Binbir Gece Masalları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Binbir Gece Masalları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Ekim 2019 Perşembe

Vezir Nureddin, Kardeşi Vezir Şemseddin ve Hasan Bedreddin Öyküsü 2 - Binbir Gece Masalları


Masalın Adı : Vezir Nureddin, Kardeşi Vezir Şemseddin ve Hasan Bedreddin Öyküsü

Masalın Yazarı : Binbir Gece Masalları

Yirmi Üçüncü Gece Gelince Söze başlamış;

Ey bahtıgüzel şahım! İşittim ki, Halife Harun Resid'in veziri Cafer-ül Barmaki öyküsünü şöyle sürdürmüş: Vezir Şemseddin, yeğeni Hasan Bedreddin'in kaybolduğunu görünce, kendi kendine, "Dünya ölüm kalım dünyası olduğuna göre, ben tedbirlerimi alayım! Elbet bir gün Hasan nasıl bırakıp gittiyse öylece çıkagelir" demiş. Ve vezir Şemseddin, bir yazı masası, bir kalem ve bir tabaka kağıt almış ve evinin tüm eşyasınıbirer birer kayda geçirmiş. Örneğin, 'Falan dolap, falan yerde; falan perde falan yerde!" şeklinde saptamalar yapmış. Bunu bitirince kağıdı, kızı Sitt-ül Hüsn'e okuduktan sonra katlamış ve evrak kasasına yerleş­tirmiş. Bundan sonra Hasan'ın eşyalarını, sarığı, külahı, içdonunu, kuşağı, giysiyi ve keseyi toparlamış ve bir paket yapıp büyük bir dikkatle kapatmış.

Vezirin kızı Sitt-ül Hüsn'e gelince, ilk düğün gecesinden sonra gerçekten hamile kalmış ve tam dokuz ay sonra, zamanında, ay par­çası gibi, babasına her bakımdan benzeyen bir oğlan doğurmuş. Onun kadar güzel! Onun kadar nazik! Ve de onun kadar mükemmel! Doğduğunda, kadınlar onu yıkamışlar ve gözlerine sürme çekmişler sonra göbekbağını kesmişler ve onu dadılara ve sütanneye teslim etmişler. Şaşırtıcı güzelliğinden ötürü, adını da Acip koymuşlar. Herkesin hayran olduğu Acip, gün be gün, ay be ay, yıl be yıl, büyüyüp yedi yaşına geldiğinde, dedesi Vezir Şemseddin onu çok ünlü bir hocanın okuluna yollamış ve çocuğu bu hocaya emanet etmiş. Ve Acip, her gün, babası sandığı dedesinin sadık kölesi Sait'in eşliğinde, öğleleri ve akşamları eve dönmek kaydıyla, okula gitmiş. Böylece beş yıl geçmiş, o sırada on iki yaşına ulaşmış. Acip, okuldaki öteki öğrencilere dayanılmaz şekilde kötü davranıyormuş, onları dövüyor, onlara sövüyor ve "İçinizden hanginiz benim gibisiniz? Ben Mısır vezirinin oğluyum!" diyormuş.

Sonunda, çocuklar birleşmiş, Acip'in kötü davranışları hakkında hocaya şikâyette bulunmaya gitmişler. O zaman, okul hocası, vezirin oğluna vereceği ihtarların bo­şa gideceğini ve de vezirin oğlunu okuldan kovmak istemediğinden, çocuklara, "Size, ona söyleyebileceğiniz bir şey öğreteceğim. Böylece bundan sonra okula gelemez! Yarın oyun oynarken hepiniz Acip'in yöresine toplanın ve birbirinize, 'Vallahi! Çok ilginç bir oyun oynayacağız, bugün! Ama bir şartla, hiç kimse adını, anasının adını ve babasının adını yüksek sesle söylemedikçe bu oyuna girmeyecek! Çünkü anasının babasının adını söyleyemeyen çocuk piçtir ve bizimle oynayamaz!' deyin" demiş. Böylece, ertesi gün, Acip, okula geldiğinde, çocuklar onun yöresinde toplanmışlar, aralarında anlaşmışlar ve içlerinden biri, "Ah, gerçekten evet! Bu harika bir oyun! Ancak bu oyuna kendi ana-babasının adını söylemedikçe hiç kimse girmeyecek! Haydi bakalım! Sırayla!" demiş Âcip. Şaşılacak şey "Bunun üzerine çocuğun biri ilerleyip, "Benim adım Nebih! Annemin adı Nebiha! Babamınki İzzettin!" demiş. Sonra bir diğeri ileri çıkıp, "Bana Necip derler! Anneme Cemile! Babama da Mustafa!" demiş, sonra da bir üçüncüsü, bir dördüncüsü ve diğerleri aynı şekilde kendilerini ve ana-babalarını tanıtmışlar. Sıra Acip'e gelince, gururlanarak, "Benim adım Acip! Anneminki Sitt-ül Hüsn! Babamınki Mısır Veziri Şemseddin!" demiş. Bunu duyan çocuklar bağrışmışlar, "Hayır, vallahi! Vezir hiç de senin baban değil!" diye... Acip hiddetlenerek, "Allah belanızı versin! Vezir benim babamdır!" diye haykırmış. Fakat çocuklar alay etmeye ve el çırpmaya başlamışlar ve "Defol! Sen babanın adını bilmiyorsun! O senin büyükbabandır! Şemseddin asla senin baban değildir! Büyükbabandır, annenin babası! Bizimle oynayamazsın!" demişler.

Ve çocuklar kahkahalar atarak dağılmışlar. Bunu duyan Acip'in göğsü daralmış, hıçkırıklarla boğulur gibi olmuş! Fakat hemen yanına gelen okul hocası, ona, "Nasıl Acip, vezirin senin baban değil, annen Sitt-ül Hüsn'ün babası, yani büyükbaban olduğunu hâlâ bilmiyor musun? Babana gelince, onun kim oldu­ ğunu ne sen, ne biz, ne de hiç kimse bilmiyor. Çünkü Sultan, Sitt-ül Hüsn'ü kambur seyisle evlendirmişti fakat seyis Sitt-ül Hüsn ile yatamamış ve bütün kentte, düğün gecesi, onu bir ecinninin kapalı tuttuğunu ve Sitt-ül Hüsn ile yatmaktan engellediğini anlatmış. Ve de mandalara, eşeklere, köpeklere ve benzerlerine dair şaşırtıcı öyküler anlatmış. Böylece, Acip, kimse senin babanın kim olduğunu bilmiyor! Bundan dolayı Tanrı'nın ve seni bir piç olarak bilen arkadaşlarının önünde daha alçakgönüllü ol! Zaten Acip, kesinlikle babası tanınmayan ve pazarda satılan bir çocukla aynı durumdasın! Bir kez daha söylüyorum: Vezir Şemseddin sadece senin büyükbabandır ve baban bilinmemektedir. Bundan dolayı alçakgönüllü davran!" demiş. Okul hocasının bu konuşması üzerine, küçük Acip koşarak annesi Sitt-ül Hüsn'ün yanına varmış, ağlamaktan, hıçkırmaktan öylesine bitkinmiş ki, ilkin hiçbir şey söyleyememiş.

Annesi onu böyle tedirgin görünce teselli etmeye çalışmış ve ona, "Çocuğum, derdinin nedenini annene söyle!" demiş ve onu kucaklayıp öpmüş. Bunun üzerine küçük Acip, ona, "Söyle bana anne, benim babam kim?" diye sormuş. Ve Sitt-ül Hüsn çok şaşarak ona, "Vezirdir, oğlum!" demiş ama, Acip ağlayarak, "Oh, hayır! O benim babam değil! Gerçeği benden saklama! Vezir sadece senin baban! Benim babam değil! Hayır, hayır! Ya bana gerçeği söylersin ya da şu hançerle vurur kendimi öldürürüm!" demiş. Ve küçük Âcip annesine okul hocasının sözlerini tekrarlamış. Sitt-ül Hüsn, bunun üzerine, yeğeni olan kocasını, onunla ge­çen düğün gecesini ve de Basralı Hasan Bedreddin'in tüm güzelliği ve akıllara durgunluk veren cazibesini hatırlayıp heyecanla ağlayıp hıçkırarak şu dizeleri okumuş:

Yüreğimde arzuyu tutuşturup uzaklara gitti! Barınağımızdan uzaklara! Benim zavallı aklım da uçup gitti; o dönünceye kadar da geri gelmeyecek. Ama ben onu beklerken, yatıştırıcı uykuyu ve tüm sabrımı yitirdim! O beni bırakıp gitti, onunla birlikte mutluluğum da beni terk etti, huzurum da! Benî terk etti, gözyaşlarını onun yokluğuna adandı, akıp duruyorlar, denizleri dolduran dereler oluştururcasına! Arzumun beni ona taşımadığı bir gün bile yok! Yokluğunun acısını anmadan yüreğim de çarpmıyor! Hayali ruhumda belirir belirmez aşkım, arzularım ve anılarım çoğalıyor! Günün ilk saatlerinden başlayarak, gözlerimin önünde beliren daima onun sevgili hayalidir ve bu hep böyledir! Çünkü başka düşüncem, başka aşklarım yok ki! Sonra da hıçkırmaktan başka bir şey elinden gelmemiş.

Ve Acip, anasını ağlar görünce, o da ağlamaya başlamış. Ve, her biri kendi köşesinde ağladığı sırada haykırmalar, ağlamalar duyarak vezir içeri girmiş. Çocuklarını böyle ağlar görünce, onun da yüreği parçalanmış ve onlara, "Çocuklarım, niçin böyle ağlıyorsunuz?" diye sormuş. Bunu duyan Sitt-ül Hüsn, küçük Acip'in okuldaki çocuklarla olan serüvenini anlatmış. Ve vezir, bu Öyküyü duyunca, geçmiş günlerin tüm felaketlerini yeniden hatırlamış, kendi başına gelenleri, kardeşi Nureddin'in, yeğeni Hasan Bedreddin'in ve de en sonra kü­çük Acip'in başına gelenleri. Ve bütün bu anılar bir araya gelince, o da ağlamaktan kendini alamamış. Ve umutsuzca Sultan'ın katı­na çıkarak ona, kendi adına ve çocuklarının adına bu durumun devam edemeyeceğini söylemiş ve yeğeni Hasan Bedreddin'i bulabileceği Basra kentine ulaşmak üzere Doğu'ya doğru geziye çıkmak için izin istemiş. Sonra da Sultan'dan gideceği her ülkede yeğenini aramak ve bulunca alıp getirmek üzere gerekli araştırmaları yapmak üzere, yanında götürebileceği ve ilgililere gösterebileceği fermanlar talep etmiş. Sonra da acı acı ağlamış. Yüreği parçalanan Sultan, onun tüm ülkelerde ve tüm eyaletlerde kullanabileceği fermanları yazıp kendisine vermiş.

Vezir buna çok sevinmiş, Sultan'a teşekkürler ve saltanatının devamı için dualar etmiş ve sonra yere kapanıp önünde yeri öperek izin alıp huzurdan çıkmış. Ve o saatten başlayarak yol hazırlığına başlamış. Kızı Sitt-ül Hüsn ve torunu Acip'i de yanına alarak yola koyulmuş. Kafile ilk gün, ikinci gün, üçüncü gün ve bunları izleyen günler Şam doğrultusunda yol alarak sonunda güvenle Şam'a ulaşmış, tüm kapılarını Midan'dan Hasba'ya kadar geçmişler, yollarını sürdürmeden önce çadır kurup iki gün orada dinlenmişler. Şam'ın ağaçlar, akarsularla donanmış hayranlık uyandıracak güzellikte bir kent olduğunu görmüşler. Kent, şu dizelerle onu öven şairin anlattığı gibiymiş: Şam'da bir gün bir gece geçirdim. Şam! Onu kuran, ona benzer bir kentin bir daha yapılamayacağına yemin etmiş âdeta! Gece, Şam'ı kanatlarıyla örter, aşkla dolu... Sabah onun üzerine tıkız ağaçların gölgesini serer! Ağaçların dallarındaki şebnemler şebnem değil, incidirler! Onları sarsan sabah yeline karşın, inciler, kar gibi düşer! Orada, ormanlarında, her şeyi yapan Doğa'dır. Kuşlar sabah ötüşlerini yapar, gölün suyu açık, beyaz bir kitap sayfasıdır, meltem yanıt verir ve kuşların söylediklerini yazar ve beyaz bulutlardan düşen yağmur tüm durgun sulara şiirler düzer! Böyle olunca vezir ile yanındakiler gidip kenti görmek ve çarşı­larından ihtiyaç duyduklan şeyleri satın alıp Mısır'dan getirdikleri şeyleri de satmışlar. Ünlü hamamlarında yıkanmışlar ve tüm dünyada bir eşi daha bulunmayan Beni-Ümmiye Camii'ne gitmişler.

Acip'e gelince, o da,iyi yürekli Sait'in eşliğinde, kente eğlenmeye gitmiş. Haremağası, onu birkaç adım geriden izliyormuş ve elinde bir vuruşta bir deveyi öldürebilecek bir kamçı tutuyormuş çünkü Şam halkının kötü ününü biliyormuş ve bu kamçıyla efendisi güzel Acip'e yaklaşmalarını önlemek istiyormuş. Ve, gerçekten, yanılmamış çünkü güzel çocuğu görür görmez, Şam halkı onun ne denli zarif ve çarpıcı olduğunun farkına varmış; onun kuzey rüzgârından da tatlı, susuz kalınca özlenen su kadar taze ve hasta olunca özlenen sağlık kadar hoş olduğundan söz etmişler ve yollardaki herkes Acip'i izleyip durmuş, kimileri de hızla onları geçip ilerde, geçişini daha iyi ve daha uzun seyretmek için yere oturmuşlar.

Sonunda talihin iradesiyle, Âcip ve haremağası, bir tatlıcı dükkanının önüne gelmişler ve kendini bilmeyen bu kalabalıktan kaçınmak için dükkana girmeye niyetlenmişler, Oysa, bu dükkan, Acip'in babası Hasan Bedreddin'in işlettiği dükkanmış. Hasan'ın babalığı ihtiyar tatlıcı ölmüş ve dükkan miras yoluyla Hasan'a kalmış imiş. O gün Hasan, nar taneleri ve diğer şekerli ve lezzetli şeylerle nefis bir tatlı hazırlamakta imiş. Âcip ile kö­lenin dükkanın önünde durduklarını görünce, Hasan küçük Âcip'in güzelliğiyle büyülenmiş, sadece büyülenmemiş, ilahi bir hisle ve tüm yüreğiyle olağan dışı heyecanlanmış ve içi sevgiyle dolu, "Ey benim genç efendim, sen ki kalbimi fethedip tüm varlığımda saltanat kurdun! Sen ki, tüm benliğimi kendine çektin. Dükkanıma girerek bana onur verir misin? Sadece merhamet edip yaptığım tatlıların çeşnisine bakar mısın?" demiş. Bu sözleri söylerken, Hasan, kendine karşın, gözlerinde yaşlar belirmesini önleyememiş, geçmişteki durumuyla şimdiki durumunu hatırlayıp ağlamış. Acip, babasının sözlerini işitince, onun da yüreği hüzünlenmiş, köleye dönerek, ona, "Sait! Bu tatlıcının konuşmaları yüreğime dokundu. Her halde uzaklarda bırakmak zorunda olduğu bir çocuğu olsa gerek! Ben galiba ona bu çocuğu hatırlattım! Kim bilir belki biz onun acısını dindirirsek, Tanrı da bize acır ve babamı aramak için yaptığımız araştırmalarda yardımcı olur" demiş.

Acip'in bu sözlerini duyunca, haremağası, "Vallahi, efendim, hiç gerekmez! Oh! Sakın ha! Bir vezirin oğluna çarşıdaki bir tatlıcı dükkânına girmek yaraşmaz ve de öyle orta yerde bir şeyler yemek hiç olmaz! Ya, hayır! Bununla birlikte, şu edepsiz ve kendini bilmez takımının seni rahatsız edeceği endişesiyle dükkana girmek istiyorsan, ben onları uzaklaştırmayı ve seni onlara karşı savunmayı şu kamçıyla pekâlâ sağlayabilirim! Ama dükkana girmeye gelince, bak bu olmaz!" demiş. Haremağasının sözlerini duyunca Hasan çok üzülmüş ve gözleri yaşla dolu, yanakları ıslak, haremağasına dönerek, ona, "Ey saygı­ değer kişi, merhamet edip dükkanıma girmenin zevkinden beni niye mahrum etmek istiyorsunuz? Sen ki, bir kestane kadar karasın! Ama için tıpkı onunki kadar beyazdır! Sen ki, tüm şairlerimizin hayranlık uyandıran dizeleriyle övülmüş gibisin! Gel de sana için kadar dışının da beyaz olmasının sırrını açıklayabileyim!" demiş. Yiğit haremağası bunu duyunca çok gülmüş ve "Doğru mu, doğru mu bu söylediğin? Yapabilir misin? Ama nasıl? Bunun sırrını bana hemen açıkla!" demiş.

Hasan Bedreddin de ona, hemen haremağalarını öven bir şiirin dizelerini okumuş: Onun hoş nezaketi ve tavırlanndaki zarafet ve de davranışların daki asalet, hükümdarların saraylarının saygıdeğer koruyucuları olmalarına yetmiştir! Harem için, eşi bulunmaz hizmet erleridir onlar! Kibarlıklarından ötürü, gökteki melekler, kendi sıraları gelince, yere iner ve onlara hizmet ederler! Bu dizeler, gerçekten, öylesine olağanüstü ve duruma uygunmuş ve o kadar güzel okunmuş ki, haremağası hem duygulanmış hem de müthiş iltifat görmüş olduğundan, Acip'in elinden tutarak tatlıcının dükkânına onunla birlikte girmiş.

Bunu görünce Hasan Bedreddin çok sevinmiş ve onların onuruna ne yapacağını bilememiş. Sonra, en güzel kaselerinden birini almış onu nar tanesi, şeker ve soyulmuş bademle doldurmuş ve üzerlerine yeterince nefis kokular serpmiş, sonra da işlemeli ve kabartmalı bakır tepsilerinden en gösterişlisini seçerek kaseyi bununla sunmuş. Ve tatlıyı memnunluk işaretleri yaparak yediklerini görünce ruhu çok okşanmış ve çok memnun olmuş ve onlara, "Gerçekten, benim için ne büyük şeref! Ve de ne bahtlı bir gün! Hoş olsun, afiyet olsun!" demiş. Küçük Acip, ilk lokmaları yedikten sonra, tatlıcıya, "Bizimle oturabilir ve yiyebilirsin! Allah da bizi araştırmalarımızda yardım ederek ödüllendirir" diyerek tatlıcıyı yanlarında oturmaya davet etmiş. Bunu duyan Hasan Bedreddin, "Nasıl, çocuğum! Sen, bu kadar genç yaşta, sevdiğin birini yitirerek derde mi düştün?" diye sormuş. Acip de, "Elbette yiğit adam, yüreğim şimdiden sevgili bir varlığın yokluğuyla yanıp tutuşuyor! Ve bu çok sevilen varlık benim öz babamdır. Ve büyükbabamla birlikte, tüm ülkeleri gezerek onu arıyoruz" diye yanıt vermiş.

Sonra küçük Âcip bu anıyla ağlamaya başlamış;.Bedreddin de bu ağlayışa katılmaktan kendini alamamış, o da ağlamış. Ve haremağası da buna yürekten katılarak başını sallamış. Ancak bütün bunlar, kokulu ve büyük bir sanatla hazırlanmış, nefis nar tatlısına onur vermekten onları alıkoymamış. Öyle nefismiş ki yedikleri şey, doyuncaya kadar kaşık sallamışlar. Ancak, zaman epeyce geçtiği halde, Hasan farkında değilmiş, haremağası ile Acip ayrılır ayrılmaz, Bedreddin, sanki ruhunun da onunla birlikte sürüklenip gittiğini sanmış ve onu izlemek arzusuna karşı çıkamayarak çabucak dükkanını kapatmış, hiçbir şekilde Acip'in kendi oğlu olduğunu aklına getirmeden, çıkıp aceleyle onları izlemiş ve Şam'ın büyük kapısından dışarı çıkmadan onlara ulaş­ mı. O sırada haremağası, tatlıcının kendilerini izlemiş bulunduğunun fark etmiş, dönüp ona "Neden bizi izliyorsun, tatlıcı?" diye sormuş. Bedreddin de, "Sadece kentin dışında görülecek ufak bir işim olduğu için, birlikte yürüyelim diye size ulaşmak istedim, sonra da dönecektim. Zaten, sizin ayrılışınız, canımı bedenimden kopardı!" demiş.

Bu sözleri duyan haremağası çok kızmış ve kendi kendine, "Gerçekten, bu tatlı kasesi bize çok pahalıya patladı! Felaket kasesi imiş adeta! Bu tatlıcı hazmetmeye çalıştığımız şeyleri bize kusturtacak, işte şimdi de bir yerden öbür yere peşimizden koşup duruyor!" diye söylemiş. O sırada Acip dönerek tatlıcıyı görmüş, yüzü kızararak kekelemeye başlamış: "Sait! Bırak ne yaparsa yapsın! Tanrı'nın yolları tüm Müslümanlara açıktır" demiş, sonra da "Ama bizi çadırlara kadar izlerse, o zaman gerçekten beni izlemekte olduğunu anlarız ve onu kovmaktan geri durmayız!" diye eklemiş. Sonra Acip başı­nı eğmiş ve yoluna devam etmiş, haremağası da birkaç adım gerisinden onu izlemiş. Hasan'a gelince, onları Midan'dan çadırların kurulduğu Hasba'ya kadar izlemeyi sürdürmüş. Bu sırada Acip ile haremağası geri bakıp onu birkaç adım artlarında görmüşler.

Acip de, bu kez, sinirlenmiş ve olup bitenleri bir tatlıcıya girdiklerini ve tatlıcının sonradan kendilerini izleyerek altlarından geldiğini, haremağasının büyükbabasına anlatacağından çok korkmuş. Onu dehşete düşüren bu düşünceyle yerden bir taş almış ayakta, hareketsiz, dalgın ve gözlerinde garip bir ışıkla kendilerine bakan Hasan'a dönmüş. Tatlı­cının gözlerindeki bu alevin değişik bir anlamı olduğunu düşünmüş ve daha da fazla sinirlenmiş, tüm gücüyle taşlatmış; taş Hasan'ı ağır biçimde yaralamış, sonra Acip ile haremağası aceleyle çadırlara yönelmişler.

Hasan Bedreddin'e gelince, baygın, yere düşmüş, yü­zü baştanbaşa kana bulanmış. Ama ne mutlu ki kendine gelmekte gecikmemiş, kanını dindirmiş ve sangından bir parça yırtarak alnı­nı sarmış. Sonra kendi kendini azarlamaya koyularak, "Aslında benim kusurumdan oldu bu! Dükanımı kapatmakla ve bu güzel çocuğu izlemekle düşüncesesizce davrandım Herhalde bu izleyişimi kötü maksatlara yormuştur!" demiş. Sonra içini çekip "Allah kerim!" diyerek kente dönmüş ve dükkanını yeniden açarak eskisi gibi hamur işi yapıp satmaya başlamış, bu sırada acıyla, Basra'daki zavallı annesini ve çocukluğunda, hamur işi üzerine kendisine verdiği ilk dersleri hatırlıyor ve ağlıyormuş, teselli bulmak için kendi kendine şu dizeleri okumuş: Talihten yana hiç adalet bekleme, düş kırıklığından öte bir şey elde edemezsin! Çünkü sana adalet sağlayacağını sandığın talih bu doğada yaratılmamıştır.

Tatlıcı Hasan Bedreddin'in amcası vezir Şemseddin'e gelince, Şam'da üç günlük dinlenmeden sonra, Midan'dan çadırlarını söktü­rüp Basra'ya doğru yol almak üzere ilkin Hums, sonra Hama ve Halep'e doğru yola çıkmış. Ve her yerde araştırmalar yapmaktan geri durmamış. Halep'ten Mardin'e, sonra Musul'a ve Diyarbekir'e gitmiş, sonunda da Basra'ya ulaşmış. Ancak bir parça dinlendikten sonra, Basra sultanının huzuruna çıkmak istemiş. Sultan onu hemen huzura almış ve onu alçak gö­nüllülükle kabul etmiş ve iyilikseverlikle onu Basra'ya getiren nedeni öğrenmek istemiş. Şemseddin tüm öyküsünü ve eski vezir Nureddin'in kardeşi olduğunu ona anlatmış. Sultan Nureddin'in adını duyunca, "Allah ondan lütfunu esirgemesin!" demiş ve ona, "Evet, dostum, Nureddin benim dostumdu ve kendisini çok severdim, ölü­münden buyana on beş yıl geçti! Ardında bir de Hasan Bedreddin adlı oğul bıraktı ama bu çocuk bir gün birdenbire kayboldu. Bir daha ondan söz edildiğini duymadık. Ama, burada, Basra'da, hâlâ, Nureddin'den önceki vezirimin kızı, kardeşin Nureddin'in karısı olan annesi yaşıyor" diye eklemiş. Bu haberi alan Şemseddin sevincin doruğuna çıkmış ve "Şahım! Yengemi görmek isterdim!" demiş, şah da ona gerekli izni vermiş.

Şemseddin adres ve doğrultusunu öğrendikten sonra, hemen rahmetli kardeşi Nureddin'in evine koşmuş;,yolda, onu son bir kez kucaklamadan, kendisinden uzakta ölen kardeşi Nureddin'i düşü­nerek oraya ulaşmakta gecikmemiş. Ağlamış ve şu dizeleri kendi kendine okumuş: Oh! Geçmiş gecelerimin konutuna dönüyorum! Yöresindeki duvarları öpüyorum! Ama yüreğimin özünde beni yaralayan bu duvarları değil, konutta oturana duyduğum aşktır!

Sonra büyük bir kapıdan, oltasında evin bulunduğu büyük bir avluya girmiş. Evin kapısı, her türlü renkten mermerlerle canlandı­rılmış kemerli, granitten yapılmış bir harikaymış. Bu kapının dibinde, görkemli bir mermer üstünde, kardeşi Nureddin'in altın harflerle kazınmış adım bulmuş. O zaman eğilip bu ismi öpmüş ve çok heyecanlanarak ağlamış ve şu dizeleri okumuş. Her gün, sabahleyin, doğan güneşe senden haber soruyorum. Ve de her gece çakan şimşeğe! Uyursam eğer, uyumakta olduğum halde, arzu, arzunun dikeni, arzunun ağırlığı, arzunun bıçkısı içime işliyor! Ve asla dertlerimi haykırmıyorum! Ey tatlı dostum, artık daha fazla katı yokluğun sinesinde uzaklaşma! Yüreğim parça parça, yokluğun acısıyla kesik ve kopuk! Hangi hayırlı gün, hangi eşsiz gün, bizi sonunda birleştiren gün kadar hayırlı ve eşsiz olabilir? Ama, yokluğunun ruhumu bir başka aşkla doldurduğunu hiç düşünme! Çünkü yüreğim, ikinci bir sevgiyi alacak kadar geniş değil!

Sonra eve girmiş, tüm daireleri geçerek Basralı Hasan Bedreddin'in anası, yengesi hatunun oturmasına ayrılmış odaya gelinceye kadar yürümüş. Oğlu Hasan'ın kaybolmasından sonra kadın gece gündüz ağlayıp hıçkırmak için bu odaya kapanmış ve odanın ortasına, uzun zamandır öldü bildiği oğlu için zavallı çocuğunun mezarını temsil edercesine küçük bir türbe yaptırmış, tüm zamanını gözyaşlan içinde, orada geçiriyor ve dertten çökmüş, uyumak için yine oraya başını dayıyormuş. Şemseddin, odanın kapısına iyice yaklaştığı zaman, yengesinin sesini duymuş, bu acılı ses şu dizeleri okuyormuş: Ey mezar! Tanrı aşkına söyle bana! Dostumun güzelliği, çekiciliği silindi mi? Güzelliğinin parlak temaşası, ebediyen soldu mu? Ey mezar! Kuşkusuz sende, ne zevk bahçeleri, ne yücelmiş gökkubbesi var! Ama, söyle bana! Nasıl oluyor da, içinde, ayın ışıldadığını ve dalın çiçeklendiğini görüyorum?..

Bunu duyan vezir Şemseddin içeri girmiş;,en yüce saygılar sunarak yengesini selamlamış ve ona kocası Nureddin'in kardeşi olduğunu söylemiş. Sonra da ona tüm öyküyü ve oğlu Hasan'ın bir gece kızı Sitt-ül Hüsn ile yattığını, ertesi gün ortadan kaybolduğunu ve sonunda Sitt-ül Hüsn'ün hamile kalıp Acip'i doğurduğunu... Sonra da, "Acip benimle birlikte geldi. Oğlunun kızımdan olma oğlu olduğuna göre, senin de torunundur" diye eklemiş. O ana kadar dünya işlerine başını çevirmiş ve büyük bir mateme bürünmüş olan dul kadın, oğlunun yaşamakta olduğunu anlayınca heyecanlı bir şekilde ayağa kalkıp onu kucaklayarak ayaklarına atılmış ve onun onuruna şu iki dizeyi okumuş: Bana gelerek bu mutlu haberi duyurandan Allah razı olsun! Ne muradı varsa versin! Çünkü bana en mutlu, duyulanların en iyisi bir haber verdi! Eğer kabul edip yeter bulacağı bir hediye vermek gerekirse; ona ayrılıklarla parçalanmış bir yürek vereceğim!

Ve vezir, hemen gidip Acip'i getirmeleri için adam göndermiş, çocuk hemen getirilmiş. Bunu gören büyükanne ağlayarak Acip'in boynuna sarılmış. Ve Şemseddin ona, "Ey anne, gerçekte bu an hiç de gözyaşı dökülecek an değildir, bizimle birlikte Mısır'a gelmek için hazırlıklar yapma zamanıdır. Ve inşallah, yeğenim Hasan da yakında bizimle birlikte olacaktır!" demiş. Acip'i büyükannesi de, "işittik ve itaat ettik" demiş. Ve hemen o anda ayağa kalkmış, gerekli tüm eşyasını ve yiyecek olarak tedarikini yapıp tüm hizmetkarlarını bir araya getirerek hemencecik yolculuğa hazır bulunduğunu göstermiş. Bunun üzerine vezir Şemseddin, Basra Sultanı'nın huzuruna çı­karak veda etmiş. Sultan da ona, kendisi için ve Mısır Sultanı için hediye ve armağanlar vermiş. Bunu izleyerek Şemseddin, iki kadın ve Acip, maiyetleriyle birlikte yola koyulmuşlar. Yeniden Şam'a ulaşıncaya kadar kesintiye uğratmadan yolları­na devam etmişler.

Orada, Kanun Meydanı'nda durmuşlar ve çadırlarını kurmuşlar. Ve vezir, "Burda, Şam'da, bir hafta kalarak Mı­sır Sultanına sunulacak uygun hediye ve armağanlar alacağız" demiş. Böylece, vezir, mallarını sunmak üzere çadırlarını ziyaret eden zengin tacirlerle meşgul olurken, Acip haremağasına, "Baba Sait, ben gidip biraz eğlenmek istiyorum. Haydi Şam çarşılarına gidelim! Ne var, ne yok, bakalım! Ve de tatlılarını yediğimiz, bize gösterdiği misafirperverliğini öveceğimize taşla kafasını yardığımız tatlıcının durumunu da öğrenelim! Gerçekten, ona iyilik yerine kötülük yaptık!" demiş. Haremağası da, "İşittik ve itaat ettik!" yanıtını vermiş. Bunun üzerine Âcip ile haremağası çadırdan çıkmışlar çünkü Âcip, bilinçsizce duyduğu bir evlat sevgisinin ortaya çıkardığı kör bir itişin etkisinde bulunuyormuş. Kente varınca, tatlıcı dükkanına ulaşıncaya kadar çarşılarda durmadan yürümüşler. Tam da Beni Ümmiye Camii'nde Müslümanlar toplanıp ikindi namazım kılacakları saatmiş. O sırada, Hasan Bedreddin, dükkanında daha önceki aynı nefis tatlıyı, soyulmuş bademli, nar taneli, şekerli ve kokulu tatlıyı hazırlamakta imiş! Âcip tatlıcıyı gözden geçirmiş ve attığı taşın alnında bıraktığı izi görmüş.

Bunu görünce de yüreği daha fazla üzülmüş ve "Selamünaleyküm ey tatlıcı! Buralara senden haber almaya geldim. Beni tanımadın mı?" demiş. Hasan onu görür görmez içinin ezildiğim, yüreğinin düzensiz vuruşlarla çarptığım, yere düşecek gibi başının döndüğünü ve bir sözcük bile söyleyemeyecek kadar dilinin damağına yapıştığım hissetmiş. Sonunda başını çocuğa doğru kaldırmış ve tüm alçakgönüllülüğüyle, ona şu dizeleri okumuş: Sevgilime sitemler etmek kararındaydım ama onu sadece görmekle vazgeçtim ve ne dilime ne de gözlerime hakim olabildim! Sustum gururlu ve ezici görünümü karşısında gözlerimi eğdim, duyduklarımı belli etmemek için değişik görünmeye çalıştım ama başarı sağlayamadım. Oturup sayfalar dolusu sitemler yazdım fakat,yanına ulaşınca, bir tek sözcüğünü bile okuyamadım.

"Ey efendilerim, sırf alçakgönüllülük göstererek buyrun girin! Ve hazırladığım tatlıyı tadın! Çünkü vallahi! Ey genç çocuk, geçen defa seni görür görmez yüreğim sana bağlanmıştı! Seni izledi­ğimden dolayı çok pişman olmuştum, yaptığım gerçekten delilikti!" diye eklemiş. Fakat Acip onu "Vallahi! Sen çok tehlikeli bir dostsun! Yedirdiğin bir parça tatlı yüzünden bizi tehlikeye soktun! Oysa şimdi, bizim ardımızdan gelip bizi izlemeyeceğine yemin vermedikçe dükkanına girmeyecek ve hiçbir şey yemeyeceğiz. Yoksa bir daha buraya gelmeyiz. Çünkü bil ki burada, Şam'da tam bir hafta kalacağız. Bu sırada büyükbabam, sultan için hediyeler satın alabilecek!" diye yanıt vermiş. Bunu duyan Bedreddin, "İkinizin önünde işte yemin ediyorum!" diye haykırmış. Bunun üzerine Âcip ile haremağası dükkana girmişler ve Bedreddin onlara hemen bir kase dolusu özel tatlısı, şekerli, bademli ve kokulu nar tanesini sunmuş. Ve Acip ona "Gel sen de bizimle ye! Allah da bu yoldan, bizi araştırmalarımızda başarılı kılar!" demiş. Hasan buna çok sevinmiş ve karşılarına oturmuş. Fakat, tüm bu sürede, Âcip'i seyretmekten kendini alamamış ve öylesine olağandışı ve ısrarlı bir ilgiyle bunu yapmış ki, Acip sıkılmış ve ona, Yarabbi! Sen ey iyi yürekli kişi! Ne kadar cansıkıcı ve ısrarlı bir sevgi gösterisinde bulunuyorsun! Sana daha önce de sitemlerde bulunmuştum. Beni böylesine süzmekten ve gözlerinle yüzüme yiyecek gibi bakmaktan vazgeç!" demiş.

Bu sözleri duyan Bedreddin, şu dizelerle yanıt vermiş: Senin için yüreğimin derinliklerinde açıklayamadığım bir giz var; benliğimde sakladığım bir düşünce ki asla sözcüklerle anlatılamaz! Sen ki! Güzelliğiyle mağrur parlak mehtabı, şaşkınlıktan örtünmeye zorlarsın! Senin aydın yüzün, sabahı utandırır, şafağa baş eğdirir! Sana sözsüz bir tapınmayla; sana, ey Tanrı sevgilisi, çoğalıp güzeli eşen arzular ve ölümsüz, benzersiz duygularla bağlıyım! Ve şimdi, yanarak tümden eriyorum! Yüzün, benim cennetimdir! Kuşkusuz! Ateşli susuzluğumdan öleceğim! Oysa sen, dudaklarınla susuzluğumu giderebilir ve onların balıyla ruhumu tazeleyebilirsin! Bu dizeleri okuduktan sonra, aynı güzellikte başkalarını da okumuş ama bir bakıma, bunlar haremağasına da seslenen dizelermiş. Böylece, bir saat süreyle, kimi zaman Acip'in, kimi zaman da haremağasının onuruna dizeler okumayı sürdürmüş.

Bundan sonra, tüm olarak doyduklarından, Hasan, ellerini yıkamaları için gerekli her şeyi önlerine getirmiş. Bu maksatla, bakırdan yapılmış benzersiz bir ibrikle ellerine kokulu sular dökmüş, kemerine takılı bulunan renkli ipekten bir havluyla ellerini kurulamış. Sonra da ellerine, dükkanın en üstteki raflarında bulunan ve önemli durumlarda kullanılmak üzere itinayla sakladığı gümüş bir gülabdandan gülsuyu serpmiş ve bu kadarla da kalmamış, bir an için dükkandan çı­karak elinde iki testi misk ve gülsuyuyla yapılmış şerbet getirerek, her birine birer testi sunmuş ve onlara "Bakın! Kendi isteğinizce buradan içebilirsiniz!" demiş. Bunun üzerine Âcip testiyi alıp şerbeti içmiş sonra bunu haremağasına geçirmiş o da içip yeniden Âcip'e vermiş, Âcip yeniden içtikten sonra testiyi bir kez daha haremağasına vermiş. Bu, böylece karınları şişip ömürlerinde hiç olmadığı kadar doyuncaya değin, böylece devam etmiş. Bundan sonra, tatlıcıya teşekkür edip çadırlara akşam olmadan yetişmek üzere oradan ayrılmışlar.

Çadırlara gelince, Âcip, büyükannesinin ve annesi Sitt-ül Hüsn'ün ellerini öpmek üzere aceleyle yanlarına girmiş, büyükannesi onu öpmüş ve bunu yaparken oğlu Bedreddin'i hatırlamış derin derin iç çekip pek çok ağlamış. Sonra da şu dizeleri okumuş: Ayrılanların bir gün birleşebileceklerinden tüm ümidimi kessem, ayrılışından sonra yaşama arzumu yitirirdim! Oysa ben kalbime senin aşkından başkasını sokmamaya yemin etmişim. Ve Yüce Tanrı yeminimin tanığıdır ve tüm sırları bilir! Sonra Âcip'e "Çocuğum, gezmek için nerelere gittin?" diye sormuş. Âcip, "Şam sokaklarına" diye yanıt vermiş. Kadın, "Öyleyse şimdi iyice acıkmışsındır!" demiş ve yerinden kalkarak nar tanesi karışımı ünlü tatlıdan bir porselen kaseye koyarak getirmiş. Bu benzersiz lezzetteki tatlı, onun ustalıkla yaptığı ve oğlu Bedreddin'e, daha çocukken, Basra'da öğrettiğinin aynısı imiş. Köleye de "Efendin Acip ile birlikte sen de yiyebilirsin!" demiş.

Fakat haremağası yüzünü buruşturup kendi kendine, "Vallahi! Hiç isteğim yok! Bir lokma bile yiyemem!" demiş. Yine de Acip'in yanına oturmuş. Acip'e gelince onun da, tatlıcıda yiyip içtiği şeylerden karnı çok tokmuş. Yine de bir lokma alıp tatmış. Ama çok doygun olduğundan lokmayı yutamamış. Bir de, bunun şekerinin biraz noksan olduğunu fark etmiş. Aslında bu doğru değilmiş çok doygun olduğundan ona böyle geliyormuş. O da, yüzünü buruşturarak büyükannesine "Bu tatlı pek iyi olmamış, büyükanne!" deyi vermiş.

Bunu duyan büyükannesi, hiddetten boğulur gibi olmuş ve 'Nasıl, çocuğum, benim hazırladığım şeyin iyi olmadığını söylemeye mi yelleniyorsun? Bilmiyormusun ki, bütün dünyada, baban Hasan Bedreddin'in dışında, kimse benim yaptığım yemekler, hamur işleri ve tatlılardan iyisini yapamaz. Hasan Bedreddin de zaten benden öğ­renmiştir!" diye haykırmış. Fakat Acip "Vallahi, büyükanne! Senin hazırladığın tatlı tam kıvamını bulmamış. Sanırım şekeri biraz noksan! Ama mesele bu değil. Sen bilmiyorsun! Sana itiraf edeyim, ama annem ile büyükbabama söyleme! Çarşıda, bize aynı tatlıdan sunan bir tatlıcıyla tanıştık. Ama... tatlısının daha kokusunu duymakla in­sanın yüreği ferahlıyordu. Tadına gelince, öylesine lezzetli idi ki, hazımsızlık çeken birinin bile iştahını kabartırdı! Hazırlanışına gelince, gerçekte ve hiçbir şekilde ne yakın ne de uzaktan bir diğerininkiyle kıyaslanabilir, büyükanne!" demiş. Bu sözleri duyunca kadın, çok sinirlenmiş ve haremağasına bir göz atıp ona... Fakat anlatısının tam burasında, Şehrazat, sabahın yaklaştığını görmüş ve yavaşça, öyküsünü kesmiş.

Bunun üzerine kızkardeşi Dünyazat, ona' "Ablacığım, sözlerin ne kadar tatlı ve hoş! Bu öykün de zevkli ve büyüleyici!" demiş. Ve Şehrazat, ona gülüp "Evet, kardeşim ama bunun, eğer Allah'in yardımı ve şahın himayesiyle hayatta kalırsam, bu gece ikinize anlatacağım öykünün yanında sözü mü olur?" demiş. Ve şah, içinden, 'Vallahi! Aslında olağanüstü ve şaşırtıcı olan öykünün sonunu işitmeden onu asla öldürmeyeceğim!" demiş.

Sonra Şah Şehriyar ve Şehrazat, ikisi de, gecenin geri kalan bö­ lümünü sabaha kadar birbirlerine sarılarak geçirmişler. Bundan sonra Şehriyar, çıkıp adalet dağıttığı salona geçmiş. Divan, vezirler, mabeyinciler, muhafızlar ve saray halkıyla dolmuş. Ve şah hükümler vermiş, memurlar tayin etmiş, kimi memurları da gö­revden almış, yönetmiş ve askıda kalan işleri tamamlamış ve böylece günün sonuna ulaşmış. Sonra divan dağılmış ve şah, saraya dönmüş. Ve gece gelince karısı ile her zaman yaptıklarını yapmış.

Ve Yirmi Dördüncü Gece

Genç Dünyazat ablası ile eniştesinin işleri bitince oturduğu halı­dan kalkıp Şehrazat'a: "Ablacığım, senden rica ediyorum, güzel Hasan Bedreddin ile amcası Şemseddin'in kızı olan karısının o çok hoş öyküsünü tamamla! Tam da şu sözlerde kalmıştın: 'Büyükanne, haremağası Sait'e bir göz atıp, ona... 'Acaba ne söylemisti? Lütfen!" demiş. Şehrazat, kardeşine gülümsemiş ve ona, "Evet, tabii! Tüm kalbimle ve en iyi niyetimle öyküyü tamamlayacağım ama Yüce Şahım izin verdikten sonra" demiş. Bunun üzerine, büyük bir arzuyla öykünün sonunu bekleyen şah, Şehraza'ta, "Konuşabilirsin!" demiş. Şehrazat da anlatmaya başlamış:

Ey bahtı güzel şahım, işittim ki, Âcip'in büyükannesi öfkelenerek uzaktan köleye bakmış ve ona, "Ne felaket! Bu çocuğu baştan çı­karan sen misin? Nasıl oluyorda, sıradan aşçıların, tatlıcıların dükkanına onu sokmaya cesaret ediyorsun?" demiş. Acip'in büyükannesinin bu sözlerini duyan haremağası çok korkmuş ve hemencecik inkar yoluna gitmiş ve "Biz dükkâna asla girmedik sadece önünden geçtik!" diye haykırmış. Ama inatçı Âcip, "Vallahi! Pekâlâ dükkana girdik ve tatlı da yedik!" diye haykırmış. Ve de haincesine "Ve sana da tekrarlıyorum büyükanne, yediğimiz şey senin burada bize yedirdiğinden daha iyiydi!" diye eklemiş. Bunun üzerine büyükanne daha çok kızmış ve homurdanarak kayınbiraderine "karayüzlü haremağasının müthiş suçunu bildirmeye gitmiş. Ve veziri köleye karşı öylesine tahrik etmiş ki, doğası bakımından zaten çok hiddetli olan ve durup dururken herkese ba­ğırıp çağıran Şemseddin, yengesiyle birlikte Âcip ile haremağasımn bulunduğu çadıra ulaşmak için derhal yerinden fırlamış. Ve de "Sait! Acip ile birlikte bir tatlıcının dükkanına girdin mi, girmedin mi?" diye haykırmış. Ve dehşete düşen haremağası, "Biz hiç oraya girmedik!" diye yanıt vermiş. Fakat muzip Âcip, "Girdik işte! Girdik oraya! Ve de yediğimiz şeye gelince... Ha! Büyükanne!.. O kadar güzeldi ki, şuraya gelinceye kadar tıkındık! Sonra da içine kar doğranmış lezzetli bir şerbet içtik! Allahım! Ne kadar güzeldi! Ve yi­ğit tatlıcı, büyükannem gibi şekeri eksik koymamıştı!" demiş. Bunu duyunca, vezirin köleye karşı hiddeti iki kat olup aynı soruyu yeniden yöneltmiş fakat haremağası inkâr etmeyi sürdürmüş.

Bunun Üzerine vezir ona, "Sait! Sen bir yalancısın! Ve kuşkusuz doğruyu söyleyen bu çocuğu yalanlamak küstahlığında bulunuyorsun! Bununla birlikte, yengemin hazırladığı şu tatlıyı olduğu gibi yiyebilirsen, sana inanmaya razıyım! Bu bana senin aç olduğunu kanıtlayacak!" demiş. Bunun üzerine Sait, Bedreddin'in dükkânında gırtlağına kadar doymuşken, bu öneriye boyun eğmek zorunda kalmış ve nar tatlısı­nı yemeye niyetlenmiş ama daha ilk lokmada durmak zorunda kalmış çünkü gırtlağına kadar doluymuş. Ve aldığı lokmayı hemen dışarı çıkarmış. Ama, bir gün önce öteki kölelerle pek çok yemek yediğinden mide fesadına uğradığım söylemekte gecikmemiş. Fakat vezir, hemencecik haremağasının aynı gün tatlıcıya girdiğim anlamış. Öteki kölelerle onu yere yatırıp tüm gücüyle kamçılamış. Bunun üzerine haremağası, darbelerden kurtulmak için kurnazca özür dilemiş ve haykırarak, "Efendim, dün bir hazımsızlığa uğradım!" demeye devam etmiş. Vezir, kamçılamaktan yorgun düştüğü için durmuş ve Sait'e "Haydi bakalım! Gerçeği itiraf et!" demiş. Bunun üzerine haremağası karar vermiş ve "Peki efendim, Âcip'in söylediği doğru! Çarşıda bir tatlıcıya girdik! Getirdiği tatlı öylesine nefisti ki, hayatımda böylesine güzel bir şey yememiştim! Ama şimdi yedi­ğim şu tiksinti verici ve berbat tatlıyı tatmış olmak ne felaket! Yarabbi, ne kadar kötüydü!" demiş.

Bunu duyan vezir çok gülmüş ama büyükanne artık hiddetini tutamamış ve en ince yerinden yaralanmış gibi, "Ah, yalancı! Senin tatlıcından hemen bir kase tatlı getirmeni istiyorum. Söylediklerinin hayal mahsulü olduğu anlaşılacak! Evet, sana gidip aynı tatlıdan bir kase daha getirmene izin veriyorum. Getirdiğin vakit bu bize benim yaptığım ile onunki arasında kıyaslama yapma olanağını verecek! Kayınbiraderim yargıçlık yapacak!" diye haykırmış. Ve haremağası, "Evet, kesinlikle!" diye yanıt vermiş. Bunun üzerine büyük anne ona yarım dinar para ile boş bir porselen kase vermiş ve çarşı­ya yollamış. Haremağası, bunun üzerine yola çıkmış ve dükkana ulaşınca tatlıcıya "İşte! Senin hazırladığın nar tatlısı ile evde hazırlanan arasında bir iddiaya girmiş bulunuyoruz. Bana bu tatlıdan yarım dinarlık tart! Aman ha, iyi hazırla ve tüm sanatını göster! Yoksa şimdiki gibi, bir temiz dayak daha yerim! Seni temin ederim ki, hâlâ çok bitkinim!' demiş.

Bunu duyan Hasan Bedreddin gülmeye başlamış ve "Korkma! Şimdi hazırlayacağım tatlının eşini yapabilecek dünyada, annem hariç kimse yoktur. Annemse şimdi uzak bir ülkededir!" demiş. Sonra Bedreddin, kölenin getirdiği porselen kabı büyük bir dikkatle doldurmuş ve hazırladığı tatlıyı misk ve gülsuyu serperek tamamlamış. Ve haremağası kabı alarak çabucak çadıra doğru yol almış. Bunun üzerine Acip'in büyükannesi kabı almış ve hemencecik tadının derecesini anlamak üzere tatmış. Fakat daha dudağına değ­dirir değdirmez büyük bir çığlık kopararak arka üstü düşmüş. Oğ­lu Hasan'ın elinin marifetini anlayıvermiş.

Bunu gören vezir ve orada bulunanlar, şaşırıp kalmışlar ve bü­yükannenin yüzüne telaşla gülsuları serpmişler ancak kadın bir saat baygın yattıktan sonra kendine gelebilmiş. Ve "Bu nar tatlısını yapan oğlum Hasan Bedreddin'den başkası olamaz! Bundan hiç kuşkum yok! Çünkü onu bu şekilde hazırlayan benden başkası yoktur, ben de sadece Hasan'a öğretmiştim" demiş. Bu sözleri duyan vezir sevincin ve yeğenini görmek için sabırsızlığın doruğuna ulaşmış ve "Tanrı sonunda birleşmemize izin verdi!" diye haykırmış. Ve hemen hizmetçilerini çağırıp bir tertip düşünerek, onlara, "İçinizden yirmi kişi doğruca çarşıda Hasan-ül Basravi olarak tanınan tatlıcı Hasan'in dükkanına gitsin! Ve dükkanını baş­tan aşağı yıksın! Tatlıcıya gelince, kolları sarığının tülbendiyle bağ­lansın! Ve zorla buraya, yanıma getirilsin! Ama en küçük bir zarar verilmeden! Haydi gidin bakalım!" demiş. Bunun üzerine vezir hemen ata binmiş. Mısır Sultanı'nın yazdı­ğı fermanı yanına alarak Dar-üsselam'a, efendisi Mısır Sultanının Şam'daki temsilcisi olan valinin yanına gitmiş. Dar-üsselam'a ula­şınca vezir, valiye sultanın fermanını vermiş. Vali fermanı hemen alıp eğilerek saygıyla öpmüş ve hürmet alameti olarak başına götürmüş. Sonra vezire dönerek, "Emredin! Kimin tutuklanmasını istiyorsunuz?" diye sormuş. Vezir, "Sadece çarşıdaki bir tatlıcının!" diye yanıt vermiş. Vali de, "Bundan kolay şey yok!" demiş ve güvenlikle görevli adamlarına gidip vezirin adamlarına yardım etmelerini emretmiş. Vezir, bunun üzerine validen izin almış ve çadırlarına dönmüş.

Hasan Bedreddin'e gelince sopalar, baltalar ve kazmalarla silahlı bir kalabalığın dükkanına geldiklerini ve istila ettiklerini ve her şeyi parçalayıp tüm hamur işlerini yerlere dökerek dükkanı imha etmeye başladıklarını görmüş sonra bu kalabalık şaşkın Hasan'ı yakalayıp onu bir tek sözcük söylemeye vakit bırakmadan sangının tülbendiyle sımsıkı bağlamışlar. Ve şaşkın Hasan, kendi kendine " Allahım! Bütün bunlar galiba nar tatlısı yüzünden başıma geldi! Kim bilir, içinde ne buldular!" diye düşünmüş. Sonunda Hasan'ı, konakladığı yerde vezirin karşısına çıkarmışlar. Hasan Bedreddin çok ağlamış ve de "Efendim, ben ne suç işledim size karşı?" diye sormuş. Vezir de ona, "Bu nar tatlısını sen hazırladın, değil mi?" diye sormuş. Bedreddin, "Evet, efendim! Acaba bu tatlının içinde, kafamın kesilmesini gerektirecek bir şey mi buldunuz?" diye yanıt vermiş. Vezir de sert bir şekilde, "Kafanın kesilmesi mi? Ama bu, çok hafif bir ceza olurdu. Daha kötüsü de olabilir! Hele bekle, bakalım!" diye yanıt vermiş.

Aslında, vezir, iki kadından kendisine bildiği gibi hareket olanağı tanımalarını istemişmiş ve de araştırmalarının sonucundan sadece Kahire'ye ulaştıklarında bilgi verecekmiş. Genç kölelerini yanına çağırarak, onlara, "Bizim devecilerden birini buraya çağırın! Ve bir de tahtadan sandık getirin!" emrini vermiş. Köleler emre hemen uymuşlar. Daha sonra, vezirin emri üzerine, şaşkın Hasan'ı tutup sandığın içine sokmuşlar ve kapağını özenle kapatmışlar. Sonra sandığı deveye yüklemişler ve çadırları söküp yola koyulmuşlar. Gece oluncaya kadar yol alınmış. Bir şeyler yemek için bir yerde durulmuş; Hasan'ı da bir an için sandıktan çıkarmışlar ona da yiyecek bir şeyler vermişler, sonra yeniden sandığa sokmuşlar ve yola devam etmişler. Zaman zaman duruluyor, Hasan'ı yeni bir soruş­turma için tekrar kapamak üzere, dışarı çıkarıyorlarmış. Vezir her seferinde soruyormuş "Nar tatlısını hazırlayan sendin, değil mi?" diye... Ve şaşkın Hasan, "Evet, efendim!" diye yanıt veriyor vezir de, "Bağlayın şu adamı ve yine sandığa koyun!" diye haykırıyormuş. Kahire'ye gelinceye dek, yolculuğa bu şekilde devam edilmiş. Ama kente girmeden önce Zeydaniyye mahallesinde durulmuş ve vezir Hasan'ı yeniden sandıktan çıkartmış ve önüne getirtmiş. Ve de "Bana bir marangoz getirin!" demiş. Marangoz gelince vezir ona, "Bu adamın enine boyuna ölçüsünü al! Ve hemen boyuna uygun bir darağacı hazırla! Ve bu darağacını iki mandanın çektiği bir arabaya iyice tespit et!" demiş.

Hasan korkarak, "Efendim, bana ne yapacaksınız?" diye sormuş. Vezir de, "Seni direğe çivileyeceğim, tüm halk görsün diye, bu şekilde kente sokacağım!" demiş. Hasan, "Ama böylesine bir cezayı hak etmek için ne suç işledim ben?" diye haykırmış. Bunun üzerine Vezir Şemseddin, ona, "Nar tatlısını hazırlarken gösterdiğin ihmal için! Ne yeterince baharat koymuş ne de yeterince koku eklemişsin!" demiş. Bu sözleri duyan Hasan Bedreddin, yanaklarına vurmuş ve "Ya Allah! Benim suçum bu, öyle mi? Yani bunun için mi, beni bu yol işkencesiyle cezalandırdın? Ve de ancak günde bir kez yiyecek verdin? Şimdi de darağacına çivilemek istiyorsun!" diye haykırmış. Vezirde ciddi ciddi, tabii ya, yeterince baharat koymadığından! Elbette!" demiş.

Bunu duyan Hasan Bedreddin, şaşkınlığın doruğuna ulaşmış ve ellerini göğe kaldırıp derin derin düşünmeye başlamış! Vezir ona, "Ne düşünüyorsun?" diye sormuş. O da, "Pek önemli değil! Sadece en büyükleri olduğunda kuş­ku bulunmayan budalaları! Çünkü, sen budalaların birincisi olmasaydın, bir nar tatlısında bir tutam baharat noksan diye bana böyle davranmazdın!" demiş. Vezir de ona, "Sana bir daha bu suçu işlememeyi öğretmek gerekiyordu. Bunun başka yolu yoktu ki!" demiş. Hasan Bedreddin de ona, "Ne olursa olsun, senin bana karşı davranışın çok daha büyük bir suçtur. Ve de sen, ilkin kendini cezalandırmalısın!" demiş. Bunu duyan vezir, ona, "Söylenecek başka şey yok, seni daracağı paklar!" diye yanıt vermiş. Bu konuşma sırasında, marangoz, onların yanında, ceza ağacını yontmayı sürdürüyor ve zaman zaman da Hasan'a kaçak bir bakış fırlatıyor sanki ona "Suçsuzmuş gibi davranıyorsun, ha?"' demek istiyormuş. Hal böyleyken gece bastırmış. Bunun üzerine Hasan'ı yeniden yakalayıp sandığa koymuşlar. Ve vezir ona, "Yarın asılacaksın!" diye haykırmış. Sonra da Hasan'ın sandıkta uyumasına kadar, birkaç saat beklemiş. Sonra sandığı deve sırtına yükletmiş ve hareket emri vermiş. Kahire'deki eve ulaşıncaya kadar böylece yol alınmış. Ve ancak o zaman vezir, kızına ve yengesine durumu açıklamak istemiş. Ve gerçekten kızı Sitt-ül Hüsn'e,"Kızım, Tanrı'ya şü­kürler olsun ki, sonunda yeğenin Hasan Bedreddin'in bulunmasına izin verdi! Kendisi burada! Ayağa kalk, kızım! Evin halı ve mobilyalarını yerli yerine koymaya ve gerdek odasını kesinlikle düğün gecesindeki haline sokmaya büyük dikkat göster!" demiş.

Ve Sitt-ül Hüsn, her ne kadar mutluluk ve heyecanın doruğunda olsa da, hizmetçilere gerekli emirleri vermiş, onlar da hemen kalkıp işe koyulmuş ve meşaleleri yakmışlar. Vezir de onlara, "Size hatırlamanız için yardım edeyim!" demiş. Ve dolabını açmış, mobilyaların ve di­ğer tüm eşyaların isimlerini ve bunların odadaki yerlerini belirledi­ği listeyi çıkarmış ve bu listeyi onlara ağır ağır okumuş ve her şeyin ilk önceki yerine gereğince yerleştirilmesine göz kulak olmuş. Her şey o kadar güzel düzenlenmiş ki, en dikkatli bir gözlemci bile Sitt-ül Hüsn ile kambur seyisin düğün gecesindeki görüntünün aynı olduğuna inanmazlık edemezmiş. Bunun izleyerek vezir kendi elleriyle Hasan Bedreddin'in giysilerini yerli yerine koymuş, sarığını iskemle üstüne, içdonunu dağı­nık yatağın üzerine, kuşağını ve latasını divan üzerine ve bunların altına Yahudinin mektubu ile içinde bin altın olan keseyi. Ve de balmumuyla işlem görmüş beze sarılı mektubu da külah ile sarığın kumaşı arasına dikmeyi de ihmal etmemiş.

Sonra da kızına, tıpkı düğün gecesindeki gibi giyinmesini, gerdek odasına girmesini yeğeni ve kocası olan Hasan Bedreddini kabule hazırlanmasını ve içeri girdiği zaman, ona, "Oh! Apteshanede ne kadar çok kaldın! Allah aşkına! Eğer rahatsızsan, niye bana söylemiyorsun? Ben senin malın ve kölen değil miyim?" demesini, her ne kadar Sitt-ül Hüsn bu tavsiyeye ihtiyaç duymasa da, ona, yeğenine karşı çok nazik davranmasını ve şairlerin sözleri ve güzel dizelerini zikretmeyi de unutmamasını öğütlemiş. Sonra vezir, bu mutlu günün tarihini tespit etmiş. Ve Hasan'ın sımsıkı bağlı olarak içine yerleştirildiği sandığın bulunduğu odaya doğru yönelmiş. Uyumaktayken onu sandıktan çıkartmış, bağlı olan bacaklarını çözdürmüş ve sırtında sadece ince bir gömlek ve başında takkeyle, tıpkı düğün gecesindeki haliyle bırakmış. Bunu yaptıktan sonra, gerdek odasının kapılarını açtırmış ve Hasan'ı kendi başı­na uyanmak üzere burada bırakarak aceleyle oradan ayrılmış. Ve Hasan Bedreddin hemencecik ayılmış ve bu olağanüstü aydınlanmış ve kendisine pek yabancı gelmeyen koridorda adeta çıplak olarak bulunmasına şaşıp kalmış ve kendi kendine, "Dikkat et, Bütün bu işlemler dolayısıyla uykudan uyanması gereken Hassan Bedreddin son kez sandıktan çıkarıldığı sırada yemeğine bhank (bank) katılmış olmasından dolayı uyanmadığını vurgulamaktadır. En derin uykularda mısın sen; yoksa uyanık durumda mı?" diye sormuş.

İlk şaşkınlık anlarından sonra, ayağa kalkmış ve koridora açı­ lan kapılardan birine doğru yönelmiş. Ve birdenbire nefesi kesilmiş kendi onuruna, ama kamburun aleyhine düzenlenen o ünlü şenliğin yapıldığı salonu olduğu gibi hatırlamış ve dipte, gerdek odasına açık olan kapıdan girilince iskemle üzerinde sarığını, divan üzerinde de kumaş ve giysilerini görmüş. O zaman alnını ter bürümüş ve eliyle terini silmiş. Ve kendi kendine, "Lâ! Lâ! Uyanık mıyım ben, Uyuyor muyum? Yoksa delirdim mi?" demiş. Bununla birlikte yürümeye başlamış ama bir ayağı ileri gidiyorsa, öbürü geri geliyor ve ıslak alnındaki soğuk terleri boyna silerek, pek ilerlemeye cesaret edemiyormuş. En sonunda, "Ama, aman Allahım! Tamam oğlum! Bu rüya falan değil! Ve sen, haklısın, bir sandığa kolları, ayakları bağlı olarak kapatılmıştın! Yo, bu asla bir rüya değil!" diye haykırmış. Ve bunu söyleyerek gerdek odasının kapısına gelmiş ve tedbirli bir şekilde kafasını uzatarak içerisini gözetlemiş. Ve hemen, mavi ince ipekten cibinliğin içinde Sitt-ül Hüsn'ü "Sevgili kocacığım, apteshanede ne kadar çok kaldın! Haydi, çabuk gel, çabuk!" dediğini duymuş. Bu sözleri duyunca, zavallı Hasan, tıpkı haşhaş yutan ya da afyon tüttüren birisi gibi kahkahalar atmış ve uğuldar gibi, "Hue! Hî! Hu! Ne şaşırtıcı! Ne tutarsız bir rüya bu!" demiş. Sonra yılanlı bir yerde yürür gibi, sonsuz bir dikkatle, bir eliyle geceliğinin uçlarını kaldırarak ve bir kör ya da sarhoş gibi, öteki eliyle havayı yoklayarak yürümesini sürdürmüş.

Sonra, artık heyecan falan duymaksızın, halının üstüne oturmuş ve eliyle delice şaşkınlık işaretleri yaparak derin düşüncelere dalmış. Bununla birlikte orada hemen önünde, bıraktığı haldeki kuşağını, Basra işi sarığını, latasını ve altındaki keseyi görüyormuş. Ve yeniden Sitt-ül Hüsn, yatağın içinden ona "Senin neyin var sevgilim? Seni çok şaşkın ve biraz da titrek gibi görüyorum. Ah! Sen başlangıçta böyle değildin! Yoksa, Olur ya!" diyerek vesveseyle seslenmiş. Bunu duyan Bedreddin, hep oturduğu yerde ve alnı iki eli arasında, ağzını delice bir gülüşle açıp kapamaya başlamış, sonunda da, "Ha! Ha! Sen bana başlangıçta böyle olmadığımı söylüyorsun, öyle mi? Hangi başlangıçta? Ve hangi gece? Allah aşkına? Ama benim yokluğumda seneler, seneler geçti! Ha! Ha!" demiş. Bunun üzerine Sitt-ül Hüsn ona "Sevgilim, sakin ol! Ben sana kollarımda geçirdiğin, geceden söz ediyorum! Sevgilim! Sen de sadece hacetini görmek için apteshaneye gitmek üzere yanımdan ayrılmıştın. Ve orada bir saatten fazla kaldın! Ah! Görüyorum ki, rahatsızsın! öyleyse, gel de seni ısıtayım! Gel dostum, gel ciğer köşem, gel gözümün nuru!" demiş.

Fakat Bedreddin, bir deli gibi gülmeyi sürdürmüş ve sonra, "Belki sen gerçeği söylüyorsun! Bununla birlikte... Her halde aptehanede uyuyup kalmış ve orada, o berbat rüyayı görmüş olacağım!" demiş sonra da "Oh, evet! Çok berbat bir rüya! Düşün ki, ben Suriye'nin Şam kentinde, uzaklarda, bir aşçı ya da bir tatlıcı gibi bir şeymişim ve bu meslekte on yıl geçirmişim! Yine rüyamda kuşkusuz soylu bir genç çocuk ve bir haremağası gürdüm! Ve onlarla şu ve şu serüvenleri geçirdim..." diye eklemiş. Ve zavallı Hasan, terin alnını ıslattığını hissederek eliyle silmiş ama bunu yaparken eli alnındaki atılan taşın bıraktığı yara izine değmiş ve sıçrayarak, "Fakat hayır! İşte o çocuğun attığı taşın değdiği yerde kalan iz! Öyle şiddetle vurmuştu ki alnıma, unutulması mümkün değil!" demiş. Sonra bir an düşünüp, "Ama belki de hayır' Bu, gerçekten bir rüya olabilir!" demiş.

Sonra da, "Sana rüyamın sonunu da anlatayım! Bu Şam kentine, bir sabah, nasıl olduğunu bilmiyorum, sadece bir gecelik ve beyaz bir takkeyle ulaştım. Kamburun takkesiyle! Ve ora halkı!... Benden ne istediklerini pek bilmiyorum! Orada yiğit bir kişi olan bir tatlıcının mirasçısı oldum!.. Elbette!.. Bu bir rüya değildi! İçine yeterince baharat koymadığım bir nar tatlısı yapmıştım.. Ve peki! Haydi bakalım! Bütün bunlar rüya mıydı? Hiç gerçek payı yok mu?" demiş. Bunu duyan Sitt-ül Hüsn, "Sevgilim, gerçekten olağanüstü bir rüya görmüşsün! Lütfen tümünü bana anlat!" demiş. Ve Hasan Bedreddin, arada bir durup ah çekerek, Sitt-ül Hüsn'e rüya veya gerçek tüm öyküsünü baştan sona kadar anlatmış. Sonra da, "Ve de asılmaktan kurtuldum, şayet uyanmasaydım, asıldım gittiydi! Ya da o sandığın içinde terleyip duruyordum!" diye eklemiş. Ve Sitt-ül Hüsn ona "Ama seni neden asmak istesinler?" diye sorunca; "Nar tatlısının içine yeteri baharat koymadım diye! Evet! İki Nil mandasının çektiği bir arabaya tespit edilen o darağacı müthiş bir şeydi! Ama sonunda Allah'a şükür, bunların hepsi bir rüyaymış, yoksa baştan aşağı yıkılan tatlıcı dükkanımın yok oluşu, bana çok üzüntü verirdi!" diye yanıt vermiş.

Bunun üzerine Sitt-ül Hüsn, artık dayanamayarak yataktan fırlamış ve gelip Hasan Bedreddin'in boynuna atılmış, onu kucaklayarak ve öpüşlere boğarak bağrına basmış. Hasan ise kıpırdamaya korkuyormuş. Ve birdenbire, "Yok! Yok! Bütün bunlar bir rüya de­ğil! Allahım! Ben neredeyim? Gerçek nerede?" diye haykırmış, Ve zavallı Hasan, tatlılıkla Sitt-ül Hüsn'ün kollarında yatağa götürülerek, orada bitkin uzanmış ve ağır bir uykuya dalmış. Başucunda Sitt-ül Hüsn ona bakıyor ve uykusunda zaman zaman "Bu bir rüya!" zaman zaman da "Hayır! Gerçek bu!" diye mırıldandığını işitiyormuş. Sabahla birlikte Hasan Bedreddin'in ruhu yeniden sakinleş­miş, uyanarak kendini Sitt-ül Hüsn'ün kollarında bulmuş. Önünde de, yatağın ayak ucunda, ona selam veren amcası Vezir Şemseddin'i görmüş. Bedreddin, ona, "Benim dükkanımı harap ettikten sonra kollarımı bağlatan sen değil misin? Ve de bunlara neden olarak nar tatlısına bir parça fazla baharat koyduğumu söyleyen?.." demiş. Bunun üzerine Vezir Şemseddin, artık susmanın nedeni kalmadığını anlayarak ona "Yavrum, işte gerçek şu: Sen benim yeğenim, rahmetli karde­şim Basra Veziri Nureddin'in oğlu Hasan Bedreddin'sin! Ve ben, sana, belli kanıtlarla kimliğinden emin olmak ve düğün gecesinde kı­zımın yatağına girenin sen olduğuna kanaat getirmiş olmak için, bü­tün o denemelerle acı çektirdim. Senin kaybolmandan sonra gizlemiş olduğum kanıtları, ardında bıraktığın evi ve mobilyaları sonra sarığını, kuşağını, keseni ve özellikle kesenin içindeki makbuzu ve sangında saklı baban Nureddin'in talimatını içeren mektubu tanıyarak beni inandırdın! Beni herhalde bağışlarsın çocuğum! Çünkü Basra'da doğduğun için seni hiç görmediğimden, bu yolla seni tanı­maktan başka çarem yoktu.

Ah! Çocuğum bütün bunlar kardeşim olan baban ile amcan olan benim aramda, daha başlangıçta ortaya çı­kan, bir yanlış anlamadan doğdu" diyerek;vezir de ona tüm öyküyü anlatmış ve ona, "Çocuğum, Basra'dan getirdiğim annene gelince onu da, düğün gecesinin ürünü olan oğlun Acip'i de göreceksin!" demiş. Ve vezir onları bulmak için koşarak oradan ayrılmış. Ve ilk gelen Acip olmuş; bu kez aşık tatlıcıya duyduğu korkudan sıyrılmış, korkusuzca babasının boynuna atılmış. Bedreddin de, kıvanç içinde ona şu dizeleri okumuş: Senin gidişinden sonra, ağlamaya başladım, uzun uzun ağladım, Kirpiklerimden taştı gözyaşlarım! Dilekte bulundum Tanrı'dan, ayrılık acısıyla üzgün aşıkları birleştirsin diye! Dudaklarımda bir koz daha asla eski ayrılıktan dem vuran sözler olmasın diye! Mutluluk üzerime saldırıyor, bütün şiddetiyle! Öyle bir mutluluğa gömülüyorum ki, kendime karşın, gözlerimden yaşlar dökülüyor! Talih daima benim düşmanım olmaya yemin etmiş bir kez ve de dertlerime neden olmaya! Ve ben, ey Baht! ey Zaman! Senin yeminini kıracağım! Dine aykırı olsa da! Mutluluk vaadini tutuyor ve borçlarını ödüyor. Ye dostum bana geri geldi! Öyleyse, sen, sana mutluluğu getirene doğru ilerle! Ve ona hizmet etmek için giysinin uçlarını kaldır!

Bunları okumayı bitirir bitirmez Acip'in büyükannesi, Bedreddin'in de kendi annesi, hıçkırarak içeri girmiş ve nerdeyse sevinç­ten bayılırcasına oğlunun kollarına atılmış. Ve seller halinde gözyaşları döküldükten sonra, birbirlerine, karşılıklı olarak dertlerini ve acılarını ve tüm çektiklerini anlatmış­lar. Sonra da hepsi birden, sonunda sağ salim onları birbirine kavuşturan Tanrı'ya şükretmişler ve mutluluk içinde, tam bir saadeti tadarak ve sevinçlere gark olarak yaşamaya başlamışlar, uzun sü­ren ömürleri boyunca, hepsi ay ve yıldızlar kadar güzel pek çok çocuk sahibi olmuşlar.

Ve, ey bahtıgüzel şahım, demiş Şehrazat Şehriyar'a: Vezir Cafer-ül Barmaki'nin, Bağdat kentinde, Emir-ül Müminin Halife Harun Reşit'e anlattığı öykü işte böyle sonuçlanıyor. Evet! Vezir Şemseddin'in, kardeşi vezir Nureddin'in ve de Nureddin'in oğlu Hasan Bedreddin'in serüvenleri böyle işte. Halife Harun Reşit, öykü bitince, "Vallahi, bütün bu anlatılanlar çok şaşııtıcı ve hayranlık uyandırıcı!" demiş. Ve memnunluğu içinde, sadece Veziri Cafer'in kölesi Reyhan'ı bağışlamakla kalmamış; Üç Elmalar Öyküsündeki karısını kesen genci dost olarak kabul etmiş ve haksız yere kurban ettiği karısının kaybından duyduğu üzüntüyü avutmak için cariye olarak, haremindeki en güzel cariyelerden birini ona armağan etmiş.

Ona yüksek bir maaş ve de sofrasındaki sürekli dostu ve meclislerinin nedimi olarak gönül bağlamış. Sonra da sarayın katiplerine, bu olağanüstü öyküyü en güzel yazılarıyla kaleme almalarını; ve çocuklarının çocuklarına kalacak ve ders oluşturacak şekilde arşiv dolabında itinayla saklanmasını emretmiş, "Fakat" deyip ince ve ağırbaşlı Şehrazat, Hint ve Çin ülkelerinin hükümdarı Şehriyar'a seslenerek, sözünü sürdürmüş: "Ey bahtı gü­zel şahım, eğer yorulmadıysan sana anlatmak üzere sakladığım öykünün, bu öyküden daha hayranlık uyandırıcı olmadığından hiç korkma!" Şah Şehriyar da ona, "Nedir bu öykü?" diye sormuş. Şehrazat da, "Bu öykü, şimdiye kadar anlattıklarımdan çok daha hayranlık uyandırıcı!" diye yanıt vermiş. Şehriyar, "Peki, adı ne?" diye sorunca, yanıtlamış; "Bu, 'Terzi, Kambur, Yahudi, Hristiyan ve Bağdatlı Berber öyküsüdür" ve Şah Şehriyar, "Elbette, anlatabilirsin!" diye izin vermiş.

Vezir Nureddin, Kardeşi Vezir Şemseddin ve Hasan Bedreddin Öyküsü 1 - Binbir Gece Masalları


Masalın Adı : Vezir Nureddin, Kardeşi Vezir Şemseddin ve Hasan Bedreddin Öyküsü

Masalın Yazarı : Binbir Gece Masalları

Bunun üzerine Cafer-ül Barmaki söze başlamış.

Bil ki, ey Emir-ül Müminin! Mısır ülkesinde, bir zamanlar, dü­rüst ve hayırsever bir sultan varmış. Bu sultanın da fen ve edebiyata derinden aşina bilge bir veziri varmış ve bu vezir yaşı ilerlemiş bir ihtiyar imiş ama gökteki aya benzer iki oğlu varmış. Büyüğü­nün adı Şemseddin, küçüğünün adı Nureddin imiş ama, küçük olan Nureddin, aslında yakışıklı ve karakter sahibi olan Şemseddin'den de yakışıklı ve nitelikli imiş öylesine ki, Nureddin'in bütün dünyada bir eşi daha bulunamazmış.

Öyle hayranlık uyandırırmış ki, güzelliğinin ünü tüm ülkelerde duyulmuş ve birçok gezgin, uzak ülkelerden sırf onun üstünlüğünü görmek ve yüzünün güzelliğini seyretmek için Mısır'a gelirlermiş. Babaları vezir, Tanrı'nın takdiriyle ölmüş. Sultan bundan bü­yük bir üzüntü duymuş. Vezirin çocuklarını huzuruna çağırtmış, onları yanına yaklaştırmış ve her birine birer hilat giydirterek onlara, "Bu andan başlayarak, benim yanımda, babanızın görevlerini yürü­teceksiniz!" demiş.

Bunu duyunca çok sevinmişler ve Sultan'ın önünde eğilerek yeri öpmüşler. Sonra da bir ay süreyle babalarının cenaze merasimini yapmışlar ve bundan sonra, vezirlik görevlerini yürütmeye, başlamışlar ve her biri sırayla birer haftalık sürelerle görevi yürütmüşler. Ve Sultan geziye çıkınca, bu iki kardeşten birini yanına alırmış. Böylece, gecelerden bir gece, gezi için yola çıkacak Sultan'a yoldaşlık etme sırası Şemseddin'e gelmişken, ertesi gün iki kardeş oturup geceyi geçirmek üzere şuradan buradan konuşuyorlarmış. Konuşmanın akışı içinde, büyüğü küçüğüne, "Kardeşim, artık evlenme zamanımızın geldiğini düşündüğümü söylemek ihtiyacını duyuyorum ama ikimiz aynı gece evlenelim!" demiş.

Nureddin de, "Kardeşim, istediğin gibi davran! Her şeyde seninle uyuşurum!" demiş. Bu husus bir kez aralarında kararlaşınca, Şemseddin, Nureddin'e, "Allah'ın rızasıyla, iki genç kızla evlenip aynı gece gerdeğe girince, ikisinin de aynı gece hamile kalması ve -Allah takdir etmişse- aynı gün karının bir erkek çocuğu, benim karımın da bir kız çocuğu do­ğurması olasıdır, bize o zaman birbirinin yeğeni olan bu çocukları evlendirmek düşer!" demiş. Buna, Nureddin, "Kardeşim, bu durumda, kızın için mehir olarak oğlumun ne kadar ödemesini düşünüyorsun?" sorusunu yöneltmiş.

Şemseddin de, "Oğlundan kızımın nikah bedeli olarak üç bin altın dinar, üç meyve bahçesi ve Mısır'da en iyi durumda üç köy alırım. Doğrusu, kızımın değeri karşısında istediklerim pek o kadar fazla değil. Ve eğer, oğlun olan delikanlı, bu sözleşmeyi kabul etmek istemezse, aramızda hiçbir ilişki kurulamaz" demiş. Bu sözler üzerine Nureddin, "Bunu böyle düşünme! Gerçekte, oğlumdan istemeyi düşündüğün bu mehir de nedir? Unutma ki biz, iki kardeşiz ve iki veziriz.

Böyle bir istemde bulunacağına, kızı­nı oğluma armağan olarak sunmalısın, herhangi bir mehir istemeyi aklından geçirmeden... Sonra, bilmez misin ki, erkek, daima dişiden daha değerlidir! Oğlum da bir erkek olduğuna göre, mehir talep edeceğine, kızın çeyiz getirmelidir. Sen, tıpkı, malını satmak istemeyen tacirin, tereyağ fiyatını ikiye, dörde katlaması gibi bir hesap içindesin!" demiş.

Şemseddin, bunu duyunca, "Görüyorum ki, sen gerçekte oğlunun kızımdan daha soylu olduğunu düşünmektesin! Böyle ise, senin akıldan ve doğru düşünmeden ve de minnettarlıktan yana tüm olarak nasipsiz olduğun anlaşılıyor. Çünkü, vezirlikten söz ettiğin anda, yüksek görevler üstlenmeni sadece bana borç­lu olduğunu hatırlamalısın! Seni kendime yardımcı olarak aldımsa, bunun nedeni, sana acımamdandır ve de bana destek olman içindir. Ama, öyle olsun! Senin işine nasıl gelirse öyle konuş! Ama ben, sen böyle konuştuğun için, altınla tartsan bile, kızımı artık senin oğlunla evlendirmem!" demiş.

Bu sözler üzerine Nureddin çok kızmış ve "Ben de öyle! Artık oğlumu senin kızınla evlendirmek istemiyorum!" diye haykırmış. Şemseddin, "Evet! Bu iş burada biter! Ve şimdi, yarın Sultan ile birlikte buradan ayrılacağıma göre, sana sözlerinin ne denli uyumsuz olduğunu anlatacak zamanım olmayacak. Ama sonra, görürsün! Döndüğümde, Allah isterse, ne olacaksa olur!" demiş. Bunun üzerine Nureddin, olan bitenden son derece üzgün, uzaklaşmış, tüm üzgün düşüncelerini de uyutmak üzere, tek başına uyumaya gitmiş. Ertesi sabah, Sultan, Şemseddin'in yoldaşlığında gezisini yapmak üzere saraydan çıkıp Nil kıyısına doğru yol almış, oradan kayıkla Cize'ye ulaşacakmış, oradan da ehramların olduğu semte. Nureddin'e gelince, kardeşiyle yaptığı tartışmadan dolayı çok kötü bir ruh halinde o geceyi geçirdikten sonra, ertesi sabah erkenden uyanmış, abdest alıp sabah namazını kıldıktan sonra dolabına yönelip oradan kendisi hakkında kardeşinin aşağılayıcı sözlerini ve maruz kaldığı hakareti aklından hiç çıkarmayarak, altın dolu bir heybe almış, aklına gelen şu dizeleri okumaya başlamış:

Yola çık, dostum! Her şeyi bırak ve yola cık! Terk ettiğin dostlar yerine pekâlâ başkalarını bulursun! Git! Evden çık ve cadırı kur! Çadırda yat, kalk! Yaşamın zevkleri, orada sadece oradadır! Uygar ve dayanıklı meskenlerde, sıcaklık yoktur asla, dostluk yoktur asla! İnan bana! Yurdundan kaç! Yurdunun toprağından köklerini sök! Ve yabancı ülkelere yerleş! Dinle! Durgun su çürüyüp kokar! Yine de, akıntıya dönüşürse, kokuşmuşluğundan kurtulabilir! Yoksa başka türlü iyileşemez! Dolunayken ayı gözledim gözlerinin, ışıktan gözlerinin sayısını öğrendim! Ama, boşluktaki dolanım turlarını izlemek zahmetine katlanmasaydım, her semtinin gözleri, bana yönelen o gözleri tanıyabilir miydim? Ve arslan? Tıkız, ormandan yıkmadaydım, arslanı sürüp avlayabilir miydim? Ve ok? Yaya bağlı olsa, yaralayıcı olabilir miydi? Ve altın ya da gümüş? Maden damarlarından çıkarılmasaydılar, değersiz bir toz olmayacaklar mıydı? Ve uyumlu ota gelince! Onu bilirsin! Ona şekil vermek üzere işçisi ağacını topraktan yükleyip çıkarmasaydı, oduncuya odun olurdu! Terk et ülkeni sen de! Tepelere çıkarsın! Ama toprağına bağlıkalırsan, yüksekliklere asla ulaşamazsın! Bu dizeleri okuyup bitirince, genç kölelerinden birine, alaca renkli, iri ve iyi yol alan bir katırı koşuma hazırlamasını emretmiş.

Köle, katırların en güzelini seçerek, İsfahan kadifesinden eyer altlı­ğını serip, altın telli nakışla süslü eyeri, Hint işi üzengileri takarak, hayvanı öyle bir hazırlamış ki, evlenmek üzere iyice süslenmiş gelin görünümü almış. Nureddin ayrıca bunların üzerine büyü­cek bir ipek halı, bir de namazlık halı konmasını emretmiş ve, bü­tün bunlar yerine getirilince, heybeyi altın ve mücevherle doldurup küçük hah ile büyüğü arasına sıkıştırmış. Bunlar yapılınca, köle çocuğa ve diğer tüm kölelere, "Kentin ötesinde Kalyubiyye yöresinde bir geziye çıkıyorum, orada üç gece kalacağım çünkü göğsümde bir daralma duyuyorum, orada açık havayı soluyarak biraz ferahlamak istiyorum. Ama beni kimsenin izlemesini istemiyorum!" demiş.

Sonra, katıra binmiş ve aceleyle oradan uzaklaşmış. Bir kez Kahire'den çıkınca, öğleye kadar rahat bir yolculukla Belbeyyis'e ulaşmış ve orada durmuş, katırı dinlendirmek kadar, kendisi de dinlenmek üzere orada hayvandan inmiş, biraz yemek yemiş ve yeniden yola koyulmuş. İki gün sonra, tam öğle vakti, cins katırın sayesinde, Kutsal Kent Kudüs'e ulaşmış.

Orada katırdan inmiş, dinlenmiş. Katırı da dinlendirmiş, azık torbasından yiyecek bir şeyler çıkarıp yemiş. Bu iş bitince, torbasını başının altına koyup yere büyük ipek halısını sererek yatıp uyumuş. Boyuna, karde­şinin kendisine reva gördüğü davranışa kızıp durarak... Ertesi gün, şafak vakti, yeniden eyer kurulmuş, bu kez güzel bir gidişle Halep kentine gelinceye kadar yol almış. Orada kentin bir hanında mekân tutmuş, sükûnetle kendisini ve katırını dinlendirmek için üç gün kalmış:

Halep'in güzel havasını iyice soluduktan sonra, yola koyulmayı düşlemiş. Bu maksatla, çocukluğundan beri çok sevdiği Halep'te en iyi şekilde yapılan şekere bulanmış fıstık ve bademle doldurulmuş o güzel hamur işi tatlılardan satın aldıktan sonra, katırına binip yola çıkmış. Ve katırını bildiği gibi yol alması için özgür bırakmış çünkü bir kez Halep'e geldikten sonra, artık nereye gideceğini bilmiyormuş.

Böylece gece gündüz yol alıp bir akşam güneşin battığı sırada Basra kentine gelmiş fakat o Basra'ya geldiğinin farkında değilmiş. Bir hana gelip soruşturduktan sonra, buranın Basra olduğunu öğrenmiş. Bunun üzerine katırdan inmiş, üzerindeki halıları, yiyecekleri ve heybeyi almış ve hanın kapıcısından, hemen dinlenmeye geçip soğuk almasın diye katırı biraz gezdirmesini istemiş. Nureddin'in kendisine gelince, halısını sermiş ve dinlenmek üzere handa oturmuş.

Hanın kapıcısı, dizgininden tutup katırı alıp yürütmüş. Rastlantı bu ya! Tam o sırada Basra veziri de sarayının penceresinde oturmuş, sokağa bakıp duruyormuş. Güzel katırı ve büyük değer taşı­yan koşumlarını görmüş. Bu katırın kesinlikle yabancı vezirlerden birine, hatta belki de emirlerden bir emire ait olması gerektiğini dü­şünmüş. Hayvana bakarken büyük bir şaşkınlığa kapılmış, sonra genç kölelerinden birine kapıcı ile katırı kendisine getirmesi emrini vermiş. Ve delikanlı koşup bulduğu kapıcıyı vezirin huzuruna getirmiş.

Bunun üzerine kapıcı ilerleyip çok yaşlı ve çok saygın bir ihtiyar olan vezirin ayakları arasındaki toprağı öpmüş. Vezir, kapıcıya, Bu katırın sahibi kimdir?" diye sormuş. Kapıcı, "Efendimiz, bu katı­rın sahibi gerçekte insanın başını döndüren, büyük bir tacirin oğlu gibi giyimli ve tüm görünüşüyle saygı ve hayranlık uyandıran, çok yakışıklı genç bir adamdır" diye yanıt vermiş. Kapıcının bu sözleri üzerine vezir ayağa kalkmış, ata binmiş, aceleyle hana gitmiş ve avluya girmiş. Veziri görünce, Nureddin aya­ğa kalkmış ve onu karşılamak üzere yanına koşmuş ve attan inmesine yardım etmiş. Bunun üzerine vezir ona adet olduğu üzere selam vermiş ve Nureddin bu selamı yürekten bir ilgiyle alıp iade etmiş.

Vezir yanına oturarak ona, "Çocuğum, nereden geliyorsun ve hangi nedenle Basra'da bulunuyorsun?" diye sormuş. Nureddin de, ona, "Efendim, doğduğum ve yaşadığım kent olan Kahire'den geliyorum. Babam Mısır Sultanı'nın veziri idi fakat Allah'ın rahmetine kavuşmak üzere öldü!" demiş. Sonra Nureddin öyküsünü baştan sona kadar vezire anlatmış. Sonra da. "Fakat, tüm ülke ve kentleri ziyaret edip her yanı görmedikçe, yeniden asla Mısır'a dönmemek üzere kesin karar aldım!" diye eklemiş.

Nureddin'in bu sözleri üzerine, vezir. "Çocuğum, devamlı gezme konusundaki bu üzücü görüşü terk et, senin mahvına neden olabilir. Çünkü, bilirsin ki, yabancı ülkelerde gezinmek, felakete ve kö­tü sonuçlara götürür. Benim nasihatimi dinle, çocuğum! Yoksa senin adına, zamanın ve yaşamın getireceği belalarından korkarım" demiş. Sonra vezir, kölelere katırın koşumlarını ve halıları ve ipekleri çözmelerini emretmiş ve Nureddin'i birlikte alarak evine götürmüş, ona bir oda tahsis etmiş, ona ihtiyaç duyabileceği her şeyi sağ­ladıktan sonra dinlenmesini istemiş. Nureddin böylece vezirin nezdinde bir süre kalmış, vezir de onu her gün görüyor ve ağırlayarak lütuflarda bulunuyormuş.

Sonunda Nureddin'i çok sevmiş ve bir gün ona, "Çocuğum, ben çok ihtiyarladım ve erkek çocuğum da yok. Ama Allah, bana, güzellikte ve kusursuzlukta sana uyan bir kız çocuğu verdi, bugüne kadar, onu benden isteyen herkesi geriye çevirdim. Ama, şimdi, yüreğimin tüm sevgisiyle sevdiğim seni tanıdıktan sonra, kızımı hizmetinde bir köle olarak kabul etmek isteyip istemediğini soruyorum! Çünkü büyük bir temenniyle senin kızımın kocası olmanı istiyorum. Şayet kabul edersen, şimdi Sultan'ın yanına çıkacak ona senin Mısır'­ dan yeni gelmiş yeğenim olduğunu ve Basra'ya da kızımla evlenmek üzere gelmiş bulunduğunu söyleyeceğim. Ve Sultan, benim hatırıma, seni, vezir olarak benim yerime tayin edecektir. Çünkü ben artık çok ihtiyar oldum, dinlenmem gerek! Benim için artık evime çekilip oradan ayrılmamak büyük bir zevk olacaktır" demiş,

Vezirin bu önerisini duyunca Nureddin susmuş ve başını önü­ne eğmiş; sonra da "Duyduk ve itaat ettik!" demiş. Bunu duyan vezir büyük bir sevince kapılmış ve hemen kölelerine şölen hazırlamalarını, emirler içinde en büyüklerine özellikle ayrılmış olan büyük kabul salonunu süsleyip aydınlatmalarını emretmiş. Sonra tüm dostlarını bir araya toplamış, ülkenin tüm ileri gelenlerini ve Basra'nın tüm büyük tacirlerini davet etmiş, hepsi huzurunda bulunmuşlar.

Bunun üzerine vezir, başkalarına üstün tutarak Nureddin'i niçin damat olarak seçtiğini onlara açıklamak için, benim Mısır Sarayında vezir olan bir kardeşim vardı; hepinizin bildiği gibi Tanrı nasıl bana bir kız evlat verdiyse, onu da iki oğlan evlatla donatmış. Kardeşim, ölmeden önce, oğullarından biriyle kızı­mı evlendirmeyi bana tavsiye etmişti, ben de ona vaat etmiştim. İş­te, şu karşınızda gördüğünüz delikanlı kardeşimin oğullarından biridir. Buraya bu maksatla gelmiştir. Onun kızımla sözleşmesini hazırlamayı ve gelip bizimle birlikte oturmasını çok arzu etmekteyim" demiş,

Bunun üzerine hepsi, "Evet, doğrusu da bu!... Yapacağın başı­mız üzerindedir" demişler. Sonra tüm çağrılılar, büyük şölene katılmışlar, her türden şarap içmişler ve pek çok hamur işi ve tatlı yemişler, sonra adet üzere, gülsuyu serpildikten sonra, vezirden ve Nureddin'den izin alıp ayrılmışlar. Bunun üzerine vezir, genç kölelerine, Nureddin'i hamama gö­türmelerini ve çok iyi bir banyo yapmasını sağlamalarını emretmiş. Vezir ona kendi giysilerinden en güzel bir giysiyi hediye etmiş, sonra da ona yıkanması için havlular, peşkirler, bakır leğenler, buhurdanlıklar ve gerekli tüm eşyayı göndermiş. Nureddin yıkanmış, yeni giysiye bürünerek hamamdan çıkmış ve tüm halkın, onun güzelli­ğine ve yaradanın kudretine hayran olduğu sokaklardan geçerek vezirin sarayına gitmiş. Katırından inmiş ve vezirin huzuruna çıkmış ve elini öpmüş. Bunun üzerine vezir...

Fakat, öyküsünün bu noktasında, Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek, her zamanki gibi yavaşça susmuş ve o gece daha fazla konuş­mak istememiş.

Fakat Yirminci Gece Gelince Şehrazat sözünü sürdürmüş:

Ey bahtı güzel şahım, işittim ki, vezir, onu görünce ayağa kalkmış ve onu büyük bir sevinçle karşılamış ve de ona, "Git, oğlum, koş ve karının yanına gir ve mutlu ol! Yarın seninle Sultan'ın huzuruna çıkam. Şimdi sana, Tanrı'nın tüm lütuflarının ve iyiliklerinin senin üstüne olmasını dilemekten başka söyleyeceğim yok!" demiş. Bunun üzerine Nureddin, kayınbabası vezirin elini bir kez daha öpmüş ve genç kızın dairesine girmiş. Ve orada olanlar olmuş!

İşte Nureddin'in başına gelenler bunlar! Kahire'de bulunan kardeşi Şemseddin'e gelince. Onun öyküsü de şöyle: Piramitler kıyısına ve oradan da başka yerlere Mısır Sultanı ile birlikte giderek gerçekleştirdiği gezi bitince, eve dönmüş. Orada kardeşi Nureddin'i bulamayarak çok tedirgin olmuş. Nureddin'den hizmetçilere haber sorunca, ona "Sen sultan ile birlikte buradan ayrılınca, aynı gün efendimiz Nureddin şatafatlı biçimde, tören günlerindeki gibi koşumlanmış katırına bindi ve bize, 'Kalyubiyye'ye gidiyorum, orada birkaç gün kalarak göğsümdeki daralmayı gidermeye çalışacağım. Beni hiçbiriniz izlemeyin!' dedi" demişler. Ve "O günden beri ondan hiçbir haber alamadık!" diye eklemişler.

Bunu duyan Şemseddin, kardeşinin yokluğundan büyük bir acı duymuş ve gün geçtikçe acısı çoğalmış, sonunda büyük bir üzüntüye kapılmış. "Kuşkusuz, onun ayrılışının, sultan ile geziye çıkmamdan önceki gün, ona söylediğim katı sözlerden başka nedeni yok. Bü­yük bir ihtimalle, onu benden kaçmaya iten budur. Bu değerli kardese ettiğim haksızlığı gidermem ve onu aratıp buldurmam gerekir" diye düşünmüş. Ve Şemseddin, hemen Sultan'ın huzuruna çıkmış ve durumu ona açıklamış. Sultan'ın mührüyle damgaladığı mektuplar yazmış ve atlı tatarlarla bunları her yana, her ülkedeki komutanlarına yollamış, bu mektuplarda Nureddin'in kaybolduğunu ve onu her yerde aramalarını bildirmiş. Fakat, bir zaman sonra, tüm tatarlar sonuç alamadan geri dönmüş, çünkü hiçbiri Nureddin'in bulunduğu Basra'ya gitmemiş imiş.

Bunun üzerine Şemseddin, üzüntüden kahrolarak kendi kendine, "Bütün bunlar benim hatam yüzünden oldu! Bir parça akıllıca ve tedbirlice davransaydım, bunların hiçbiri olmazdı!" diye söylenmiş. Ama, her şeyin bir sonu olduğu gibi, Şemseddin de sonunda teselli bulmuş ve bir süre sonra Kahire'nin büyük tacirlerinden birinin kızıyla nişanlanmış ve bu genç kızla evlilik sözleşmesi yaparak onunla evlenmiş. Ve olan olmuş! Ve büyük bir rastlantıyla Şemseddin'in gerdek odasında karısı­na girişimde bulunduğu gece, Basra'da, Nureddin'in vezirin kızı olan karısının odasındaki girişimi, aynı anda olmuş imiş; yarattıklarının bahtına sahip olduğunu göstermek için Tanrı iki kardeşin evliliklerini aynı geceye rastlatmış! Dahası, her şey iki kardeşin kavgalarından önce düşündükleri gibi olmuş, iki kadın da aynı gece hamile kalmışlar ve aynı gün aynı saatte çocuklarını doğurmuşlar. Mısır veziri Şemseddin'in karısı, Mısır'da güzellikte bir eşi daha bulunmayan bir kız çocuğu doğurmuş ve Basra'da Nureddin'in karısı da zamanında, tüm dünyada eşi bulunmaz güzellikte bir oğlan çocuğu doğurmuş.

Nureddin'in oğlu, güzelliği dolayısıyla Hasan Bedreddin adıyla anıldı. Doğumu büyük halk şenlikleriyle kutlandı. Ve doğumundan yedi gün sonra, gerçekten, şah oğullarına yaraşır şölen ve ziyafetler verildi, Şölenler bir kez bitince, Basra veziri, Nureddin'i aldı ve onunla birlikte sultanın huzuruna çıktı. Bunun üzerine Nureddin, sultanın ayakları arasındaki zemini öptü ve büyük bir hitabet gücü, yiğit bir yüreği olduğundan ve güzel sanatlar ve edebiyat üstüne çok bilgili bulunduğundan, sultana şu kasideyi okudu:

En büyük iyilik edenlerin, önünde eğilip silindiği kimse odur; çünkü tüm seçkin kişilerin gönlünü kazanmıştır o! Eserlerini överim, çünkü bunlar eser değil, boynu süsleyebilecek güzellikteki şeylerdir! Ve eğer parmaklarının ucunu öpüyorsam, bunları artık parmak olarak değil, tüm iyiliklerin anahtarı olarak gördüğündendir!

Sultan bu dizelerden pek hoşlanmış, Nureddin ve vezire, daha Nureddin'in evliliğini ve kim olduğunu bilmeden, armağanlar vermekte oldukça cömert davranmış. Nureddin güzel dizelerini okuyup bitirince, vezire, "Şu uzdilli ve yakışıklı genç adam kimdir?" diye sormuş.

Bunun üzerine vezir, sultana, başından sonuna kadar öyküyü anlatmış ve ona, "Bu genç adam benim yeğenimdir!" demiş. Sultan da ona, "Peki nasıl oluyor da bunun daha önce sözü geçmedi?" deyince, vezir "Ey efendim ve hükümdarım, size Mısır'da vezir olan bir kardeşim bulunduğunu söylemeliyim. Ölümünde, büyüğü kendi yerine vezir olan iki oğul bıraktı. İkincisi de gördüğünüz gibi beni ziyarete geldi çünkü babasına kızımı yeğeni elinden biriyle evlendireceğime dair söz vermiştim. Bundan dolayı, gelir gelmez onu kızımla evlendirdim! Gördüğünüz gibi bu genç bir adamdır, bense, artık yaşlandım, biraz da sağırım devlet işlerinde de dikkatsizim. Bundan dolayı hükümdarım olan siz efendimden, aynı zamanda damadım da olan yeğenimi, benim yerime vezir tayin etmesini talep ediyorum!

Onun vezirlik etmeye gerçekten layık olduğunu size temin ederim çünkü iyi bir danışman, yüce fikirlerden yana verimli, işleri gereğince yürütme konusunda çok beceriklidir!" demiş. Bunun üzerine sultan, genci daha dikkatle incelemiş ve bundan çok iyi bir izlenim almış, ihtiyar vezirin görüşünü kabul etmiş ve pek gecikmeden Nureddin'i kayınbabası yerine, büyük vezir tayin etmiş ve kendisine bulunabilecek en güzelinden şahane bir hilat ve kendi ahırndan bir katır armağan etmiş ve emrine muhafızlar ve mabeyinciler vermiş,

Bunun üzerine Nureddin sultanın elini öpmüş ve kayınbabası ile huzurdan çıkmış ve birlikte sevinç içinde evlerine dönmüşler ve yeni doğmuş olan Hasan Bedreddin'i kucaklamaya gitmişler. "Bu çocuğun doğumu bize mutluluk getirdi" demişler. Ertesi gün, Nureddin, yeni görevini üstlenmek üzere saraya gitmiş ve oraya ulaşınca, sultanın ayakları arasında zemini öperek şu şiiri okumuş:

Senin için mutluluklar her gün yenilenir, gönenç de öylesin. Seni çekemeyen, can sıkıntısından kurur, gider! Senin için günler ak bulutlar gibi beyaz, çekemeyenlerin günleri de kapkara olsun!

Bunun üzerine Sultan, onun, vezirlik divanına oturmasına izin vermiş ve Nureddin vezirlik divanına oturmuş. Ve görevini yerine getirmeye başlamış ve önüne gelen işleri yapmaya, adalet dağıtmaya, sanki uzun yıllardır vezirlik yapmış gibi bütün işleri yürütmeye başlamış ve Sultan'ın gözü önünde her meseleyi öylesine kolaylıkla çözümlemiş ki, Sultan onun zekasına, işleri kavrayışına ve adalet da­ğıtımındaki davranışına hayran kalmış onu daha çok sevmiş ve onu yakını kılmış. Nureddin'e gelince, yüksek görevlerini gereğince yerine getirmeyi sürdürmüş ama tüm devlet görevlerine karşın, oğlu Hasan Bedreddin'in eğitimini de savsaklamamış. Çünkü Nureddin, günler geçtikçe, daha kudretli ve onun mabeyincilerinin, hizmetçilerinin, muhafızlarının ve ulaklarının adedini arttıran Sultan'ın nezdinde daha değerli olmuş. Ve Nureddin öylesine zengin olmuş ki, servetiyle donattığı ve dünyanın her yanına giden gemileriyle büyük boyutlarda ticaret yapmış, gelir getiren kurumlar, yel ve su değirmenleri, şahane bağ ve bahçelere sahip olmuş. Ve bütün bunlar oğlu Hasan Bedreddin dört yaşına ulaşıncaya kadar olup bitmiş.

Bu sırada, Nureddin'in kayınbabası ihtiyar vezir ölmüş ve Nureddin ona büyük bir cenaze töreni yapmış ve kendisiyle birlikte ülkenin bütün ileri gelenleri bu törene katılmış. Ve bundan sonra Nureddin oğlunun eğitimine tüm olarak kendini vermiş. Onu, şer'i ve medeni hukukta ileri derecede bilgili bir bilim adamına emanet etmiş. Bu saygın bilimadamı, her gün ikametgâha gelerek genç Hasan Bedreddin'e ders veriyormuş ve yavaş yavaş, aradan zaman geçtikçe, Kuran'ın anlamını öğrendiği kadar baş­tan aşağıya ezberden okumayı da kavramış, bundan sonra ihtiyar bilgin, yıllar boyunca, öğrencisine tüm yararlı bilgileri vermeği sürdürmüş. Hasan da güzellikten, zarafetten ve mükemmellikten yana, tıpkı şairin dediği gibi serpilip durmuş: Şu genç oğlan! Ay gibidir ve onun gibi ışık saymaktan ve güzelliğini arttırmaktan geri durmaz; güneş onun yanağının lalesinden ışınlarının parlaklığını ödünç alır! Eşsiz seçkinliğiyle güzellerin şahıdır o! Kırların şaşası ve çiçekler varlıklarını, sanki ondan ödünç almışlardır!

Ama bütün bu zaman içinde, genç Hasan Bedreddin, babası Nureddin'in sarayını bir an bile terk etmemiş, çünkü yaşlı bilgin derslerinin çok büyük bir dikkatle izlenmesini istiyormuş. Ama Hasan on beşinci yılına ulaşınca, artık ihtiyar bilginden öğrenecek bir şeyi de kalmadığından, babası Nureddin onu alıp giysileri arasında bulabildiği en güzel bir giysiyle donatmış, katırların içinden en güzeli ve en biçimlisine bindirmiş ve onunla birlikte Basra caddelerinden büyük bir mevki halinde geçerek Sultan in sarayına yollanmış. Kentte oturanlar da, genç Hasan Bedreddin'i görünce, güzelli­ği, boyunun zarafeti, kibarlığı ve büyüleyici davranışlarından dolayı sevinç çığlıkları atmışlar ve, "Ya Allah! Ne güzellik bu! Tıpkı ay gibi! Allah kem gözden korusun!" diye haykırmaktan kendilerim alamamışlar. Bu, böylece Bedreddin ile babası saraya ulaşıncaya kadar sürmüş ve halk şairin beyitlerinin anlamını o zaman kavramış. Sultana gelince, genç Hasan Bedreddin'i ve güzelliğini görünce, öyle şaşırmış ki, soluk alamaz olmuş ve bir an için soluk almayı unutmuş. Ve onu yanma yaklaştırmış ve onu çok sevmiş; onu gözdesi yapmış, armağanlar vermiş ve babası Nureddin'e, "Vezir, onu mutlaka her gün benim yanıma yolla! Çünkü onu görmeden edemeyeceğimi anlıyorum!" demiş. Vezir Nureddin de, "Duyduk ve itaat ettik!" şeklinde yanıt vermek zorunda kalmış.

Bütün bunlar olup bitip Hasan Bedreddin, Sultan'ın dostu ve gözdesi olunca, babası Nureddin oldukça ağır hasta düşmüş ve Tanrı'nın huzuruna çıkmasının pek gecikmeyeceğini hissederek oğlu Hasan'ı çağırtmış, ona son vasiyetlerini yapmış ve "Bil ki, ey oğlum, bu dünya fanidir, gelecekteki dünya ebedidir! Ben, ölmeden önce, sana bazı nasihatlerde bulunmak istiyorum. Bunları iyice dinle ve onlara yüreğini aç!" demiş. Ve Nureddin, Hasan'a, benzerleriyle bir arada yaşarken uyacağı ve yaşamınca yöneleceği kuralları açıklamış. Bundan sonra, Nureddin, kardeşi Mısır veziri Şemseddin'i, ülkesini, Kahire'deki yakınlarını ve dostlarını hatırlamış ve bunları hatırlayınca da onları yeniden görme olanağı bulunmadığından gözyaşlarını tutamamış. Ama hemen bu konuda da oğluna tavsiyelerde bulunabileceğini düşünerek, ona, "Çocuğum, şimdi sana söyleyeceklerimi iyice dinle! Çünkü çok önemlidirler. Benim Kahire'de Şemseddin adlı bir kardeşim vardır, yani senin amcandır ve Mısır'da vezirdir. O zamanlar, aramız biraz bozuk olarak birbirimizden ayrıldık ve ben, buraya, Basra'ya onun rızasını almadan geldim. Şimdi sana bu konudaki vasiyetlerimi bildiriyorum; bir kâğıt ve bir kamış al ve söyleyeceklerimi yaz!" demiş.

Bunun üzerine Hasan Bedreddin, bir tabak kağıt almış ve hokkasını kemerinden çıkarıp kutusundan en iyi yontulmuş bir kamış kalem çekmiş ve kalemi yazı masasının ortasında bulunan hokkaya batırmış, sonra oturmuş ve kağıdı ikiye katlayıp sol eline, kalemi de sağ eline alarak babası Nureddin'e, "Baba, söyleyeceklerini bekliyorum!" demiş. Ve Nureddin yazdırmaya başlamış: "Bağışlayıcı, esirgeyici Yüce Tanrı adına..." ve oğluna öyküsünü başından sonuna kadar yazdırmış. Sonra da Basra'ya geliş tarihini, ihtiyar vezirin kızıyla evlenişini, tüm soykütüğünü, doğrudan ve dolaylı önkuşağını, babalarının ve büyük babalarının adlarını, kökenleri ve edindikleri kişisel soyluluk unvanlarıyla birlikte yazdırmış, sonra da babadan ve anadan gelen soy sopunu bunlara eklemiş. Sonra da oğluna, "Bu kağıt tabakasını itinayla sakla! Ve eğer bir gün, talihin şevkiyle, başına bir felaket gelirse, babanın ülkesine dön! Benim, baban Nureddin'in doğduğu, o refah kenti Kahire'ye! Orada bizim evde oturan vezir amcanın adresini sorarsın, ona Tanrı'dan barış dileyerek benim selamlarımı ve de gurbet illerde, ondan uzak üzgün öldüğümü, ölmeden önce de onu görmekten başka hiçbir dileğim olmadığını söylersin! İşte, oğlum Hasan, sana vermek istediğim nasihatler bunlardı. Bana bunları unutmayacağına söz ver bakayım!" demiş.

Bunun üzerine Hasan Bedreddin, iyice tozlayıp kuruttuktan ve babasının mührüyle mühürledikten sonra, kağıdı dikkatle katlamış, sonra da bunu sangının astarına, kumaş ile takkesi arasına sokmuş ve oraya dikmiş ama onu terden korumak için, dikmeden önce, balmumuyla işlem görmüş bir tülbente sarmayı da unutmamış. Bunu yaptıktan sonra, babası Nureddin'in elini öpüp ağlamaktan gayrı bir şey yapmayı düşünmemiş ve bundan böyle daha bu kadar gençken yalnız kalacağı ve babasını görmekten mahrum olacağı düşüncesiyle kederlenmiş ve Nureddin, ruhunu teslim edinceye kadar oğlu Hasan Bedreddin'e nasihatlarda bulunmayı sürdürmüş. Bunun üzerine Hasan Bedreddin, büyük bir mateme bürünmüş ve onunla birlikte Sultan da, büyük küçük emirler de matem tutmuşlar. Sonra mevkiine yaraşır bir merasimle onu toprağa gömmüşler. Hasan Bedreddin'e gelince, onun matem merasimi iki ay sürmüş ve tüm bu zaman içinde, evini bir an bile terk etmemiş, saraya çıkmayı ve adeti olduğu gibi gidip Sultan'ı görmeyi bile unutmuş.

Sultan, güzel Hasan'ı ondan uzaklaştıran nedenin sadece üzüntü olduğunu anlayamayarak Hasan'ın kendisinden bıktığım ve sakındığını düşünmüş. Ve bundan dolayı çok kızmış ve Hasan'ı babasının izleyicisi olarak vezir tayin edecek yerde, bu görevi bir başkası­ na vermiş ve bir başka saraylıyı dost tutmuş. Durumdan hoşlanmayan Sultan, daha da fazlasını yapmış. Hasan'ın bütün mallarının, bütün evlerinin ve varlığının mühürlenip hepsine el konulmasını emretmiş, sonra da Hasan Bedreddin'in kendisinin de tutuklanıp, zincire vurularak huzuruna getirilmesini emretmiş.

Yeni vezir mabeyincilerinden bazılarını birlikte alarak, kendisini tehdit eden felaketten haberi olmayan genç Hasan'ın oturduğu ev tarafına yönelmiş. Oysa, sarayın genç köleleri arasında, Hasan Bedreddin'i çok seven bir kölervarmış. Bu durumu öğrenince, çabucak Hasan Bedreddin'in yanına koşmuş, onu başı önüne eğik, yüreği dert yüklü ve boyuna ölen babasını düşünerek son derece üzgün bulmuş. Bunun üzerine başına gelmekte olan felaketi ona açıklamış. Hasan, ona, "Ama hiç değilse, yabancı ülkelere kaçarken, beni geçindirecek bir şeyler alacak zamanım da mı yok?" diye sormuş. Genç köle de ona, "Zaman çok dar. Bundan dolayı her şeyden önce kendini kurtar maktan baş­ka şey düşünme!" demiş. Bu sözleri duyunca, genç Hasan, o sırada üzerinde bulunan giysilerle ve yanına hiçbir şey almadan, tanınmamak için giysilerinin uçlarını başına örterek aceleyle oradan ayrılmış. Ve kentin dışına çı­kıncaya kadar yürümesini sürdürmüş.

Basra'da oturanlara gelince, rahmetli vezirleri Nureddin'in oğ­lu genç Hasan Bedreddin'in tasarlanan tutuklanması, mallarına el konulması ve büyük bir ihtimalle ölmüş olabileceği haberlerini alınca çok büyük bir üzüntüye kapılmışlar ve "Güzelliğine ve büyülü ki­şiliğine yazık oldu" demeye başlamışlar. Ve tanınmaksızın kentin sokaklarından geçerken, genç Hasan, bu kederli sözleri ve haykırışları duymuş. Ama daha da fazla acele yürüyüp geçmiş ve talih onu, babasının türbesinin bulunduğu mezarlığa kadar sürüklemiş. Bunun üzerine mezarlığa girmiş, mezarları geçerek babasının türbesinin bulunduğu yere ulaşmış. Ancak o zaman başına örttüğü giysiyi indirmiş ve türbeye girip geceyi orada geçirmeyi düşünmüş. Orada oturmuş, düşüncelere dalmışken, tüm kentte çok tanınmış bir tacir olan Basralı bir Yahudinin türbeye yaklaşmakta oldu­ğunu görmüş. Bu Yahudi yöredeki bir köyden geliyor ve kente dönüyormuş. Nureddin'in türbesinin önünden geçerken içeriye bakmış ve genç Hasan Bedreddin'i görüp onu hemen tanımış.

Bunun üzerine türbeye girmiş ve onu saygıyla selamladıktan sonra, "Efendim, o güzel yüzün ne kadar bozuk ve değişik! Yoksa başına baban vezir Nureddin'in ölümünden gayrı bir felaket mi geldi? O baban ki, beni ne kadar çok sever ve takdir ederdi! Allah rahmetini esirgemesin!" demiş. Fakat genç Hasan Bedreddin, yüzünün değişmesinin gerçek nedenini ona söylemek istemediğinden, "Bugün öğleden sonra evimde uyurken, ansızın, rüyamda rahmetli babamı gördüm, bana türbesini sık sık ziyaret etmediğim için sitemler etti. Ben de, dehşet ve pişmanlık dolu, sıçrayarak uyandım ve çok sarsılmış olarak çabucak koşup buraya geldim. Sen de beni etki altındaki bu kötü halimle gö­rüyorsun" demiş. Bunun üzerine Yahudi ona, "Efendim, epey zamandır sana gelip bir meseleden söz etmek istiyordum ama kısmet bugünmüş ki sana rastladım. Benim genç efendim, baban vezir ile ortaklaşa işlerimiz vardı, bir süre önce kendi adına uzak ülkelere gönderdiği gemiler mal yüklü olarak dönmek üzere... Bu gemilerin yüklerinden birini bana devredersen bin dinar veririm ve de parayı hemen şimdi ödeyebilirim" demiş. Ve Yahudi giysisinden altın yüklü bir kese çıkarmış bin dinarı sayıp ayırarak hemen genç Hasan'a sunmuş, o da içinde bulundu­ğu durumdan Tanrı'nın onu kurtarmak istediğine inanarak hemen bu sunuyu kabul etmiş.

Sonra Yahudi, "Şimdi, efendim, bana bir alıntı makbuzu yazın, altını da mühürleyin!" demiş. Bunun üzerine Hasan Bedreddin, Yahudinin kendisine uzattığı kağıdı ve kamışı almış; kamışı bakır hokkaya daldırarak kağıdın üzerine şunları yazmış: "Bu kağıdı yazanın -Allah taksiratını affetsin!- vezir Nureddin'in oğlu Hasan Bedreddin olduğunu ve Basra'da tacir falan oğlu falan Yahudiye, babası Nureddin'e ait gemiler içinde yer alan Basra'ya gelecek ilk geminin yükünü sattığını ve bunun için bin dinar aldığını beyan ederim." Sonra kağıdın altını mührüyle mühürlemiş ve Yahudiye vermiş, o da onu saygıyla selamlayarak oradan ayrılmış. Bunu izleyerek Hasan, rahmetli babasını, geçmişteki kendi durumunu ve şimdiki durumunu düşünerek yeniden ağlamaya başlamış. Ama, gece olunca, babasının türbesinde uzanıp yatarken uyku bastırmış ve orada uyuyakalmış. Orada öylece ayın göğün yücesinde belirdiği saate kadar uzanmış, o sırada başı kabrin taşından aşa­ğı kaydığından, dönüp bu kez sırtüstü uyumak zorunda kalmış, öyle ki yüzü ay ışığıyla tüm olarak aydınlanıyor ve bütün güzelliğim yansıtıyormuş.

Oysa, bu mezarlık, iyi niyetli, Müslüman inançlı ecinnilerin uğ­rağı bir yermiş. Ve, tam rastlantı olarak, o saatte güzel bir ecinniye, ay ışığı altında hava almak için oraya uğramış. Gezintisi sırasında Hasan'ın bulunduğu yere gelmiş ve onu olanca güzelliği ve uyum içinde uyurken görmüş, buna çok şaşırıp kendi kendine, "Allah'a şü­kürler olsun! Ey güzel çocuk! Gerçekte, açık olsaydı, onun güzel gözlerine aşık olurdum, her halde siyah ve güzel gözlerdir bunlar!" demiş. Sonra da, "Uyanmasını beklerken, gezintimi havada sürdürmek üzere uçayım" diye eklemiş. Ve uçarak, taze hava almak için oldukça yükseklere ağmış, orada gezisini sürdürürken, arkadaşlarından birine, bir erkek ecinniye rastlayarak mutlu olmuş, o da inançlı biriymiş. Onu nezaketle selamlamış, erkek ecinni de selamına saygıyla karşılık vermiş. Bunun üzerine ecinniye, "Nereden geliyorsun, arkadaş?" diye sormuş. O da, "Kahire'den" diye yanıt vermiş. Ecinniye ona, "Kahire'nin iyi yürekli inanç sahipleri hoş mudurlar?" deyince ecinni, "Tanrıya şükür, iyidirler" yanıtını vermiş.

Bunun üzerine ecinniye, "Arkadaş, benimle Basra mezarlığında uyuyan bir genç adamın güzelliğine hayranlık duymak için gelmek ister misin?" deyince, ecinni, "Emrin başım üstüne!" demiş. Bunun üzerine el ele tutuşup birlikte mezarlığa inmişler ve uyuyan genç Hasan'ın önünde yere inmişler. Ecinniye, "Nasıl, haklı değil miymişim?" demiş. Ecinninin de, Hasan Bedreddin'in harika güzelliğinden gözleri kamaşmış, "Allah! Allah! Eşi olamaz bunun; tüm fereleri yakmak için yaratılmış sanki!" demiş. Sonra da, biran düşünüp eklemiş: "Bununla birlikte, hemşire, bu büyüleyici gençle karşılaştırılabilecek birini gördüm ben" demiş. Ecinniye, "Olamaz!" diye haykırmış. Ecinni, "Vallahi, gördüm! Hem de Mısır gökleri altında, Kahire'de! Vezir Şemseddinin kızıdır kendisi!" demiş. Ecinniye ona, "Ama ben onu tanımıyorum!" deyince, ecinni: "Dinle! Onun öyküsü şöyle:

"Babası vezir Şemseddin'in onun yüzünden başı belada. Ger­çekte, Mısır Sultanı, haremdeki kadınlarından vezirin kızının olağandışı güzelliğim duyunca, vezirden evlenmek üzere kızını istemiş. Ama vezir, kızı için başka bir şeye karar verdiğinden, büyük bir şaş­kınlığa düşmüş ve Sultan'a "Ey hükümdarım, ey efendim. Bu konuda en alçak gönüllü özürlerimi kabul etmek ve beni bağışlamak lütfunu gösterin! Çünkü benimle birlikte vezirliği yürüten kardeşim Nureddin'in öyküsünü bilirsiniz. Bir gün buralardan ayrıldığını ve o zamandan beri ondan haber alamadığımı da biliyorsunuz. Ve bu, aslında, hiç de ciddi sayılamayacak bir nedenle olmuştu!" demiş ve Sultan'a olayın nedenini ayrıntılarıyla anlatmış.

"Bu yüzden, daha sonra, Tanrı'ya, kızımın doğduğu gün, ne olursa olsun, onu, kardeşim Nureddin'in oğlundan başkasıyla evlendirmemeye yemin ettim, O zamandan bu yana on sekiz yıl geçti. Fakat, ne mutlu ki, sadece birkaç gün önce, kardeşim Nureddin'in Basra vezirinin kızıyla evlenmiş olduğunu ve ondan bir erkek çocuğa sahip olduğunu öğrendim. Annesiyle aramızdaki gayretli ilişkiden doğmuş olan Tanrı armağanı kızımın da, kardeşim Nureddin'in oğlu olan yeğeniyle evlenmek üzere bahtı yazılmış ve kararlaşmıştır. Sana gelince, ey benim hükümdarım, efendim! Sen istediğin kızla evlenebilirsin! Mısır bunlarla doludur! Şahlara yaraşır güzellikte ne kadar çok kız vardır ülkemizde!" demiş.

Fakat, bu sözleri işiten Sultan, müthiş hiddete kapılmış ve "Nasıl, ey sefil vezir! Senin kızınla evlenmek onurunu sana vereyim, bu dereceye kadar düşeyim de, sen soğuk ve budalaca bir bahaneyle beni red dedesin, ha? Öyle olsun! Ama, başım üzerine yemin ederim ki, burnunun dikliğine karşın, kızını, kölelerimden en düşkünüyle evlendirmeye seni zorlayacağım!" diye haykırmış. Sultanın ahırında, çarpık ve kambur bir seyis varmış, hem de hem göğsünde hem de sırtında kamburu olan cinsten... Sultan hemen onu çağırtmış, babasının yalvarmalarına karşın onunla vezir Şemseddin'in kızı için bir evlenme sözleşmesi hazırlatmış ve kamburun o gece genç kızla yatmasını buyurmuş. Dahası, Sultan musiki ile desteklenen büyük bir düğün şenliği yapılmasını da emretmiş. Bana gelince, diyerek sözünü sürdürmüş ifrit, sarayın genç kö­leleri, kamburun yöresini alıp çok tuhaf Mısır usulü zevzeklikler yaptıkları ve her biri damada refakat etmek üzere ellerindeki meşalelerle ilerledikleri sırada, oradan ayrıldım. Damada gelince, ben ayrıldığım sırada, onu, kaba şakalarla, "Kızın yerinde biz olsak, bu kamburun yürekler acısı zebbi yerine uyuz bir eşeğinkini ele almayı yeğ tutardık!" diyerek hamamda yıkıyorlardı. Gerçekten hemşire, bu kambur çok çirkin ve nefret uyandırıcı idi!" demiş ve ecinni bunu hatırlayınca, yüzünü fena halde buruşturarak yere tükürmüş. Sonra da, "Genç kıza gelince, hayatımda gördüğüm en güzel yaratık diyebilirim. Seni temin ederim ki, bu delikanlıdan çok daha güzeli zaten adına da Sitt-ül Hüsn diyorlar, gerçekten de öyle! Onu şenliğe katılması yasaklanan babasından uzak, acı acı ağlarken bıraktım.

Şölende çalgıcılar, rakkaseler ve hanendeler arasında tek başına oturuyordu, sefil seyis hamamdan çıkar çıkmaz şenlik başladı!" demiş, Öyküsünün burasında, Şehrazat, sabahın belirdiğini görmüş ve yavaşça, anlatısını ertesi güne bırakmış.

Ve Yirmi Birinci Gece Gelince Şehrazat yeniden söze başlamış:

İşitim ki, ey bahtı güzel şahım, ifrit sözlerini, "Zaten şenliğin başlaması için kamburun hamamdan çıkmasını bekliyorlardı" diyerek sonuçlandırınca; ecinniye, "Evet, arkadaş! Ama senin, Sitt-ül Hüsn'ün bu delikanlıdan daha güzel olduğunda ısrar ederek çok yanıldığını düşünüyorum. Bu, hiç de mümkün değil çünkü, ben, Hasan'ın zamanın en güzel varlığı olduğunda ısrar ediyorum!' demiş. İfrit buna karşılık, "Vallahi! hemşire, genç kızın delikanlıdan daha güzel olduğuna seni temin ederim! Zaten benimle gelip onu bir kez görmen, inanman için yeterlidir! Bu kadar kolay! Bu fırsatı kullanarak alçak kamburun, bu kadar harika bir yaratığı kirletmesini de engellememiz gerek! Bu iki genç varlık birbirlerine layıktır ve birbirlerine öylesine benziyorlar ki, iki kardeş denebilir bunlara ya da iki yeğen. Kambur, Sitt-ül Hüsn çiftleşirse ne kadar yazık olur!" demiş.

Bunun üzerine ecinniye, "Hakkın var, kardeşim. Evet, uyuyan genci kollarımızda taşıyarak onu, sözünü ettiğin genç kızın yanına getirelim! Böylece, güzel bir şey yapmış ve de ikisinden hangisinin daha güzel olduğunu anlamış oluruz!" diye yanıt vermiş. İfrit de, "İşittim ve itaat ettim! Çünkü sözlerin doğru düşünce ve dürüstlük ürünü! Haydi öyleyse!" diye yanıt vermiş. Bunun üzerine ifrit, genç adamı omzuna almış, arkasında kendisine daha çabuk gitmek için yardım eden ifrite ile uçmaya başlamış ve ikisi birden böylesine bir yükle sonunda tüm hızla Kahire'ye ulaşmışlar. Orada, güzel Hasan'ı indirip daima uyur durumda, halkla dolu saray avlusunun yö­resinde bir sıra üzerine yerleştirmişler ve onu uyandırmışlar. Hasan uyanmış ve kendisini Basra'da türbede, babasının mezarı üzerinde uzanmış bulmamaktan dolayı büyük bir şaşkınlığa düş­müş. Sağına bakmış, soluna bakmış. Burası bildiği kent değil. Basra'dan tüm olarak değişik bir kentmiş. O kadar şaşırmış ki, haykırmak için ağzını açmış fakat hemen önünde ona haykırmaması için gözüyle işaret eden uzun boylu ve sakallı bir adam görmüş. Ve Hasan kendini tutmuş.

Aslında ecinni olan bu adam, ona yanmış bir mum vermiş; ellerinde yanan mumlarla ilerleyen düğün kalabalığı­ na katılmasını sağlamış ve ona, "Bil ki, ben bir ecinniyim, ama iman sahibi bir ecinni! Seni buraya uyuduğun sırada ben taşıdım. Bu kent, Kahire' dir. Seni buraya, iyiliğini istediğim için taşıdım ve de karşılıksız bir yardımda bulunmak için... Sadece Allah aşkına ve de güzellik adına! Şimdi şu yanmış mumu elimden al, bu kalabalı­ğa katıl ve onlarla birlikte şu gördüğün hamama git! Orada, hamamdan çıkan, saraya götürülecek bir kambur göreceksin, sen de onları izle! Daha iyisi yeni damat kamburun yanında yürü! Ve onunla birlikte saraya gir! Büyük toplantı salonuna ulaşınca, sanki haneden birisi gibi, yeni damat kamburun yanında dur! Ve orada karşına çıktığını gördüğün herhangi bir çalgıcı, bir rakkase veya bir şarkıcı kadın görürsen, hemen elini cebine daldır ve benim marifetimle orada hiç eksilmeyecek altınları avuçlayarak hiç tereddüt etmeden başları­na öylece saçıver! Ve sakın altının biteceğinden korkma, bunu ben halledeceğim! Sana her yaklaşana avuç dolusu altın saçacaksın! Ve kendinden emin bir tavır takınacaksın! Ve de hiçbir şeyden korkma! Seni bu kadar güzel yaratmış olan Tanrı'ya ve de seni seven bana güven!

Zaten, bütün bunlar Yüce Tanrı'nın arzu ve iradesiyle olmuştur!" demiş. Bu sözleri söyledikten sonra, ecinni gözden kaybolmuş. Bunun üzerine Basralı Hasan Bedreddin, ifritin sözlerini düşü­nerek kendi kendine, "Bütün bunların anlamı ne acaba? Ve bu şaşırtıcı ifrit, bana ne gibi bir hizmette bulunduğunu söylemek istedi?" diye mırıldanmış. Ama, kendi kendine soru sormak üzere uzun boylu düşünmeden yürümüş, sönen mumunu bir başka çağrılının mumundan yeniden yakmış ve hamamda yıkanmayı sona erdiren kamburun tam yepyeni giysiler içinde ve at üstünde yola çıkacağı anda, hamama ulaşmış. Bunun üzerine Basralı Hasan Bedreddin, kalabalığa karışmış ve güzel bir manevrayla, düğün alayının başına, kamburun yanma ulaşmış. İşte bu durumda, Hasan'ın tüm güzelliği, harika parıltısı içinde belirmiş. Zaten Hasan, Basra'dan en göz kamaştıran giysilerine bürünerek çıkmışmış, başında başlık olarak, çevresine altın ve gümüş işlemeli ve Basra tarzında görkemli bir ipek sarık sarılmış olan bir fes, sırtında da sırma tellerle yer yer işlenmiş bir harmaniye varmış. Ve bütün bunlar onun gururlu havasına ve güzelliğine katkıda bulunuyormuş.

Düğün alayının yürüyüşü sırasında, çalgıcıların grubundan ayrılıp her hangi bir rakkase veya şarkıcı, Hasan'ın karşısına gelip kendisine yaklaştıkça, Hasan hemen cebindeki keseye davranıyor ve oradan bolca altın çıkararak, bu altını avuç avuç yöresindekilere saçıyor, aynı şekilde kendisine yaklaşan genç şarkıcının ya da genç rakkasenin zilli tefine altın dolduruyor, bunu yaparken de görülmedik bir zarafetle davlanıyormuş. Böylece orada bulunan bütün kadınlar ve de bütün kalabalık, büyük bir hayranlığa kapılmışlar ve de onun güzelliği ve sihrinden etkilenmişler. Alay sonunda saraya ulaşmış. Orada, mabeyinciler kalabalığı dağıtmışlar ve sadece kamburu izleyen çalgıcılar ile rakkase ve şarkıcıları içeri almışlar. Başka hiç kimse içeri girememiş. Bunu gören şarkıcı ve rakkaseler, ağızbirliğiyle, mabeyincilere sokulup onlara, "Vallahi! Halkı, gelinin giyimine yardım etmek üzere görevli olan bizlerle birlikte hareme girmekten engellemekte çok haklısınız! Ama, bize o kadar iyiliği dokunan şu genç adamı bizimle içeri girmekken engellerseniz, biz de kesinlikle içeri girmeyiz. Ve de dostumuz olan bu genç adam yanımızda bulunmadıkça, geline şenlik düzmeyi de reddedeniz" demişler. Ve zorlayarak kadınlar, genç Hasan'a dört elle sarılmışlar ve onu da birlikte büyük toplantı salonunun ortasındaki hareme götürmüşler,

Hasan, olan biteni önleyemeyen ve de bundan dolayı nefretle dolu olan kamburla birlikte harem çevresindeki tek erkekmiş. Toplantı salonunda, emirlerin vezirlerin ve saray mabeyincilerinin tüm soylu ekleri toplanmış imiş. Tüm kadınlar iki sıra halinde dizilmiş ve her biri elinde büyük birer mum tutuyormuş, her birinin yü­zü de, iki erkeğin varlığından ötürü, beyaz ipek bürümcüklerle örtünmüş. Hasan ve yeni evli kambur, düğüne katılmak için, salondan gerdek odasına kadar iki dizi halinde sıralanmış kadınların önünden geçmişler ve yüksek bir peykeye oturmuşlar.

Hasan Bedreddin'i güzelliği, büyüleyici etkisi ve ayın hilal halindeki görünümünü andıran ışıltılı yüzüyle gören kadınlar, heyecandan nefes alamaz olmuş, akıllarının başlarından uçtuğunu hissetmişler. Ve her biri bu harika gencin boynuna sarılmak ve kucağına atılarak orada bir yıl, bir ay veya hiç değilse bir saat ya da sadece bir kez onun dolduruşuna uğrayacak ve onu içinde duymaya yetecek kadar bir zaman oturmak için yanıp tutuşmuşlar. Öyle bir an gelmiş ki, tüm bu kadınlar, hep birden, artık daha fazla dayanamayıp bürümcüklerini kaldırarak yüzlerini açmışlar, kamburun varlığını unutarak sınırlamadan kendilerini ortaya koymuşlar ve hepsi birden güzelliğini daha yakından izlemek ya da onu ne çok arzuladıklarını belli etmek üzere, bir iki aşk sözü fısıldamak, hiç değilse gözleriyle bir işaret yapmak için, Hasan Bedreddin'in yanına yaklaşmaya başlamışlar.

Zaten, rakkase ve hanendeler, Hasan'ın cömertliğini anlatarak onu daha da değerlendiriyorlar ve bu kadınları ona karşı daha iyi hizmet görmeye teşvik ediyorlarmış. Kadınlar kendi aralarında, "Allah! Allah! işte bir genç ki, doğrusu, Sitt-ül Hüsn ile yatmaya gerçekten layık! Adeta birbirleri için yaratılmışlar! Allah şu kamburun belasını versin!" diyorlarmış. Salonda, kadınlar, Hasan'ı över, kambura da lanetler yağdırırken birden çalgıcılar mızrap vurup zil çalarak, yeni gelin Sitt-ül Hüsn'ün, gerdek kapısı açılarak, haremağalan ve maiyetindekilerle çevrili, kabul salonuna girişim muştulamışlar. Vezir Şemseddin'in kızı Sitt-ül Hüsn, kadınların arasına katılmış. tıpkı bir huri gibi parlıyor yanındaki diğer kadınlar da onun yanında, bir buluttan çıkan ayı çevreleyen yıldızlar gibi, ona bir tören alayı oluşturuyorlarmış. Amberler, miskler ve gülyağları sürünmüş taradığı saçları, başını örten ipek bürümcük altından parlıyor, omuzları onları kaplayan gösterişli giysiler altında harika desenler çiziyormuş, gerçekte kenarları kızıl altınla işlenmiş al giysisinin üzerine hayvan ve kuş figürleri işlenmiş ama bunlar sadece dış giysileri üzerinde görülenlermiş, bunların altındaki iç giysilere gelince, onların ne olduklarını ve ne denli değerli bulunduklarını ancak Allah bilirmiş.

Boynundaki gerdanlık, kim bilir kaç bin dinar değerindeymiş! Onu oluşturan her bir değerli taş, öylesine nadirmiş ki, hiç kimse, bir şah bile olsa, benzerini görmemiş imiş. Tek sözcükle, yeni gelin Sitt-ül Hüsn, öyle güzelmiş ki, ancak on dördüncü gecesinde dolunay bu kadar güzel olabilirmiş! Basralı Hasan Bedreddin'e gelince, yerinde kıpırdamadan oturuyor ve tüm kadınların hayranlığını çekip duruyormuş. Sonunda yeni gelin onun bulunduğu yana doğru gelmeye başlamış. Bedenini sağa, sola kıvırarak, son derece zarif hareketlerle sedire yaklaşmış. Bunu gören kambur seyis, ayağa kalkarak onu kucaklamaya yeltenmiş. Fakat kız onu nefretle itmiş, kıvrak bir hareketle dönerek gü­zel Hasan'ın önünde durmuş. Onun kendi yeğeni olduğunu bilmedi­ği gibi, oğlan da hiçbir şey bilmiyormuş! Bu sahneyi gören, oradaki bütün kadınlar gülmeye başlamış­lar, özellikle genç gelin yakışıklı Hasan'ın önünde durup ve onun uğ­runa bir an içi tutuşarak, ellerini göğe kaldırıp, "Allah'ım! Ne olur bu güzel genç benim kocam olsa! Beni bu kambur seyisten kurtar Allah'ım!" diye haykırınca... Bunu duyan Hasan Bedreddin, ecinninin ikazına uyarak etini cebine daldırıp oradan birçok altın çıkarıp avuç avuç Sitt-ül Hüsn'ü izleyenlere ve çalgıcı ve şarkıcılara saçmış.

Onlar da, İnşallah, geline sen sahip olursun!" diye haykırmışlar. Ve Bedreddin bu temenniye ve iltifatlara kibarca gülmüş. Kambura gelince, bütün bunlar olup biterken, kötülemelerden yılmış bir kenarda tek başına maymun gibi oturup kalmış ve rastlantı kabilinden onun yanına kim yaklaşmışsa ya da yanından kim geçmişse, onunla alay etmek için mumlarını söndürmüşler ve böylece orada sıkıntıdan patlayarak ve kaygıdan kahrolarak kalakalmış. Ve tüm kadınlar ona bakarak alay etmişler ve pis şakalar yapmış­lar. Herkes de gülüp duruyormuş. Yeni geline gelince, her seferinde yeni giysilerle tüm kadınlar da kendisini izlediği halde, salonda yedi kez tur atmış ve her seferinde de Basralı Hasan Bedreddin'in önünde durmuş. Ve her bir giysisi bir önce giydiğinden daha güzelmiş ve takındığı her süs, bir öncekinden daha değerliymiş. Ve yeni gelin ağır ağır ve adım adım yü­rürken, çalgıcılar coşkuyla aletlerini çalıyor ve şarkıcılar en çıldırtıcı, en tahrik edici aşk şarkıları söylüyorlarmış, rakkaseler de zilli teflerinin refakatinde, kuşlar gibi raks ediyorlarmış! Ve her seferinde, Hasan Bedredd in El-Basravi, salonun her yanına avuç avuç altın saçmaktan geri kalmıyormuş ve tüm kadınlar, delikanlının eline dokunan bir şeylere sahip olmak için çabalayıp duruyorlarmış.

Hatta bazılan, genel neşeden ve heyecandan çalgı sesinden ve şarkıların verdiği baş dönmesinden yararlanarak, yerde birbirinin üstüne uzanmış, oturmuş gülümseyen Hasan'a bakarak taklit yapıyorlarmış. Ve kambur bütün bunlara üzülerek bakıyormuş. Yedinci turun sonunda, düğün merasimi bitmiş; çünkü gecenin zaten ilerlemiş bir saatine ulaşılmış imiş. Çalgıcılar mızrap vurmayı bırakmışlar, rakkase ve şarkıcılar susmuşlar ve tüm kadınlarla birlikte, kimi ellerini öperek, kimi giysisinin eteğini tutarak, Hasan'ın önünden geçmişler ve son bir kez daha güzelliğini görmek için baş­ larını çevirip baktıktan sonra dışarı çıkmışlar. Sonunda salonda, Hasan'dan, kamburdan, yeni gelinden ve nedimelerden başka kimse kalmamış. Bunun üzerine nedimeleri gelini soyunma odasına götürmüşler, birer birer giysilerinden soymuşlar. Sonra hepsi birden, gelini sadece, görevi yeni gelini damat kambur içeri girinceye kadar gerdeğe hazırlamak olan ihtiyar dadı­sıyla bırakarak, çekilmişler.

Kambur, sedirden ayağa kalkarken, Hasan'ın hâlâ oturduğunu görerek, kuru bir sesle ona, "Gerçekte efendim, varlığınızla bizi çok onurlandırdınız ve bu gece iyiliklerinizle bizi ihya ettiniz. Ama şimdi, buradan ayrılmak için kovulmayı mı bekliyorsunuz?" demiş. Bunun üzerine Hasan sonuç olarak ne yapacağını bilemediğinden ayağa kalkarak, "Bismillahirrahmanirrahim!" demiş ve dışarı çıkmış. Ama, daha salonun kapısının dışına çıkar çıkmaz, ecinninin belirdiğini görmüş, ecinni ona "Böyle nereye gidiyorsun, Bedreddin? Dur bakalım! Beni iyi dinle ve söyleyeceklerimi yerine getir! Kambur hacet görmek üzere tuvalete gidecek, onunla ben meşgul olaca­ğım! Senin yapacağın doğruca gerdek odasına gitmektir, genç gelinin içeri girdiğini görünce, ona 'Senin gerçek kocan benim! Sultan ve baban, kıskanç kimselerin kem gözünden çekindikleri için bu dü­zeni kurdular! Seyise gelince, bu bizim seyislerimizin en sefilidir ve onun zararını karşılamak için, ahırda bizim sağlığımıza içsin diye bir çanak ayran hazırlıyorlar' dersin.

Sonra, korkusuzca ve hiç tereddüt etmeden onun elini tutar, peçesini kaldırır ve ne yapılması gerekirse onu yaparsın!" demiş, sonra da oradan ayrılmış. Gerçekten kambur, yeni gelinin yanına girmeden önce, aptesaneye girmiş, mermere çömelmiş ve abdest bozmaya başlamış! Ama hemen bir iri fare kılığına giren ecinni, aptesanenin deliğinden çıkmış; ve "Cik! Cik!" diye fare sesleri vermeye başlamış. Seyis, onu kaçırmak için ellerini birbirine çarparak ona, "Hişt! Hişt!" diye seslenmiş, Birdenbire, fare büyümeye başlayarak, gözleri korkunç şekilde parlak iri bir kedi olmuş ve karşısında miyavlamaya başlamış. Sonra, kambur hacetini görmeye devam ederken, kedi yeniden büyümeye başlayarak bu kez iri bir köpek olmuş ve "Hav! Hav!" diye havlamaya başlamış. Bunu gören kambur korkmuş ve ona, "Defol, alçak!" diye havkırmış, Bu kez köpek kabararak bir eşek olmuş ve kamburun yüzüne bakarak, "A! i!. A! i!" diyerek anırmaya ve de büyük gürültülerle yellenmeye başlamış.

Bunu gören kambur çok korkmuş, tüm karnının ishal olmuş gibi cıvıdığını hissetmiş; ve "İmdat! Evdekiler neredesiniz?" diye haykırmaya başlamış. Sonra da, kambur oradan kaçar kurtulur endişesiyle eşek daha da büyüyerek aptesanenin kapısını tamamen kapatan korkunç bir manda haline gelmiş ve bu manda, bu kez, insan sesiyle konuşarak, ona, "Allah belanı versin senin! Ey seyislerin en kokuşmuşu!" demiş. Bu sözleri duyan kambur ölüm so­ğukluğunu ensesinde hissetmiş, döşeme taşları üzerindeki cıvık pisliklerin üzerinde kaymış ve yan giyinik durumda, çeneleri birbirine vurarak korkudan perişan olmuş! Korku içindeki kamburun ağzından tek bir söz çıkmamış.

Bunu gören ecinni, ona,"Bana yanıt ver! Yoksa dışkı­ nı sana yediririm!" demiş. Bu korkunç tehdidi duyan kambur, "Vallahi! Bu, asla benim suçum değil! Bunu. bana zorladılar! Ve zaten, ey mandaların hükümdarı, genç kızın mandalar arasında bir sevdiği olduğunu bilmiyordum! Ama, sana yemin ediyorum, pişmanım ve Tanrı'dan ve senden af diliyorum" demiş. Bunu duyan ecinni, ona, "Bana, Allah adına, emirlerimden çıkmayacağına dair yemin ver!" demiş. Kambur hemen yemin vermiş. Bunun üzerine ecinni ona, "Burada gün doğuncaya kadar, bütün gece, kalacaksın! Ancak bundan sonra dışarı çıkabilirsin! Ama bütün bunlardan kimseye tek bir söz bile etmeyeceksin! Yoksa kafanı bin parçaya ayırırım! Ve de bir daha sarayın bu yanına, yani hareme kesinlikle ayak basmayacaksın! Yoksa, bak tekrarlıyorum, kafanı ezer ve seni dışkı çukuruna sokarım!" demiş; sonra da, "Şimdi seni öyle bir duruma sokacağım ki, gün doğuncaya kadar kıpırdayamayacaksın!" diye eklemiş.

Sonra manda dişleriyle seyisi ayaklarından yakalamış ve onu başaşağı, aptesanenin çukuru içine sokmuş; sadece ayakları dışarıda kalmış. Ve de "Sakın kıpırdamayasın!" demiş ve ortadan kaybolmuş. Kamburun durumu böyle! Hasan Bedreddin El-Basravi'ye gelince, kambur ile ifriti kendi hallerine bırakıp gerdek odasının özel bölümüne girmiş; oradan da gerdek odasına geçmiş ve bir kenara çekilip oturmuş. Onun içeri girmesinden biraz sonra, yüreklendirmek için kendisini izleyen, ancak yalnız başına gerdeği girmesi gerektiğinden kapıda kalan dadı­ sından ayrılarak yeni gelin Sitt-ül Hüsn içeri girmiş.

Bir kenarda oturanın kim olduğunu ayırt edemeyen, ama kambura seslendiğini sanan ihtiyar, ona, "Ayağa kalk! Yiğit delikanlı! Karının elini tut! Allah beline kuvvet versin! Tanrı da daima sizinle birlikte olsun, çocuklarım!" diyerek çekip gitmiş. Bunun üzerine yeni evli Sitt-ül Hüsn, yüreği bir tüy kadar hafif, kendi kendine, "Hayır! Kendimi bu iğrenç kambur seyise teslim edeceğime öleyim daha iyi!" diye söylenerek ilerlemiş. Ama daha birkaç adım atmadan, hayran olunacak güzellikteki Bedreddin'i gö­ rerek tanımış. Bunun üzerine bir mutluluk çığlığı atarak, ona, "Oh, sevgilim! Bu kadar zaman oturarak beni beklemen ne incelik! Yalnız mısın? Ne mutluluk! Sana itiraf edeyim: seni toplantı salonunda, o kötü kamburla yanyana oturmuş görünce, ilkin, benim üzerimde ikinizin de hak iddia edeceğinizden korktum" demiş.

Bedreddin, "Hanımım, sen ne diyorsun? Nasıl bu kamburun sana dokunabilece­ ğini düşünürsün? Ve de nasıl senin üzerinde benimle birlikte hak iddia edebilir?" diye yanıt vermiş. Sitt-ül Hüsn de "Ama ikinizden hanginiz benim kocam, sen mi, o mu?" diye sormuş. Bedreddin, "Benim, hanımım! Bütün bu kambur güldürüsü, sadece bizi güldürmek için düzenlendi; ve de kem gözlerden korumak için... Çünkü saraydaki tüm hanımlar senin eşsiz güzelliğinin övgüsünü duymuşlar; bahan da bu kamburu, seni kem gözden korumak için kiralamış; baban onu on dinarla ödüllendirmiş; ve zaten şimdi, kambur, ahırda, bizim şerefimize, bir kase yoğurt yutmakla meşgul!" diye yanıt vermiş.

Bedreddin'in bu sözleri üzerine, Sitt-ül Hüsn zevkle dolmuş, gülümsemiş, sonra daha da coşkuyla gülmüş. Hasan, Basralı Yahudi'nin kendisine verdiği bin altını içeren keseyi divana, kuşağının altına koymuş, sonra o güzelim sarığını çıkarıp bir iskemlenin üzerine yerleştirmiş ve oraya kambur için konmuş olan gece takkesini giymiş ve sırtında giysi olarak sadece sırma işlemeli ince bir ipek gömlek ile yine sırma uçkurlu mavi ipekten geniş bir içdonu kalmış. Böylece, o andan başlayarak, hiç kuşkusuz Sitt-ül Hüsn, sonra göreceğiniz gibi, ey Emir-ül Müminin, hamile kalmış. Bedreddin on beş kez seter yaptıktan sonra, kendi kendine, "Şimdilik bu kadarı yeter!" demiş. Ve de Sitt-ül Hüsn'ün yanına yatıp uzanmış; kızın başını yavaşça kolunun üzerine yatırmış; Sitt-ül Hüsn de onu kollarıyla sarmış; ikisi de birbirine sıkı sıkı sarılmış olarak, uyumadan önce şu dizeleri okuyorlarmış;

Asla korkma! Mızrağın aslının hedefini delsin! Kıskançların nasihatlarına kulak asma! Çünkü hasetle söylenen sözlerin aşka faydası yoktur! Düşün! Yüce Tanrı, birbirinin kallarında yatan iki sevgilininkinden daha güzel bir temaşa yaratmış mıdır? Bak onlara! Biri diğerinin kollarında, mutlulukla örtünmüşler! Elleri ve kollan kulak yerine hizmet veriyor! Alem, ateşli bir tutkuyla iki kalbin birbirine bağlandığını görünce, onları soğuk bir demirle vurmaya çalışır. Ama sen, boş ver! Yolunda bir güzelliğe rastladığın her sefer, onu sevmek gerekir! Onunla, sadece onunla yaşamak gerekir!

Hasan Bedreddin ile amcasının kızı Sitt-ül Hüsnün öyküsü iş­ te böyle! Ecinniye gelince, gidip acele arkadaşı ecinniyeyi aramış, ikisi birden gelip oyunlarını izledikten sonra, iki genç varlığı uykularında seyretmişler. Sonra ifrit, arkadaşı ifriteye, 'Haydi, hemşire, genç adamı kaldırıp götürmek sırası sende! Onu, seni götürdüğüm Basra'daki mezarlıkta, babası Nureddin'in türbesinde yattığı aynı yere taşıman gerek! Ve de çabuk ol! Ben de sana yardım edeyim! Çünkü sabah olmak üzere!" demiş; bunun üzerine ifrite, uyuyan genç Hasan'ı kaıdınp onu olduğu haliyle, sadece sırtındaki gömlekle omuzlarına almış; çünkü içdonu ve kuşağı toplayacak zamanı yokmuş ve peşinde ifrit, göklerde uçmuş. Oysa, kader, ifritenin genç Hasan Bedreddin'i daha uzağa götüremeyeceğini anlayarak indirdiği yerin Şam kentine çok yakın bir mahal olmasını istediğinden, ifrite de Hasan'ı getirip kentin kapılarından birinin yakınma yavaşça bırakmış; kendisi de uçup gitmiş.

Gün doğarken, kentin kapılan açılmış ve halk, buralardan çı­karken, sadece bir iç gönmleğiyle giyinik, başında sarık yerine gece takkesi taşıyan, ayağında donu da bulunmayan bu olağanüstü güzel genci görünce çok şaşırmış ve birbirlerine, "Bunun bu kadar derin bir uykuda olması, bütün gece uyumamış ve çok yorulmuş olmasındandır herhalde!" demişler. Ama bazıları da, 'Allah! Allah! Ne yakı­şıklı bir genç bu böyle! Bir diğerleri de, "Zavallı genç adam meyhanede gereğinden fazla zaman geçirmiş ve dayanacağından fazla içki içmiş ve gece geç vakit evine dönerken kentin kapılarını kapalı bulmuş, toprağa uzanıp yatmaya karar vermiş olmalı!" demiş. O sırada Bedreddin uyanmış ve tanımadığı bir kentin kapısında uzanmış olduğunu ve yöresindeki halkı görmüş, buna çok şaşırıp, "Ben kimim, ey iyi insanlar? Söyleyin bana, yalvarırım. Ve de neden benim böylesine yöremdesiniz? Ne oldu acaba?" diye haykırmış.

Ona, "Bizler, sadece zevk duymak için durup sana bakıyoruz! Ama sen, Şam kapılarında bulunduğunu bilmiyor musun? Böylesine çırılçıplak kalıncaya kadar geceyi nerede geçirdin?" diye yanıt verip soru sormuşlar. Hasan da, "Vallahi! İyi insanlar, siz bana ne söylüyorsunuz? Ben geceyi Kahire'de geçirdim. Sizse, Şam'da olduğumu söylüyorsunuz!" demiş. Bunu duyunca hepsi büyük bir neşeye kapılmışlar ve içlerinden biri, "Ey koca esrar çekici!" demiş, diğerleri de, "Ama sen herhalde delisin! Böylesine yakışıklı bir delikanlı­nın deli olması ne acınacak şey!" demişler. Ve kimileri, "Senin bize anlattığın bu garip öyküde nedir?" diye sormuşlar. Bunun üzerine Hasan Bedreddin, "Vallahi! iyi insanlar, ben asla yalan söylemiyorum! Dün geceyi Kahire'de geçirdim ve bir gün önce de kendi kentim Basra'da idim!" demiş. Bu sözleri duyan biri, "Şaşılacak şey!" diye, bir diğeri, "Bu delinin biri!" diye haykırmış. Ve birçokları iki büklüm oluncaya kadar gülmüş ve el çırpmışlar.

Kimileri de, "Bu hayranlık verici gencin aklını kaçırmış olmasının pek zararı yok. Yine de benzersiz bir deli olmuş" demişler. İçlerinden daha aklı başında biri, ona," Oğlum biraz aklını başına topla! Ve böyle budalaca şeyler söyleme!" demiş. Bunun üzerine Hasan, "Ben ne dediğimi biliyorum. Ve, dahası, Kahire'de, dün gece, yeni evli biri olarak çok hoş anlar geçirdim!" demiş. Bunu duyunca, hemen hepsi onun çılgınlığı­na gittikçe daha fazla inanmışlar ve biri gülerek, "Pekâlâ görüyorsunuz ki, bu zavallı genç adam rüyasında evlenmiş. Rüyada evlenmek iyi oluyor mu?" diye haykırmış. Ama Bedreddin, kızmaya başlayarak onlara, "Pekâlâ işte, o bir huriydi. Ve de pis bir kamburun yerini alarak! Hatta şu başımda gördüğünüz gecelik takkesi de ona ayrılmıştı! Fakat Allah aşkına! Yiğit kişiler, benim sarığım nerede? Donum nerede, giysilerim kuşaklarım nerede? Ve de özellikle kesem nerede?" diye haykırmış. Ve Hasan ayağa kalkmış, yöresinde giysilerini aramış. Herkes delikanlının tümden aklını kaçırdığını düşünerek birbirine göz kırpmış.

Bunun üzerine zavallı Hasan, o gülünç kılığıyla kente girmeye karar vermiş; ve caddeleri ve çarşıları, çoğu çocuk bir sürü insanın ortasında, kendisine, "Deli! Deli!" diye haykırırlarken geçmek zorunda kalmış. Ve zavallı Hasan ne yapacağını bilemezken, Allah bu güzel çocuğun daha fazla incinmesini istememiş olacak ki, onu bir tatlıcı dükkanının önünden geçirmiş. Ve Hasan bu dükkana atılarak, orada kendine sığınak aramış ve bu tatlıcı, bütün kentin serü­venlerini çok iyi bildiği "gözüpek bir yiğit olduğundan, herkes Hasan'ı kendi haline bırakıp korkarak oradan ayrılmış. Hacı Abdullah adlı bu tatlıcı, Hasan Bedreddin'i görünce, onu keyfince seyretmiş ve güzelliğinin, büyüleyiciliğinine hayran olmuş; ve o anda gönlünü sevgi kaplamış ve genç Hasan'a, "Ey kibar genç çocuk, söyle bana, nereden geliyorsun? Ve sakın korkma! Bana öykünü anlat, çünkü seni şimdiden canımdan fazla seviyorum" demiş.

O zaman Hasan, tatlıcı Hacı Abdullah'a başından sonuna kadar tüm öyküsünü anlatmış. Onun başına gelenleri öğrenen tatlıcı, son derece şaşırmış ve Hasan'a, "Benim genç efendim Bedreddin, bu öykü gerçekten çok şaşırtıcı ve anlatışın da olağanüstü. Fakat çocuğum sana bundan kimseye söz etmemeni tavsiye ederim, çünkü sırları açıklamak tehlikelidir. Ve Tanrı seni dertlerinden kurtarasıya kadar, sana dükkanı­mı gönlünce burada kalmak üzere açıyorum. Zaten benim çocuğum yok, beni baban gibi kabul etmek istersen, beni çok sevindirirsin! Seni evladım olarak kabul ederim!" demiş. Bunu duyunca Hasan Bedreddin, "Yiğit amcacığım senin istediğin gibi olsun!" diye yanıt vermiş. Bunun üzerine tatlıcı hemen çarşıya çıkmış, gösterişli elbiseler satın alıp Hasan'a giydirmek üzere geri dönmüş. Sonra onu kadıya götürmüş ve tanıklar önünde, Hasan Bedreddin'i evlatlığa kabul etmiş. Ve Hasan tatlıcı dükkanında, onun oğlu olarak kalmış, müşteriden para alan, hamur işlerini, reçel kavanozlarını, kaymak ve Şam'da ün salmış başka her türlü tatlıyı o satarmış. Basra'da vezir Nureddin'in karısı olan annesinin onun önünde hamur işleri ve re­çeller hazırlarken kendisine verdiği derslerden ötürü ve de tatlıcılı­ğa çok özel bir ilgi duyduğu için, sanatı kısa zamanda öğrenmiş. Ve Basra'nın yakışıklı genci, tatlıcının evlatlığı Hasan'ın güzelliği tüm Şam kentinde, ünlenmiş ve Hacı Abdullah'ın dükkanı, Şam'ın tüm tatlıcı dükkanları içinde en işlek dükkân olmuş.

Hasan Bedreddin'in öyküsü böyle! Yeni gelin, Kahire'deki Şemseddin'in kızı Sitt-ül Hüsn'ünkine gelince şöyle: Sitt-ül Hüsn, bu ilk düğün gecesinin sabahında uyanınca, Hasan'ı yanında bulamamış. Hemen Hasan'ın aptesaneye gitmiş olacağını düşünmüş! Ve dönüşünü beklemeye başlamış. Hal böyleyken, babası vezir Şemseddin, haberlerini almak üzere onunla buluşmaya gelmiş ve de çok endişeli imiş. Sultan'ın, kızı Sitt-ül Hüsn'ü bu şekilde kambur seyisle evlendirmeye kendisini zorlayarak yaptığı haksızlığa ruhunda isyan duyuyormuş. Ve, kızı­nın yanına girmeden önce, vezir kendi kendine, "Hiç kuşkusuz, şayet bu iğrenç kambura kendisini teslim ettiğini öğrenirsem, kızımı öldürürüm!" diyormuş. Gerdek odasının kapısını çalarak, "Sitt-ül Hüsn!" diye seslenmiş. Kız, içeriden, "Evet, babacığım, şimdi gelip kapıyı açıyorum' diye yanıt vermiş. Ve aceleyle kalkıp babasına kapıyı açmış. Kız, her zamankinden de güzel bir görünümdeymiş, yüzü sanki aydınlanmış gibiymiş. Bundan dolayı babasının karşısına, tüm işveli davranışıyla çıkmış. Ama babası, kamburla birlikte olmaktan üzüntü içinde bulacağını sandığı kızını böyle sevinç içinde görünce, 'Ah! Utanmaz Kız! O pis kambur seyisle yattıktan sonra, nasıl oluyor da karşıma böyle sevinç içinde çıkıyorsun?" diye haykırmış. Bu sözleri duyan Sitt-ül Hüsn, bilgiç bir tavırla gülerek, ona, "Vallahi, babacığım! Bu şakalar artık bitsin! Zaten, bu gece, gerçek kocam olan benim güzel sevgilimin tırnak kırpıntısı bile olamayacak sahte kocam kambur yüzünden tüm çağrılıların bana gülmeleri canıma yetti! Onun için bu şakayı kes artık babacığım ve de o kamburdan söz etme!" demiş. Kızının bu sözlerini duyunca, vezir baştan ayağa öfke kesilmiş, gözleri hiddetten masmavi, "Felaket! Sen ne diyorsun? Kambur seninle bu odada yatmadı mı?" diye haykırmış. Kız, "Allah aşkına babacığım, şu kamburun adını anma artık! Allah, onun da, babasının da, anasının da, tüm sülalesinin de belasını versin! Senin kem gözden sakınmak için yaptığın aldatmacayı artık bildiğimi sen de pekâlâ anlıyorsun!" diye yanıt vermiş.

Sonra da düğün gecesinin tüm ayrıntılarını babasına anlatmış. Ve de, "O ince davranışlı, ışıl ışıl siyah gözlü, yay kaşlı güzel bir delikanlı olan sevgili kocamın yanında ne kadar iyiydim!" diye eklemiş. Bu sözleri duyan vezir, "Kızım, sen çıldırdın mı? Ne diyorsun sen? Kocam diye adlandırdığın bu genç adam hani nerede" diye sormuş. Sitt-il Hüsn, "Aptesaneye gitti!" demiş. Bunun üzerine vezir çok tedirgin olarak dışarıya fırlamış ve aptesaneye doğru koşmuş. Orada kamburu, ayakları havada, başı derinlemesine aptesane çukuruna sokulmuş ve kıpırdayamaz vaziyette bulmuş! Son derece şa­şıran vezir, "Ne görüyorum? Sen misin oradaki, kambur?" diye haykırmış. Ve de sorusunu yüksek sesle tekrarlamış. Fakat kambur hiç yanıt vermemiş çünkü hep dehşet içinde, onunla konuşanın ecinni olduğunu sanıyormuş...

Anlatısının bu anında, Şehrazat, sabah olduğunu görmüş ve yavaşça susmuş.

Fakat Yirmi İkinci Gece Gelince Söze başlamış:

Ey bahtı güzel şahım, işittim ki, Cafer, Halife Harun Reşit'e öyküsünü anlatmayı şöyle sürdürmüş: Kendisiyle konuşanın ecinni olduğunu sanan korkuya düşmüş kambur, yanıt veremeyecek kadar çok ürkmüştü. Bunun üzerine vezir, kızarak, "Bana yanıt ver, alçak kambur, yoksa şu palayla gövdeni parçalayacağım!" diye haykırmış. Bunun üzerine kambur, başı daima aptesane çukurunda olarak, derinden, "Ey ifritlerin ve ecinnilerin başı! Acı bana! Buradan bütün gece kıpırdamadığıma ve emrine uyduğuma yemin ederim!" demiş. Bu sözleri duyan vezir artık ne düşüneceğini bilememiş ve "Fakat sen ne söylüyorsun? Ben ifrit falan değilim. Gelinin babasıyım" demiş. Bunun üzerine kambur derinden bir soluk vermiş ve "Sen çek git buradan! Benim seninle hiç­ bir ilişiğim yok! Ruhları ürküten o müthiş ecinni gelmeden çek git buradan! Zaten, artık seni görmek istemiyorum, felaketimin nedeni sensin, evleneyim diye mandaların, eşeklerin ve de ifritlerin sevgilisi olan kızını bana verdin! Allah belanı versin! Senin de, kızının da, tüm kötülerin de!" demiş.

Bunu duyan vezir, ona, "Deli! Çık oradan! Çık da anlattıklarını iyice işiteyim!" demiş fakat kambur, "Belki deliyim ama, buradan o korkunç ifrit izin vermedikçe ayrılacak kadar da akılsız değilim! Çünkü gün doğmadan önce bu çukurdan çıkmamı kesinlikle yasakladı. Onun için git buradan da beni rahat bırak! Ama, güneşin doğuşu daha gecikecek mi, gecikmeyecek mi, onu söyle!" diye yanıt vermiş. Ve vezir, gittikçe daha fazla şaşırarak, "Fakat sözünü ettiğin bu ifrit de kim oluyor?" diye sormuş. Bunun üzerine kambur ona öyküyü yeni gelinin yanına girmeden önce, hacet görmek üzere aptesaneye gelişini fare, kedi, köpek, eşek ve manda olarak çeşitli kılıklarla ifritin belirmesini sonra ne işleme maruz kaldığını, kendisine nelerin yasaklandığını anlatmış sonra da inlemeye başlamış. Bunun üzerine vezir, kambura yaklaşmış, onu ayaklarından tutarak delikten dışarı çıkarmış. Ve kambur, yüzü tüm pisliğe bulaş­mış, sapsarı ve ağlamaklı vezire, "Allah senin de, mandaların sevgilisi olan kızının da belasını versin!" diye haykırmış. Ve, yeniden ifrit tarafından görülürüm korkusuyla, dehşete düşen kambur uğuldayarak ve geri dönmeyi göze almadan tüm gücüyle koşmaya başlamış.

Saraya ulaşmış, Sultan'ın huzuruna çıkarak ona ifritle olan tüm serüvenini anlatmış. Vezir Şemseddin'e gelince, o da deli gibi kızı Sitt-ül Hüsn'ün yanına gelmiş ve ona, "Kızım, aklımın uçacağını hissediyorum! Bu serüveni bana açıkla!" demiş. Bunun üzerine Sirt-ül Hüsn, "Bil ki, öyleyse, babacığım, bütün gece düğünde saygıyla karşılanan yakışıklı genç adam benimle yattı ve kuşkusuz ondan hamile de kaldım. Söylediklerimi kanıtlamak için, onun iskemledeki sarığını, divan üzerindeki içdonunu ve yatağın üzerindeki kuşağı­nı gösterebilirim. Dahası, bu kuşağın altında ne olduğunu bilmedi­ğim bir şey bulacaksın!" demiş. Bu sözleri duyan vezir, iskemleye doğru yürümüş; sarığı almış, gözden geçirmiş, her yanını evirip çevirmiş, sonra. "Ama bu, Basra ve Musul vezirleri Banklarına benziyor! " diye haykırmış.

Sonra sarığı çözmüş ve takkenin içine dikili bir bez parçası bulmuş. Hemen onu oradan çıkarmış sonra kuşağı yerinden kaldırmış ve altında Hasan Bedreddin'e Yahudi'nin verdi­ği bin altın dinarı içeren keseyi bulmuş. Bu kesede, başkaca Yahudi'nin el yazısıyla yazılmış bir kağıt parçası da varmış ve yazı şöyleymiş:

"Ben, Basra'da tacir falan kimse, karşılıklı anlaşma üzerine, Allah'ın iyiliğini üzerinden eksik etmemesini temenni ettiğim vezir Nureddin'in oğlu Hasan Bedreddin efendimize, Basra'ya ilk gelecek olan babasının gemisindeki mallar için bin altın dinar verdim." Bu kağıdı okuyunca, vezir Şemseddin haykırarak bayılıp yere düşmüş. Kendine geldiği zaman, sarıkta bulduğu dikili bezi aceleyle açmış ve hemen kardeşi Nureddin'in yazısını tanımış. Bunu gö­rünce, ağlayıp sızlanmaya başlamış ve "Ah! Benim zavallı kardeşim! Zavallı kardeşim!" diye inlemiş. Biraz sükunete kavuşunca, "Tanrım! Sen nelere kadirsin!" demiş, sonra kızına, "Kızım, o gece kendini sunduğun kişinin adım biliyor musun? Bu, benim kardeşim Nureddin'in oğlu, senin yeğenin olan Hasan Bedreddin'dir! Ve bu bin dinar senin başlık parandır! Allah'a şükürler olsun!" demiş.

Sonra da şu iki şiiri okumuş: İzlerini yeniden görüyorum ve hemen, ona yeniden kavuşma arzusuyla eriyorum, tam olarak! Mübarek yerler anısına, gözlerimin tüm yaşını akıtıyorum. Ve kendi kendime soruyor, yanıt alamadan ağlıyorum. 'Beni kim ondan koparıp aldı!' diye... Ah! Dertlerime neden olandan yalvararak bunu bana geri yollamasını istiyorum!

Ondan sonra kardeşinin anısını dikkatle okumuş ve orada Nureddin'in ve oğlu Hasan Bedreddin'in doğumunun tüm öyküsünü anlatılmış bulmuş. Ve özellikle, kardeşinin verdiği tarihlerle Kahire'deki kendi evlenmesinin ve kızı Sitt-ül Hüsn'ün doğmasının tarihlerinin birbirine uymasım hayretle karşılamış. Ve bu tarihlerin noktası noktasına birbirine uyduğunu saptamış. Öylesine şaşıp kalmış ki, hemen gidip Sultan'ı bulmak ve ona kağıtları göstererek tüm öyküyü anlatmak istemiş. Ve Sultan da, kendi bakımından, öylesine şaşıp kalmış ki, sarayın katiplerine bu harika öyküyü yazmalarını ve dikkatle dolapta saklamalarım emretmiş.

Vezir Şemseddin'e gelince, eve kızının yanına dönmüş ve yeğeni Hasan Bedreddin'in dönmesini beklemeye başlamış. Fakat sonunda, nedenini bilmeden Hasan'ın kaybolduğunu anlamış, kendi kendine, "Vallahi! Bu serüven, ne inanılmaz serüvendir! Gerçekten, bir eşi daha görülmemiştir!" demiş.

Anlatısının burasında, Şehrazat, sabahın belirdiğini görmüş, yavaşça Hint ve Çin hükümdarı Sultan Şehriyar'ı daha fazla yormamak için susmuş. ....devamı Vezir Nureddin, Kardeşi Vezir Şemseddin ve Hasan Bedreddin Öyküsü 2