukça hassas bir hal almaya başlar.

Körebe kurbanlarını hep çocuk tacizcilerinden seçmektedir. Tacizcileri öldürüp çocuklarla ilgili mekanlara götürür ve yanlarına bir oyuncak bırakır. Cesetler oyun parkları, kreşler, çocuk müzeleri gibi yerlere bırakılır. Ayrıca kurbanların gözlerini kadife bir göz bandı ile bağlar ve hep sağ kulaklarını kesmektedir. Bu nedenle de adı Körebe olarak yer etmiştir. Oldukça net ve ayırt edilebilir bir ritüel olduğu için cinayetler yeniden başladığında herkes Körebe’nin geri döndüğü konusunda hem fikir olmuştur.

Başkomiser Nevzat, olayları akıl ve mantık yoluyla çözmekten yanadır, her ne olursa olsun şiddet kullanılmasına karşıdır. Telaşa kapılmadan, cinayetleri en küçük ayrıntısına varana kadar inceleyen, işinde son derece titiz biridir. İki tane de yardımcısı vardır, Ali ve Zeynep. Ali, çok sevdiği başkomiserinin tam aksine tez canlı bir polistir. Fazla düşünmeden, karşına çıkan hemen her durumda duygularını ve hislerini hesaba katarak hareket eden bir yapıdadır. Gerektiğinde ya da bazen hiç gerekmediğinde şiddete başvurmaktan kaçınmaz. Yani başkomiserinin tam zıddı bir karakterdir. Zeynep ise tıpkı bir bilim adamı edasındadır, bilimin kanıtlayamadığı şeylere pek inanmaz. Cinayetleri ipuçları üzerinden çözmeyi seven, naif kalpli ve nazik, aynı zamanda oldukça güzel bir kriminologdur.

Öldürülenler pedofili suçlusudur. Geçmişlerindeki bu kara leke ise öldürülmeyi hak edip etmedikleri konusunda herkesi ikilemde bırakmaktadır. Kim daha masumdur? Ölen mi yoksa öldürülen mi? Bu sorunun cevabı aranırken katil yeni cinayetler işlemeye devam etmektedir. Başkomiser Nevzat tüm bunlarla uğraşırken ister istemez bir de Suriyeli mülteciler ve beraberinde organ mafyası sorununa bulaşmıştır.

''Çıkar için her türlü kötülüğü yapmaya yatkın bir ruha sahiptiler, sonra da kendilerini bağışlarlardı. İnsanın en büyük kepazeliği işte bu bağışlama duygusuydu. Kötülüklerin sürekli tekrar etmesinin nedeni de bu olabilirdi. Kendimizi hoş görmemiz, eninde sonunda inandırıcı bir gerekçe bulmamız. Olmadı, ben aciz bir kulum, her türlü kötülüğü yapabilir, suçu işleyebilirim, ama yaradanıma sığınır, kendimi bağışlatırım ucuzluğu.''

Kırlangıçların çığlığı, uzun göç yolunda yüzlerce yol arkadaşını kaybeden kırlangıçların yasıdır. Kırlangıçların göçmen kuşlar olduğunu, göç sırasında fırtınaya yakalanıp çoğunun öldüğünü, başarıyla göçenlerin ise gittikleri ülkelerde uçarken yolda kaybettikleri arkadaşları anısına acıyla çığlık attıklarını kitap satırlarından öğreniyoruz. Evgenia, zaman zaman evinde ağırladığı mülteci ailenin büyüğü Medeni’den öğrendiği biçimiyle sevgilisi Başkomiser Nevzat’a bu çığlıkların anlamını anlatır:

“’Şarkı söylemiyorlar Nevzat.’ Gözleri uçan o güzelim kuşlara takılmıştı, ‘Ölen arkadaşlarının yasını tutuyorlar.’ Başını indirdi, kederle gözlerimde durdu. ‘Sevinç çığlıkları değil bunlar, acı dolu haykırışlar, Biliyorsun kırlangıçlar göçmen kuşlardır. Çok hızlı uçarlar. İşte o göç sırasında yüzlerce kırlangıç fırtınaya yakalanıp ölürmüş. Göçü başarıyla tamamlayan kırlangıçlar, geldikleri ülkenin sıcak gökyüzünde uçarken, yollarda kaybettikleri arkadaşlarını anımsar acıyla, öfkeyle böyle çığlıklar atarlarmış.’”


Medeni de kendisi dahil Suriyeli mültecilerin durumunu kırlangıçların bu durumuna benzetir ama bir farkla:

“Biz de göç sırasında yakınlarımızı kaybettik, ama şu kuşlar kadar bile olamıyoruz. İnsanları rahatsız etmemek için yasımızı bile tutamıyoruz.”
thumbnail

Beyoğlu'nun En Güzel Abisi (Ahmet Ümit) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Beyoğlu'nun En Güzel Abisi

Kitabın Yazarı : Ahmet Ümit

Kitap Hakkında Bilgi :

Yılbaşı gecesi işlenen bir cinayet... Tarlabaşı'nın arka sokaklarında bulunan bir erkek cesedi. Öldürülmüş erkeklerin en yakışıklısı, belki de en kötüsü. Karanlık sırların ortaya çıkardığı utanç verici bir gerçek. Gururlarının kurbanı olmuş erkekler, onların hayatlarını yaşamak zorunda olan kadınlar. Bu cinayetler yatağında, bu kötülükler bahçesinde, bu insan eti satılan can pazarında masumiyetini korumaya çalışan bir adam. Bir zamanlar İstanbul'un en gözde yeri olan Beyoğlu'nun hazin hikâyesi.

Karanlık... Soğuk havayla iyice ağırlaşan bir karanlık. Uzaklardan şarkılar geliyor kulağına, neşeli kadın çığlıkları, ayarını yitirmiş sarhoş naraları, biri küfrediyor belki ana avrat, belki ağlıyor biri hıçkıra hıçkıra, belki biri sessizce ölüyor bu gürültünün, bu hengâmenin ortasında. Umurunda değil. Hepsinden sıyrılmış, sadece öfke...

Nereye gittiğini bilmeden yürüyor, nefret tarafından kuşatılmış olarak. Kıskançlık denen o canavar, çelikten pençesine almış yüreğini, habire sıkıyor. "Kadınlar," diyor bir ses zihninin derinliklerinden... "Kadınlar, onlarla oynayamazsın... Oynadığını zannedersin ama bir de bakmışsın, asıl oyuncak sen olmuşsun." Hayatına giren kadınların yüzleri beliriyor sokağın zemininde. Birer birer düşüyor görüntüleri ayaklarının dibine. Hepsinin boynu bükük, hepsinin gözlerinde keder. Hepsi üzgün... Aldırmıyor, bir su birikintisiymiş gibi basıp geçiyor üzerlerinden ama yeniden düşüyor görüntüler zemine. "Kadınlar," diyor o ses yine, "Kadınlardan asla kurtulamazsın, hayaletleri hayatın boyunca seni takip eder."

Kitabın Özeti :

Her yılbaşında olay çıktığı için Başkomiser Nevzat ve yardımcısı Ali diken üstünde bekliyorlardı. O yılbaşı gecesinin olaysız geçmesini istiyorlardı. Fakat istedikleri gibi olmadı ve Beyoğlu’nun Tarlabaşı semtinde bir cinayet işlendi. Başkomiser Nevzat önceden uzun yıllar Beyoğlu’nda görev yapmıştı. Orayı gayet iyi biliyordu. Olay yerine gittiklerinde ölen kişinin Engin Akça olduğunu öğrendiler. Engin'in Öz Tarlabaşılılar Kulübü’nün sahibi Kara Nizam ile birlikte çalıştığını öğrendiler. Engin, Kara Nizam’ın kavgalı olduğu Barbut İhsan’ın mekânı Tarlabaşılılar Kulübü’nün önünde öldürülmüştü.

Engin tek bıçak darbesiyle kalbinden bıçaklanmıştı. Elinde silahı da duruyordu. Bu da Engin’nin ateş etmek istediğini ama katilin ondan daha hızlı davrandığını gösteriyordu. Başkomiser Nevzat olay yerinin yakınlarında üç çocuğu fark etti. Keto, Pirana ve Musti adındaki çocuklarla konuşmaya gitti. Onlardan da Engin hakkında bazı bilgiler edindi. Başkomiser Nevzat ve Ali o gece Engin’in evine gittiler ve o sırada evde birisi ateş etti. Ali de karşılık verdi ve onlara ateş eden kişi öldü. Daha sonra bu kişinin kiralık katil Titiz Tarık olduğunu öğrendiler.

Başkomiser Nevzat ve yardımcısı Ali ertesi gün de araştırmalarına devam etti. Artık hem Engin’i kimin öldürdüğünü hem de Titiz Tarık’ı kimin tuttuğunu öğrenmeleri gerekiyordu. Engin’in öldürüldüğünü duyan Barbut İhsan ve Kara Nizam kendilerinin yapmadığını söylüyorlardı. Hatta Barbut İhsan Başkomiser’in tanıdığı Janti Cemal’i de araya sokmuştu. Ama ikisinin de Engin’i öldürmek için bir sebebi vardı. Barbut İhsan’ın eski sevgilisi Çilem ile Engin’in ilişkisi olduğu söylentileri vardı. Fakat Kara Nizam, Engin’in öldürüldüğü gece Çilem’le evlenmişti. Kara Nizam Tarlabaşı’ndaki arsaları alıyordu. Engin de Kara Nizam’dan gizli olarak bazı yerleri almıştı. Engin’in evindeki kasada buraların tapularını bulmuşlardı.

Kasada Engin’in Jale ile çekilmiş bir fotoğrafı da çıktı. Başkomiser Nevzat bu kadını araştırmaya başladı. Jale’in çok zengin olduğunu ve Engin ile ilişkisi olduğunu öğrendi. Engin’in aldığı tapuları Jale’nin parasıyla aldığını düşündüler. Adli tıptan gelen raporla da Engin’in uzaktan fırlatılan bir bıçakla tek seferde öldürüldüğünü öğrendiler.

Araştırmalarında Engin’in öldürüldüğü gece sevgilisi Azize’nin çalıştığı gazinoda olduğunu öğrendiler. Azize ile konuşmak için oraya gittiklerinde Azize orada değildi. Orada onları Sadri karşıladı. Azize’nin işyerinden arkadaşıydı. Ona bazı sorular sordular. Ertesi günü ona Azize’yi merkeze getirmesini söylediler. Ertesi gün Azize Sadri ile geldi. Azize, Engin ile kavga ettiklerini o gece de Engin’in olay çıkardığını, ona bağırıp gittiğini söyledi. Başkomiser ve Ali Sadri ile konuşmaları sırasında Sadri’nin Bulgaristan göçmeni olduğunu öğrendiler. Oradaki kriminolog Zeynep’in ailesi de Bulgaristan göçmeniydi.

Başkomiser Nevzat, dışarıda sürekli komşusu ile karşılaşıyordu. Komşusu polisiye roman yazarıydı. Nevzat o adamı sürekli etrafında görmekten rahatsız oluyordu. Kendisini takip ettiğini düşünmeye başlamıştı. O gece Kara Nizam’ın kulübüne bir saldırı oldu ve Nizam’ın yeğeni Kudret, Fidan adında bir kızı öldürdü. Kudret kızın elinde silah olduğunu ona ateş edeceğini söylese de kimse saldırganların elinde silah görmemişti. Onlar kulübün boş olduğunu düşünerek molotof kokteyli atmışlardı. Başkomiser Nevzat ve Ali olay yerine gittiklerinde Fidan’ın yanında Nazlı’yı gördüler. Nazlı, Ferhat Çerağ Kültür Merkezi’ni işletiyordu. Burada evsiz çocuklar ve kadınlar hem kalıyor hem de eğitim görüyorlardı.

Başkomiser, kültür merkezine gidip Nazlı ile konuştu ve Fidan’ın orada kaldığını öğrendi. Fidan bir gruba katılmıştı ve oradan ayrılmıştı. Fidan’ın dahil olduğu grup Kudret serbest bırakılırsa ona saldırıp arkadaşlarının öcünü almayı düşünüyorlardı. Bunu duyan Başkomiser Nevzat Kara Nizam’ı uyardı ve birkaç gün ortalarda görünmemelerini söyledi. Kudret mahkemede serbest bırakıldı.

Başkomiser Nevzat ve Ali, Titiz Tarık’ın kaldığı oteli buldular. Oradaki çalışanlarla görüştüler ve kamera kayıtlarına ulaştılar. Jale’nin birkaç kez Tarık’la buluştuğunu öğrendiler. Aynı zamanda Jale’nin hesabından iki yüz bin lira çekildiği gün aynı miktarda para Tarık’ın hesabına yatmıştı. Ama sorguda Jale kendini hiçbir şekilde ele vermedi.

Çilem, Barbut İhsan’la konuşmak istedi. Barbut İhsan huzursuz oldu ve öncelikle Nevzat’a haber verdi. Daha sonra İhsan, Çilem’le görüştü ve Kara Nizam’ın evlendikleri gün gizlice birileriyle görüştüğünü öğrendi. Kara Nizam görüştüklerini öğrenince Nizam ile İhsan arasında çatışma çıktı. Nevzat yetiştiği halde tek başına çatışmalara engel olamadı. İhsan ve Nevzat'ın ikisi de öldü. Başkomiser Nevzat ikisinin de adamlarını sorguladı ama hiçbir sonuca ulaşamadı.

Artık katili bulamayacaklarını düşünmeye başlamışlardı. Ta ki O gece Zeyneplere yemeğe gidene kadar. Barbut İhsan cinayeti sebebiyle ertelenen yemek sonunda gerçekleşir. Yemekte Bulgarlardan bahseden Zeynep’in babasına, Klarnetçi Sadri’den bahsederler. Klarnetçi Sadri’yi tesadüfen tanıyan Zeynep’in babası Klarnetçi Sadri’nin eskiden sirkte çalışan bir bıçak ustası olduğunu söyler. Ama sirkte bir gösteri sırasında yanlışlıkla kardeşini öldürdüğü için İstanbul’a geldiklerini anlatır. Bunun üzerine apar topar Sadri’nin yanına gidilir ve Sadri her şeyi açıklar.

Başkomiser Nevzat’ın aklında hep komşusunun bir kitabını almayı düşünüyordu. Yazar ona son kitabını hediye etti ve kitabın ilk sayfasını okudu yazarın onun hayatını yazdığını, o yüzden hep peşinde olduğunu anladı.

Kitabın Kahramanları, Kişileri :

Başkomiser Nevzat : Alaturka bir İstanbulludur. Balat’ta oturmaktadır. Osmanlı mutfağı ve Türk mutfağını sevmektedir. Karışı ve kızını bir cinayet sonucu kaybetmiş, ancak katillerini bulamamıştır. Yalnız, hüzünlü, suskun bir adamdır.

Ali : Başkomiser Nevzat’ın yardımcısıdır. Açık sözlü mert korkusuz ve cesur bir polistir. Zeynep’le flört etmektedir.

Zeynep : Bulgar göçmeni bir ailenin kızıdır. Çalışkandır. Ali ile flört etmektedir. Ali gibi o da Nevzat‘ın yardımcısıdır.

Kara Nizam : Mafya babasıdır. Kendisi ve 21 yeğeni ile birlikte lokanta, otopark işletir. Ayrıca uyuşturucu kaçakçılığı da yapar. Barbut İhsan‘ın düşmanıdır.

Barbut İhsan : Mafya babasıdır. Gözü pek bir babayiğittir. Kara Nizam’la en büyük derdi eski sevgilisi, sonradan Kara Nizam’ın karısı olan Çilem’dir.

Klarnetçi Sadri : Bulgar göçmenidir. Sirkte çalışırken bıçak kazası sonucu kendi kardeşini öldürmüştür. Bunun üzerine İstanbul’a gelip meyhanede klarnet çalmaya başlar.

Azize : Engin’in meyhanede çalışan solist sevgilisidir. Kimsesi yoktur. Ona en yakın kişi Klarnetçi Sadri’dir.

Engin : Kitabın başında öldürülen genç, yakışıklı ve çapkın bir erkektir. Almanya’da doğmuştur. İsviçre’de uyuşturucu işine bulaşmış sonra oradaki adamlardan kaçarak İstanbul'a gelmiştir. Klarnetçi Sadri tarafından öldürülür.

Evgenia : Başkomiser Nevzat’ın Rum asıllı sevgilisi

Jale : Engin’in evli sevgilisi.

Saltanat Süleyman : Eski kabadayılardan.

Çilem : Kara Nizam’ın karısı. Barbut’un eski sevgilisi.

Keto : Sokak çocugu.

Pirana : Sokak çocugu

Musti : Sokak çocugu

Janti Cemal : Eski kabadayılardan.

Pire Necmi : Barbut’un adamı. Kara Nizam satın alarak Barbut’a tuzak kurdular.

Nazlı : Dernek başkanı.

Öğretmen Civan : Nazlı’nın öğretmen yardımcısı.

Sami : Polis memuru. Kabadayılarla işbirliği içinde.

Külbastı Mehmet : Komser Nevzat ve yardımcılarının ara sıra gittiği lokantanın sahibi, eski kabadayılardan.
thumbnail

Sultanı Öldürmek (Ahmet Ümit) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Sultanı Öldürmek

Kitabın Yazarı : Ahmet Ümit

Kitap Hakkında Bilgi :

Biri, sizi cinayet işlemekle suçladığında deliller bulur, tanıklar gösterir, bunun bir iftira olduğunu kanıtlamaya çalışırsınız, ama sizi itham eden kişi bizzat kendinizseniz, ne yaparsınız?" Ahmet Ümit'in romanı Sultanı Öldürmek bu satırlarla başlıyor. Yıllardır aynı kadını bekleyen bir tarihçinin hikâyesi bu. Şahane bir aşk için harcanmış bir ömrün hikâyesi... Serhazinlerin son temsilcisi Müştak Serhazin'in başından geçen dört günlük tuhaf bir serüven. Sapında Fatih Sultan Mehmed'in tuğrası bulunan mektup açacağıyla öldürülmüş bir tarih profesörü... Bir aşk cinayeti mi? Yoksa kökleri "Ulu Hakan"ın şüpheli ölümüne uzanan bir entrika mı? Osmanlı devletinin bir imparatorluğa dönüştüğü o zaferler ve ihanetlerle dolu günlere yapılan sıradışı bir yolculuk. Ve bu heyecan verici yolculuk boyunca kulaklardan eksik olmayan o kadim soru: Tarih, geçmişte yaşananlar mıdır, yoksa tarihçilerin anlattıkları mı?

"...Ve Sultan Mehmed Han. Mehmed Han oğlu Murad Han oğlu Fatih Sultan Mehmed Han. İki karanın ve iki denizin hâkimi. Allah'ın yeryüzündeki gölgesi. Kostantiniyye'yi zapt eden padişah. Roma İmparatorluğu'nun doğal varisi, farklı dinlerden, farklı dillerden, farklı ırklardan yepyeni bir millet yaratma aşkıyla yanıp tutuşan kudretli hükümdar. Uçsuz bucaksız ovalarda at koşturan ordular. Kılıç sesleri, savaş naraları, korku çığlıkları. Ardı ardına düşen şehirler, ardı ardına yıkılan devletler, ardı ardına el değiştiren kaleler. Kırk dokuz yaşında dünyaya nam salmış bir hükümdar. Ve değişmez kader. Akşama kavuşan gün. Ecel şerbetini içen insan. Ve Fatih Sultan Mehmed'in şüpheli ölümü. Ve onun iki şehzadesi. İkiye bölünen saray, ikiye bölünen devlet, hiçbir şeyden haberi olmayan bir halk. Ve iki şehzadenin kanlı boğazlaşması sürerken saray odasında unutulan Fatih Sultan Mehmed Han'ın cansız bedeni..."

Kitabın Özeti :

Müştak Serhazin, bir zamanlar ünlü bir tarih hocasının asistanlığını yapmıştır. Öğrenciliği sonrası kendisi de hocası kadar başarılı olan, bir üniversitede öğretim görevlisidir. Öğreciliği sırasında Tahir Hoca'nın asistanı olma şerefini, başlarda arkadaşı sonraları tutkulu aşkı Nüzhet'le paylaşır.

Nüzhet, Müştak için tutkuyla bağlandığı, geçmişinden silip atamadığı bir yaradır. Öğrencilik yıllarında aşık olduğu bu kadın, ilişkilerinin ciddileşmeye başladığı sıralarda Müştak'ı İstanbul'da bırakarak, Chigago'ya gider. Nüzhet, Müştak'la olan ilişkisini bitirir. Ülke içerisinde tarih alanında ilerleyen Nüzhet, yurtdışında sunduğu tezlerle de dünyanın tanıdığı bir tarihçi olur. Nüzhet yıllar sonra bilinmeyen bir gerçeği çözüme kavuşturmak için ülkeye yeniden dönüş yapar. Düşündüğü tez, Fatih Sultan Mehmet'in zehirlenek öldürülmüş olmasıdır. Son araştırması ise sır gibi sakladığı Fatih Projesidir. Asistanı Akın’dan ve hocası Tahir Hakkı’dan başka bu projeyi bilen de yoktur. Fatih öldü mü yoksa zehirlendi mi? Eğer zehirlenerek öldürüldü ise bunu kim yaptı? Yoksa sevmediği büyük oğlu II. Bayezid mi?

Müştak, Nüzhet yurtdışına gittiği sıralarda derinden yaralar almış ve psikolojik hastalıklar yaşamaya başlamıştır. Büyük üzüntülerle baş başa kaldığında, yaşadığı bir iki saat dilimini hatırlamayan Müştak'a psikojenik füg teşhisi konur. Psikojenik füg hastası Müştak hayatının belli dönemlerinde bu hastalığın sebep verdiği krizlere yakalanabiliyor. Bu kriz esnasında hiçbir şey hatırlamıyor. Belki normal yaşantısına devam edebiliyor, çıkıp gezip dolaşabiliyor, yemek yeyip insanlarla muhabbet edebiliyor. Fakat krizden çıktıktan sonra kriz başlangıcı zamana dönüyor ve bu süre boyunca yaptığı hiçbir şeyi hatırlamıyor.

Müştak, bir gün hiç beklemediği bir anda Nüzhet'ten telefon alarak, yemek daveti alır.

“Merhaba Müştak,” diyen sesin daha ilk hecesini duyduğumda tanımıştım onu; Nüzhet’ti. Yirmi bir sene önce beni terk eden kadın. Beni terk ederken bıraktığı o veda mektubunu saymazsak, yıllardır tek satır yazmayan, bir kez olsun telefonumun numarasını çevirmeyen, kapımı çalmayan, bir kuru selamı bile çok gören büyük aşkım, kalbimin ve hayatımın sultanı… Sanki bunlar hiç yaşanmamış gibi, şimdi, “Merhaba Müştak,” diyordu telefonun öteki ucundan. Üstelik neşe içinde yüzen bir sesle; ne bir mahcubiyet, ne bir sıkıntı, ne de bir pişmanlık… 

Kendisini hiç ummadığı bir anda Nüzhet'in evinde ve eski sevgilisi Nüzhet'i de ölü olarak bulur. Ancak hiçbir şey hatırlayamamaktadır.

Sanki biri seslenmiş gibi uyandım… Kendime geldiğimde hâlâ karanlığın içindeydim. Kulaklarımda o bildik uğultu, bedenimde o tanıdık rahatlama… Zihnim, irademin görünmeyen ağırlığından kurtulmuş, o derin huzurla bir kez daha sarhoş olmuştum… Başıboş bir rüzgâr gibi dolaşıyordum sınırları silinmiş bir labirentin içinde… Etrafa bakacak oldum, başım döndü. Düşmemek için tutunacak bir yer arandım, sağ elim ahşap bir tırabzana tutundu. Karın ışığı sızıyordu bir yerlerden. Eski bir apartmanın içindeydim; geniş, mermer bir merdivenin basamaklarında… 

Kriz esnasında neler yaşadığını anlamaya çalışırken Nüzhet’in evinin kapsının açık olduğunu ve içeri girdiğinde ise eski sevgilisini Fatih Sultan Mehmet tuğralı bir mektup açacağıyla boynundan bıçaklanarak öldürüldüğünü görür. Müştak, cinayeti kendisinin işlediğini düşür ve panikle evdeki delilleri yok ederek olay yerinden ayrılır. Nüzhet'in ölüm haberini getiren polislere hiçbir şey anlatmaz. Yoksa katil kendisi değil mi? Belki de Fatih projesine karşı çıkan bazı fanatik tarihçiler Nüzhet’i ortadan kaldırmak istedi. Böylece bilerek Fatih Sultan Mehmet tuğralı mektup açacağını kullandı. Hocası Tahir Hakkı ve onun üç asistanı bu kanlı planı yapmış olabilirler miydi? Ancak iki gün sonra Nüzhet'in asistanın da, Nüzhet'in öldürüldüğü gece saldırıya uğrayıp, yaralandığını öğrenir. Olayları çözüme kavuşturmak için gece gündüz çalışan başkomser Nevzat ve ekibi, Müştak'ın olayla ilgisini araştırırken, hem Nüzhet'in hem de Müştak'ın hocası olan Tahir Hoca'nın öldürüldüğü haberini alır.

Yaşadığı bunca acı olaydan ve duyduğu büyük vicdan azabından rahatsız olan Müştak, Nüzhet'i öldürdüğünü itiraf etmek için karakola gider. Bu sırada Nüzhet'in temizlikçi kadın tarafından bir hırsızlık vakasına kurban gittiğini, Tahir Hoca'nın da kalp krizi geçirerek düşüp başını vurması sonucu öldüğünü öğrenir.
thumbnail

Bab-ı Esrar (Ahmet Ümit) Kitabının Özeti, Konusu, Özeti ve Kişileri


Kitabın Adı : Bab-ı Esrar

Kitabın Yazarı : Ahmet Ümit

Kitap Hakkında Bilgi :

Kayıp babasıyla doğacak çocuğu arasında kalmış bir kadın... Hayatın anlamını arayan bir insan: Karen Kimya... Kapıları sırlara açılan bir kent... Sırların mucizelere dönüştüğü geceler. Mucizelerin hakikat sayıldığı zamanlar... Yedi yüz yıl öncesinden gelen bir fısıltı... Aşkı sadece aşkla tartanların ıtırlı soluğu... Ölümün yok edemediği bir sevda... Yıllara direnen bir sevgi; Şems-i Tebrizi ve Mevlâna Celaleddin-i Rumi... Günümüzden yedi yüz küsur yıl öncesine uzanan gerilim dolu, heyecan yüklü, mistik bir serüven...

"Taşta kan vardı, gökyüzünde dolunay, bahçede toprak kokusu. Ürkütücü bir serinlik içinde yüzüyordu ağaçlar. Kış güllerinin katmerlenme vaktiydi, nergislerin tazelenme demi. Yedi kişi girmişti bahçeye... Yedi öfkeli yürek, nefretin ele geçirdiği yedi akıl, yedi keskin bıçak. Yedi lanetli adam bahçenin sessizliğini yedi parçaya bölerek yürüdü kurbanlarının bulunduğu tahta kapıya...

Taşta kan vardı. Bahçede ürkütücü bir serinlik. Cinayetin tek tanığı dolunaydı. Hiç şaşırmadan, ürpermeden, korkmadan bakıyordu uzun boylu kavak ağaçlarının ölü yapraklarının arasından. Yedi kişiden en genç olanı vurmuştu kapıya. En yaşlı olanı çağırmıştı içeridekini. Yedi kişinin yedisi birden saplamıştı bıçaklarını içeriden çıkana.

Taşta kan vardı. İnsanların yüreklerinde nefret, dolunayda derin bir sükûnet..."

Kitabın Özeti :

Kitap, Konya’da bulunan Yakut Otel isimli otelde çıkan yangın üzerine, Londra’dan sigorta acentesinin bu yangını araştırıp incelemesi için oraya yolladığı sigorta eksperi Karen Kimya Greenwood’un başından geçenleri anlatıyor.

Bayan, Karen Kimya Greenwood’un babası Türk annesi İngiliz’dir. Konyalı ve Mevlevi bir babası vardır Karen’in. Babası Derviş Poyraz Efendi uzun seneler önce Şah Nesim isimli Pakistanlı bir şeyh ile birlikte onları bırakıp gitmiştir. Annesi her ne kadar babasına karşı kızgın olmadığını söyleyip, mutlaka haklı bir nedeni olduğunu düşünse de Karen onu hiçbir zaman haklı görememiştir. Bir sigorta şirketinde çalışırken hamile kalmıştır ve bir iş icabı Konya’ya gönderilmiştir. Konya’daki Yakut Otel’inin yangınını soruşturmak için gelen Karen’in diğer bir amacı da Türkiye ve Türkleri iyi tanımak, Türkçeyi de iyi öğrenmektir.

Karen, Konya’ya daha önce çok küçükken babası ile birlikte gelmiş olduğunu şöyle böyle hatırlamaktadır. Yakut Otel yangını için ödenecek tazminatın miktarı da çok yüksektir. Sigorta şirketi de 3 milyon poundluk tazminatı ödemek durumunda kalmış, komplo şüphesi ile Karen’i Konya’ya göndermiştir.

Karen’in görevi bu yangının kaza mı, sabotaj mı olduğunu araştırmak, sigorta şirketinin zararını en aza indirmektir. Bu görevi kabul ettiği için pişmandır. Üstelik hamiledir ve bebeği ile ilgili konulara henüz bir karar verememiştir. Erkek arkadaşı, Nigel ile çok iyi anlaşıyorlardı, fakat o bebeğin kendilerine ayak bağı olacağını, daha genç olduklarını söyleyip duruyordu. Karen henüz kesin kararını vermemişti. Yaşı itibarı ile bu bebek konusunda çok kararsızdı.

Uçak Konya havaalanına inmiş ama onu karşılamaya gelen olmamıştır. Valizi ve çantası ile çıkışa giderken birisi ona seslenir. Bu kişi şirketin Konya’da bulunan acente sahibi, Mennan Fidan’dır. Karen, Türkçe bildiğini söyleyerek bir an önce otele gitmek ister.

Otele giderlerken gördüğü bu kentin hafızası ve anılarında kalan eski Konya olmadığını fark eder. Babası ile yıllar önce geldiği Konya hatıralarında kalan Konya’dan çok farklıdır. O güzel gizlemli evler, dar sokaklar, yaşlı camiler, sarıklı mezar taşları sanki kaybolmuş gibidir. Mennan Beye yıllar önce geldiğinde hayal meyal hatırladığı o özel yeri anlatıp nerede olduğunu sorar.

Mennan bahsettiği yerin bir dergâh olabileceğini söyleyip ara sokaklara girer. Belki yıllar önce annesine ve kendisine hiç haber vermeden terk eden babası ile geldiği o dergâhı hatırlayabilirdi. Nede olsa babası bu dergâhların birinde ilahi aşkı bulmaya çalışarak büyümüş, annesini görene ve âşık olana kadar buralarda yaşamıştı. Karen, bu eski sokakları dikkatle incelemeye başlar.

Şimdi bir parkın yanından geçiyorlardı, içinde küçük bir cami vardı, âmâ buralar hiç tanıdık gelmemişti ona. Tam caminin alınlığındaki yazıyı okumaya çalışırken, Mennan Bey aniden frene basıp, kızgınlıkla söylenmeye başladı. Arabanın tekeri patlamıştı.

Mennan, arabanın lastiğini değiştirirken, Karen, küçük cami ve bahçesindeki çeşmeye doğru gider. Ama aniden karşısına, ince uzun boylu saçı sakalı birbirine karışmış siyahlar giyinmiş bir adam çıkmıştır. Adam, Karen’e korkmamasını, kötülük için gelmediğini ima edip “senin olanı sana getirdim“ diyerek avucunun içine, kahverengi taşlı, gümüş bir yüzük bırakır. Karen avucundaki yüzüğü inceleyip tekrar başını kaldırdığında adamın kaybolduğunu fark eder. Mennan beyin yanına dönen Karen olanları anlatır. Mennan Bey adamın utanmış olabileceğini o nedenle de hemen uzaklaştığını söyler. Karen ve Mennan az ilerde bir yapı daha görürüler burası “Şems-i Tebrizi Camii ve Türbesii.‘dir.

Karen, Türkiye’ye sigorta şirketi için soruşturma yapmak için geldiği Konya da, buna benzer bir takım mistik olaylar yaşamaya başlamışken otel yangını için bir yandan, Mennan Beyi, bir yandan Yakut Otel sahibi Ziya beyi suçlamaya başlamıştır. Yaşadığı gizemli olayların çocukluğundan kalma bu şehir ve babasının onları terk etmesi ile bağdaştırmaya çalışması da sorularının cevabını bulmakta ona yardımcı olmuyordu. Otel yangını ile ilgili sabotaj şüphesi gittikçe çoğalsa da henüz somut bir kanıt bulamamıştı. İşi gereği ne Mennan Beye nede Ziya Beye de güvenmiyordu. İnsanların, para söz konusu olduğunda şeytanın bile aklına gelmeyen yollara başvurduğunu tecrübelerinden öğrenmişti. Bu gizemler ile dolu şehir de babasından bir iz bulabilecek miydi? Bir yanı bulmak istese de diğer yanı ona hala kızgındır. Yıllar önce hiçbir açıklama yapmadan annesini ve kendini terk etmiştir.

Annesi ile görüşmelerinde onu endişelendirmemek adına yaşadıklarından bahsetmemektedir. Buna rağmen annesi bir an önce bu işi sonuçlandırıp geri dönmesini istemektedir. Kendisine verilen yüzük kanayan bir yüzük çıkmış, Karen garip, gizemli rüyalar görmeye başlamıştır. Makalat’ı okuyan Karen bu kitaptaki hikâyeye göre bu kanayan yüzük düğümlenmiş huzursuz gönülden alınmış taşlaşmış yürek olduğunu anlamıştır. Karen‘in hayali çocukluk arkadaşı Sunny Şems çıkmış, Yakut Oteli yangının da bir kundaklama olduğu anlaşılmıştır. Karen tüm bu karmaşaların içinde sürekli ona görünen ve kendisine yardım etmek için gelen siyahlar içinde ki adamın sırrını ve kim olduğu hakkında bilgilere ulaşabilecek miydi? Siyahlar içinde ki adamın kendisine verdiği ve kanayan yüzüğün sırrı neydi?

Kitabın Kahramanları, Kişileri :

Karen Kimya Grenwood : İngiltere’de yaşayan babası Türk, annesi İngiliz sigorta eksperi bir kadındır. Konyalı bir Mevlevi olan babası yıllar önce onları terk etmiştir.

Mennan Fidan : Miss Karen’ın çalıştığı sigorta şirketinin Konya temsilcisi imam hatip mezunu, saf ve iyi kalpli bir adamdır.

Ziya Kuyumcuzade : Yakut Otelin sahibi hırslı ve açgözlü bir iş adamıdır. Babası bile o hırsı yüzünden ona miras bırakmamıştır.

Komiser Zeynep : Cinayet masasında komiserdir. İstanbul’dan yeni tayin olmuştur.

Komiser Ragıp : Komser Zeynep’in amiridir.

Nigel : Karen’in Kalp cerrahı sevgilisidir.

Poyraz Efendi : Karen’ın babasıdır. Pakistan’da yaşamakta olan Konyalı bir Mevlevidir. Kızını bıraktığı için huzursuz ve mutsuzdur.

Serhat Gokgöz : Ziya’nın yanında çalışan güvenlikçidir. Ancak eski bir sabıkalı, Deli Yılmaz'ın çetesinde görev almaktadır.

Kadir Gemelek : Mennan’ın çocukluk arkadaşıdır. Yakut Otel yangınından yaralı kurtulmuştur, yangının tek şahididir.

Solak Kamil : Eski bir sabıkalıdır, afla çıkmıştır. Bir turizm acentesinde şoförlük yapmaktadır. Halen bazı yasadışı işlere bulaşmaktadır. Yüzbaşı Yılmaz tarafından öldürülür.

Yüzbaşı Yılmaz : Deli Yılmaz. Güneydoğu’da yaptığı yasa dışı işler nedeniyle ordudan atılımış ve hapse girmiştir. Hapisten çıktıktan sonra Konya’da çete kurmuştur..

İzzet Efendi : Poyraz efendinin eski arkadaşı mevlevi, kuyumcudur.

Şah Nesim : Poyraz efendinin mürşidi birlikte Pakistan’a yerleşirler.

Susan : Karen’ın annesidir. Asi ruhlu bir insandır.

24 Kasım 2019 Pazar

thumbnail

Aşk Köpekliktir (Ahmet Ümit) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Aşk Köpekliktir

Kitabın Yazarı : Ahmet Ümit

Kitap Hakkında Bilgi :

Aşkın bütün halleri... Tutkunun aklımızı ele geçirmesi. Kötülüğün en güzel biçimi... Rezil olmaktan duyduğumuz haz... Kırılan umutlarımızın lezzetli kederi... Çiğnenen onurumuzun getirdiği kibir. Vicdan tutulması, bencilliğin son kertesi, yanılsamanın en derin anı... İmkânsız olanın çekiciliği... Yani gönüllü kölelik... Yani insanoğlunun en masum hali... Yani bildiğiniz delilik... Yani en yalansız aşk öyküleri...

"Düşümü gerçekleştirdiğimden de emin değilim. Böyle bir düşüm var mıydı, yok muydu, ondan bile emin değilim. Kafam çok karışık. Daha da kötüsü, eskiden Stefan'ı düşündüğümde güzel, iyi, masumiyetle ilgili duygular uyanırdı içimde. Coşkuyla, heyecanla, umutla dolardım. Şimdi büyük bir öfke var. Bazen insanlıktan çıktığımı hissediyorum. Düşündüklerim beni korkutuyor. Gel gör ki düşünmeden de edemiyorum. Olmuyor, beceremiyorum. Bir de oturmuş aşkın saçma olduğunu anlatıyorum. Ben de en az aşk kadar saçmayım. Diyeceksiniz ki seni, aşk saçma biri haline getirdi. Doğru ama ben de direnemedim. Asıl tutarsızlık bende. İnsan aptalca, anlamsız bulduğu bir tutkunun peşinden gider mi? Bak gidiyorum işte. Hâlâ onu arıyorum... Kafam karışık, canım yana yana gecenin bir yarısında bu bara geliyorum, ondan bir iz bulabilir miyim diye..."

Kitabın Özeti :

Kitap on bölümden oluşmaktadır. Her bölümde ayrı konular anlatılmaktadır. İlk hikâyede aşkı rüzgâr esintileri ile eşdeğer kılan şarkıların eşlik ettiği ezgisel notalara benzetmektedir. Farklı bakış açıları ile rüzgârın aslında çiçeklere değil de onlarda oluşan yapraklara tutkulu olduğundan bahsetmektedir. Rüzgârı en üst seviyede ki aşka benzettiği için çiçekleri farklı varlıklar olarak görmektedir. Rüzgâr şarkıya başladığında yapraklar döküleceğine inanılmıştır. Öyle ki onun yüzünden öldüğünü düşündüğü yaprakları canlandırmaya çalışmasından bahseder. İlk bölümde doğada bulunun yaprak, rüzgâr, güneş, ağaç gibi kavramlara aşkı iliştirmeyi başarmış ve onlar arasında ki döngünün tutkusal bir bağ olduğu güzel bir bölüm yazmıştır.

İkinci bölümde, farklı mantığı ile hareket etmeyi kendine yaşam ilkesi edinen bir beyefendinin kendini farklı bir aşksal döngü içerisinde bulması ile alakalıdır. Mutlu bir evliliği olan bu beyefendiye genel manada bakıldığında mantığı sayesinde mutlu olduğunu ve duygusal hislere bağımlı kalmadığı görülür. Bir kadını görmesi sonucu mantığa aykırı bir şekilde hareket etmeye başlamıştır. Ofisinin önünden geçen bir kadına dikkat etmesi sonucu yıllar önce evlenmeden hemen önce rüyasında gördüğünü hatırlar. Kadın her gün aynı saatte ofisinin önünden geçer. Bir gün aynı saatte kadını gören adam koşarak yanına gider ve kadına konuşmak istediği önemli bir konu olduğunu ve ofiste konuşmak istediğini söyler. Kadının bu teklifi kabul etmesi üzerine ofise geçerler ve kadının tutkulu bakışları, duruşu, parfümünün kendine çekmesi ile adamın duyduğu heyecan çok daha fazla artmaya başlar ve artık mantığı adamı terk etmiş bir vaziyet alır. Rüyasından bahsetmeye başlayınca kadının da onu rüyasında gördüğünün anlatması ile bulundukları durum daha ilginç bir hal almıştır. Oda içerisinde bir anda sevişmeye başlayan bu çiftimizin tutkuları bir anda farklı bir boyuta geçer. Tutkulu davranan kadının yerini bir an da kaba ve farklı cümleler kullanan bir kadın almıştır. Adam yaşadığı şoktan bir türlü kurtulamıyordu. Bir an da bu fanteziyi anladığını ve artık parasını vermesi gerektiğini söylemeye başlamıştı. Parasını aldıktan sonra çıkıp yürüyen kadının arkasından hayal kırıklığı ile bakıyordu artık. Yaşadığı hayal kırıklı mantığı ile duygusu arasında savaş açmasını sağlamıştı.

İkinci öyküye geldiğiniz de bir otobüste geçmektedir. Yaşlı bir amcamızın genç bir adamın yanına oturması ve sohbet etmeye başlaması ile öykü başlar. Aralarında aşk konusu açılmıştır. Yaşlı adam aşkın bir bela olduğunu ve görücü usulü evliliklerin daha makbul olduğundan bahsetmeye başlamıştır. Lakin genç adam neden böyle düşündüğünü sormuş ve dedemiz anlatmaya başlamış. Musevi bir ailenin kızına âşık olmuştu. Din farkı, kültür farkı derken evlilik rüyalarında bile zor görünür olmuş. İshak Amca kızın babasıdır. İşi belli bir zaman sonra kötü gitmeye başlayınca kızı Florisi Yasef adında yaşlı ama zengin bir adama vermişler. Yaşlı adam babası ölünce kuyumcu dükkânının başına geçmiş ve kendini işlerine vermiş. Lakin Floris unutmasına izin vermek istemezcesine dükkâna gelip bilezik yaptırmak istediğini ve bitince eve getirmesini söylemiş. Göz alıcı bir bilezik yapıp evine götürmüş. Floris evine almış bu genç aşığı. Her gün Yasef çıkınca o da soluğu Florisin evinde almaya başlaması mahallenin diline düşmesine sebep olmuş. Yaşlı eşinin kulağına da gidince kimseyi kırmadan kavga çıkarmadan Halepin yolunu tutmuşlar. Genç âşık peşlerinden gitmiş lakin Floris evine başka bir erkeği aldığını görünce hayal kırıklığı yaşamış ve geri dönüp gitmiş. Mola olunca muavin yanına gelip Vakkas dedenin biraz sıkıntılı olduğunu ve âşık olduğu kadını ve eşini öldürdüğünden bahsetmiş.

Üçüncü öykü ise ellili yaşlarında Numan isimli bir adamın başından geçen talihsiz olayları anlatmaktadır. Evlenmemiş olan Numan Bey kadınları bir matematik problemi olarak tarif etmekte ve kadınları çözmek için farklı bir yöntem olduğunu düşünmektedir. Numan Beyin Müge adlı bir bayan ile tanışması, onunla evlenmesi kendinden 20 yaş küçük bir bayan ile çatışmaları ve yaşadığı vurgun, onun literatüründe çözemediği bir problemin hayatını nasıl etkilediğinden bahsediliyor. En sonunda ise öyle bir kadın seviyor ve her gün çiçekler götürüyor. Bu durumun adına ise Ahmet Ümit “Aşk Çözümsüz Bir Problemdir” olarak kitaba dökülüveriyor.

Arada geçen tüm hikâyeler de farklı hayatlar, sonu asla olmayan tutkular arasında ilerliyor ve bütün hikâyeler güneş, rüzgâr ve çiçekler arasında ki döngüler gibi ilerliyor.

Hikâyelerin arasında kitaba ismini veren ve son hikâye olan “Aşk Köpekliktir” isimli hikâye yer almaktadır. Ayşe isimli karakterin bir barda barmen ile konuşmalarından oluşan bir hikâyedir. Ayşe barmene olanı biteni ve aradığı aşkından bahsediyordu. Sonsuz sürecek aşkı ile bu barda tanışmışlardı. Ayşe’nin sonsuz aşkı Stefandı. Rafo barda bulunan barmendir. Stefan hakkında bir şeyler öğrenmeye çalışan iki kişinin karşılıklı konuşmalarının ve kendilerini rahatlatmaya çalışmalarının hikâyesi anlatılmatadır. Stefan Ayşe’ye beş satırdan oluşan bir mektup ile veda etmiştir. Stefan o barda şarkı söyleyen biridir ve bir kadın için buraya gelmiştir. Aradığı kadın Ayşe’ye çok benziyordu ve Ayşe ile ilişkileri bu doğrultuda başlamıştı. Stefanın aslında oldukça farklı bir aşka tutulduğu ve bir seri katili araması ile başlamıştı bu durum. Stefan hem bir polis hem de müzik ile uğraşan bir adamdı. Kadının küçük yaştan itibaren hayatı çok zor olmuş ve kötü insanlar seri katil doğurmuştu artık. Tatilde iken babasının öldürülmesi, annesinin ve kendisinin tecavüze uğraması sonucu kendini hayattan ve kaderden intikam almaya sürüklemişti. Lakin bu durumu yenip Stefan’a geri dönmesi ile Ayşe’nin kötü günleri başlayıp her gece bu bara gelerek onu aramaya başlatmıştı. Sahibini arayan bir köpek gibi hala bu aşkın peşinden ilk tanıştıkları noktaya geliyordu. Ayşe, Stefanı, Stefan ise başka bir kadının peşinde ki üzüntü dolu bir aşk hikâyesini sizlere sunmaktadır.

Ayşe, Rafo, Stefan ve gizemli kadın dörtlüsü bulunuyor hikayede. 9 yaşındayken annesi ve babası tekneye gelen korsanlar tarafından öldürülen gizemli kadın, kızıl saçlı bir korsan tarafından cinsel saldırıya uğruyor. Babaannesinin himayesi altına giren kız, bir partide karşısına çıkan kızıl saçlı oğlan tarafından da cinsel tacize uğruyor. Yaşadığı iki travmada da kişilerin kızıl saçlı olması geçmişteki hislerinin canavarlaşmasana sebep oluyor. Ve bu kadın artık seri katil olup karşısına çıkan tüm kızıl saçlı erkekleri öldürüyor. Bu gizemli kadını yakalamakla görevlendirilen kızıl saçlı polis Stefan ise kadına aşık olmaktan kendini alıkoyamıyor. Sevgilisini terk ederek bu gizemli kadınla bilinmezliğe doğru yol alıyor.
thumbnail

Patasana (Ahmet Ümit) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Patasana

Kitabın Yazarı : Ahmet Ümit

Kitap Hakkında Bilgi :

Gaziantep yakınlarıdaki Antik Hitit kentinde bir kazı. Üç bin yıl önce yazılmış tabletler. Tabletlerin bulunmasıyla başlayan cinayetler. Yazman Patasana'nın itirafları. Parlak güneydoğu güneşinin altında karanlık sırlar... Hititlerin tükenişi, Asurlular... Osmanlının son dönemleri, Ermeniler... Günümüz Türkiyesi, Kürtler... Akan kardeş kanı... Bu toprakların değişmeyen yazgısı: Şiddet ve aşk... Bu topraklardaki kanlı tarihe bir ağıt... Bu toprakların zengin kültürüne bir güzelleme...

"Ben zalimler çağında yaşayan bir alçaktım. Tanrıların korkak haline getirdiği bir alçak. Alçakların en acınacak olanı, en tiksinti vereni. Yüreğini dalkavukluk, aklını düşmanlıkla besleyen sinsi bir saray yazmanı. Bedenine sinmiş soylu nefretini, görkemli giysilerin yüzündeki derin acıyı, tunçtan daha katı bir mutluluk maskesinin ardına gizleyerek Hatti kralının emrine koşan ikiyüzlü bir tören adamı. Sevdiği kadın, aşkı uğruna ölürken, kralına bağlılığın vakarıyla ellerini göğsünde kavuşturarak sessiz kalmayı seçen, yeryüzünün en onursuz erkeği. Erkeklerin yüz karası. Aşkı için ölmenin yüceliği yerine, sarayın taş duvarlarında büyüyen kendi değersiz varlığının görkemli gölgesine sığınmaktan çekinmeyen, sefihlerin en rezili. Ben ölüler içinde yüzen, ben, tanrılar tarafından alnına, 'Sonsuza kadar acılar içinde kıvranacaktır,' yazılan Saray Başyazmanı Patasana."

Kitabın Özeti :

Ahmet Ümit, Patasana'da Hititler döneminde yaşanan iç çatışmalarla Türkiye’nin son yirmi yılda tanık olduğu kanlı bir dönemi anlatıyor. Romanı için seçtiği konu ve karakterleri bir söyleşisinde şöyle anlatıyor yazar: "Ben benliğinde kazı yapacağım kişilerimi seçerken, baştan belirlediğim içeriğe uygun tipler seçtim. Yani Yüzbaşı Eşref, Kürt gerilla lideri Cemşid, Vietnam gazisi Timothy, korucubaşı Düzgün gibi bir dönem şiddet uygulamış tipler ya da şiddete tanıklık edecek, buna tepki verecek Esra, Elif ve diğer kişilikler. Ama bu kişilerimi yalnızca anlatacağım konuyla sınırladığım düşünülmesin. Onları yaşayan, olaylara müdahale eden, hatta zaman zaman yazarı bile takmayan güçlü, çelişkiler içindeki karakterler olarak anlatmaya çalıştım. Onların yaşayan kişilikler olması çok önemliydi, çünkü hemen hepsi bir arkeoloji kazısı sırasında bir araya gelmişti. Bir yanıyla yaptıkları iş nedeniyle bilimsel tartışmalar yaparken bir yanıyla da yaşamın gündelik, basit gereksinimlerini tartışıyorlardı. Banyo sırası gibi, yemeğin ne olacağı gibi, futbol maçına gitmek, Fırat'ta yüzmenin halkın tepkisini çekmesi gibi. Burada şunu da söylemeliyim ki bir karakteri anlatabilmenin –yaratabilmenin– olanakları yaşamın kriz anlarından, ya da trajik durumlardan çok gündelik olanın, her gün tekrarlanan sıkıcı davranışlarında daha fazladır. Kuşkusuz kahramanınızın, psikolojik profilini en iyi, gündelik yaşamla, kriz anlarındaki davranışın birliği içerisinde ortaya serebilirsiniz. Ama gündelik yaşamı anlatabilmek hem çok zordur hem de çok önemlidir. Belki de kriz anlarındaki kesintiyi, coşkuyu, heyecanı anlatabilmeniz için basit yaşamı anlatmanız gerekir."

"Ben zalimler çağında yaşayan bir alçaktım." diye başlar Patasana'nın tabletleri. Kitaba adını veren Patasana, Hitit döneminde yaşamış bir saray başyazmanıdır.

Kitap, bir arkeolog grubunun Antep'e kazı için gelmesi ve çevrelerinde gelişen gizemli cinayetleri konu alır.

Tabletlerde Patasana adlı Hititli saray başyazmanının çocukluğundan itibaren yaşadığı belli başlı olayları, aşkını ve kinini tarihi olaylarla birlikte içten bir biçimde anlatır. Tabletleri gizlice yazmasının nedeni saray yazmanlarının kralın bilgisi dışında ve devleti küçük düşürebilecek yazılar yazamamalarıdır.

Arkeologların öyküsünün anlatıldığı bölümün baş kahramanı Esradır. Kazının sorumlusu olan Esra adlı arkeolog olayları anlatan ve yorumlayan zaman zaman okuyucuyu yönlendiren bir karakterdir. Tabletlerin yer aldığı bölümlerin baş kahramanı ise Patasanadır. Adeta günlük tutarcasına yazdığı tabletlerde önemsiz gibi gözüken ama onu bulan arkeologlarca çok değerli olan olaylar anlatmıştır. Onu tabletleri yazmaya sürükleyen kendisini suçlu hissetmesidir. İçinde kendisini kötü sıfatlarla değerlendirdiği tabletleri yazma amacı ise insanlar arası kötülüğün, ölümlerin, savaşların bitmesidir.

Esra'nın başkanı olduğu Bernd, Timothy, Teoman, Murat, Kemal ve Elif'ten oluşan yedi kişilik bir kazı ekibi, Antep'teki kazı çalışmaları sırasında Patasana'nın tabletlerini bulmaya başlarlar. Bu tabletler, dünyanın en eski yazılı kaynaklarıdır ve yazman Patasana'nın yaşam öyküsünü anlatır. Lakin tabletlerin bulunduğu yer, köylülerin yatır olarak inandığı Kara Kabir'in yalnızca yirmi metre ilerisindedir ve köy halkı bundan oldukça rahatsız olur. Nitekim köyün yaşlılarından olan Hacı Settar'ın caminin minaresinden aşağı atılarak öldürülmesini de Kara Kabir'in rahatsız edilmesine yorarlar. Kazı ekibi başkanı Esra, bu olaydan oldukça rahatsız olur ve üzülürler. Katili bulmada onlara Yüzbaşı Eşref yardım eder. Bu olaylar devam ederken, Esra ile Eşref arasında duygusal bir yakınlaşma olmuştur.

Kazı çevresinde gelişen ikinci cinayet ise köy korucusu ve ileri gelen aşiretlerden birinin reisi Cemşit Ağa'nın kafasının kesilip kucağına oturtulması olmuştur. Bu olay karşısında şaşkına dönen kazı ekibi, köylülerin cinayeti yine Kara Kabir'in lanetine bağlayacaklarından korktuğu için katili aramaya başlarlar.

Bir akşam yemek yedikten sonra çardakta çay içerken, kazının fotoğrafçısı Elif'in ayağını akrep sokar. Bunun üzerine Elif'in sevgilisi aynı zamanda arkeolog Kemal ve Esra onu hastaneye götürürler. Götürdükleri hastane başhekimi Timothy'in yakın arkadaşı David olan Amerikan Hastanesi'dir. David onlara çok yardımcı olur ve Elif'e ilk müdahaleyi yaptıktan sonra Esra'yı odasına bir şeyler içmeye davet eder. Sohbete sırasında David, babasının bundan tam yetmiş sekiz yıl önce bu cinayetlere benzer üç cinayetin işlendiğini hatırladığını söyler. Nitekim Papaz Kirkor önceden kilise olan caminin çan kulesinden aşağı atılmış, Ohannes Ağa kafası kesilerek kucağına oturtulmuş, bakırcı ustası Gabo dükkanındaki kirişlerden birine asılmıştır. Buna çok şaşıran Esra, katilin yetmiş sekiz yıl önce işlenen cinayetlerin intikamını aldığını tahmin eder. Bu tahminini Yüzbaşı Eşref'e de söyler ama Eşref cinayetlerin terör örgütünün işlediği kanısındadır.

İşlenen üçüncü cinayet ise bakırcı ustasının oğlunun asılması olur. Bunun üzerine Esra'nın tahminleri kesinleşir. Ama Patasana'nın tabletlerinin dünyaya duyurulacağı basın toplantısına çok az bir süre kaldığından bu cinayetin üzerinde fazla durmazlar. Basın toplantısının yapılacağı sabah erkenden kalkarlar. Niyetleri erkenden Antep'e gitmektir. Ama Kemal ortada yoktur. Erkenden dışarı çıkmış ve dönmemiştir. Kemal'in Elif'le aralarının iyi olmadığı için biraz uzaklaşmak istediğini tahmin ederler. Tam yola çıkacakları sırada, Yüzbaşı Eşref çıkagelir. Yüzü asık ve oldukça üzgündür. Kemal'in ölü bulunduğunu haber verir. Bütün kazı ekibi bu haber karşısında yıkılır. Ama en çok etkilenen Esra ve Elif olmuştur. Esra üzüntüden etrafındakileri suçlamaya başlar. Özellikle Bernd'i suçlar çünkü bir gece önce Kemal'le tartışmışlardır. Her şeye rağmen basın toplantısına giderler. Basın toplantısında yapılan konuşmalar sırasında katil açığa çıkar ve hikaye son bulur.
thumbnail

Agatha'nın Anahtarı (Ahmet Ümit) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Agatha'nın Anahtarı

Kitabın Yazarı : Ahmet Ümit

Kitap Hakkında Bilgi :

Agatha Christie'nin Pera Palas günleri... Ünlü yazarın İstanbul tutkusu. Aşkın çılgınlaştırdığı evli bir adam. Kıskançlıklar, bencillikler ve kusursuz bir cinayet. Christie'den Başkomser Nevzat'a gizemli cinayet vakaları. Cinayetlerin ardındaki çarpıcı insan öyküleri. Sürükleyici, gizemli, tuhaf serüvenler. Defalarca televizyon dizilerine çekilmiş Başkomser Nevzat'ın benzersiz polisiye öyküleri...

"Evet, öyle düşünüyorum. Tasarlanmış cinayet iyi bir organizasyonu gerektirir. Zamanın, mekânın, cinayet aletinin doğru seçilmesi, ortalıkta kanıt bırakılmaması ya da sahte kanıtların bırakılması gibi zekâ gerektiren davranışların yanında, birini öldürebilecek kadar soğukkanlı bir cesarete veya vahşiliğe sahip olmalıdır insan. Konuşurken, yazarken basit olgularmış gibi görünen bu gereklilikler cinayet anında yerine getirilmesi oldukça zor eylemler haline gelebilir. Hele bir de cinayet anında sürprizlerin ortaya çıktığını düşünürsek... Evet evet, bundan eminim, bence kusursuz cinayet yoktur."

Kitabın Özeti :

Kahramanımız bir gün eski dostlarından biri olan İhsan ile buluşur. Aslında İhsan önemli bir konu anlatmak için onu çağırmıştır. Kahramanımız, polisiye türden eser veren bir yazardır. İhsan’ın ise arkadaşının işine yarayacağını düşündüğü bir bilgi ve döküman eline geçmiştir. Dökümanları kahramanımıza takdim ederek kitap yazmasını istemesi üzerine olaylar başlar.

Agatha Christie tanımayan yoktur. Dünyaca ünlü polisiye türde eser veren ve cinayetler üzerine yoğun araştırmalar yapan bir kadındır. Agatha bir zamanlar Türkiye’ye gelmiş, başından önemli olaylar geçmiştir. Agatha’nın Türkiye’de geçirdiği günlere ilişkin kimsenin bilmediği birtakım bilgiler İhsan’ın eline geçmiştir. İhsan’ın yıllar önce mal varlığı yerinde olan Kamuran adında bir dayısı vardır. Dayısı gayet zengin ve köşk sahibidir. Ancak geçen zamanlarda vefat etmiş ve kimsesi olmadığı için bütün mal varlığı yeğeni İhsan’a kalmıştır. İhsan köşke gittiğinde bir günlük bulmuştur ve içinde oldukça önemli bilgiler olan bu günlük dayısına aittir. İçinde geçen olayları anlatmaya başlar:

1920’li yılların başında Agatha Christie eşi tarafından aldatılınca bunlara katlanamamış ve tatil amaçlı olarak kendini İstanbul’a atmıştır. O yıllarda Kamuran Dayı kendisinden 15 yaş büyük Mualla Hanım ile evlidir. Bu evliliğin amacı durumu kötü olan Kamuran’ın Mualla’nın parasıyla mal varlığı elde etmek istemesidir. Ancak Mualla Hanım hastalık derecesinde genç erkeklere çok düşkündür. Evliliklerinin ikinci yılında kendine genç bir sevgili bulmuştur.

Kamuran, karısından kurtulmayı planlıyormuş ama bunun için boşanmaktan farklı bir yöntem varmış kafasında. İşte tam o günlerde tanışmışlar Agatha Christie’yle. O yıl Cumhuriyet balosu için Pera Palas’a geldiklerinde asansöre binmekte olan Agatha’yı gören Kamuran gözlerine inanamış ve yanına gidip konuşmaya başlamış. Ünlü yazar ondan kurtulmak istercesine sorularına kaçamak yanıt vermiş ancak Kamuran peşini bırakmamış. Bir hayranı olduğunu ve o güne kadar yazdığı bütün romanları okuduğunu söylemiş. Agatha yumuşamış, bundan cesaret alan Kamuran onu köşküne davet etmiş. Ağırbaşlı olan Agatha üstelik o sıralar yüreğinde ihanet acısı taşırken bunlara pek aldırmamış. Ama Kamuran yılmamış, her gün çiçek yollamış telefon etmiş.

Sonunda kadın pes ettiğinden midir, yoksa tek başına yaşamaktan sıkıldığından mıdır bilinmez, daveti kabul etmiş. Agatha kalabalıklardan hoşlanmadığı için kimseyi çağırmamasını tembih etmiş. Ancak Mualla Hanım durur mu, herkesi çağırmış. Agatha yoğun ilgiden bunalarak davetten ayrılmış. Kamuran ona otele kadar eşlik ederken konuşmaya başlamışlar. Kamuran ilişkisinin kötü gittiğini yakında eşinden kurtulacağını söylemiş. Ondan sonra Agatha ile cinayet hakkında konuşmuşlar. Yalnızca bir saat baş başa konuşmuş olmalarına rağmen bu kısa birliktelik Kamuran’nın Agatha’ya sırılsıklam aşık olmasına yetmiş.

Kamuran bir davet teklifinde bulunmuş ancak Agatha kabul etmemiş. Akşamına da Mualla ile kavga eden Kamuran o gece köşkten çıkıp en yakın arkadaşı Rauf’un yalısına gitmiş. O gece orada kalmış ancak ertesi sabah kendisini bir sürpriz bekliyormuş. Köşkten gelen telefon karısının bahçede ölü bulunduğunu bildiriyormuş. Polisler Kamuran’ı sorguya almış ama pek bir şey tutturamamışlar. Hükümet tabibi, Mualla Hanım’ın ölüm nedeninin şoka bağlı kalp krizi olduğunu açıklayınca soruşturma durdurulmuş. Bütün mal varlığı da Kamuran’a kalmış. Agatha bu işin peşini bırakmamış ve cinayet işlemiş olma ihtimaline karşı sürekli Kamuran’ı sorgulamış. Kamuran hep aynı ifadeyi verince işi bırakmış ve ülkesine dönmüş. Bundan derin üzüntü duyan Kamuran günlük yazmayı da bırakmış.

"‘Yaşamımın en mutsuz günlerinden biriydi,’ diye yazmış dayım günlüğüne. Agatha’nın davetini reddetmesinden sonra bir de Mualla Hanım’la kavga etmiş. Öfkeyle çıkmış evden. Heybeliada’da oturan çocukluk arkadaşı Rauf’un yanına gitmiş. Todori’nin meyhanesinde küfelik olana kadar içmişler. O gece Rauf’un yalısında kalmış. Ertesi sabah uyandığında büyük bir sürpriz bekliyormuş onu. Köşkten gelen telefon, karısının bahçede ölü bulunduğunu bildiriyormuş.

Bulduğu ilk tekneyle Büyükada’ya gitmiş. Köşkün kapısında polisler karşılamış onu. Hemen sorguya almışlar. Dayım itiraz edecek olmuş, polisler yan komşu İshak’ın dün gece bahçede birini gördüğünü söylemişler. ’Karın seni aldatıyormuş, daha bir gün önce kavga etmişsiniz,’ gibi sözlerle sıkıştırmaya başlamışlar."

Yıllar sonra Agatha başka bir adamla evlenmiş. Bir gün yine İstanbul’a yolu düşünce Kamuran ile kısa bir buluşma geçmiş aralarında. Bir veda ziyareti. Kamuran vedalaşırken Agatha’ya bir anahtar vermiş. Cinayet tartışmalarını sona erdirecek açıklamanın anahtarını, açacağı gizli bölgede olan mektupta yazılı olduğunu söylemiş. Ancak Kamuran ölmeden açmayacağına dair söz almış.

"Otelden çıkar çıkmaz Kabataş’a iniyoruz, oradan deniz otobüsüyle doğru Büyükada’ya. Kâmuran Bey’in köşkü adanın en eski ahşap yapılarından. Yüzyıllık kestane ağaçlarının, manolyaların serinlettiği geniş bahçeden geçip ikinci kattaki çalışma odasına çıkıyoruz. İhsan giderek artan bir telaşla açıyor kasayı. Küçük kasanın içi, rengi sararmış evraklarla dolu. Titreyen ellerle evrakları yana çekip gizli bölmenin kapağını ortaya çıkarırken, ben soluğumu tutarak izliyorum onu. Arkadaşım elleri titreyerek, otelden aldığımız anahtarı gizli bölmenin kilidine uydurmaya çalışıyor, ilk deneme başarısız olunca ümitsizliğe kapılıyorum ama o yılmıyor, yeniden deniyor. Bu defa anahtar kilide oturuyor. Çevirmeden, yüzüme bakarak gülümsüyor. Sonra çeviriyor, ardı ardına iki kez dönüyor anahtar kilidin içinde.

“Açıyor,” diye bağırıyorum kendimi tutamayarak, “demek Agatha’nın anahtarı doğruymuş.”…"


Bu anahtar Agatha’nın kaldığı oteldeymiş. Agatha ölünce orası salon haline getirilmiş ve müze gibi kullanılmaya başlamış. Ancak İhsan otel yöneticilerinin anahtarı almasına izin vermemesi üzerine arkadaşına gelip yardım ister. Birlikte otele giderler ve bir yolla anahtarı alırlar. Köşke gidip gizli bölmeden mektubu alıp okumaya başlarlar.

Mualla’nın öldüğü gece aslında Kamuran Rauf’un yanında değildir. Rauf içmekten sızıp kalınca Kamuran onu bırakıp köşke gider. Köşke gittiğinde karısı evde yoktur ve sevgililerinden biriyle buluşmaya gitmiştir. Gece yarısına kadar bir bıçak eline alıp beklemeye başlar. Mualla kapıdan girer girmez koşar ve onu bıçaklamaya çalışır. Ancak beceremez. Bu arada Mualla korkudan bayılır. Kamuran yerde yatan karısının yanına giderek öldürmeye çalışır ancak Mualla’nın solunumu ve nabzı durmuştur. Mualla o anda kalp krizi geçirip ölmüştür. Bütün bu olayların katili Kamuran olmasa da bunlara sebebiyet veren kişi Kamuran’dır.
thumbnail

Sis ve Gece (Ahmet Ümit) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili

Kitabın Adı : Sis ve Gece

Kitabın Yazarı : Ahmet Ümit

Kitap Hakkında Bilgi :

Aniden kaybolan genç bir kız: Mine... Âşık olduğu kızı arayan bir MÎT görevlisi: Sedat. Yasak bir aşk. İstihbarat örgütünün içindeki entrikalar. Askerlerle, sivillerin çatışması... Günümüz İstanbul'undan renkli insan portreleri. Karanlık sokaklarda soluk soluğa bir koşuşturma. Örgüt evlerine düzenlenen baskınlar, yargısız infazlar, kayıtlara geçmemiş ölümler. Kayıtlara geçmemiş ölümlerin parçaladığı yaşamlar... Türkiye'nin yakın geçmişine insani bir bakış...

"Bakışlarımı konağa çeviriyorum. Görenlerde korku ve ürperti uyandıracak bu bina bana hüzün veriyor. Onu daha önce hiç görmemiş olmama karşın aramızda çözümleyemediğim bir bağın varlığını hissediyorum. Bahçedeki çürümüş yapraklara basarak binanın kapısına doğru yürüyorum. Kanatlı demir kapının üstünde, yer yer çatlamış mermer alındaki kabartma dikkatimi çekiyor. Kabartmada ilk seçtiğim bir yıldız oluyor. Yıldızın hemen altında, namluya benzer bir başka şekil var, bunun bir tabanca olduğunu anlamakta gecikmiyorum. Tabanca kabzasının altına bir de yarımay oyulmuş. En yukarıda yıldız, altında bir tabanca ve kabzasının hemen ucunda bir yarımay. Bu amblemi bir yerlerden hatırlıyorum ama çıkaramıyorum."

Kitabın Özeti :

Roman, MİT’de görevli Sedat'ın vurulma anından sonra yaşadığı hayal dünyası ile başlar...

Sedat, evli ve iki küçük kızı olan bir MİT görevlisidir. Aynı zamanda aşık olduğu başka bir kadın daha vardır: Mine. Uzun süre birlikte aşklarınız tadını çıkarmış, fakat sonra aralarına başka bir adam girince Mine'in Sedat'a olan tüm ilgisi silinip gitmiştir. Mine'nin hayatına giren kişi yasa dışı bir örgüt üyesi olan Fahri'dir.

Her şey, Mine'in ortadan kaybolmasıyla başlar. Mine'nin Sedat'tan sonraki sevgilisi Fahri, eski bir yasadışı örgüt üyesidir. Fahri, Mine'nin önceki sevgilisinin bir polis olduğunu bilmektedir. Mine'nin kaybolma olayı ile ilgili Fahri Sedat'tan, Sedat Fahri'den şüphelenmektedir. Mine'nin kendisini terketmesini kendine yediremeyerek kızı kaçırıp bir zarar vermiş olabileceğini -belki öldürmüş bile olabileceğini- düşünür. Mine'den sonra kendini de öldüreceğini düşündüğünden 'o beni öldürmeden ben onu öldürmeliyim' mantığıyla hareket eder ve hapisten izne gelmiş olan eski bir arkadaşı ile birlikte Sedat'a bir saldırı planlar.

Fahri'in babası eski ve kıdemli bir askerdir. Fahri üye olduğu örgütteki faaliyetlerinden dolayı hapise girdiğinde, bir görüş günü sırasında kendisini ziyarete gelen babası eski askeri Cuma ile karşılaştığında oğlu Fahri'yi Cuma'ya emanet eder. İşte Cuma'nın Fahri'yle planladıkları saldırı sırasında yardım etmesi de bu şekilde olur. Saldırı sırasında Sedat'a bir kurşun isabet eder, Fahri ise Sedat'tan gelen bir kurşunla olay yerinde hayatını kaybeder.

Hastaneden çıkar çıkmaz daha tamamen iyileşmeden Mine'yi aramaya başlayan Sedat, başlarda Fahri'in onu kaçırdığını düşünse de sonraları bu düşüncesinde yanıldığını öğrenecektir. Hem bir istihbaratçı hem de aşık bir adam olarak aramalarını sürdürdüğünden işler onun için kat kat daha zordur. İlerleyen zamanda ise içinden çıkılmaz bir hale gelir. Bir yandan Mine'yi ararken bir yandan da yeni gelen müsteşarın yürüttüğü sorgulamalarla başa çıkmaktadır.

Arayışları sırasında Sedat, Fahri'nin dosyasında en yakın arkadaşı Sinan'ın da eskiden kendiyle birlikte örgütte olduğunu, beraber hapise girdiklerinde örgüt ile görüş ayrılıklarına düştüklerinden örgütten atıldıklarını öğrenir. Sinan'ın şimdi bir kitapçı dükkanı vardır ve düzenli olarak 'Hurufat' adında bir dergi yayımlamaktadır. Hapiste örgütten atıldıktan sonra kendini tamamen edebiyata vermiştir. Sedat bir yolunu bulup Sinan ile konuşur.

Fahri'nin planladığı saldırıda ona yardım edenin Cuma olduğunu da bu konuşma sırasında öğrenir. Sinan'ın öğrendiği bir diğer şey ise Mine'nin hamile olduğudur. Bebek muhtemelen Sedat'tandır. Bu haber onu çok şaşırtır, yeni bir olasılık ile baş başa bırakır: Mine kürtaj sırasında ölmüş olabilirdi. Bu çok çok zayıf bir ihtimal olsa da, araştırmaları sırasında Mine'nin kürtaj için gittiği hastanede kendine yardımcı olan Gülizar Hemşire'nin örgüte yardım eden bir kadın olduğunu, Mine kürtaj sonrası Gülizar Hemşire'nin evine gittiğinde Sedat'ın gözlemci olarak katıldığı bir operasyonda yine kendi tarafından vurulduğunu öğrenir.

Evden kaçan iki kişiye rastgele ateş açmış, birini vurmuştur. Vurulan kişi pek bir hasar almamış, hızla olay yerinden kaçmıştır. Demek ki vurulan Mine'dir. Tüm bunları öğrenmesiyle suçluluk duygusu ile boğulan Sedat için her şey daha da karmaşık bir hal almaya başlamıştır. Bu bilgi Sedat'ı çok farklı teorilere götürür. Hem bu soruşturmayı yürütmek, hem suçluluk ve pişmanlık duygularıyla boğuşmak, hem de karısı ve kızları ile ilgilenmek çok zorlaşmaya başlamıştır.
thumbnail

Bir Ses Böler Geceyi (Ahmet Ümit) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Bir Ses Böler Geceyi

Kitabın Yazarı : Ahmet Ümit

Kitap Hakkında Bilgi :

Dolunayın ışığında bir köy mezarlığı... Mezarlığın duvarına çarpan bir cip. Gecenin karanlığında uçuşan düşler. Issız köyün ortasında kocaman bir cem evi. Konuğunu yitirmiş bir mezar. Cem töreninde arınmayı bekleyen bir ölü. Bu olanların sessiz tanığı, bir araştırma görevlisi. Yıkılan idealleriyle, sürüp giden yaşamı arasında sıkışıp kalmış bir adam. Alevi inancına farklı bir bakış. Mistik bir gerilim romanı...

"Gözüne kestirdiği dal parçasını çekerken çalılığın arkasında bir karartı fark etti. Feneri oraya doğru tuttu. Yanılmamıştı, az ilerde yeşil renkli bir mezar taşı mahzun bir edayla onu süzüyordu. Bu defa korkmadı, hatta içinde, 'Bu mezar neden mezarlığın dışında?' diye merak bile uyandı. Bir-iki adım daha yaklaştı. Ama bu mezar bozulmuştu, iki yanında toprak birikintileri yığılıydı. Yeni bir ürperti dalgası sardı bedenini. Mezarın içini görmemesine karşın, upuzun yatan ölünün yer yer etleri dökülmüş yüzü geldi gözlerinin önüne. Öte yandan aklı hâlâ mantıklı bir açıklamanın peşindeydi. Belki de bu mezar henüz ölmemiş biri için kazılmıştı. Neden olmasın? insanların ölmeden önce de mezarlarını hazırladıklarını biliyordu; iyi de, kazmakla hazırlamak arasında büyük fark vardı. Belki yeri alınır, hazırlıklar yapılırdı ama ölmeden mezar kazdırılır mıydı? Belki de bu mezarı aç kalmış vahşi bir hayvan açmıştı. Eğer öyleyse mezardaki ölüyü paramparça etmiş demekti. Doğrusu, böyle bir görüntüyle karşılaşmak istemezdi. Yine de merakı ağır bastı; cesaretini toplayıp el fenerini mezarın içine doğrulttu. Mezar gerçekten de boştu."

Kitabın Özeti :

Şehirden çok uzakta kendi halinde bir köyün tam ortasında büyük bir cem evi vardır. Karanlığın doldurduğu bir gecede cem evinde tören varken mezarlık duvarına bir cip çarpar ve gece ölüm kokan bu ses ile bölünür. Hayatı inişler ve çıkışlar ile dolu olan bir araştırma görevlisi bir gece yaşanan bu gizemi çözmek için çabalar fakat olaylar zinciri onu farklı bir yola sürükler.

Bir üniversite tarafından Alevi köyünde anket düzenlenecektir. Anketin içeriği kente göç olgusunu köy kültürü üzerindeki etkileridir. Köylüler tarafından anket reddedilir. Bunun üzerine Süha profesörü kasabadan getirmek için yola çıkar. Kötü hava koşullarından dolayı araba kayarak yoldan çıkar. Süha kendine geldiginde kendini mezarlıkta bulur. Etrafına baktığında yanında kazılmış fakat üstü kapatılmamış bir mezar görür. Bunun üzerine çok şaşırır ve oradan uzaklaşarak köy yolunu tutar. Köy meydanına ulaştığında kimseleri bulamaz. Oradan ilerleyerek bütün köylüleri bir cem evinde toplanmış görür ve onları dışarıdan izler. Cem evinde cenaze töreni yapılmaktadır. Ölen kişi İsmail'dir. İsmail kendisini önce Hak yoluna adayıp Bektaşi Tarikatına girip daha sonra buradan ayrılarak kendi dini görüşleri dogrultusunda yaşamasından dolayı köylüler ve sofular tarafından dışlanır. Bunun üzerine dayanamayarak intihar eder.

Cem evinde yapılan cenaze töreninde sofular İsmail'in dualanmadan defnedilmesini uygun görürler. İsmail'in ailesi buna direnmiştir. Ceset tabuta konularak defnedilmek üzere mezarlığa götürülür. Süha'da olayları arkadan izlemektedir. Bu sırada çamurlu yolda insanların ayaklarının kayması yüzünden tabut yere düşer. İsmail'in cesedi dışarı fılar. Buna orada bulunan dede müdahele ederek İsmail'in yüzünü açtıgında Süha'nın varlığı dikkat çeker. Süha'yla İsmail'in fiziksel benzerlikleri göze çarpar. Köylüler Süha'nın peşine düşer. Bu durumdan korkan Süha oradan kaçarak bir ağaçlık alana girer. Yere yığılır kalır. Arkasından biri onu oradan kaldırarak kamyona götürür. Süha kamyonda kendine geldiğinde bunun bir rüya olduğunu düşünür, fakat hepsi gerçektir.

Bu romanda Süha ile İsmail'in görüş açıları birbirine çok yakındır. Süha'da üniversite yıllarında inançları doğrultusunda ve kendi görüşlerinden dolayı üniversiteden atılarak belli bir kesim tarafından dışlandığından İsmail'in yaşamında kendini bulur.

19 Kasım 2019 Salı

thumbnail

Beyoğlu Rapsodisi (Ahmet Ümit) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Beyoğlu Rapsodisi

Kitabın Yazarı : Ahmet Ümit

Kitap Hakkında Bilgi :

Üç arkadaşın öyküsü bu. Beyoğlu'nda büyümüş, Beyoğlu'nda yaşayan üç ayrı kişilik, üç ayrı kimlik, üç ayrı insan. Ölümsüzlük merakıyla başlayan ölümler. Her cinayetin ardında gizemli bir neden...

Ve soruşturma boyunca adım adım, bina bina, sokak sokak Beyoğlu. O çoksesli, çokrenkli, çokdilli, çokkültürlü Beyoğlu. Günümüzün Babil Kulesi...

İnsanın bencilliğini, acımasızlığını, öfkesini, çaresizliğini en iyi anlatan mekân... Soluk soluğa bir gerilim, benzersiz bir final...

Çok kollu, çok dallı büyük bir ırmağa benzeyen bu muhteşem cadde, papazı, fahişesi, cami hocası, pezevengi, hahamı, Alevi dedesi, bankacısı, işportacısı, öğrencisi, öğretmeni, tinercisi, dönercisi, dekoratörü, evsizi, midye satıcısı, esrar satıcısı, kanun kaçağı, Anadolu kaçağı, Avrupa kaçağı, Amerika kaçağı, Afrika kaçağı, yani yaşam kaçağı, beyazı, karası, sarısı, kızılı yani insan görünümünde olan kim varsa, hepsini, herkesi sorgusuz sualsiz kucaklamıştı.

Kiliseleri, camileri, sinagogları, hanları, hamamları, bankaları, giyim mağazaları, kitabevleri, meyhaneleri, birahaneleri, şaraphaneleri, kafeleri, kültürevleri, randevuevleri, sinemaları, tiyatroları, galerileri, vakitleri çoktan dolduğu halde ömür sürmeye çalışan bilmem kaç yüzyıllık inatçı binaları, dar sokakları, kör çıkmazlarıyla Grande Rue de Pera, Cadde-i Kebir, İstiklal Caddesi ya da Beyoğlu nasıl adlandırılırsa adlandırılsın burası her gün, her an değişen yeryüzünün en büyük tiyatro sahnesi gibiydi.

Kitabın Özeti :

Beyoğlu Rapsodisi üç arkadaşın hikayesini anlatmaktadır. Kenan, Nihat ve Selim... Birbirlerinden çok farklı olan bu üç arkadaş aslında diğer bir yandan da birbirlerine çok benziyorlar. Bu arkadaşlar Galatasaray Lisesi'nde okuyorlar ve okulun izci takımında tanışıyorlar. Kenan ve Selim'in maddi durumları oldukça iyidir. Nihat için aynı şeyler geçerli değildi. Kenan ve Selim lisede harçlıklarından bir kısmını Nihat'a verirlerdi. Yıllar sonra bile görüşmeye devam ettiler. Kenan Hukuk Fakültesi'ne rahatlıkla girmiş, stajını da amaçlamasına rağmen avukat olamamıştı. Onun yerine babasının sigorta acentesinin başına geçti. Girişimci ruhu sayesinde çabucak alışmıştı mesleğine.

Nihat ise annesini çok küçük yaşta kaybetmiş, babası bir matbaada ustabaşı olarak çalışmaktadır. Nihat şanssız bir çocuktu büyüdükçe de bu şanssızlığı onu terk etmemişti. O da matbaada çalışmış daha sonra Selim ile Kenan'ın yardımlarıyla bir kitap dükkanı açmıştır. Sonra da Melek adında bir sözde yazarla tanışıp evlenmiştir. Kenan ve Selim'e iyi davranmayıp Nihat'ı da ezmeyi başarıyordu. Ne yazık ki Nihat çok saf olduğu için Melek'in davranışlarını alttan alabiliyordu.

Biraz Selim'den bahsedelim. Selim Mimarlık Fakültesi'ni bitirdikten sonra babasının tekstil fabrikasının başına geçmiştir. O da Kenan gibi kendi mesleğini yapmamış baba mesleğini devam ettirmiştir. İşlerini geliştirmiş AZYA adında bir mağaza açmıştır. Selim de Gülriz ile evlenmiş, Burç adında bir çocukları olmuştur. Burç, down sendromlu bir çocuk olarak doğmuştur. Bu duruma alışmaları çok zor olmuş ancak Nihat'ın Burç'a yakınlığı daha iyi sonuçlar vermiştir. Nihat her zaman Kenan ile Selim'in yanında olmuş, onlara her zaman destek vermiştir.

Şimdi gelelim başlarına gelen felaketi anlatmaya. Kenan hayatını dolu dolu yaşamış, aklına gelen her şeyi yapmış, kadınların hayır diyemediği -ki Kenan'da kadınlara hayır demiyordu- bir erkekti. Bir ara Nihat'ın fotoğraf çekimleriyle ilgili verdiği bilgilerle yani öğrettikleriyle fotoğraf galerileri açmaya başlamıştır. En son galeride Melek ve yanında iki arkadaşı vardı. Selim ve Nİhat ile tanıştılar. Selim kısa tombul adamı umursamamış, yanındaki Rus güzel Katya'dan etkilenmişti. Katya'nın ise dikkati konuklarıyla ilgilenen Kenan'da idi.

Gece bitmiş galeriye ilgi büyük olmuştu. Ertesi gün ise ne bir haber ne bir görüntü vardı. Kenan'ın buna morali çok bozulmuş kendini çok kötü hissediyordu. Selim ve Nihat'la buluştu. Öldükten sonra kendisinin unutulacağını kendisini hatırlatacak bir ailesinin bile olmadığını anlatıyordu. Nihat'tan hemen bir öneri gelmişti. Kenan'a Beyoğlu'nda işlenen cinayetlerinin fotoğraflarını çekmesini önermişti. Galerinin adı da ''Beyoğlu Cinayetleri'' olacaktı. Selim ne kadar itiraz etse de Kenan'ın aklına yatmıştı bu fikir. Cinayet fotoğrafları Kenan'ın arkadaşı Başkomiser Cüneyt'ten karakolun çatısını yaptırmak karşılığında alınacaktı. Dekorlar hazırlanacak mankenler ayarlanacak ve fotoğraflar aynı şekilde çekilmeye başlanacaktı. Selim bu işten uzak duruyordu ama mekan sıkıntısı çeken arkadaşına babasının vasiyetiyle yıktırmadığı Bayoğlu'ndaki dört katlı binayı verdi. Kenan kira ödemek istese de Selim arkadaşından kira alamayacağını, bunun lafı bile olmayacağını söylüyordu. Katya da onlarla çalışacaktı. Bir gece hep birlikte Katya'nın arkadaşının barına gittiler ve sarhoş oldular. Bu halde eve gidemeyecekleri için hepsi fotoğrafların çekildiği stüdyoya gitmeye karar verdiler. Stüdyoya gidince Selim Kenan ve Katya bir şişe daha şarap içtiler. O gece Selim, Katya ile Kenan'ın ilişkisini öğrenmişti. Geçen günlerde Selim kendi işiyle ilgileniyor, Kenan ve Katya çekimlere devam ederken Nihat'ta onlara yardım ediyor, Nihat'ın sahaf dükkanına Melek bakıyordu.

Bir gün Kenan fotoğraflarda bir şey fark etmişti. İki cinayet yerinde de aynı afişten vardı. Cinayetlerin ilişkili olduğunu ve aynı kişi tarafından yapıldığını düşündü. Hatta buna inandı ve Selim ile Nihat'a anlattı. Bu işin peşini de bırakmayacağını söyledi. Kenan artık kendine daha büyük, daha kalıcı bir ölümsüzlük formülü bulmuştu.

Polisten, herkesten gizli cinayet yerlerini gezdiler. Üstelik kendilerini polismiş gibi tanıttılar. Selim'de bu ziyaretlere katılıyordu. Katil olarak suçlanan kişilerle görüştüler, kendi katil tahminleriyle de bir görüşme ayarladılar. Ne yazık ki bu görüşmelerden tekine Nihat arkadaşlarından önce gitmiş ve dayağı yemişti. Neyse ki Kenan ile Selim zamanında yetişti ve adamı güzelce sorguya çektiler. Bütün soruşturmalar sonrası hala bir sonuca varamamışlardır. Tek bildikleri kurbanların ikisi sevgilidir. Kartal uyuşturucu bağımlısı ve sevgili Aysun'u da bu pisliğe bulaştırmıştır. Aysun'un eski sevgilisi asla katil olamazdı. Kartal'ın çevresi pek tekin değildi ve alacaklısı olan adam katil olabilirdi. Belki de uyuşturucu bağımlısı olan arkadaşlarından biri.

Kartal öldürüldükten sonra Aysun bu işin peşini bırakmamış ve katilin kim olduğunu bildiğini söylemişti ancak elinde bir kanıt yoktu. Katilde Aysun konuşmasın diye onu öldürmüştü. Selim bu hikayeden yanaydı ama Kenan bu kadar basit olmadığını düşünüyordu. Bu kadar basit olamazdı. O yüzden bu işi sonuna kadar götürecekti. Aysun'a gelen mektuplardan birini buldular. Mektup Fransa'dan Catherina adlı bir kadından gelmişti. Catherina mektubunda Aysun'u tehlikelere karşı uyarıyordu. O insanların çok tehlikeli olduğunu ve uzak durmasını söylüyordu. Kadının bu cinayetlerden haberi olmadığı ortadaydı ve Kenan ile Selim, Aysun'un akrabasıymış gibi kadına yeni bir mektup yazmışlardı. Şimdi mektuba bir cevap bekliyorlardı. Bu sürede Kenan çekimleri dahi unutmuş sadece cinayetleri düşünüyordu. Ellerindeki her şeyi değerlendiriyor, katilin kim olabileceğini düşünüyordu. Çekimlere devam eden Katya ise sevgilisinin başına bir şey gelmesinden, psikolojisinin bozulmasından korkuyordu. Selim ile Nihat'ta üzülüyordu.

Mektubun cevabı gelmişti. Kenan defalarca okumasına rağmen ipucu sayılabilecek hiçbir şey bulamamıştı. Sonunda bu işin peşini bırakacağını söylemişti. Herkes rahat bir nefes almışken ertesi sabah Kenan Fransa'ya gideceğini Selim'e bildirmişti. Gidip Catherina ile konuşacaktı. Selim beklemesini, beraber gidebileceklerini söylemişti ama Kenan çoktan uçak biletini almıştı. Selim'in Fransa'daki çalışanının yardımıyla Kenan kadının adresini bulmuştu. Kenan gelişmelerden Selim'e bahsetmiyor hatta aramıyordu bile. Catherina'nın öldüğünü, kadının sekreterine Kenan'ın çok kaba davrandığını hatta kadının cinayete kurban gittiğini söyleyip otopsi istemesini çalışanından öğrenmişti. Çalışanı ise kadının 90 yaşında olduğunu ve bu ölümün şaşırılacak bir şey olmadığını söylüyordu. Hatta Kenan otopsi yapılıp yapılamayacağını sormuştu. Selim'in çalışanı ise bunun mümkün olmadığını söylemişti.

Kenan ertesi gün konuşmak, olanları anlatmak için Selim'i stüdyoya çağırmıştı. Selim merak içinde stüdyoya gitmişti. Kenan her şeyi anlattı. Katil Selim'di... Selim ise inkar ediyor, Kenan'ın nasıl böyle düşünebildiğini söylüyordu. Kenan en başından tek tek anlatmaya başladı. Selim'in babasının gençlik yıllarında hiçbir serveti yoktu. Sadece terzi çırağıydı. Savaş zamanında Rusya'dan Türkiye'ye kaçanlar olmuştu. Bunlar arasında Rus komutanda vardı. Karısı ve iki çocuğuyla gelmişti Türkiye'ye. Geri dönemeyeceğini biliyordu ama Türkiye'de de kalamazdı. Güvendiği bir asker arkadaşıyla kızı Catherina'yı Fransa'ya okumaya göndermişti. Ailesiyle birlikte Beyoğlu'nun yıkık dökük binalarından birinde kalıyordu. Burada Selim'in babasıyla tanışmıştı. Komutan geçinmek için yanında getirdiği çok değerli mücevherleri Selim'in babasına göstermişti. Selim'in babası mücevherleri görünce kendine iyi bir hayat kurabileceği düşüncesiyle komutanı, karısı ve küçük oğlunu öldürdü. Fransa'ya giden Catherina ise ailesinden bir daha haber alamamıştı. O zamanın durumuna bakılırsa çok fazla üstünde durulmamıştı.

Yıllar sonra Catherina Aysun ile tanışmış, İstanbul'da yaşadığını duyunca olan biteni anlatmıştı. Aysun'dan ailesi hakkında bilgi toplamasını, onlara neler olduğunu araştırmasını istemişti. Aysun başarmıştı... Catherina'nın ailesini Selim'in babasının öldürdüğünü öğrendi. Uyuşturucu bağımlısı olan Aysun ve sevgilisi Kartal, Selim'e şantaj yapıyorlardı. Selim her ay düzenli olarak iki sevgiliye para veriyordu.

Bir gün Aysun İstanbul'da değildi, Kartal'ın da uyuşturucuya ihtiyacı vardı ama parası yoktu. Arkadaşından borç istedi. Arkadaşı önceki borcunu ödemediğini söyleyip vermedi. Parayı Selim'den istedi ama Selim daha zamanının gelmediğini, veremeyeceğini söyledi. Belki Kartal'ın evinin adresini aldı, belki de Kartal'ı takip edip o şekilde öldürdü. Sevgilisine deli gibi aşık olan Aysun katili biliyordu ve çıldırmış gibiydi. Çok geçmeden Selim onu da öldürmüştü. Sırada Catherina vardı. Babasının cinayetlerini Aysun'dan öğrenen Selim Catherina'yı bulmaya çalışıyordu. Bu yüzden Katya'ya sürekli 1920'li yıllarda Türkiye'ye kaçan bir yakınının olup olmadığını soruyordu. Aysun'un posta kutusunda bulduğu ipucuyla aradığı kişiyi de bulmuştu. İş için Fransa'ya yaptığı ziyarette Catherina'nın adresini bulup boğarak öldürmüştü. Kendisinin yazdığı mektuba da Catherina'nın ağzından yazmıştı. Çünkü Catherina'nın sekreterinin böyle bir mektuptan haberi yoktu.

Kenan bunları anlatırken Selim karşı çıkıyor, arkadaşının psikolojisinin bozulduğunu söylüyordu. Kenan anlatmaya devam ediyordu. Tek şey aklına takılmıştı. Komutan ve ailesinin cesetleri nerede olabilirdi? Düşündükçe onu da bulmuştu. Bunları anlatırken binanın bodrumuna inmişlerdi. Selim'in babasının arabası yoktu o zamanlar. Cesetleri bir yere taşıyamazdı o yüzden bu binanın bodrumuna gömmüştü. Kenan gece uyumamış, bodrumda gömülü olan cesetleri bulmuştu. Selim cesetten kalan kemikleri görünce Kenan'a her yerin anahtarını neden verdiğini düşündü. Kenan çok üzülmüştü. Arkadaşına neden kendisinden yardım istemediğini, başka bir yol bulabileceklerini söylüyordu. Selim, bunları kimseye anlatmamasını istiyordu. Burç'tan, Gülriz'den bahsediyordu. Kenan yapamayacağını söyledi. Sonra Selim kontrolden çıkarak silahıyla Kenan'ı tam kalbinden vurmuştu. O anda içeri giren Katya Kenan'a sarılarak ağlıyordu, Nihat ise gördükleri karşısında donakalmıştı.

Selim sadece Kenan'ı öldürmekten hapse girmiş, diğer cinayetlerde kanıt olmadığı için onlardan yargılanmamıştı. İlk başta ziyarete gelmeyen Nihat sonraları gelmişti. Uzun bir süre Kenan'an bahsetmiyorlardı. Katya ise sevdiği adamın katilini haklı olarak ziyaret etmiyordu. Fotoğraf çekimlerini gecikmeli bitirdi ve sergiyi açtı. Bütün haberler günlerce bu sergiden, Kenan'dan bahsetmişti. Katya sergiyi açtıktan sonra Rusya'ya dönmüştü. Kenan ölümüyle ölümsüzlüğü yakalamıştı. Gülriz ise ilk başta zorlansa da AZYA'yı çok iyi idare ediyordu. Burç'un hapishaneye gelmesi doktoru tarafından yasaktı bu yüzden babasını ziyarete hiç gidemedi.

29 Ağustos 2019 Perşembe

thumbnail

Masal Masal İçinde (Ahmet Ümit) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Masal Masal İçinde

Kitabın Yazarı : Ahmet Ümit

Kitap Hakkında Bilgi :

Ahmet Ümit, Masal Masal İçinde kitabında çocukken annesinin ona anlattığı masalları derlemiş, özlerini bozmadan eklemeler yaparak düzenlemiş ve bizlere sunmuş.

“Bu kitaptaki masalları annemden dinledim. Annem de küçükken bir masalcıdan dinlemiş. Dedem kızının gönlünü hoş tutmak için bir masalcı tutmaktan çekinmemiş anlaşılan. Annem daha pek çok masal dinlemişti ama hepsini anımsamıyordu. Bana da anlatmış, ben de anımsamıyordum. Aslına bakarsanız bu kitaptaki masalları da çoktan unutmuştum. Yıllar sonra Antep’e baba evine döndüğümde, biraz da rastlantı sonucu annem yeniden anlattı bu masalları.”

Ahmet Ümit’ten hem küçüklere hem büyüklere masallar! Polisiye roman kurgusuyla; soluksuz takip edilen, hepsi birbirine bağlanan beş masal. Padişah’la beraber Şapkacı’nın, Müezzin’in, Demirci’nin, Kuyumcu’nun, Köradam’ın serüvenlerinin peşinde, adeta Binbir Gece Masalları lezzetiyle okunası bir kitap.
Kitabın Özeti :

Bir zamanlar bir ülkede bir padişah varmış. Bu padişah yaptıklarıyla övünmeyi çok severmiş. Padişah’ın bu hâline çocukluk arkadaşı olan Vezir çok üzülürmüş. Bir gün yine Padişah kendisinden daha cömert kimse olmadığı için övünüyormuş. Vezir, komşu kentteki Köradam’ın ondan daha cömert olduğunu söylemiş. Bu adam ensesine vuran herkese bir kese altın veriyormuş.

Padişah ve Vezir ertesi sabah Köradam’ın yaşadığı kente gitmişler. Köradam hakkında söylenenlerin gerçek olduğunu görmüşler. Herkes dağılınca Padişah ve Vezir, Köradam’a neden böyle yaptığını sormuşlar. Köradam bunu yapmak için başka bir kentte yaşayan Kuyumcu’nun hikâyesini öğrenmeyi şart koşmuş. Kuyumcu yumurta büyüklüğündeki bir altını açık artırmaya çıkarıyor, bir adama satıyor sonra bu adam parasını uzatıp altını alacakken Kuyumcu onun gibilerin bu altını satın alamayacaklarını söyleyip altını havanda dövüyor, un ufak ediyor, sonra da tozlarını onu izleyenlere doğru üflüyormuş. Bunu öğrenen Padişah ve Vezir Kuyumcu’nun yaşadığı kente gitmişler. Kuyumcu altın tozlarını üfleyince altını satın alan adam kalbini tutarak yere yığılmış. Herkes dağılınca Padişah ve Vezir Kuyumcu’yla konuşmuşlar. Kuyumcu da neden böyle davrandığını anlatmak için bir başka kentte yaşayan Demirci’nin hikâyesini öğrenmeyi şart koşmuş. Demirci işinde çok ustaymış. Ama bir zamandır çalışamıyormuş. Demiri ısıtıp örse koyuyor, tam vuracakken karşıdaki duvara bakıyor, sanki orada duvar yokmuş gibi ona doğru koşuyor ve duvara çarpıp kan içinde kalıp yere düşüyormuş. Padişah ve Vezir, Demirci'nin kentine gidip Demirci’ye bunun nedenini sormuşlar. Demirci de bunun nedenini anlatmak için Müezzin’in hikâyesini öğrenmeyi şart koşmuş. Padişah ve Vezir bu defa Müezzin’in hikâyesini öğrenmek için onun yaşadığı kente giderler. Müezzin bir süreden beri görevini bırakmıştır. Öğle ezanı okunmaya yakın camiye gidiyor, minareyi görünce sevinçle koşuyor, minareye çıkıyor, bir zaman sonra üzgün bir hâlde minareden iniyormuş. Padişah ve Vezir, Müezzin’e neden böyle davrandığını sormuşlar. Müezzin de Şapkacı’nın hikâyesini öğrenme karşılığında onlara kendi hikâyesini anlatabileceğini söylemiş. Bunun üzerine Padişah ve Vezir, Şapkacı’nın kentine gitmişler. Şapkacı, işinde ustaymış. Haftada bir şapka diker, bunu satmak için pazara götürür, tam satacağı sırada kalabalığın arasında birilerini görür, onların peşinden mezarlığa koşarmış. Bir mezarın üzerine kapanıp ağlamaya başlarmış. Müezzin de bu adamın hikâyesini öğrenirse Padişah ve Vezir'e kendi hikâyesini anlatacakmış. Bunun üzerine Padişah ve Vezir Şapkacı'nın kentine gidip neden böyle yaptığı sormuşlar. Şapkacı da diğerlerinin hikâyelerini öğrenmek kaydıyla kendi hikâyesini anlatmaya başlamış.

ŞAPKACI'NIN ANLATTIKLARI

Şapkacı gençlik yıllarında bir terzinin yanında çalışırmış. Dükkanın karşısındaki evde oturan bir kıza sevdalıymış. Ustası bunu öğrenince kızı istemeyi önermiş. Annesi, babası ve ustasıyla beraber kızı istemeye gitmişler. Ailesi kızı Şapkacı'ya vermeyi kabul etmiş. Altı ay sonra düğün yapıp evlenmişler. Meğerse kız da onu seviyormuş. Birlikte çok mutlu olmuşlar. Ama mutlulukları uzun sürmemiş. Komşu kentle aralarında savaş çıkınca Şapkacı askere alınıp cepheye gitmiş. Cephede baskına uğramışlar ve düşman eline esir düşmüşler. Düşman onları altı ay zindanda tutup bir toprak ağasına köle olarak satmış. Şapkacı bu toprak ağasının çiftliğinde terzi olarak çalışmış. Aradan on yedi yıl geçmiş. Toprak Bey'i avlanmaya gittiği bir gün attan düşüp ölmüş. Toprak Beyi'nin karısı köleleri serbest bırakmış. Şapkacı da hemen memleketinin yoluna düşmüş. Memleketine varınca karısını genç bir adamla aynı yatakta yatarken bulmuş. Karısının onu aldattığını düşünüp evden koşarak kaçmış. Meğerse yataktaki genç Şapkacı'nın hiç görmediği oğluymuş. Kadın kocasının hemen ardından koşup onun nehre atladığını düşünmüş ve o da nehre atlamış. Oğlu da arkasından atlamış. İkisi de boğulmuşlar. Şapkacı onların öldüğünü görünce çok üzülmüş. İşte pazarda şapkasını tam satacakken karısını ve çocuğunu görüp onların peşinden mezarlığa kadar koşuyor ve orada ağlıyormuş.

Padişah ve Vezir, Şapkacı'nın hikâyesini öğrenince Müezzin'in hikâyesini öğrenmek üzere onun yaşadığı kente doğru yola çıkmışlar. Müezzin'e Şapkacı'nın başına gelenleri anlatmışlar. O da kendi hikâyesini anlatmaya başlamış.

MÜEZZİN'İN ANLATTIKLARI

Müezzin bir cuma günü ezan okumak için minareye çıktığında bir Zümrüdüanka kuşunun minarenin şerefesinde durduğunu görmüş. Onu kaçırmamak için üzerine atladığı esnada Zümrüdüanka kuşu Müezzin'i omuzlarından tutup gökyüzüne doğru havalanmış. Uzun bir yolculuktan sonra Müezzin'i büyük bir dağın içinde bulunan bir saraya götürmüş. Sarayın merdivenlerinde çok güzel bir kız varmış. Bu bir peri kızıymış. Bu peri kızının padişah babası bir gün ona insanlarla tanışmasının vaktinin geldiğini söylemiş. Kız da Zümrüdüanka kuşuyla insanların yaşadığı şehre varınca ilk olarak minarede ezan okuyan Müezzin'i görmüş. Ona aşık olmuş. Bunu babasına söylemiş. Babası da bir insanla bir peri kızının evlenemeyeceğini söylediyse de eğer Müezzin peri kızına kırk gün boyunca dokunmazsa evlenmelerine izin verecekmiş. Müezzin ve peri kızı birbirlerine dokunmadan otuz sekiz gün geçirmişler. O gün çok güzel bir gölün kıyısına piknik yapmaya gitmişler. Müezzin burada gözlerden uzak olduklarını ve bir kere dokunmaktan bir şey olmayacağını düşünüp peri kızına dokunmuş. Peri kızı bunun farkına varınca her şeyin bittiğini söylemiş. Üç defa peş peşe, "Aldığın yere götür." sesini duymuş ve etrafındaki her şey kaybolmuş. Kendini ezanı okumak için çıktığı minarede bulmuş. Bundan sonra ezan okumak için camiye her gidişinde şerefede Zümrüdüanka kuşunu görür olmuş. Peripadişahı'nın onu affettiği umuduyla minareye koşar ama minareye çıkınca Zümrüdüanka kuşunun orada olmadığını görünce perişan bir hâlde aşağı inermiş.

Müezzin'in hikâyesini öğrenen Padişah ve Vezir, Demirci'nin kentine gitmişler. Demirci de onlara kendi hikâyesini anlatmış.

DEMİRCİ'NİN ANLATTIKLARI

Bir gün karısı Demirci'ye tavuk pişirmiş. Demirci, dükkanında tam bunu yiyecekken bir kedi görmüş. Kedi de etten bir parça istiyor gibiymiş. Ama Demirci ona bir parça bile et vermemekte kararlıymış. Kedi bu isteğinde ısrar edince Demirci bir plan kurmuş. Önüne birkaç parça et atarak onu örsün yanına kadar getirmiş ve örsle kedinin kafasına vurmuş. Kafası örsün altında ezilmesine rağmen kedi ölmemiş. O hâlde yerde sürünmeye devam etmiş. Başı duvara değince kedi bir kıza dönüşmüş. Daha sonra da duvarda bir kapı açılmış. Kız, Demirci'nin ısrarlarına rağmen zalimlerin ve paylaşmayı bilmeyenlerin bu kapıdan giremeyeceklerini söyleyerek kapıyı kapamış. Bundan sonra Demirci her gün Kızdırdığı demiri örsün üzerine koyup dövecekken o kapı tekrar ortaya çıkıp açılıyormuş. Demirci'de kapıdan içeri girebilirim umuduyla kapıya doğru atılıyor ama kapı kapanınca duvara tosluyormuş.

Padişah ve Vezir, Demirci'nin hikâyesini dinleyince Kuyumcu'nun kentine gitmişler. Kuyumcu'nun hikâyesini dinlemeye başlamışlar.

KUYUMCU'NUN ANLATTIKLARI

Kuyumcu'nun mesleği ailesinden geliyormuş. Çocukluğunda ve gençliğinde hiç çalışmazmış. Hep arkadaşlarıyla gezermiş. Ailesi tarafından her istediği yapılırmış. Babası yaşlanınca işleri onun devralmasını istemiş. Onu dükkana çalışmaya çağırmasına rağmen çocuk çeşitli bahaneler öne sürerek dükkana gitmemiş. Üçüncü gün adam çocuğunu da yanına alarak dükkana gitmiş. Öğle olunca babası onu yemek yemeye eve göndermiş. Ama çocuk eve değil arkadaşlarının yanına gitmiş. Öğleden sonra da dükkana dönmemiş. Akşam da bir arkadaşında kalacakmış. Akşam olunca babası perişan bir vaziyette onu arkadaşının evinde bulmuş. Çocuğunun çalışmak istememesini, arkadaşlarıyla gezip tozmak istemesini mecburen kabul etmiş. Bundan sonra çocuğun arkadaşları bahaneler öne sürerek ondan para ister olmuşlar. Çocuk da her defasında onlara istedikleri paraları vermiş. Bu paraları verebilmek için babasının dükkanından aşırdığı da olmuş. Bir gün dükkandan hırsızlık yaparken babasına yakalanmış. O günden sonra babası onunla hiç konuşmamış. Bir süre sonra da hasta yatağına düşmüş. Ölmeden önce oğluna iki şey vasiyet etmiş: Birincisi ileride bir çocuğun olursa ona asla hak etmediği şeyleri vermemesi imiş. İkincisi de bir gün parası bitip de intihar etmeyi düşünürse kendisini salondaki halkaya asmasıymış. O gün babası ölmüş. Çocuk da kısa bir süre sonra eski yaşamına dönmüş. Yine arkadaşlarına para vermeye başlamış. Arkadaşları da zenginleyip kuyumcu dükkanı açmışlar. Bir yıl sonra çocuğun annesi de ölmüş. Çocuğun savurganlığı devam edince alacaklılar kapıya dayanmış. O da gidip arkadaşlarından yardım istemiş ama hiçbiri ona yardım etmemiş. Perişan bir vaziyette eve dönerken babasının ona vasiyet ettiği halkaya kendini asmayı düşünmüş. Kendini halkaya bağlayıp atlayınca tavanda bir kapak açılmış. İçinde bir sürü altın yumurta varmış. Kuyumcu bu altın yumurtaları açık arttırma ile satacakmış. En yüksek teklifi arkadaşlarından biri vermiş. O da altını un ufak edip insanların üzerine üflemiş. Çocuk arkadaşlarının aklı başına gelene kadar bunu yapmaya devam edecekmiş.

Kuyumcu'nun hikâyesini de öğrenen Padişah ve Vezir Köradam'ın kentine doğru yola çıkmışlar.

KÖRADAM'IN ANLATTIKLARI

Köradam aslında kırk devesi olan bir kervancıbaşıymış. Bir gün kapısına bir yaşlı gelmiş. Kervanıyla yük taşımak istediğini söylemiş. Bu işi yapınca Kervancıbaşı çok zengin olacakmış. Kervancıbaşı biraz kuşkulansa da yaşlı adamın teklifini kabul etmiş. Ertesi gün yola çıkmışlar. Yedi günlük yoldan sonra bir dağın yanında durmuşlar. İhtiyar, kırmızı bir kayaya üç kez dokunup üç kez yeri öpünce dağda bir geçit açılmış. Ama dağ ihtiyarın içeri girmesini yasakladığı için Kervancıbaşı'nın girmesi gerekiyormuş. Dağın içindeki dehlizde korkutucu yaratıklar varmış. Kervancıbaşı önce korksa da yoluna devam edip bir alanın ortasında duran beyaz kefenli ölünün olduğu yere kadar gelmiş. O ölünün göbeğindeki kutuyu alınca yaratıklar kaybolmuş, ortalık aydınlanmış ve hazine ortaya çıkmış. Kervancıbaşı kutuyu yaşlı adama verip develerinin alabildiği kadar hazineyi yüklemiş. İhtiyar bir deve yükü altının onun hakkı olabileceğini söylemiş. Ama bir süre sonra bu miktar Kervancıbaşı'ya az gelmiş. Önce on, sonra yirmi, en son da develerin kırkını da istemiş. Yaşlı adam hiç itiraz etmeden bütün isteklerini kabul etmiş. Sonra ölünün göbeğinden aldığı kutunun içinde de ne olduğunu merak etmiş. İhtiyar ona kutunun içinde yeşil bir toz olduğunu göstermiş. Bu tozu Kervancıbaşı'nın sol gözünün altına sürünce yerin altını ve dağların içini görebilir olmuş. Kervancıbaşı kutuyu yaşlı adamın elinden alarak sağ gözünün altına da sürünce kör olmuş. Bundan sonra da kent meydanında ensesine bir tokat vurana "Hak yerini buldu!" diyerek bir kese altın dağıtır olmuş.

Padişah bunları öğrendikten sonra hikâyesini dinlediği insanları kendine danışman yapmış.

About