Masal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Masal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Ekim 2020 Cumartesi

12. Sınıf Dil ve Anlatım Ders Notları - I. Ünite Sanat Metinlerinin Ayırıcı Özellikleri - II. Ünite Fabl, Masal, Hikaye

I. ÜNİTE: SANAT METİNLERİNİN AYIRICI ÖZELLİKLERİ 

Sanat eserlerinin ortaya çıkmasının birçok sebebi vardır. Sanatçı kendini diğer insanlara anlatabilmek için çeşitli yollar denemiştir çağlar boyunca. Kendini anlatma çabası, sanatçının zihninde ortaya çıkmış, bu isteği giderebilmek için de çeşitli yollar denemiştir. İşte onun bu denediği yollar daha sonra sanatların ve sanat eserlerinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. 

Edebiyatta bir gelenek vardır. Sanatçılar, yaşadıkları çağın duygu, düşünce vb. anlayışlarını içine doğdukları toplumda hazır bulduklarından, geleneksel olarak yüzyıllarca işlenen bir edebiyat geleneğine de sahip olacaklardır. Sanatçılar, yaşadıkları döneme göre değerlendirilirler sözü de bu anlamda doğrudur. Sanatçı, yaşadığı dönemin değer yargıları, duygu ve düşüncelerine göre değerlendirilirler. 

Bir milletin ilerleyip yükselmesi için sanat ve bilim alanında yenilik düşüncesine açık olmaları gereklidir. Bir millet sanat ve bilim alanında ilerleyebiliyorsa, daima yükselebilir. 

Sanat Metinleriyle Öğretici Metinler Arasındaki Farklar 

Öğretici Metinler: 
1- Okuyucuya vermek amacıyla yazılır. 
2- Kurgu değildir, gerçekler dile getirilir. 
3- Gerçeklik ön plandadır. 
4- Açıklayıcı anlatım türüyle kaleme alınır. 
5- Resmi, açık ve sade bir dille yazılır, üslup kaygısı yoktur. 
6- Sanat kaygısı taşımaz. 
7- Dil göndergesel işlevde kullanılır. 

Sanatsal Metinler: 
1- Okuyucuya estetik zevk vermek amacıyla yazılır. Güzellik esas alınarak yazılmıştır. 
2- Bilgilendirme amacı yoktur. 
3- Okuyucuda merak uyandırır. 
4- Dil sanatsaldır, üslup kaygısı vardır. 
5- Öyküleyici ve betimleyici anlatım türüyle kaleme alınır. 
6- Kişi, zaman, mekân, tarih değiştirilebilir. 
7- Olaylar gerçek ya da kurmacadır. Gerçekler kurgulanarak anlatılır. 
8- Hayallere ve mecaz anlatımlara yer verilir. 
9- Samimi, süslü ve mecazlı dil kullanılır. 
10- Dil şiirsel işlevde kullanılır. 

II. ÜNİTE: SANAT METİNLERİ 

1. FABL 

Sonunda ders verme amacı güden, genellikle manzum öykülerdir. Fablların kahramanları genellikle hayvanlardır. Ama bu hayvanlar insanlar gibi düşünür, konuşur ve tıpkı insanlar gibi davranır. 

Dünyanın en ünlü fabl yazarları Ezop ve Jean de La Fontaine'dir. Ezop'un fablları İ.Ö. 300 yılında derlenerek yazıya geçirilmiştir. ABD'li James Thurber ve İngiliz George Orwell çağdaş fabl yazarlarıdır. Fablı ilk olarak yazanlar Hititlerdir. Hititler fablları taş tabletlere yazıp resimliyorlardı. 

Özellikleri: 
1- İnsanlar arasında cereyan eden olayları hayvanlar bitkiler ya da cansız varlıklar arasında geçiyormuş gibi göstererek bu yolla insanlara ahlak ve ibret dersi vermek örnek göstermek ya da bir düşünceye güç kazandırmak isteyen bir çeşit masaldır. 
2- Teşhis ve intak sanatları üzerine kurulmuştur. 
3- Dünya edebiyatında ilk ve önemli fabllar Hint yazarı Beydeba’ya aittir. Beydeba'nın fablları “Kelile ve Dimne” adlı bir eserde toplanmıştır. 
4- Fransız Edebiyatı’ndan La Fontaine, fabl türünün en önemli sanatçısıdır. 
5- Türkçedeki ilk örneği Şeyhi’nin 17.yy.’da yazdığı “Harname”dir. 
6- Fabllar manzum (şiir) veya nesir (düzyazı) biçiminde yazılabilirler. 
7- Fabllar hem nazım, hem nesir biçiminde olurlar. 
8- Fablın sonunda her zaman bir ahlak dersi (kıssadan hisse) vardır. Bu ders kısa, açık ve doğru olmalıdır ve mutlaka öykünün doğal bir neticesi gibi görülmelidir. 
9- Fabllarda öğretici (didaktik) bir amaç güdülür, gündelik hayatla ilgili dersler ve öğütler verilir. Okuyanlar çoğu zaman verilen dersin veya öğüdün ne olduğunu anlamakta zorluk çekmezler. Çünkü bu ders veya öğüt eserin bir yerinde, çoğu defa sonunda, bir atasözü ya da özdeyiş biçiminde açıkça belirtilir. Fabllarda basit ahlak ilkelerine değinildiği gibi insanların birçok kusurlu yönüne de dikkat çekilir. 
10- Fabllar aracılığıyla kanaatkârlık, özveri, yardımseverlik, iyi niyet gibi olumlu davranışlar çocuğa kazandırılabilir. Özellikle 8-12 yaş grubu çocuklar fabl okumaktan ve dinlemekten büyük zevk alırlar. Kanaatkârlık, tamahkârlık, kıskançlık, paylaşımcılık gibi çocuklar tarafından anlaşılması güç kavramların somut olaylarla anlatılması sebebiyle çok önemli bir eğitim aracı olarak kabul edilmelidir.
11- Fabllar insan belleğinde çok kolay saklanabilen ve ortaya çıkarılabilen özelliklere sahip olduğu için sözlü gelenek içinde de yaşatılabilmektedir. 
12- Çoğu manzum olan fablların başlıca amacı, belli bir ana fikrin yalın veya birkaç olayın yardımıyla en kısa yoldan açıklamaktır. 
13- Fabllar olay anlattıkları için bir başka şiiri okumaktan ya da ezberlemekten daha çok çocukların ilgisini çeker. 

Bundan dolayı fabllar kısadır ve şu dört bölümden oluşur: 

a. Olayın ve kahramanların tanıtıldığı giriş bölümü 
b. Olayın entrikalarla düğümlendiği gelişme bölümü 
c. Düğümün çözüldüğü sonuç bölümü 
d. Olay ve olayların arkasında yatan ana fikrin açıklandığı ders bölümü (kıssadan hisse bölümü) 

Batılı anlamda ilk örnekleri Şinasi vermiştir. Ahmet Mithat, Kıssadan Hisse adlı eserini ahlakî gaye güderek yazmıştır. Bu eserde yazar, Ezop’tan, La Fontaine’den yapmış olduğu çevirilere ve kendi yazmış olduğu fabllara yer vermiştir. 

Recaîzade Mahmut Ekrem, La Fontaine’den Horoz ile Tilki, Kurbağa ile Öküz, Karga ile Tilki, Meşe ile Saz, Ağustos Böceği ile Karınca gibi birçok çeviriler yaparak bu alanda Türk Edebiyatına katkıda bulunuştur. 

Ali Ulvi Elöve “Çocuklarımıza Neşideler” adlı şiir kitabında La Fontaine, Victor Hugo, Lamartine’den yaptığı çevirilerin yanında, yine bunlardan esinlenerek yazdığı fabl türü şiirlere de yer vermiştir. 

Nabizade Nazım’ın “Bir Sansar ile Horoz ve Tavuk” adlı eseri vardır. 

Nurullah Ataç, Orhan Veli Kanık, M. Fuat Köprülü, Vasfi Mahir Kocatürk, Sabahattin Eyüboğlu fabl türü ile ilgilenmiş çeviri yapmış, araştırmalarda bulunmuşlardır. 

2. MASAL 

Genellikle halkın yarattığı, ağızdan ağıza, kuşaktan kuşağa sürüp gelen, çoğunlukla olağanüstü durum ve olayları yine olağanüstü kahramanlara bağlayarak anlatan halk hikâyelerine masal denir. 

Özellikleri: 
1- Masallar, meydana geldikleri zaman bir kişinin malıyken, yaygınlaştıkça, yöreden yöreye, ülkeden ülkeye geçtikçe halkın malı olur. Masal, anonim bir türdür. 
2- Masallarda genellikle iyilik-kötülük, doğruluk- haksızlık, adalet-zulüm, alçakgönüllülük-kibir… gibi zıt durumların temsilcisi olan kişilerin mücadelelerinden veya insanların ulaşılması güç hayallerinden söz edilir. 
3- Masallarda yer ve zaman kavramları belirsizdir. 
4- Anlatımda genellikle geniş zaman veya öğrenilen geçmiş zaman kipi (-mişli geçmiş) kullanılır. 
5- Anlatım kısa ve yoğundur. 
6- Masal kişileri her tabakadan seçilebilir. Masallarda cinler, periler, devler de rol alır. 
7- Masalların bir kısmı hayvanlarla ilgilidir. 
8- Masalların çoğu "bir varmış, bir yokmuş" ya da "evvel zaman içinde, kalbur saman içinde" gibi ifadelerle başlar. Bunlara tekerleme ya da döşeme denir. Tekerlemeden sonra olay ve dilek bölümleri gelir. Türk masallarında dilek bölümü "onlar ermiş muradına..." ya da "gökten üç elma düştü." biçiminde başlar. 
9- Masallarda milli ve dini motiflere hemen hiç yer verilmez. 
10- Masallarda genellikle bir eğitim amacı saklıdır. Masallar bu yönüyle didaktik (öğretici) bir nitelik taşır. 
11- Günümüzde belli bir kişinin ortaya koyduğu yapma masallarda yazılmaktadır. 
12- Türk masalları üzerinde, bizde Pertev Naili Boratav, Eflatun Cem Güney gibi kişiler çalışmışlardır. 
13- Masal türünün Hindistan'da doğduğu sanılmaktadır. Masal Türünün Önemli Eserleri 
14- Bin bir Gece Masalları (Doğu Masalı) 
15- Grimm Kardeşlerin Masalları (Alman Edebiyatı) 
16- Andersen Masalları (Danimarka Edebiyatı) 
17- Perrault Masalları (Fransız Ed.) 

3. HİKÂYE (ÖYKÜ) 

Yaşanmış ya da yaşanabilecek şekilde tasarlanmış olayları kişilere bağlı olarak belli bir yer ve zaman içinde anlatan türe hikâye denir. Millî kültürümüzün önemli parçalarından "Dede Korkut Hikâyeleri", "destanlar" ve "halk masalları"nı saymazsak, Avrupaî tarzda ilk hikâyeler, Tanzimat Edebiyatı döneminde görülür. 

19. yüzyıl sonlarında başlayıp günümüze doğru daha da gelişen hikâye, özellikle Alphonse DAUDET ve Guy de MAUPASSANT gibi büyük Fransız yazarlarının tekniğiyle tekâmüle ulaşmıştır. Bu iki yazar "realist" akımın yetiştirdiği zamanın ileri gelen romancılarındandır. Fransız hikâyeciliği Guy de MAUPASSANT'ın izinden gelişmiştir. Amerika edebiyatında özellikle mizahî hikâyeleriyle Mark TAWİN, O. HENRY ve bunları takiben John STEİNBECK, Batılı ünlü hikâyecilerdendir. 

Dünya hikâyeciliğinde iki hikâye biçimi hâkimdir. Bunlar: 

1) Maupassant Biçimi: Hikâyede asıl olan "olay" dır. Okuyucunun hikâyeyi şöyle ya da böyle yorumlamasına imkân verilmez. Çünkü hikâyedeki olay, mantıklı bir seyir hâlinde takip eder. Kişilerin portreleri, özenle ve ayrıntılı olarak çizilir. 

2) Çehov Biçimi: Hikâyede asıl olan "olay" değildir. Hikâye, sona erdiği zaman her şey bitmiş değildir. Hikâye, asıl bundan sonra başlıyor demektir. Zira kişiler tamamıyla tanıtılmadığı, olaylarda kesinlik hâkim olmadığı için okuyucunun hayal kurması devamlı hareket hâlindedir ve kendine göre yorumlar yapmaya uygundur. 

İlk Çağ Anadolu'sunda masal, ve tarihi olayları anlatan eserlerle oluşmuştur. Orta Çağda özellikle Hindistan'da "Binbir Gece Masalları" sağlam bir hikâye geleneğinin varlığını bildirmektedir. Bu gelenek, Arapça'dan yapılan çevirilerle Avrupa'ya masal, efsane, rivayetler şekliyle yayılmıştır. 

Hikâyeye bugünkü anlamda ilk edebi kimlik kazandıran İtalyan yazar Boccacio'dur. XVI. Yüzyılda yazdığı "Decameron" adlı eseriyle ilk öykü örneğini vermiştir. Rönesans'ın etkisiyle de XIX. Yüzyıl edebiyatının en yaygın türü olmuştur. 

Bizde, destanlar, halk hikâyeleri ve masallarla eski bir temeli olan bu tür, XIV. Ve XV. Yüzyılda "Dede Korkut Hikâyeleri" ile çağdaş hikâye tekniğine yaklaşmıştır. 

XIX. yüzyılda Tanzimat'la gelen yeniliklerle birlikte batılı anlamda ilk örneğini Ahmet Mithat Efendi "Letaif-i Rivayet (söylenegelen güzel şeyler) adlı eserini yazarak vermiş; "Kıssadan Hisse" ile bu türü geliştirmiş, Sami Paşazade Sezai: "Küçük Şeyler" adlı eseriyle modern hikâyeyi oluşturmuştur. Bağımsız bir tür olma özelliğini ise Milli Edebiyat döneminde Ömer Seyfettin'le kazanmıştır. 

Hikâyenin Unsurları 
1) Olay: Hikâyede üzerinde söz söylenen yaşantı ya da durumdur 
2) Kişiler: Olayın oluşmasında etkili olan ya da olayı yaşayan insanlardır. 
3) Yer (mekân): Olayın yaşandığı çevre veya mekândır. 
4) Zaman: Olayın yaşandığı dönem, an mevsim ya da gündür. 
5) Dil ve Anlatım: Hikâyenin dili açık, akıcı ve günlük konuşma dilinden farklı olarak, etkili sözcük, deyim atasözü ve tamlamalarla zenginleştirilmiş güzel bir dil olmalıdır. 

Anlatım ise iki şekilde olur Hikâye kahramanlarından birinin ağzından yapılan anlatım "hikâyede birinci kişili anlatım"; yazarın ağzından anlatılanlar "hikâyede üçüncü kişili anlatım" 

Hikâyede Plân: Hikâyenin planı da diğer yazı türlerinde olduğu gibi üç bölümden oluşur; ancak bu bölümlerin adları farklıdır. Bunlar: 
1) Serim: Hikâyenin giriş bölümüdür. Bu bölümde olayın geçtiği çevre, kişiler tanıtılarak ana olaya giriş yapılır. 
2) Düğüm: Hikâyenin bütün yönleriyle anlatıldığı en geniş bölümdür. 
3) Çözüm: Hikâyenin sonuç bölümü olup merakın bir sonuca bağlanarak giderildiği bölümdür. 

Ancak bütün hikâyelerde bu plân uygulanmaz, bazı öykülerde başlangıç ve sonuç bölümü yoktur. Bu bölümler okuyucu tarafından tamamlanır. 

Hikâye Çeşitleri 

Hikâye, hayatın bütünü içinde fakat bir bölümü üzerine kurulmuş derinliği olan bir büyüteçtir. Bu büyüteç altında kimi zaman olay bir plan içinde, kişi, zaman, çevre bağlantısı içinde hikâye boyunca irdelenir. Kimi zaman da büyütecin altında incelenen olay değil, hayatın küçük bir kesiti, insan gerçeğinin kendisidir Bu da öykünün çeşitlerini oluşturur. 

Buna göre; 
1) Olay (Klasik Vak'a) Hikâyesi: Bir olayı ele alarak, serim, düğüm, çözüm plânıyla anlatıp bir sonuca bağlayan öykülerdir. Kahramanlar ve çevrenin tasvirine yer verilir Bir fikir verilmeye çalışılır; okuyucuda merak ve heyecan uyandırılır. Bu tür, Fransız yazar Guy de Maupassant ( Guy dö Mopasan) tarafından yaygınlaştırıldığı için "Mopasan Tarzı Hikâye" de denir. Bu tarzın bizdeki en önemli temsilcileri: Ömer Seyfettin, Refik Halit Karay, Hüseyin Rahmi Gürpınar ve Reşat Nuri Güntekin'dir. 

2) Durum (Kesit) Hikâyesi: Bir olayı değil günlük yaşamın her hangi bir kesitini ele alıp anlatan öykülerdir Serim, düğüm, çözüm planına uyulmaz Belli bir sonucu da yoktur. Merak ve heyecandan çok duygu ve hayallere yer verilir; fikre önem verilmez, kişiler kendi doğal ortamlarında hissettirilir. Olayların ve durumların akışı okuyucunun hayal gücüne bırakılır. Bu tarzın dünya edebiyatında ilk temsilcisi Rus yazar Anton Çehov olduğu için "Çehov Tarzı Hikâye" de denir. Bizdeki en güçlü temsilcileri, Sait Faik Abasıyanık, Memduh Şevket Esendal ve Tarık Buğra'dır. 

3) Modern Hikâye: Diğer öykü çeşitlerinden farklı olarak, insanların her gün gördükleri fakat düşünemedikleri bazı durumların gerisindeki gerçekleri, hayaller ve bir takım olağanüstülüklerle gösteren hikâyelerdir. Hikâyede bir tür olarak 1920'lerde ilk defa batıda görülen bu anlayışın en güçlü temsilcisi Franz Kafka'dır. Bizdeki ilk temsilcisi Haldun Taner'dir. Genellikle büyük şehirlerdeki yozlaşmış tipleri, sosyal ve toplumsal bozuklukları, felsefi bir yaklaşımla, ince bir yergi ve yer yer alay katarak, irdeler biçimde gözler önüne serer.

26 Eylül 2020 Cumartesi

11. Sınıf Dil Anlatım Ders Notları - I. Ünite Metinlerin Sınıflandırılması, Öğretici ve Sanatsal Metinler, Mektup, Günlük, Anı, Biyografi, Gezi Yazısı, Sohbet, Fıkra, Deneme, Eleştiri, Tiyatro, Masal, Roman

I. ÜNİTE

METİNLERİN SINIFLANDIRILMASI


Bilgi alanının genişlemesiyle birlikte bilimde sınıflandırmaya ihtiyaç duyulmuştur. Bu sınıflandırmayla konuların birbirine bağlanması ve anlaşılması kolaylaştırılmıştır.

Edebiyatta gerçeklik: Somut olarak var olan bir durumun hiçbir müdahaleye uğramadan ifade edilmesidir.

Kurmaca: Bu ifadeye duygu ve hayallerin katılmasıdır.

NOT: Dil günlük hayatta göndergesel işlevde kullanılır.

Öğretici ve sanatsal metinler:

1- Öğretici metinlerde amaç, okuyucuya bilgi vermektir.

2- Sanatsal metinlerde amaç, yazarın okuyucuya kendi dünyasını yansıtmak
istemesidir.

3- Öğretici metinlerde üslup kaygısı ön planda değildir.

4- Sanatsal metinlerde üslup ön plandadır.

5- Öğretici metinlerde dil göndergesel işlevde kullanılır.

6- Öğretici metinlerde kelimeler gerçeklik anlamında kullanılmıştır.

7- Sanatsal metinlerde ise kelimeler daha çok yan ve mecaz anlamlarında kullanılır.

NOT: Edebi metinlerde dil şiirsel işlevde kullanılır.

Anlatmaya ve göstermeye bağlı metinlerin ortak yönleri:

1- Metinlerin yapısının zaman, mekân, olay örgüsü ve kişiler unsurları üzerine kurulması

2- Hem anlatmaya hem de göstermeye bağlı metinlerin birer edebi metin olması.

METİNLERİN SINIFLANDIRILMASI

1. Sözlü anlatım:


* Konferans

* Açık oturum

* Sempozyum

* Forum

* Münazara

2. Yazılı anlatım:

A) Öğretici metinler:


* Mektup

* Günlük

* Anı

* Biyografi

* Gezi yazısı

* Sohbet

* Fıkra

* Deneme

* Eleştiri

B) Sanatsal metinler:

* Göstermeye bağlı metinler (tiyatro)

* Anlatmaya bağlı metinler (fabl, masal, roman, hikâye)

Metinler gruplandırılırken;

* Gerçeklikle ilişkilerine,

* Kullanılan dilin işlevine,

* Yazılış amacına,

* Kullanılan anlatım türüne bakılır.

Öğretici metinlerin özellikleri:

* Dilin daha çok göndergesel işlevde kullanılması

* Hikâye öğelerine yer verilmesi

* Kaynağını gerçek dünyadan alması

* Anlatımın akıcı, duru, açık ve yalın olması

* Kelimelerin gerçek anlamda kullanılması

* Ağırlıklı olarak öyküleyici ve betimleyici anlatım türünün kullanılması.

* Amacının bilgi vermek olması.

Göstermeye bağlı metinlerin özellikleri:

* Genellikle sahnede sergilenmek üzere yazılması

* Amacının okuyanlara bilgi vermek olması

* Monologlardan ve diyaloglardan oluşması

* Kahramanlarının karakterlerinin parantez içinde verilen açıklamalar ile belirtilmesi

29 Mart 2020 Pazar

9. Sınıf Türk Dili ve Edebiyatı Ders Notları - III. Ünite Anlatmaya Dayalı Edebi Metinler, Hikaye, Masal, Destan, Manzum Hikâyer


III. ÜNİTE OLAY ÇEVRESİNDE OLUŞAN EDEBİ METİNLER

A- ANLATMAYA DAYALI EDEBİ METİNLER

* Bir olayı anlatmaya dayanan edebi metinler masal, destan, halk hikayesi... gibi metinlerdir.
* Bu metinler dış dünyaya ait olayları kişi,zaman ve mekana bağlı olarak okuyucuya aktarır.
* Destan ve masalla başlayan bu tür romana kadar gelen bir çizgi takip etmiştir.

ROMAN

Yaşanmış ya da yaşanabilecek olayların yer, zaman ve kişiye bağlanarak anlatıldığı uzun soluklu eserlere roman denir.

* Romanda olaylar geniş ve ayrıntılı olarak anlatılır.
* Romandaki bütün olaylar belli bir olay etrafında gelişir. Ana olay etrafında olaycıklar vardır.
* Şahıs kadrosu geniştir.Kahramanlar tüm yönleriyle tanıtılır.
* Zaman olarak geri dönüşler olur.

Romanlar çeşitli türlere ayrılır;
-Tarihi Roman: Konusunu tarihten alır.
-Töre Romanı: Toplumun yaşayış tarzı, gelenek,görenek ve törelerin ele alındığı romanlardır.
-Psikolojik Roman: Ruh çözümlemelerinin yapıldığı romanlardır.
-Egzotik Roman: Uzak ve yabancı ülkelerin doğa ve insanlarını anlatan romandır.
-Tezli Roman: Bir görüş veya düşünceyi savunan romandır.
-Polisiye Roman: Konularını polisi ilgilendiren olaylardan alan romanlardır.

HiKAYE

Olmuş ya da olması mümkün olan olayları a nlatan, romana göre daha kısa olay yazılarıdır.

*Romanda birden fazla olay varken hikayelerde çoğunlukla tek bir olay vardır.
*Şahıs kadrosu romana göre dardır.
*Hikayede ayrıntılara girmekten sakınılır,kişiler çoğu zaman hayatlarının belli bir anı içinde anlatılır.
*İki tür hikaye görülür;
a) Olay Hikayesi (Klasik Hikaye): Maupassant tarzı da denir. Olay esastır. Bizdeki temsilcisi, Ömer Seyfettindir.
b) Durum-Kesit Hikayesi: Çehov tarzı da denir. Olaydan çok insanın belli bir zaman dilimindeki durumu anlatılır. Bizdeki temsilcisi, Sait Faik Abasıyanık'tır.

MASAL

Genellikle halkın yarattığı , ağızdan ağıza, kuşaktan kuşağa sürüp gelen, çoğunlukla olağanüstü durum ve olayları yine olağanüstü kahramanlara bağlayarak anlatan eserlere masal denir.

GENEL ÖZELLİKLERİ:

*Masallar, meydana geldikleri zaman bir kişinin malıyken, yaygınlaştıkça, yöreden yöreye, ülkeden ülkeye geçtikçe halkın malı olur. Masal, anonim bir türdür.
*Olaylar hayal ürünüdür.
*Kahramanlar insanüstü nitelikler gösterir.
*Masallarda genellikle iyilik-kötülük, doğruluk-haksızlık, adalet-zulüm, alçakgönüllülük–kibir.... gibi zıt durumların temsilcisi olan kişilerin mücadelelerinden veya insanların ulaşılması güç hayallerinden söz edilir.
* İyiler hep iyi, kötüler hep kötüdür.
* İyiler ödüllendirilir, kötüler cezalandırılır.
* Masallarda yer ve zaman kavramları belirsizdir.
* Anlatımda genellikle geniş zaman veya öğrenilen geçmiş zaman kipi (mişli geçmiş) kullanılır.
* Anlatım kısa ve yoğundur.
* Masal kişileri her tabakadan seçilebilir. Masallarda cinler, periler, devler de rol alır.
* Masalların bir kısmı hayvanlarla ilgilidir.
* Masalların çoğu “ bir varmış, bir yokmuş ...” ya da “ evvel zaman içinde, kalbur saman içinde ...” gibi ifadelerle başlar. Bunlara tekerleme denir. Tekerlemeden sonra olay ve dilek bölümleri gelir. Türk masallarında dilek bölümü ya“onlar ermiş muradına .... “ ya da “ gökten üç elma düştü ...” biçiminde başlar.
* Masallarda milli ve dini motiflere hemen hiç yer verilmez.
* Evrensel konuların işlendiği masallarda eğiticilik esastır.
* Masallarda genellikle bir eğitim amacı saklıdır. Masallar bu yönüyle didaktik (öğretici) bir nitelik taşır.
* Günümüzde bellli bir kişinin ortaya koyduğu yapma masallarda yazılmaktadır.

HALK HİKAYELERİ 

Hikaye türünün en eski örnekleri olan ve destandan modern hikayeye geçişi sağlayan anonim eserlerdir. Başka bir tanım yapacak olursak; Türk edebiyatı ürünleri içinde 16.yüzyıldan itibaren görülmeye başlanan, genellikle aşıklar tarafından nazım-nesir karışık bir ifade tarzı ile dinleyicilere anlatılarak nesilden nesile intikal eden, yer yer masal ve destan özellikleri gösteren hikayelerdir.

GENEL ÖZELLİKLERİ:

*Türk edebiyatında bu özelliğe sahip ilk örnek Dede Korkut Hikayeleridir.
*Genellikle aşk konusunun işlendiği halk hikayelerinde zaman zaman kahramanlık konularıyla dini konuların işlendiği de görülmüştür.
* Nazım-nesir karışık olarak anlatılan bu hikayelerin gelişip yayılmasında saz şairlerinin önemli bir fonksiyonu vardır.
* Hikayenin kahramanı aşık olur, sevgilisine kavuşma yolundaçeşitli maceralara girer, sonunda kavuşur veya kavuşamaz ama hikaye de orada biter.
* Halk hikayelerinin destan döneminin kapanmasından sonra ortaya çıktığı kanaati yaygındır. Nitekim Türk edebiyatında halk hikayelerinin en eski örneği sayılan Dede Korkut Hikayeleri de destandan halk hikayeciliğine geçiş dönemi
ürünü olarak kabul edilmektedir.

Halk hikayelerini destanlardan ayıran özellikler:
* Mutlaka tarihi bir olaya dayanmaması,
* Nazım-nesir karışık oluşu ve zamanla nesir kısmının ağırlık kazanması,
* Şahısların ve olayların anlatımında takınılan gerçekçi tavır,
* Kahramanlıktan çok aşk maceralarına yer verilmesi,
* Hikayedeki manzum kısımların genellikle saz eşliğinde dile getirilmesi,
* Değişik bir anlatılma üslup ve geleneğinin olması,
* Belli yerlerinde tekerleme adı verilen belli söz kalıplarının bulunması gibi hususlarda ayrılmaktadır.

Halk hikayeleri konularına göre dört çeşittir:
a. Aşk Hikayeleri: Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Yusuf ile Züleyha, Ercişli Emrah ve Selvi, Tahir ile Zühre, Âşık Garip Hikayesi, Aşık Kerem Hikayesi, Elif ile Mahmut...
b. Dini-Tarihi Halk Hikayeleri: Hayber Kalesi, Kan Kalesi, Battal Gazi, Danişmend Gazi, Hz. Ali ile ilgili diğer hikayeler...
c. Kahramanlık Hikayeleri: Köroğlu Hikayesi
d. Destanî Halk Hikâyeleri: Dede Korkut Hikayeleri

NOT: Destan geleneğinden Halk hikâyeciliğine geçişin ilk ürünü Dede Korkut Hikayeleri’dir. Bu nedenle Dede Korkut Hikayeleri özel bir önem taşır.

Mesnevi Türünün Şiirle Ortak ve Şiirden Farklı Yönleri:
1) Şiirle benzer yönü: Redif, kafiye, ölçü, ses ve söyleyiş gibi ahenk unsurlarının ve yapı(nazım birimi) unsurunun benzer olması.
2) Şiirle farklı yönü:Mesnevide bir olay örgüsünün bulunması ve bu olay örgüsüne bağlı kişi,zaman,mekan unsurlarının bulunması.

DESTAN

Bir milletin başından geçmiş ve toplumda derin etki bırakan savaş, göç, afet, kıtlık gibi olayların etkisiyle söylenmiş, kimi zaman da bir kişinin kahramanlıklarını anlatan uzun manzum hikayelerdir. Destanlar; milletlerin tarihinde derin iz bırakmış önemli olayları harikuladeliklerle süsleyerek anlatan uzun, manzum, milli eserlerdir. Destan anlatıcısı ozan (akın veya baksı) onu bir kopuz eşliğinde söyler. Bir takım mimik, jest ve taklitlerle anlatımını kuvvetlendirmeye çalışır.

Masallarla destanlar arasındaki benzerlik ve farklılıklar:

Masal ile destan arasında şu benzerlik vardır:
Destanlarda, masal kahramanı olarak bilinen perilerin yaşayışına benzer bir hayat süren destan kahramanları vardır. Oğuz Destanı’nda Oğuz’un evlendiği kızlar gibi.

Masal ile destan arasındaki farklar:
1. Masal konuları çeşitli olmasına rağmen destan konularında kahramanlığa fazla yer verilir. Umumiyetle milletlerin mazisindeki önemli olaylar ve büyük kahramanlar etrafında destanlar teşekkül eder.
2. Masal kahramanlarının hayali olmasına karşılık destan kahramanlarını biz tarih sayfalarında bulabiliriz. Oğuz Kağan gibi.
3. Destanlar daha hacimli olur. Pek çok olayın anlatıldığı destanların hacimleri de uygun olarak geniş bir yer kaplar.
4. Destanlar manzum olurlar, masallardaki durum ise tamamıyla tersidir. Masallarda manzum kısımlar yok denecek kadar azdır.
5. Masalların benzerlerine başka milletlerde de rastlanıldığı halde destanlarda durum farklıdır. Destanlar millidir. Bir millete aittir.

Romanlarla destanlar arasındaki benzerlik ve farklılıklar

Roman ile destan arasında şu benzerlik vardır:
Her iki türün yapısının da olay örgüsü, kişiler, zaman ve mekan unsurlarından oluşması.

Roman ile destan arasındaki farklar:
* Destanda bir milleti derinden etkileyen olaylar işlenirken romanda konu sınırlaması söz konusu değildir.
* Destanın doğal gerçekliği bulunmazken romanda doğal gerçeklik ve kurmaca gerçeklik birlikte işlenir.

MANZUM HİKAYE

Manzum Hikaye; bir mekan, bir zaman ve kişiler etrafında gelişen olay örgüsünü şiir halinde anlatan nazım biçimidir. Türk edebiyatında Tanzimat sonrasında gelişen bu türün en güzel örneklerini Tevfik Fikret ve Mehmet Akif Ersoy vermiştir. Manzum hikâyelerin öykülerden tek farkı manzum (şiir) biçimde yazılmış olmasıdır. Bu tür hikayelerde didaktik şiir özelliği görülür.

Bu tür için ilk adımları Recaizade Mahmud Ekrem ile Muallim Naci atmıştır. Bu tür Servet-i Fünun döneminde etkili hale gelmeye başlamıştır. Mehmet Akif Ersoy’un ise Küfe, Seyfi Baba, Mahalle Kahvesi, Hasta gibi önemli manzum hikayeleri bulunmaktadır.

En önemli temsilcileri Mehmet Akif Ersoy ve Tevfik Fikret'tir. Bunun yanında Beş hececiler de bu türe katkıda bulunmuştur.

GENEL ÖZELLİKLERİ:

* Manzum hikayeler edebi metinlerdir.
* Konu ve özellik bakımından hikaye ile aynı özellikleri gösterir.
* Tanzimattan sonra ortaya çıkan bu manzume türü kafiyeli ve redifli, şiir biçiminde hikaye yazmak amacını güder.
* Manzum hikayelerde şairler ya bir olayı anlatırlar ya da bir öğüt verme çabası güderler.
* Manzum hikayeler genellikle bir çevre tasviriyle başlar, o çevrenin kişileri anlatılır.Sonra olay anlatılır. Amaç okuyucuya bu bölümde ders vermektir. Bir hikaye gibi sonlandırılır.
* Manzum hikayeler düşündürücü ve eğiticidir.
* Manzum hikayeler belli bölümlerden oluşur. İlk bölümde anlatılmak istenen olaydan ve kişilerden bahsedilir. İkinci bölümde olaylar anlatılır, örneklerle tasdik edilir. Üçüncü bölümde ise olay son bulur ve okuyucuya ders vermeyi güden cümleler yer alır.

23 Şubat 2020 Pazar

Gök Bilimine Meraklı Padişah Hikayesi, Masalı



Masal : Gök Bilimine Meraklı Padişah

Bundan yıllarca önce gökbilimine meraklı bir padişah yaşarmış. Vaktinin çoğunu sarayın yanına inşa ettirdiği gözlemevinde geçirirmiş. O zamana kadar gökyüzü, yıldızlar, uzay, astronomi hakkında yazılmış ne kadar kitap, çizilmiş ne kadar harita varsa bunları mutlaka kitaplığında bulundurmak istermiş. Başka ülkelerin müneccimlerini, astronomlarını sarayında toplar, aralarında yaptıkları tartışmalara kendisi de katılırmış. Dünyanın varoluşundan yaşadıkları zamana kadar geçirdiği evreler, insanın dünyadaki macerası, gezegenlerde hayat olup olmadığı gibi pek çok soruya cevap ararlarmış.

Günlerden bir gün, Acemistan sarayındaki Ebu Salip Efendi’nin bir çeşit teleskop icat ettiği ve bununla birçok yeni yıldız keşfettiği haberi duyulur. Padişah vezirini huzura çağırır: “Bu yeni keşfedilen yıldızların biçimleri, durumları neymiş bilmek isteriz. Tez Acem sarayına elçi gitsin. Ebu Salip Efendi buyursun gelsin, misafirimiz olsun.“ diye emretmiş.

Aradan günler, haftalar geçmiş. Padişahın elçi aracılığıyla gönderdiği mektuptaki şartları olumlu bulan Ebu Salip Efendi, Acem Şahı’ndan izin almış, yola çıkmış. Gökbilimine meraklı padişah konuğunu sarayın kapısında karşılamış. Sarayda Ebu Salip Efendi’nin keşfettiği yıldızlar hakkında anlattıkları padişahı çok meraklandırmış. Yıldızların en büyüğüne kendi adının verildiğini duyan padişah, heyecandan yerinde duramaz olmuş. Bir an önce teleskopun bir eşini de burada yapmasını istemiş. Ertesi gün, sarayın yanındaki gözlemevine gitmişler. Ebu Salip Efendi, malzemeleri yetersiz, gözlemevini de küçük bulmuş. Daha büyük bir gözlemevi yaptırmak istemiş. Padişahtan gerekli izni alan Ebu Salip Efendi, saraydan oldukça uzakta bulunan bir dağın yamacında yeni gözlemevinin inşaatını başlatmış. Kendisi de yakındaki bir köye yerleşmiş.

Gözlemevinin yapımı aylarca sürmüş. Harcanan para tahminlerin çok üstüne çıkmış. Devlet hazinesinde para kalmamış. Padişah halkından dört beş sene sonrasının vergilerini istemeye başlamış. Halk büyük sıkıntılar içinde kalmış. Ellerindeki avuçlarındaki son kuruşlarını gözlemevinin yapımı için veren halk çaresizlik içine düşmüş. Vergi tahsildarları ile aralarında çatışmalar çıkmış. Padişah, gaflet uykusundan uyanamamış. Yapılan uyarıları umursamaz görünmüş. Yeni keşfedilen yıldızların ve adının verildiği büyük yıldızın saçmakta olduğu ışık gözlerini kamaştırmış. Sarayında yapılan ara sıra Ebu Salip Efendi’nin de katıldığı konusu uzay, yıldızlar, astronomi… olan toplantıları daha bir can kulağı ile dinler olmuş.

Yaz günlerinden birinde, padişah iki adamı ile birlikte kıyafet değiştirerek bir köye gitmiş. Köyün sahibi; otuz yaşlarında, dürüst, iyi kalpli, mert bir adammış. Padişah ve iki adamını evine davet etmiş. Yemekler yenmiş, ayranlar içilmiş, koyu sohbet başlamış. Söz, sağdan soldan derken, dönmüş, dolaşmış, yıldızlara, uzaya gelmiş dayanmış. Tüccar kılığındaki padişah, ilk insanın yeryüzünde görünmesinden tutmuş, dünyanın gizli kalmış bütün sırlarını anlatmış. Uzayın sonsuz bir boşluk olduğunu, bu sonsuz boşlukta sayılamayacak kadar gezegen ve yıldızın bulunduğunu söylemiş. Yüce padişahın yaptırmakta olduğu gözlemevi ve son derece geliştirilmiş teleskop sayesinde adı sanı bilinmeyen pek çok gezegen ve yıldızın keşfedileceğinden bahsetmiş. Padişahlarına insanlığın şükran borçlu olduğunu belirtmiş.

Tüccar kılığındaki padişahın anlattıklarını sessizce dinlemekte olan köyün sahibi:
“İnsanlık padişahımıza neden şükran borçlu olsun? Gözlemevinin yapımı için, teleskop yapımı için harcanan paralar nereden bulunuyor diye düşünmek gerekir. Zaten zar zor geçinen halktan alınan vergileri olabildiğince arttırmak, üstelik dört beş sene sonrasının vergilerini zorla almaya çalışmak hangi kanunda vardır? Bunun adı zorbalık değil de nedir? Fakir fukaranın karnı mı doyacak sanki yıldız keşfetmekle? Ebu Salip o toplanan paraların birini taşa, on birini kuşa çevirirmiş...” demiş.

Bu sözler yenilir yutulur gibi değilmiş. Tüccar kılığındaki padişah, oturduğu yerden hırsla ayağa fırlamış. Yanındaki iki adamı da yerlerinden kalkmışlar, elleri kılıçlarında, kılıçları kınlarından yarı yarıya sıyrılmış vaziyette, tetikte beklemişler. Şu haddini bilmez bu pervasızlığının hesabını canıyla ödemeliymiş. Köyün sahibinin söyledikleri, tüccar kılığındaki padişahın beyninde balyoz gibi patlamış. Gözlerinin beyazı kaybolmuş:
“Yüce padişah hakkında nasıl böyle konuşursun? Devlete vergi vermek vatandaşlık görevidir. Herkes bana ne derse uzayın sırlarını kim çözecek?..” demiş.

Köyün sahibi yer minderinde oturur vaziyette:
“Devlete vergi vermek, fakat kazancına göre. Bir devrin insanına bu kadar yüklenilmez. Eldeki avuçtaki son kuruşu almak günahtır. Tamam, uzayın sırlarının çözülmesi için uğraş verenler insanlığa büyük bir hizmet etmiş olurlar. Fakat bu çözüm birkaç yılda gerçekleşmez. Bilim ve fen ilerledikçe hepsi birer birer çözülecektir. Bunun için belki de yüzyıllar geçmesi gerektir. Zamana ihtiyaç vardır.“ demiş.

Köyün sahibinin sözleri mantığa son derece uygunmuş. Padişah durgunlaşmış.
“Toplanan paraların birisi gözlemevi için harcanıyorsa, on biri kuşa nasıl çevriliyor?..”
“Her ayın son günü çuvallar dolusu kuş arabalar içinde Acem Şahı’na gönderilirmiş…”

Padişah başka söz söylememiş. Bir baş işaretiyle karşısındakini selamlayıp dışarıya çıkmış. İki adamıyla birlikte atlarına binmişler. Başkente doğru hızla uzaklaşmışlar. Köyün sahibinin iddia ettikleri doğru çıkar. Padişahın ustaca hazırlanmış planı sayesinde, ayın son günü, Acem Şahı’na gönderilmek istenen arabalar içinde çuvallar dolusu altın para ele geçirilmiş. Suçlular yakalanmış. Ebu Salip Efendi’nin büyük bir palavracı olduğu, teleskop yapımından anlamadığı, yıldız mıldız keşfetmediği ortaya çıkmış. Toplantılarda anlattıklarının hepsini ezberlemiş olduğu açıklanmış. Ebu Salip, memleketindeki bütün malını mülkünü sattırarak ele geçen parayı padişaha vermiş. Böylelikle canı bağışlanmış. Fakat ömrünün sonuna kadar gözetim altında kalacakmış. Oldukça yüklü bir miktar olan bu paralar ile ayın son günü ele geçirilen altın paralar eski sahiplerine, yani halka geri verilmiş. Acılar hafifletilmiş..

Su gibi akıp gidenin adı zamanmış. Zaman içinde padişah ile iki adamı kıyafet değiştirerek sık sık köy ağasının evinde misafir kalmaya başlamışlar. Bu görüşmeler süresince, ne tüccar kılığındaki padişah köy ağasına kendisinin padişah olduğunu söylemiş, ne de köy ağası, tüccarın padişah olduğunu ilk günden beri bildiğini ona hissettirmiş. Yıllarca hemen her konuda bilgi alışverişinde bulunmuşlar. Köy ağasının daima halk için, halktan yana olan istek ve düşünceleri ön plana alınmış. Bu istek ve düşünceleri uygulamak genelde çok basitmiş. Gezegenleri ve yıldızları bir tarafa bırakan padişah, sadece halkının mutluluğu için çalışmış.

24 Ekim 2019 Perşembe

Vezir Nureddin, Kardeşi Vezir Şemseddin ve Hasan Bedreddin Öyküsü 2 - Binbir Gece Masalları


Masalın Adı : Vezir Nureddin, Kardeşi Vezir Şemseddin ve Hasan Bedreddin Öyküsü

Masalın Yazarı : Binbir Gece Masalları

Yirmi Üçüncü Gece Gelince Söze başlamış;

Ey bahtıgüzel şahım! İşittim ki, Halife Harun Resid'in veziri Cafer-ül Barmaki öyküsünü şöyle sürdürmüş: Vezir Şemseddin, yeğeni Hasan Bedreddin'in kaybolduğunu görünce, kendi kendine, "Dünya ölüm kalım dünyası olduğuna göre, ben tedbirlerimi alayım! Elbet bir gün Hasan nasıl bırakıp gittiyse öylece çıkagelir" demiş. Ve vezir Şemseddin, bir yazı masası, bir kalem ve bir tabaka kağıt almış ve evinin tüm eşyasınıbirer birer kayda geçirmiş. Örneğin, 'Falan dolap, falan yerde; falan perde falan yerde!" şeklinde saptamalar yapmış. Bunu bitirince kağıdı, kızı Sitt-ül Hüsn'e okuduktan sonra katlamış ve evrak kasasına yerleş­tirmiş. Bundan sonra Hasan'ın eşyalarını, sarığı, külahı, içdonunu, kuşağı, giysiyi ve keseyi toparlamış ve bir paket yapıp büyük bir dikkatle kapatmış.

Vezirin kızı Sitt-ül Hüsn'e gelince, ilk düğün gecesinden sonra gerçekten hamile kalmış ve tam dokuz ay sonra, zamanında, ay par­çası gibi, babasına her bakımdan benzeyen bir oğlan doğurmuş. Onun kadar güzel! Onun kadar nazik! Ve de onun kadar mükemmel! Doğduğunda, kadınlar onu yıkamışlar ve gözlerine sürme çekmişler sonra göbekbağını kesmişler ve onu dadılara ve sütanneye teslim etmişler. Şaşırtıcı güzelliğinden ötürü, adını da Acip koymuşlar. Herkesin hayran olduğu Acip, gün be gün, ay be ay, yıl be yıl, büyüyüp yedi yaşına geldiğinde, dedesi Vezir Şemseddin onu çok ünlü bir hocanın okuluna yollamış ve çocuğu bu hocaya emanet etmiş. Ve Acip, her gün, babası sandığı dedesinin sadık kölesi Sait'in eşliğinde, öğleleri ve akşamları eve dönmek kaydıyla, okula gitmiş. Böylece beş yıl geçmiş, o sırada on iki yaşına ulaşmış. Acip, okuldaki öteki öğrencilere dayanılmaz şekilde kötü davranıyormuş, onları dövüyor, onlara sövüyor ve "İçinizden hanginiz benim gibisiniz? Ben Mısır vezirinin oğluyum!" diyormuş.

Sonunda, çocuklar birleşmiş, Acip'in kötü davranışları hakkında hocaya şikâyette bulunmaya gitmişler. O zaman, okul hocası, vezirin oğluna vereceği ihtarların bo­şa gideceğini ve de vezirin oğlunu okuldan kovmak istemediğinden, çocuklara, "Size, ona söyleyebileceğiniz bir şey öğreteceğim. Böylece bundan sonra okula gelemez! Yarın oyun oynarken hepiniz Acip'in yöresine toplanın ve birbirinize, 'Vallahi! Çok ilginç bir oyun oynayacağız, bugün! Ama bir şartla, hiç kimse adını, anasının adını ve babasının adını yüksek sesle söylemedikçe bu oyuna girmeyecek! Çünkü anasının babasının adını söyleyemeyen çocuk piçtir ve bizimle oynayamaz!' deyin" demiş. Böylece, ertesi gün, Acip, okula geldiğinde, çocuklar onun yöresinde toplanmışlar, aralarında anlaşmışlar ve içlerinden biri, "Ah, gerçekten evet! Bu harika bir oyun! Ancak bu oyuna kendi ana-babasının adını söylemedikçe hiç kimse girmeyecek! Haydi bakalım! Sırayla!" demiş Âcip. Şaşılacak şey "Bunun üzerine çocuğun biri ilerleyip, "Benim adım Nebih! Annemin adı Nebiha! Babamınki İzzettin!" demiş. Sonra bir diğeri ileri çıkıp, "Bana Necip derler! Anneme Cemile! Babama da Mustafa!" demiş, sonra da bir üçüncüsü, bir dördüncüsü ve diğerleri aynı şekilde kendilerini ve ana-babalarını tanıtmışlar. Sıra Acip'e gelince, gururlanarak, "Benim adım Acip! Anneminki Sitt-ül Hüsn! Babamınki Mısır Veziri Şemseddin!" demiş. Bunu duyan çocuklar bağrışmışlar, "Hayır, vallahi! Vezir hiç de senin baban değil!" diye... Acip hiddetlenerek, "Allah belanızı versin! Vezir benim babamdır!" diye haykırmış. Fakat çocuklar alay etmeye ve el çırpmaya başlamışlar ve "Defol! Sen babanın adını bilmiyorsun! O senin büyükbabandır! Şemseddin asla senin baban değildir! Büyükbabandır, annenin babası! Bizimle oynayamazsın!" demişler.

Ve çocuklar kahkahalar atarak dağılmışlar. Bunu duyan Acip'in göğsü daralmış, hıçkırıklarla boğulur gibi olmuş! Fakat hemen yanına gelen okul hocası, ona, "Nasıl Acip, vezirin senin baban değil, annen Sitt-ül Hüsn'ün babası, yani büyükbaban olduğunu hâlâ bilmiyor musun? Babana gelince, onun kim oldu­ ğunu ne sen, ne biz, ne de hiç kimse bilmiyor. Çünkü Sultan, Sitt-ül Hüsn'ü kambur seyisle evlendirmişti fakat seyis Sitt-ül Hüsn ile yatamamış ve bütün kentte, düğün gecesi, onu bir ecinninin kapalı tuttuğunu ve Sitt-ül Hüsn ile yatmaktan engellediğini anlatmış. Ve de mandalara, eşeklere, köpeklere ve benzerlerine dair şaşırtıcı öyküler anlatmış. Böylece, Acip, kimse senin babanın kim olduğunu bilmiyor! Bundan dolayı Tanrı'nın ve seni bir piç olarak bilen arkadaşlarının önünde daha alçakgönüllü ol! Zaten Acip, kesinlikle babası tanınmayan ve pazarda satılan bir çocukla aynı durumdasın! Bir kez daha söylüyorum: Vezir Şemseddin sadece senin büyükbabandır ve baban bilinmemektedir. Bundan dolayı alçakgönüllü davran!" demiş. Okul hocasının bu konuşması üzerine, küçük Acip koşarak annesi Sitt-ül Hüsn'ün yanına varmış, ağlamaktan, hıçkırmaktan öylesine bitkinmiş ki, ilkin hiçbir şey söyleyememiş.

Annesi onu böyle tedirgin görünce teselli etmeye çalışmış ve ona, "Çocuğum, derdinin nedenini annene söyle!" demiş ve onu kucaklayıp öpmüş. Bunun üzerine küçük Acip, ona, "Söyle bana anne, benim babam kim?" diye sormuş. Ve Sitt-ül Hüsn çok şaşarak ona, "Vezirdir, oğlum!" demiş ama, Acip ağlayarak, "Oh, hayır! O benim babam değil! Gerçeği benden saklama! Vezir sadece senin baban! Benim babam değil! Hayır, hayır! Ya bana gerçeği söylersin ya da şu hançerle vurur kendimi öldürürüm!" demiş. Ve küçük Âcip annesine okul hocasının sözlerini tekrarlamış. Sitt-ül Hüsn, bunun üzerine, yeğeni olan kocasını, onunla ge­çen düğün gecesini ve de Basralı Hasan Bedreddin'in tüm güzelliği ve akıllara durgunluk veren cazibesini hatırlayıp heyecanla ağlayıp hıçkırarak şu dizeleri okumuş:

Yüreğimde arzuyu tutuşturup uzaklara gitti! Barınağımızdan uzaklara! Benim zavallı aklım da uçup gitti; o dönünceye kadar da geri gelmeyecek. Ama ben onu beklerken, yatıştırıcı uykuyu ve tüm sabrımı yitirdim! O beni bırakıp gitti, onunla birlikte mutluluğum da beni terk etti, huzurum da! Benî terk etti, gözyaşlarını onun yokluğuna adandı, akıp duruyorlar, denizleri dolduran dereler oluştururcasına! Arzumun beni ona taşımadığı bir gün bile yok! Yokluğunun acısını anmadan yüreğim de çarpmıyor! Hayali ruhumda belirir belirmez aşkım, arzularım ve anılarım çoğalıyor! Günün ilk saatlerinden başlayarak, gözlerimin önünde beliren daima onun sevgili hayalidir ve bu hep böyledir! Çünkü başka düşüncem, başka aşklarım yok ki! Sonra da hıçkırmaktan başka bir şey elinden gelmemiş.

Ve Acip, anasını ağlar görünce, o da ağlamaya başlamış. Ve, her biri kendi köşesinde ağladığı sırada haykırmalar, ağlamalar duyarak vezir içeri girmiş. Çocuklarını böyle ağlar görünce, onun da yüreği parçalanmış ve onlara, "Çocuklarım, niçin böyle ağlıyorsunuz?" diye sormuş. Bunu duyan Sitt-ül Hüsn, küçük Acip'in okuldaki çocuklarla olan serüvenini anlatmış. Ve vezir, bu Öyküyü duyunca, geçmiş günlerin tüm felaketlerini yeniden hatırlamış, kendi başına gelenleri, kardeşi Nureddin'in, yeğeni Hasan Bedreddin'in ve de en sonra kü­çük Acip'in başına gelenleri. Ve bütün bu anılar bir araya gelince, o da ağlamaktan kendini alamamış. Ve umutsuzca Sultan'ın katı­na çıkarak ona, kendi adına ve çocuklarının adına bu durumun devam edemeyeceğini söylemiş ve yeğeni Hasan Bedreddin'i bulabileceği Basra kentine ulaşmak üzere Doğu'ya doğru geziye çıkmak için izin istemiş. Sonra da Sultan'dan gideceği her ülkede yeğenini aramak ve bulunca alıp getirmek üzere gerekli araştırmaları yapmak üzere, yanında götürebileceği ve ilgililere gösterebileceği fermanlar talep etmiş. Sonra da acı acı ağlamış. Yüreği parçalanan Sultan, onun tüm ülkelerde ve tüm eyaletlerde kullanabileceği fermanları yazıp kendisine vermiş.

Vezir buna çok sevinmiş, Sultan'a teşekkürler ve saltanatının devamı için dualar etmiş ve sonra yere kapanıp önünde yeri öperek izin alıp huzurdan çıkmış. Ve o saatten başlayarak yol hazırlığına başlamış. Kızı Sitt-ül Hüsn ve torunu Acip'i de yanına alarak yola koyulmuş. Kafile ilk gün, ikinci gün, üçüncü gün ve bunları izleyen günler Şam doğrultusunda yol alarak sonunda güvenle Şam'a ulaşmış, tüm kapılarını Midan'dan Hasba'ya kadar geçmişler, yollarını sürdürmeden önce çadır kurup iki gün orada dinlenmişler. Şam'ın ağaçlar, akarsularla donanmış hayranlık uyandıracak güzellikte bir kent olduğunu görmüşler. Kent, şu dizelerle onu öven şairin anlattığı gibiymiş: Şam'da bir gün bir gece geçirdim. Şam! Onu kuran, ona benzer bir kentin bir daha yapılamayacağına yemin etmiş âdeta! Gece, Şam'ı kanatlarıyla örter, aşkla dolu... Sabah onun üzerine tıkız ağaçların gölgesini serer! Ağaçların dallarındaki şebnemler şebnem değil, incidirler! Onları sarsan sabah yeline karşın, inciler, kar gibi düşer! Orada, ormanlarında, her şeyi yapan Doğa'dır. Kuşlar sabah ötüşlerini yapar, gölün suyu açık, beyaz bir kitap sayfasıdır, meltem yanıt verir ve kuşların söylediklerini yazar ve beyaz bulutlardan düşen yağmur tüm durgun sulara şiirler düzer! Böyle olunca vezir ile yanındakiler gidip kenti görmek ve çarşı­larından ihtiyaç duyduklan şeyleri satın alıp Mısır'dan getirdikleri şeyleri de satmışlar. Ünlü hamamlarında yıkanmışlar ve tüm dünyada bir eşi daha bulunmayan Beni-Ümmiye Camii'ne gitmişler.

Acip'e gelince, o da,iyi yürekli Sait'in eşliğinde, kente eğlenmeye gitmiş. Haremağası, onu birkaç adım geriden izliyormuş ve elinde bir vuruşta bir deveyi öldürebilecek bir kamçı tutuyormuş çünkü Şam halkının kötü ününü biliyormuş ve bu kamçıyla efendisi güzel Acip'e yaklaşmalarını önlemek istiyormuş. Ve, gerçekten, yanılmamış çünkü güzel çocuğu görür görmez, Şam halkı onun ne denli zarif ve çarpıcı olduğunun farkına varmış; onun kuzey rüzgârından da tatlı, susuz kalınca özlenen su kadar taze ve hasta olunca özlenen sağlık kadar hoş olduğundan söz etmişler ve yollardaki herkes Acip'i izleyip durmuş, kimileri de hızla onları geçip ilerde, geçişini daha iyi ve daha uzun seyretmek için yere oturmuşlar.

Sonunda talihin iradesiyle, Âcip ve haremağası, bir tatlıcı dükkanının önüne gelmişler ve kendini bilmeyen bu kalabalıktan kaçınmak için dükkana girmeye niyetlenmişler, Oysa, bu dükkan, Acip'in babası Hasan Bedreddin'in işlettiği dükkanmış. Hasan'ın babalığı ihtiyar tatlıcı ölmüş ve dükkan miras yoluyla Hasan'a kalmış imiş. O gün Hasan, nar taneleri ve diğer şekerli ve lezzetli şeylerle nefis bir tatlı hazırlamakta imiş. Âcip ile kö­lenin dükkanın önünde durduklarını görünce, Hasan küçük Âcip'in güzelliğiyle büyülenmiş, sadece büyülenmemiş, ilahi bir hisle ve tüm yüreğiyle olağan dışı heyecanlanmış ve içi sevgiyle dolu, "Ey benim genç efendim, sen ki kalbimi fethedip tüm varlığımda saltanat kurdun! Sen ki, tüm benliğimi kendine çektin. Dükkanıma girerek bana onur verir misin? Sadece merhamet edip yaptığım tatlıların çeşnisine bakar mısın?" demiş. Bu sözleri söylerken, Hasan, kendine karşın, gözlerinde yaşlar belirmesini önleyememiş, geçmişteki durumuyla şimdiki durumunu hatırlayıp ağlamış. Acip, babasının sözlerini işitince, onun da yüreği hüzünlenmiş, köleye dönerek, ona, "Sait! Bu tatlıcının konuşmaları yüreğime dokundu. Her halde uzaklarda bırakmak zorunda olduğu bir çocuğu olsa gerek! Ben galiba ona bu çocuğu hatırlattım! Kim bilir belki biz onun acısını dindirirsek, Tanrı da bize acır ve babamı aramak için yaptığımız araştırmalarda yardımcı olur" demiş.

Acip'in bu sözlerini duyunca, haremağası, "Vallahi, efendim, hiç gerekmez! Oh! Sakın ha! Bir vezirin oğluna çarşıdaki bir tatlıcı dükkânına girmek yaraşmaz ve de öyle orta yerde bir şeyler yemek hiç olmaz! Ya, hayır! Bununla birlikte, şu edepsiz ve kendini bilmez takımının seni rahatsız edeceği endişesiyle dükkana girmek istiyorsan, ben onları uzaklaştırmayı ve seni onlara karşı savunmayı şu kamçıyla pekâlâ sağlayabilirim! Ama dükkana girmeye gelince, bak bu olmaz!" demiş. Haremağasının sözlerini duyunca Hasan çok üzülmüş ve gözleri yaşla dolu, yanakları ıslak, haremağasına dönerek, ona, "Ey saygı­ değer kişi, merhamet edip dükkanıma girmenin zevkinden beni niye mahrum etmek istiyorsunuz? Sen ki, bir kestane kadar karasın! Ama için tıpkı onunki kadar beyazdır! Sen ki, tüm şairlerimizin hayranlık uyandıran dizeleriyle övülmüş gibisin! Gel de sana için kadar dışının da beyaz olmasının sırrını açıklayabileyim!" demiş. Yiğit haremağası bunu duyunca çok gülmüş ve "Doğru mu, doğru mu bu söylediğin? Yapabilir misin? Ama nasıl? Bunun sırrını bana hemen açıkla!" demiş.

Hasan Bedreddin de ona, hemen haremağalarını öven bir şiirin dizelerini okumuş: Onun hoş nezaketi ve tavırlanndaki zarafet ve de davranışların daki asalet, hükümdarların saraylarının saygıdeğer koruyucuları olmalarına yetmiştir! Harem için, eşi bulunmaz hizmet erleridir onlar! Kibarlıklarından ötürü, gökteki melekler, kendi sıraları gelince, yere iner ve onlara hizmet ederler! Bu dizeler, gerçekten, öylesine olağanüstü ve duruma uygunmuş ve o kadar güzel okunmuş ki, haremağası hem duygulanmış hem de müthiş iltifat görmüş olduğundan, Acip'in elinden tutarak tatlıcının dükkânına onunla birlikte girmiş.

Bunu görünce Hasan Bedreddin çok sevinmiş ve onların onuruna ne yapacağını bilememiş. Sonra, en güzel kaselerinden birini almış onu nar tanesi, şeker ve soyulmuş bademle doldurmuş ve üzerlerine yeterince nefis kokular serpmiş, sonra da işlemeli ve kabartmalı bakır tepsilerinden en gösterişlisini seçerek kaseyi bununla sunmuş. Ve tatlıyı memnunluk işaretleri yaparak yediklerini görünce ruhu çok okşanmış ve çok memnun olmuş ve onlara, "Gerçekten, benim için ne büyük şeref! Ve de ne bahtlı bir gün! Hoş olsun, afiyet olsun!" demiş. Küçük Acip, ilk lokmaları yedikten sonra, tatlıcıya, "Bizimle oturabilir ve yiyebilirsin! Allah da bizi araştırmalarımızda yardım ederek ödüllendirir" diyerek tatlıcıyı yanlarında oturmaya davet etmiş. Bunu duyan Hasan Bedreddin, "Nasıl, çocuğum! Sen, bu kadar genç yaşta, sevdiğin birini yitirerek derde mi düştün?" diye sormuş. Acip de, "Elbette yiğit adam, yüreğim şimdiden sevgili bir varlığın yokluğuyla yanıp tutuşuyor! Ve bu çok sevilen varlık benim öz babamdır. Ve büyükbabamla birlikte, tüm ülkeleri gezerek onu arıyoruz" diye yanıt vermiş.

Sonra küçük Âcip bu anıyla ağlamaya başlamış;.Bedreddin de bu ağlayışa katılmaktan kendini alamamış, o da ağlamış. Ve haremağası da buna yürekten katılarak başını sallamış. Ancak bütün bunlar, kokulu ve büyük bir sanatla hazırlanmış, nefis nar tatlısına onur vermekten onları alıkoymamış. Öyle nefismiş ki yedikleri şey, doyuncaya kadar kaşık sallamışlar. Ancak, zaman epeyce geçtiği halde, Hasan farkında değilmiş, haremağası ile Acip ayrılır ayrılmaz, Bedreddin, sanki ruhunun da onunla birlikte sürüklenip gittiğini sanmış ve onu izlemek arzusuna karşı çıkamayarak çabucak dükkanını kapatmış, hiçbir şekilde Acip'in kendi oğlu olduğunu aklına getirmeden, çıkıp aceleyle onları izlemiş ve Şam'ın büyük kapısından dışarı çıkmadan onlara ulaş­ mı. O sırada haremağası, tatlıcının kendilerini izlemiş bulunduğunun fark etmiş, dönüp ona "Neden bizi izliyorsun, tatlıcı?" diye sormuş. Bedreddin de, "Sadece kentin dışında görülecek ufak bir işim olduğu için, birlikte yürüyelim diye size ulaşmak istedim, sonra da dönecektim. Zaten, sizin ayrılışınız, canımı bedenimden kopardı!" demiş.

Bu sözleri duyan haremağası çok kızmış ve kendi kendine, "Gerçekten, bu tatlı kasesi bize çok pahalıya patladı! Felaket kasesi imiş adeta! Bu tatlıcı hazmetmeye çalıştığımız şeyleri bize kusturtacak, işte şimdi de bir yerden öbür yere peşimizden koşup duruyor!" diye söylemiş. O sırada Acip dönerek tatlıcıyı görmüş, yüzü kızararak kekelemeye başlamış: "Sait! Bırak ne yaparsa yapsın! Tanrı'nın yolları tüm Müslümanlara açıktır" demiş, sonra da "Ama bizi çadırlara kadar izlerse, o zaman gerçekten beni izlemekte olduğunu anlarız ve onu kovmaktan geri durmayız!" diye eklemiş. Sonra Acip başı­nı eğmiş ve yoluna devam etmiş, haremağası da birkaç adım gerisinden onu izlemiş. Hasan'a gelince, onları Midan'dan çadırların kurulduğu Hasba'ya kadar izlemeyi sürdürmüş. Bu sırada Acip ile haremağası geri bakıp onu birkaç adım artlarında görmüşler.

Acip de, bu kez, sinirlenmiş ve olup bitenleri bir tatlıcıya girdiklerini ve tatlıcının sonradan kendilerini izleyerek altlarından geldiğini, haremağasının büyükbabasına anlatacağından çok korkmuş. Onu dehşete düşüren bu düşünceyle yerden bir taş almış ayakta, hareketsiz, dalgın ve gözlerinde garip bir ışıkla kendilerine bakan Hasan'a dönmüş. Tatlı­cının gözlerindeki bu alevin değişik bir anlamı olduğunu düşünmüş ve daha da fazla sinirlenmiş, tüm gücüyle taşlatmış; taş Hasan'ı ağır biçimde yaralamış, sonra Acip ile haremağası aceleyle çadırlara yönelmişler.

Hasan Bedreddin'e gelince, baygın, yere düşmüş, yü­zü baştanbaşa kana bulanmış. Ama ne mutlu ki kendine gelmekte gecikmemiş, kanını dindirmiş ve sangından bir parça yırtarak alnı­nı sarmış. Sonra kendi kendini azarlamaya koyularak, "Aslında benim kusurumdan oldu bu! Dükanımı kapatmakla ve bu güzel çocuğu izlemekle düşüncesesizce davrandım Herhalde bu izleyişimi kötü maksatlara yormuştur!" demiş. Sonra içini çekip "Allah kerim!" diyerek kente dönmüş ve dükkanını yeniden açarak eskisi gibi hamur işi yapıp satmaya başlamış, bu sırada acıyla, Basra'daki zavallı annesini ve çocukluğunda, hamur işi üzerine kendisine verdiği ilk dersleri hatırlıyor ve ağlıyormuş, teselli bulmak için kendi kendine şu dizeleri okumuş: Talihten yana hiç adalet bekleme, düş kırıklığından öte bir şey elde edemezsin! Çünkü sana adalet sağlayacağını sandığın talih bu doğada yaratılmamıştır.

Tatlıcı Hasan Bedreddin'in amcası vezir Şemseddin'e gelince, Şam'da üç günlük dinlenmeden sonra, Midan'dan çadırlarını söktü­rüp Basra'ya doğru yol almak üzere ilkin Hums, sonra Hama ve Halep'e doğru yola çıkmış. Ve her yerde araştırmalar yapmaktan geri durmamış. Halep'ten Mardin'e, sonra Musul'a ve Diyarbekir'e gitmiş, sonunda da Basra'ya ulaşmış. Ancak bir parça dinlendikten sonra, Basra sultanının huzuruna çıkmak istemiş. Sultan onu hemen huzura almış ve onu alçak gö­nüllülükle kabul etmiş ve iyilikseverlikle onu Basra'ya getiren nedeni öğrenmek istemiş. Şemseddin tüm öyküsünü ve eski vezir Nureddin'in kardeşi olduğunu ona anlatmış. Sultan Nureddin'in adını duyunca, "Allah ondan lütfunu esirgemesin!" demiş ve ona, "Evet, dostum, Nureddin benim dostumdu ve kendisini çok severdim, ölü­münden buyana on beş yıl geçti! Ardında bir de Hasan Bedreddin adlı oğul bıraktı ama bu çocuk bir gün birdenbire kayboldu. Bir daha ondan söz edildiğini duymadık. Ama, burada, Basra'da, hâlâ, Nureddin'den önceki vezirimin kızı, kardeşin Nureddin'in karısı olan annesi yaşıyor" diye eklemiş. Bu haberi alan Şemseddin sevincin doruğuna çıkmış ve "Şahım! Yengemi görmek isterdim!" demiş, şah da ona gerekli izni vermiş.

Şemseddin adres ve doğrultusunu öğrendikten sonra, hemen rahmetli kardeşi Nureddin'in evine koşmuş;,yolda, onu son bir kez kucaklamadan, kendisinden uzakta ölen kardeşi Nureddin'i düşü­nerek oraya ulaşmakta gecikmemiş. Ağlamış ve şu dizeleri kendi kendine okumuş: Oh! Geçmiş gecelerimin konutuna dönüyorum! Yöresindeki duvarları öpüyorum! Ama yüreğimin özünde beni yaralayan bu duvarları değil, konutta oturana duyduğum aşktır!

Sonra büyük bir kapıdan, oltasında evin bulunduğu büyük bir avluya girmiş. Evin kapısı, her türlü renkten mermerlerle canlandı­rılmış kemerli, granitten yapılmış bir harikaymış. Bu kapının dibinde, görkemli bir mermer üstünde, kardeşi Nureddin'in altın harflerle kazınmış adım bulmuş. O zaman eğilip bu ismi öpmüş ve çok heyecanlanarak ağlamış ve şu dizeleri okumuş. Her gün, sabahleyin, doğan güneşe senden haber soruyorum. Ve de her gece çakan şimşeğe! Uyursam eğer, uyumakta olduğum halde, arzu, arzunun dikeni, arzunun ağırlığı, arzunun bıçkısı içime işliyor! Ve asla dertlerimi haykırmıyorum! Ey tatlı dostum, artık daha fazla katı yokluğun sinesinde uzaklaşma! Yüreğim parça parça, yokluğun acısıyla kesik ve kopuk! Hangi hayırlı gün, hangi eşsiz gün, bizi sonunda birleştiren gün kadar hayırlı ve eşsiz olabilir? Ama, yokluğunun ruhumu bir başka aşkla doldurduğunu hiç düşünme! Çünkü yüreğim, ikinci bir sevgiyi alacak kadar geniş değil!

Sonra eve girmiş, tüm daireleri geçerek Basralı Hasan Bedreddin'in anası, yengesi hatunun oturmasına ayrılmış odaya gelinceye kadar yürümüş. Oğlu Hasan'ın kaybolmasından sonra kadın gece gündüz ağlayıp hıçkırmak için bu odaya kapanmış ve odanın ortasına, uzun zamandır öldü bildiği oğlu için zavallı çocuğunun mezarını temsil edercesine küçük bir türbe yaptırmış, tüm zamanını gözyaşlan içinde, orada geçiriyor ve dertten çökmüş, uyumak için yine oraya başını dayıyormuş. Şemseddin, odanın kapısına iyice yaklaştığı zaman, yengesinin sesini duymuş, bu acılı ses şu dizeleri okuyormuş: Ey mezar! Tanrı aşkına söyle bana! Dostumun güzelliği, çekiciliği silindi mi? Güzelliğinin parlak temaşası, ebediyen soldu mu? Ey mezar! Kuşkusuz sende, ne zevk bahçeleri, ne yücelmiş gökkubbesi var! Ama, söyle bana! Nasıl oluyor da, içinde, ayın ışıldadığını ve dalın çiçeklendiğini görüyorum?..

Bunu duyan vezir Şemseddin içeri girmiş;,en yüce saygılar sunarak yengesini selamlamış ve ona kocası Nureddin'in kardeşi olduğunu söylemiş. Sonra da ona tüm öyküyü ve oğlu Hasan'ın bir gece kızı Sitt-ül Hüsn ile yattığını, ertesi gün ortadan kaybolduğunu ve sonunda Sitt-ül Hüsn'ün hamile kalıp Acip'i doğurduğunu... Sonra da, "Acip benimle birlikte geldi. Oğlunun kızımdan olma oğlu olduğuna göre, senin de torunundur" diye eklemiş. O ana kadar dünya işlerine başını çevirmiş ve büyük bir mateme bürünmüş olan dul kadın, oğlunun yaşamakta olduğunu anlayınca heyecanlı bir şekilde ayağa kalkıp onu kucaklayarak ayaklarına atılmış ve onun onuruna şu iki dizeyi okumuş: Bana gelerek bu mutlu haberi duyurandan Allah razı olsun! Ne muradı varsa versin! Çünkü bana en mutlu, duyulanların en iyisi bir haber verdi! Eğer kabul edip yeter bulacağı bir hediye vermek gerekirse; ona ayrılıklarla parçalanmış bir yürek vereceğim!

Ve vezir, hemen gidip Acip'i getirmeleri için adam göndermiş, çocuk hemen getirilmiş. Bunu gören büyükanne ağlayarak Acip'in boynuna sarılmış. Ve Şemseddin ona, "Ey anne, gerçekte bu an hiç de gözyaşı dökülecek an değildir, bizimle birlikte Mısır'a gelmek için hazırlıklar yapma zamanıdır. Ve inşallah, yeğenim Hasan da yakında bizimle birlikte olacaktır!" demiş. Acip'i büyükannesi de, "işittik ve itaat ettik" demiş. Ve hemen o anda ayağa kalkmış, gerekli tüm eşyasını ve yiyecek olarak tedarikini yapıp tüm hizmetkarlarını bir araya getirerek hemencecik yolculuğa hazır bulunduğunu göstermiş. Bunun üzerine vezir Şemseddin, Basra Sultanı'nın huzuruna çı­karak veda etmiş. Sultan da ona, kendisi için ve Mısır Sultanı için hediye ve armağanlar vermiş. Bunu izleyerek Şemseddin, iki kadın ve Acip, maiyetleriyle birlikte yola koyulmuşlar. Yeniden Şam'a ulaşıncaya kadar kesintiye uğratmadan yolları­na devam etmişler.

Orada, Kanun Meydanı'nda durmuşlar ve çadırlarını kurmuşlar. Ve vezir, "Burda, Şam'da, bir hafta kalarak Mı­sır Sultanına sunulacak uygun hediye ve armağanlar alacağız" demiş. Böylece, vezir, mallarını sunmak üzere çadırlarını ziyaret eden zengin tacirlerle meşgul olurken, Acip haremağasına, "Baba Sait, ben gidip biraz eğlenmek istiyorum. Haydi Şam çarşılarına gidelim! Ne var, ne yok, bakalım! Ve de tatlılarını yediğimiz, bize gösterdiği misafirperverliğini öveceğimize taşla kafasını yardığımız tatlıcının durumunu da öğrenelim! Gerçekten, ona iyilik yerine kötülük yaptık!" demiş. Haremağası da, "İşittik ve itaat ettik!" yanıtını vermiş. Bunun üzerine Âcip ile haremağası çadırdan çıkmışlar çünkü Âcip, bilinçsizce duyduğu bir evlat sevgisinin ortaya çıkardığı kör bir itişin etkisinde bulunuyormuş. Kente varınca, tatlıcı dükkanına ulaşıncaya kadar çarşılarda durmadan yürümüşler. Tam da Beni Ümmiye Camii'nde Müslümanlar toplanıp ikindi namazım kılacakları saatmiş. O sırada, Hasan Bedreddin, dükkanında daha önceki aynı nefis tatlıyı, soyulmuş bademli, nar taneli, şekerli ve kokulu tatlıyı hazırlamakta imiş! Âcip tatlıcıyı gözden geçirmiş ve attığı taşın alnında bıraktığı izi görmüş.

Bunu görünce de yüreği daha fazla üzülmüş ve "Selamünaleyküm ey tatlıcı! Buralara senden haber almaya geldim. Beni tanımadın mı?" demiş. Hasan onu görür görmez içinin ezildiğim, yüreğinin düzensiz vuruşlarla çarptığım, yere düşecek gibi başının döndüğünü ve bir sözcük bile söyleyemeyecek kadar dilinin damağına yapıştığım hissetmiş. Sonunda başını çocuğa doğru kaldırmış ve tüm alçakgönüllülüğüyle, ona şu dizeleri okumuş: Sevgilime sitemler etmek kararındaydım ama onu sadece görmekle vazgeçtim ve ne dilime ne de gözlerime hakim olabildim! Sustum gururlu ve ezici görünümü karşısında gözlerimi eğdim, duyduklarımı belli etmemek için değişik görünmeye çalıştım ama başarı sağlayamadım. Oturup sayfalar dolusu sitemler yazdım fakat,yanına ulaşınca, bir tek sözcüğünü bile okuyamadım.

"Ey efendilerim, sırf alçakgönüllülük göstererek buyrun girin! Ve hazırladığım tatlıyı tadın! Çünkü vallahi! Ey genç çocuk, geçen defa seni görür görmez yüreğim sana bağlanmıştı! Seni izledi­ğimden dolayı çok pişman olmuştum, yaptığım gerçekten delilikti!" diye eklemiş. Fakat Acip onu "Vallahi! Sen çok tehlikeli bir dostsun! Yedirdiğin bir parça tatlı yüzünden bizi tehlikeye soktun! Oysa şimdi, bizim ardımızdan gelip bizi izlemeyeceğine yemin vermedikçe dükkanına girmeyecek ve hiçbir şey yemeyeceğiz. Yoksa bir daha buraya gelmeyiz. Çünkü bil ki burada, Şam'da tam bir hafta kalacağız. Bu sırada büyükbabam, sultan için hediyeler satın alabilecek!" diye yanıt vermiş. Bunu duyan Bedreddin, "İkinizin önünde işte yemin ediyorum!" diye haykırmış. Bunun üzerine Âcip ile haremağası dükkana girmişler ve Bedreddin onlara hemen bir kase dolusu özel tatlısı, şekerli, bademli ve kokulu nar tanesini sunmuş. Ve Acip ona "Gel sen de bizimle ye! Allah da bu yoldan, bizi araştırmalarımızda başarılı kılar!" demiş. Hasan buna çok sevinmiş ve karşılarına oturmuş. Fakat, tüm bu sürede, Âcip'i seyretmekten kendini alamamış ve öylesine olağandışı ve ısrarlı bir ilgiyle bunu yapmış ki, Acip sıkılmış ve ona, Yarabbi! Sen ey iyi yürekli kişi! Ne kadar cansıkıcı ve ısrarlı bir sevgi gösterisinde bulunuyorsun! Sana daha önce de sitemlerde bulunmuştum. Beni böylesine süzmekten ve gözlerinle yüzüme yiyecek gibi bakmaktan vazgeç!" demiş.

Bu sözleri duyan Bedreddin, şu dizelerle yanıt vermiş: Senin için yüreğimin derinliklerinde açıklayamadığım bir giz var; benliğimde sakladığım bir düşünce ki asla sözcüklerle anlatılamaz! Sen ki! Güzelliğiyle mağrur parlak mehtabı, şaşkınlıktan örtünmeye zorlarsın! Senin aydın yüzün, sabahı utandırır, şafağa baş eğdirir! Sana sözsüz bir tapınmayla; sana, ey Tanrı sevgilisi, çoğalıp güzeli eşen arzular ve ölümsüz, benzersiz duygularla bağlıyım! Ve şimdi, yanarak tümden eriyorum! Yüzün, benim cennetimdir! Kuşkusuz! Ateşli susuzluğumdan öleceğim! Oysa sen, dudaklarınla susuzluğumu giderebilir ve onların balıyla ruhumu tazeleyebilirsin! Bu dizeleri okuduktan sonra, aynı güzellikte başkalarını da okumuş ama bir bakıma, bunlar haremağasına da seslenen dizelermiş. Böylece, bir saat süreyle, kimi zaman Acip'in, kimi zaman da haremağasının onuruna dizeler okumayı sürdürmüş.

Bundan sonra, tüm olarak doyduklarından, Hasan, ellerini yıkamaları için gerekli her şeyi önlerine getirmiş. Bu maksatla, bakırdan yapılmış benzersiz bir ibrikle ellerine kokulu sular dökmüş, kemerine takılı bulunan renkli ipekten bir havluyla ellerini kurulamış. Sonra da ellerine, dükkanın en üstteki raflarında bulunan ve önemli durumlarda kullanılmak üzere itinayla sakladığı gümüş bir gülabdandan gülsuyu serpmiş ve bu kadarla da kalmamış, bir an için dükkandan çı­karak elinde iki testi misk ve gülsuyuyla yapılmış şerbet getirerek, her birine birer testi sunmuş ve onlara "Bakın! Kendi isteğinizce buradan içebilirsiniz!" demiş. Bunun üzerine Âcip testiyi alıp şerbeti içmiş sonra bunu haremağasına geçirmiş o da içip yeniden Âcip'e vermiş, Âcip yeniden içtikten sonra testiyi bir kez daha haremağasına vermiş. Bu, böylece karınları şişip ömürlerinde hiç olmadığı kadar doyuncaya değin, böylece devam etmiş. Bundan sonra, tatlıcıya teşekkür edip çadırlara akşam olmadan yetişmek üzere oradan ayrılmışlar.

Çadırlara gelince, Âcip, büyükannesinin ve annesi Sitt-ül Hüsn'ün ellerini öpmek üzere aceleyle yanlarına girmiş, büyükannesi onu öpmüş ve bunu yaparken oğlu Bedreddin'i hatırlamış derin derin iç çekip pek çok ağlamış. Sonra da şu dizeleri okumuş: Ayrılanların bir gün birleşebileceklerinden tüm ümidimi kessem, ayrılışından sonra yaşama arzumu yitirirdim! Oysa ben kalbime senin aşkından başkasını sokmamaya yemin etmişim. Ve Yüce Tanrı yeminimin tanığıdır ve tüm sırları bilir! Sonra Âcip'e "Çocuğum, gezmek için nerelere gittin?" diye sormuş. Âcip, "Şam sokaklarına" diye yanıt vermiş. Kadın, "Öyleyse şimdi iyice acıkmışsındır!" demiş ve yerinden kalkarak nar tanesi karışımı ünlü tatlıdan bir porselen kaseye koyarak getirmiş. Bu benzersiz lezzetteki tatlı, onun ustalıkla yaptığı ve oğlu Bedreddin'e, daha çocukken, Basra'da öğrettiğinin aynısı imiş. Köleye de "Efendin Acip ile birlikte sen de yiyebilirsin!" demiş.

Fakat haremağası yüzünü buruşturup kendi kendine, "Vallahi! Hiç isteğim yok! Bir lokma bile yiyemem!" demiş. Yine de Acip'in yanına oturmuş. Acip'e gelince onun da, tatlıcıda yiyip içtiği şeylerden karnı çok tokmuş. Yine de bir lokma alıp tatmış. Ama çok doygun olduğundan lokmayı yutamamış. Bir de, bunun şekerinin biraz noksan olduğunu fark etmiş. Aslında bu doğru değilmiş çok doygun olduğundan ona böyle geliyormuş. O da, yüzünü buruşturarak büyükannesine "Bu tatlı pek iyi olmamış, büyükanne!" deyi vermiş.

Bunu duyan büyükannesi, hiddetten boğulur gibi olmuş ve 'Nasıl, çocuğum, benim hazırladığım şeyin iyi olmadığını söylemeye mi yelleniyorsun? Bilmiyormusun ki, bütün dünyada, baban Hasan Bedreddin'in dışında, kimse benim yaptığım yemekler, hamur işleri ve tatlılardan iyisini yapamaz. Hasan Bedreddin de zaten benden öğ­renmiştir!" diye haykırmış. Fakat Acip "Vallahi, büyükanne! Senin hazırladığın tatlı tam kıvamını bulmamış. Sanırım şekeri biraz noksan! Ama mesele bu değil. Sen bilmiyorsun! Sana itiraf edeyim, ama annem ile büyükbabama söyleme! Çarşıda, bize aynı tatlıdan sunan bir tatlıcıyla tanıştık. Ama... tatlısının daha kokusunu duymakla in­sanın yüreği ferahlıyordu. Tadına gelince, öylesine lezzetli idi ki, hazımsızlık çeken birinin bile iştahını kabartırdı! Hazırlanışına gelince, gerçekte ve hiçbir şekilde ne yakın ne de uzaktan bir diğerininkiyle kıyaslanabilir, büyükanne!" demiş. Bu sözleri duyunca kadın, çok sinirlenmiş ve haremağasına bir göz atıp ona... Fakat anlatısının tam burasında, Şehrazat, sabahın yaklaştığını görmüş ve yavaşça, öyküsünü kesmiş.

Bunun üzerine kızkardeşi Dünyazat, ona' "Ablacığım, sözlerin ne kadar tatlı ve hoş! Bu öykün de zevkli ve büyüleyici!" demiş. Ve Şehrazat, ona gülüp "Evet, kardeşim ama bunun, eğer Allah'in yardımı ve şahın himayesiyle hayatta kalırsam, bu gece ikinize anlatacağım öykünün yanında sözü mü olur?" demiş. Ve şah, içinden, 'Vallahi! Aslında olağanüstü ve şaşırtıcı olan öykünün sonunu işitmeden onu asla öldürmeyeceğim!" demiş.

Sonra Şah Şehriyar ve Şehrazat, ikisi de, gecenin geri kalan bö­ lümünü sabaha kadar birbirlerine sarılarak geçirmişler. Bundan sonra Şehriyar, çıkıp adalet dağıttığı salona geçmiş. Divan, vezirler, mabeyinciler, muhafızlar ve saray halkıyla dolmuş. Ve şah hükümler vermiş, memurlar tayin etmiş, kimi memurları da gö­revden almış, yönetmiş ve askıda kalan işleri tamamlamış ve böylece günün sonuna ulaşmış. Sonra divan dağılmış ve şah, saraya dönmüş. Ve gece gelince karısı ile her zaman yaptıklarını yapmış.

Ve Yirmi Dördüncü Gece

Genç Dünyazat ablası ile eniştesinin işleri bitince oturduğu halı­dan kalkıp Şehrazat'a: "Ablacığım, senden rica ediyorum, güzel Hasan Bedreddin ile amcası Şemseddin'in kızı olan karısının o çok hoş öyküsünü tamamla! Tam da şu sözlerde kalmıştın: 'Büyükanne, haremağası Sait'e bir göz atıp, ona... 'Acaba ne söylemisti? Lütfen!" demiş. Şehrazat, kardeşine gülümsemiş ve ona, "Evet, tabii! Tüm kalbimle ve en iyi niyetimle öyküyü tamamlayacağım ama Yüce Şahım izin verdikten sonra" demiş. Bunun üzerine, büyük bir arzuyla öykünün sonunu bekleyen şah, Şehraza'ta, "Konuşabilirsin!" demiş. Şehrazat da anlatmaya başlamış:

Ey bahtı güzel şahım, işittim ki, Âcip'in büyükannesi öfkelenerek uzaktan köleye bakmış ve ona, "Ne felaket! Bu çocuğu baştan çı­karan sen misin? Nasıl oluyorda, sıradan aşçıların, tatlıcıların dükkanına onu sokmaya cesaret ediyorsun?" demiş. Acip'in büyükannesinin bu sözlerini duyan haremağası çok korkmuş ve hemencecik inkar yoluna gitmiş ve "Biz dükkâna asla girmedik sadece önünden geçtik!" diye haykırmış. Ama inatçı Âcip, "Vallahi! Pekâlâ dükkana girdik ve tatlı da yedik!" diye haykırmış. Ve de haincesine "Ve sana da tekrarlıyorum büyükanne, yediğimiz şey senin burada bize yedirdiğinden daha iyiydi!" diye eklemiş. Bunun üzerine büyükanne daha çok kızmış ve homurdanarak kayınbiraderine "karayüzlü haremağasının müthiş suçunu bildirmeye gitmiş. Ve veziri köleye karşı öylesine tahrik etmiş ki, doğası bakımından zaten çok hiddetli olan ve durup dururken herkese ba­ğırıp çağıran Şemseddin, yengesiyle birlikte Âcip ile haremağasımn bulunduğu çadıra ulaşmak için derhal yerinden fırlamış. Ve de "Sait! Acip ile birlikte bir tatlıcının dükkanına girdin mi, girmedin mi?" diye haykırmış. Ve dehşete düşen haremağası, "Biz hiç oraya girmedik!" diye yanıt vermiş. Fakat muzip Âcip, "Girdik işte! Girdik oraya! Ve de yediğimiz şeye gelince... Ha! Büyükanne!.. O kadar güzeldi ki, şuraya gelinceye kadar tıkındık! Sonra da içine kar doğranmış lezzetli bir şerbet içtik! Allahım! Ne kadar güzeldi! Ve yi­ğit tatlıcı, büyükannem gibi şekeri eksik koymamıştı!" demiş. Bunu duyunca, vezirin köleye karşı hiddeti iki kat olup aynı soruyu yeniden yöneltmiş fakat haremağası inkâr etmeyi sürdürmüş.

Bunun Üzerine vezir ona, "Sait! Sen bir yalancısın! Ve kuşkusuz doğruyu söyleyen bu çocuğu yalanlamak küstahlığında bulunuyorsun! Bununla birlikte, yengemin hazırladığı şu tatlıyı olduğu gibi yiyebilirsen, sana inanmaya razıyım! Bu bana senin aç olduğunu kanıtlayacak!" demiş. Bunun üzerine Sait, Bedreddin'in dükkânında gırtlağına kadar doymuşken, bu öneriye boyun eğmek zorunda kalmış ve nar tatlısı­nı yemeye niyetlenmiş ama daha ilk lokmada durmak zorunda kalmış çünkü gırtlağına kadar doluymuş. Ve aldığı lokmayı hemen dışarı çıkarmış. Ama, bir gün önce öteki kölelerle pek çok yemek yediğinden mide fesadına uğradığım söylemekte gecikmemiş. Fakat vezir, hemencecik haremağasının aynı gün tatlıcıya girdiğim anlamış. Öteki kölelerle onu yere yatırıp tüm gücüyle kamçılamış. Bunun üzerine haremağası, darbelerden kurtulmak için kurnazca özür dilemiş ve haykırarak, "Efendim, dün bir hazımsızlığa uğradım!" demeye devam etmiş. Vezir, kamçılamaktan yorgun düştüğü için durmuş ve Sait'e "Haydi bakalım! Gerçeği itiraf et!" demiş. Bunun üzerine haremağası karar vermiş ve "Peki efendim, Âcip'in söylediği doğru! Çarşıda bir tatlıcıya girdik! Getirdiği tatlı öylesine nefisti ki, hayatımda böylesine güzel bir şey yememiştim! Ama şimdi yedi­ğim şu tiksinti verici ve berbat tatlıyı tatmış olmak ne felaket! Yarabbi, ne kadar kötüydü!" demiş.

Bunu duyan vezir çok gülmüş ama büyükanne artık hiddetini tutamamış ve en ince yerinden yaralanmış gibi, "Ah, yalancı! Senin tatlıcından hemen bir kase tatlı getirmeni istiyorum. Söylediklerinin hayal mahsulü olduğu anlaşılacak! Evet, sana gidip aynı tatlıdan bir kase daha getirmene izin veriyorum. Getirdiğin vakit bu bize benim yaptığım ile onunki arasında kıyaslama yapma olanağını verecek! Kayınbiraderim yargıçlık yapacak!" diye haykırmış. Ve haremağası, "Evet, kesinlikle!" diye yanıt vermiş. Bunun üzerine büyük anne ona yarım dinar para ile boş bir porselen kase vermiş ve çarşı­ya yollamış. Haremağası, bunun üzerine yola çıkmış ve dükkana ulaşınca tatlıcıya "İşte! Senin hazırladığın nar tatlısı ile evde hazırlanan arasında bir iddiaya girmiş bulunuyoruz. Bana bu tatlıdan yarım dinarlık tart! Aman ha, iyi hazırla ve tüm sanatını göster! Yoksa şimdiki gibi, bir temiz dayak daha yerim! Seni temin ederim ki, hâlâ çok bitkinim!' demiş.

Bunu duyan Hasan Bedreddin gülmeye başlamış ve "Korkma! Şimdi hazırlayacağım tatlının eşini yapabilecek dünyada, annem hariç kimse yoktur. Annemse şimdi uzak bir ülkededir!" demiş. Sonra Bedreddin, kölenin getirdiği porselen kabı büyük bir dikkatle doldurmuş ve hazırladığı tatlıyı misk ve gülsuyu serperek tamamlamış. Ve haremağası kabı alarak çabucak çadıra doğru yol almış. Bunun üzerine Acip'in büyükannesi kabı almış ve hemencecik tadının derecesini anlamak üzere tatmış. Fakat daha dudağına değ­dirir değdirmez büyük bir çığlık kopararak arka üstü düşmüş. Oğ­lu Hasan'ın elinin marifetini anlayıvermiş.

Bunu gören vezir ve orada bulunanlar, şaşırıp kalmışlar ve bü­yükannenin yüzüne telaşla gülsuları serpmişler ancak kadın bir saat baygın yattıktan sonra kendine gelebilmiş. Ve "Bu nar tatlısını yapan oğlum Hasan Bedreddin'den başkası olamaz! Bundan hiç kuşkum yok! Çünkü onu bu şekilde hazırlayan benden başkası yoktur, ben de sadece Hasan'a öğretmiştim" demiş. Bu sözleri duyan vezir sevincin ve yeğenini görmek için sabırsızlığın doruğuna ulaşmış ve "Tanrı sonunda birleşmemize izin verdi!" diye haykırmış. Ve hemen hizmetçilerini çağırıp bir tertip düşünerek, onlara, "İçinizden yirmi kişi doğruca çarşıda Hasan-ül Basravi olarak tanınan tatlıcı Hasan'in dükkanına gitsin! Ve dükkanını baş­tan aşağı yıksın! Tatlıcıya gelince, kolları sarığının tülbendiyle bağ­lansın! Ve zorla buraya, yanıma getirilsin! Ama en küçük bir zarar verilmeden! Haydi gidin bakalım!" demiş. Bunun üzerine vezir hemen ata binmiş. Mısır Sultanı'nın yazdı­ğı fermanı yanına alarak Dar-üsselam'a, efendisi Mısır Sultanının Şam'daki temsilcisi olan valinin yanına gitmiş. Dar-üsselam'a ula­şınca vezir, valiye sultanın fermanını vermiş. Vali fermanı hemen alıp eğilerek saygıyla öpmüş ve hürmet alameti olarak başına götürmüş. Sonra vezire dönerek, "Emredin! Kimin tutuklanmasını istiyorsunuz?" diye sormuş. Vezir, "Sadece çarşıdaki bir tatlıcının!" diye yanıt vermiş. Vali de, "Bundan kolay şey yok!" demiş ve güvenlikle görevli adamlarına gidip vezirin adamlarına yardım etmelerini emretmiş. Vezir, bunun üzerine validen izin almış ve çadırlarına dönmüş.

Hasan Bedreddin'e gelince sopalar, baltalar ve kazmalarla silahlı bir kalabalığın dükkanına geldiklerini ve istila ettiklerini ve her şeyi parçalayıp tüm hamur işlerini yerlere dökerek dükkanı imha etmeye başladıklarını görmüş sonra bu kalabalık şaşkın Hasan'ı yakalayıp onu bir tek sözcük söylemeye vakit bırakmadan sangının tülbendiyle sımsıkı bağlamışlar. Ve şaşkın Hasan, kendi kendine " Allahım! Bütün bunlar galiba nar tatlısı yüzünden başıma geldi! Kim bilir, içinde ne buldular!" diye düşünmüş. Sonunda Hasan'ı, konakladığı yerde vezirin karşısına çıkarmışlar. Hasan Bedreddin çok ağlamış ve de "Efendim, ben ne suç işledim size karşı?" diye sormuş. Vezir de ona, "Bu nar tatlısını sen hazırladın, değil mi?" diye sormuş. Bedreddin, "Evet, efendim! Acaba bu tatlının içinde, kafamın kesilmesini gerektirecek bir şey mi buldunuz?" diye yanıt vermiş. Vezir de sert bir şekilde, "Kafanın kesilmesi mi? Ama bu, çok hafif bir ceza olurdu. Daha kötüsü de olabilir! Hele bekle, bakalım!" diye yanıt vermiş.

Aslında, vezir, iki kadından kendisine bildiği gibi hareket olanağı tanımalarını istemişmiş ve de araştırmalarının sonucundan sadece Kahire'ye ulaştıklarında bilgi verecekmiş. Genç kölelerini yanına çağırarak, onlara, "Bizim devecilerden birini buraya çağırın! Ve bir de tahtadan sandık getirin!" emrini vermiş. Köleler emre hemen uymuşlar. Daha sonra, vezirin emri üzerine, şaşkın Hasan'ı tutup sandığın içine sokmuşlar ve kapağını özenle kapatmışlar. Sonra sandığı deveye yüklemişler ve çadırları söküp yola koyulmuşlar. Gece oluncaya kadar yol alınmış. Bir şeyler yemek için bir yerde durulmuş; Hasan'ı da bir an için sandıktan çıkarmışlar ona da yiyecek bir şeyler vermişler, sonra yeniden sandığa sokmuşlar ve yola devam etmişler. Zaman zaman duruluyor, Hasan'ı yeni bir soruş­turma için tekrar kapamak üzere, dışarı çıkarıyorlarmış. Vezir her seferinde soruyormuş "Nar tatlısını hazırlayan sendin, değil mi?" diye... Ve şaşkın Hasan, "Evet, efendim!" diye yanıt veriyor vezir de, "Bağlayın şu adamı ve yine sandığa koyun!" diye haykırıyormuş. Kahire'ye gelinceye dek, yolculuğa bu şekilde devam edilmiş. Ama kente girmeden önce Zeydaniyye mahallesinde durulmuş ve vezir Hasan'ı yeniden sandıktan çıkartmış ve önüne getirtmiş. Ve de "Bana bir marangoz getirin!" demiş. Marangoz gelince vezir ona, "Bu adamın enine boyuna ölçüsünü al! Ve hemen boyuna uygun bir darağacı hazırla! Ve bu darağacını iki mandanın çektiği bir arabaya iyice tespit et!" demiş.

Hasan korkarak, "Efendim, bana ne yapacaksınız?" diye sormuş. Vezir de, "Seni direğe çivileyeceğim, tüm halk görsün diye, bu şekilde kente sokacağım!" demiş. Hasan, "Ama böylesine bir cezayı hak etmek için ne suç işledim ben?" diye haykırmış. Bunun üzerine Vezir Şemseddin, ona, "Nar tatlısını hazırlarken gösterdiğin ihmal için! Ne yeterince baharat koymuş ne de yeterince koku eklemişsin!" demiş. Bu sözleri duyan Hasan Bedreddin, yanaklarına vurmuş ve "Ya Allah! Benim suçum bu, öyle mi? Yani bunun için mi, beni bu yol işkencesiyle cezalandırdın? Ve de ancak günde bir kez yiyecek verdin? Şimdi de darağacına çivilemek istiyorsun!" diye haykırmış. Vezirde ciddi ciddi, tabii ya, yeterince baharat koymadığından! Elbette!" demiş.

Bunu duyan Hasan Bedreddin, şaşkınlığın doruğuna ulaşmış ve ellerini göğe kaldırıp derin derin düşünmeye başlamış! Vezir ona, "Ne düşünüyorsun?" diye sormuş. O da, "Pek önemli değil! Sadece en büyükleri olduğunda kuş­ku bulunmayan budalaları! Çünkü, sen budalaların birincisi olmasaydın, bir nar tatlısında bir tutam baharat noksan diye bana böyle davranmazdın!" demiş. Vezir de ona, "Sana bir daha bu suçu işlememeyi öğretmek gerekiyordu. Bunun başka yolu yoktu ki!" demiş. Hasan Bedreddin de ona, "Ne olursa olsun, senin bana karşı davranışın çok daha büyük bir suçtur. Ve de sen, ilkin kendini cezalandırmalısın!" demiş. Bunu duyan vezir, ona, "Söylenecek başka şey yok, seni daracağı paklar!" diye yanıt vermiş. Bu konuşma sırasında, marangoz, onların yanında, ceza ağacını yontmayı sürdürüyor ve zaman zaman da Hasan'a kaçak bir bakış fırlatıyor sanki ona "Suçsuzmuş gibi davranıyorsun, ha?"' demek istiyormuş. Hal böyleyken gece bastırmış. Bunun üzerine Hasan'ı yeniden yakalayıp sandığa koymuşlar. Ve vezir ona, "Yarın asılacaksın!" diye haykırmış. Sonra da Hasan'ın sandıkta uyumasına kadar, birkaç saat beklemiş. Sonra sandığı deve sırtına yükletmiş ve hareket emri vermiş. Kahire'deki eve ulaşıncaya kadar böylece yol alınmış. Ve ancak o zaman vezir, kızına ve yengesine durumu açıklamak istemiş. Ve gerçekten kızı Sitt-ül Hüsn'e,"Kızım, Tanrı'ya şü­kürler olsun ki, sonunda yeğenin Hasan Bedreddin'in bulunmasına izin verdi! Kendisi burada! Ayağa kalk, kızım! Evin halı ve mobilyalarını yerli yerine koymaya ve gerdek odasını kesinlikle düğün gecesindeki haline sokmaya büyük dikkat göster!" demiş.

Ve Sitt-ül Hüsn, her ne kadar mutluluk ve heyecanın doruğunda olsa da, hizmetçilere gerekli emirleri vermiş, onlar da hemen kalkıp işe koyulmuş ve meşaleleri yakmışlar. Vezir de onlara, "Size hatırlamanız için yardım edeyim!" demiş. Ve dolabını açmış, mobilyaların ve di­ğer tüm eşyaların isimlerini ve bunların odadaki yerlerini belirledi­ği listeyi çıkarmış ve bu listeyi onlara ağır ağır okumuş ve her şeyin ilk önceki yerine gereğince yerleştirilmesine göz kulak olmuş. Her şey o kadar güzel düzenlenmiş ki, en dikkatli bir gözlemci bile Sitt-ül Hüsn ile kambur seyisin düğün gecesindeki görüntünün aynı olduğuna inanmazlık edemezmiş. Bunun izleyerek vezir kendi elleriyle Hasan Bedreddin'in giysilerini yerli yerine koymuş, sarığını iskemle üstüne, içdonunu dağı­nık yatağın üzerine, kuşağını ve latasını divan üzerine ve bunların altına Yahudinin mektubu ile içinde bin altın olan keseyi. Ve de balmumuyla işlem görmüş beze sarılı mektubu da külah ile sarığın kumaşı arasına dikmeyi de ihmal etmemiş.

Sonra da kızına, tıpkı düğün gecesindeki gibi giyinmesini, gerdek odasına girmesini yeğeni ve kocası olan Hasan Bedreddini kabule hazırlanmasını ve içeri girdiği zaman, ona, "Oh! Apteshanede ne kadar çok kaldın! Allah aşkına! Eğer rahatsızsan, niye bana söylemiyorsun? Ben senin malın ve kölen değil miyim?" demesini, her ne kadar Sitt-ül Hüsn bu tavsiyeye ihtiyaç duymasa da, ona, yeğenine karşı çok nazik davranmasını ve şairlerin sözleri ve güzel dizelerini zikretmeyi de unutmamasını öğütlemiş. Sonra vezir, bu mutlu günün tarihini tespit etmiş. Ve Hasan'ın sımsıkı bağlı olarak içine yerleştirildiği sandığın bulunduğu odaya doğru yönelmiş. Uyumaktayken onu sandıktan çıkartmış, bağlı olan bacaklarını çözdürmüş ve sırtında sadece ince bir gömlek ve başında takkeyle, tıpkı düğün gecesindeki haliyle bırakmış. Bunu yaptıktan sonra, gerdek odasının kapılarını açtırmış ve Hasan'ı kendi başı­na uyanmak üzere burada bırakarak aceleyle oradan ayrılmış. Ve Hasan Bedreddin hemencecik ayılmış ve bu olağanüstü aydınlanmış ve kendisine pek yabancı gelmeyen koridorda adeta çıplak olarak bulunmasına şaşıp kalmış ve kendi kendine, "Dikkat et, Bütün bu işlemler dolayısıyla uykudan uyanması gereken Hassan Bedreddin son kez sandıktan çıkarıldığı sırada yemeğine bhank (bank) katılmış olmasından dolayı uyanmadığını vurgulamaktadır. En derin uykularda mısın sen; yoksa uyanık durumda mı?" diye sormuş.

İlk şaşkınlık anlarından sonra, ayağa kalkmış ve koridora açı­ lan kapılardan birine doğru yönelmiş. Ve birdenbire nefesi kesilmiş kendi onuruna, ama kamburun aleyhine düzenlenen o ünlü şenliğin yapıldığı salonu olduğu gibi hatırlamış ve dipte, gerdek odasına açık olan kapıdan girilince iskemle üzerinde sarığını, divan üzerinde de kumaş ve giysilerini görmüş. O zaman alnını ter bürümüş ve eliyle terini silmiş. Ve kendi kendine, "Lâ! Lâ! Uyanık mıyım ben, Uyuyor muyum? Yoksa delirdim mi?" demiş. Bununla birlikte yürümeye başlamış ama bir ayağı ileri gidiyorsa, öbürü geri geliyor ve ıslak alnındaki soğuk terleri boyna silerek, pek ilerlemeye cesaret edemiyormuş. En sonunda, "Ama, aman Allahım! Tamam oğlum! Bu rüya falan değil! Ve sen, haklısın, bir sandığa kolları, ayakları bağlı olarak kapatılmıştın! Yo, bu asla bir rüya değil!" diye haykırmış. Ve bunu söyleyerek gerdek odasının kapısına gelmiş ve tedbirli bir şekilde kafasını uzatarak içerisini gözetlemiş. Ve hemen, mavi ince ipekten cibinliğin içinde Sitt-ül Hüsn'ü "Sevgili kocacığım, apteshanede ne kadar çok kaldın! Haydi, çabuk gel, çabuk!" dediğini duymuş. Bu sözleri duyunca, zavallı Hasan, tıpkı haşhaş yutan ya da afyon tüttüren birisi gibi kahkahalar atmış ve uğuldar gibi, "Hue! Hî! Hu! Ne şaşırtıcı! Ne tutarsız bir rüya bu!" demiş. Sonra yılanlı bir yerde yürür gibi, sonsuz bir dikkatle, bir eliyle geceliğinin uçlarını kaldırarak ve bir kör ya da sarhoş gibi, öteki eliyle havayı yoklayarak yürümesini sürdürmüş.

Sonra, artık heyecan falan duymaksızın, halının üstüne oturmuş ve eliyle delice şaşkınlık işaretleri yaparak derin düşüncelere dalmış. Bununla birlikte orada hemen önünde, bıraktığı haldeki kuşağını, Basra işi sarığını, latasını ve altındaki keseyi görüyormuş. Ve yeniden Sitt-ül Hüsn, yatağın içinden ona "Senin neyin var sevgilim? Seni çok şaşkın ve biraz da titrek gibi görüyorum. Ah! Sen başlangıçta böyle değildin! Yoksa, Olur ya!" diyerek vesveseyle seslenmiş. Bunu duyan Bedreddin, hep oturduğu yerde ve alnı iki eli arasında, ağzını delice bir gülüşle açıp kapamaya başlamış, sonunda da, "Ha! Ha! Sen bana başlangıçta böyle olmadığımı söylüyorsun, öyle mi? Hangi başlangıçta? Ve hangi gece? Allah aşkına? Ama benim yokluğumda seneler, seneler geçti! Ha! Ha!" demiş. Bunun üzerine Sitt-ül Hüsn ona "Sevgilim, sakin ol! Ben sana kollarımda geçirdiğin, geceden söz ediyorum! Sevgilim! Sen de sadece hacetini görmek için apteshaneye gitmek üzere yanımdan ayrılmıştın. Ve orada bir saatten fazla kaldın! Ah! Görüyorum ki, rahatsızsın! öyleyse, gel de seni ısıtayım! Gel dostum, gel ciğer köşem, gel gözümün nuru!" demiş.

Fakat Bedreddin, bir deli gibi gülmeyi sürdürmüş ve sonra, "Belki sen gerçeği söylüyorsun! Bununla birlikte... Her halde aptehanede uyuyup kalmış ve orada, o berbat rüyayı görmüş olacağım!" demiş sonra da "Oh, evet! Çok berbat bir rüya! Düşün ki, ben Suriye'nin Şam kentinde, uzaklarda, bir aşçı ya da bir tatlıcı gibi bir şeymişim ve bu meslekte on yıl geçirmişim! Yine rüyamda kuşkusuz soylu bir genç çocuk ve bir haremağası gürdüm! Ve onlarla şu ve şu serüvenleri geçirdim..." diye eklemiş. Ve zavallı Hasan, terin alnını ıslattığını hissederek eliyle silmiş ama bunu yaparken eli alnındaki atılan taşın bıraktığı yara izine değmiş ve sıçrayarak, "Fakat hayır! İşte o çocuğun attığı taşın değdiği yerde kalan iz! Öyle şiddetle vurmuştu ki alnıma, unutulması mümkün değil!" demiş. Sonra bir an düşünüp, "Ama belki de hayır' Bu, gerçekten bir rüya olabilir!" demiş.

Sonra da, "Sana rüyamın sonunu da anlatayım! Bu Şam kentine, bir sabah, nasıl olduğunu bilmiyorum, sadece bir gecelik ve beyaz bir takkeyle ulaştım. Kamburun takkesiyle! Ve ora halkı!... Benden ne istediklerini pek bilmiyorum! Orada yiğit bir kişi olan bir tatlıcının mirasçısı oldum!.. Elbette!.. Bu bir rüya değildi! İçine yeterince baharat koymadığım bir nar tatlısı yapmıştım.. Ve peki! Haydi bakalım! Bütün bunlar rüya mıydı? Hiç gerçek payı yok mu?" demiş. Bunu duyan Sitt-ül Hüsn, "Sevgilim, gerçekten olağanüstü bir rüya görmüşsün! Lütfen tümünü bana anlat!" demiş. Ve Hasan Bedreddin, arada bir durup ah çekerek, Sitt-ül Hüsn'e rüya veya gerçek tüm öyküsünü baştan sona kadar anlatmış. Sonra da, "Ve de asılmaktan kurtuldum, şayet uyanmasaydım, asıldım gittiydi! Ya da o sandığın içinde terleyip duruyordum!" diye eklemiş. Ve Sitt-ül Hüsn ona "Ama seni neden asmak istesinler?" diye sorunca; "Nar tatlısının içine yeteri baharat koymadım diye! Evet! İki Nil mandasının çektiği bir arabaya tespit edilen o darağacı müthiş bir şeydi! Ama sonunda Allah'a şükür, bunların hepsi bir rüyaymış, yoksa baştan aşağı yıkılan tatlıcı dükkanımın yok oluşu, bana çok üzüntü verirdi!" diye yanıt vermiş.

Bunun üzerine Sitt-ül Hüsn, artık dayanamayarak yataktan fırlamış ve gelip Hasan Bedreddin'in boynuna atılmış, onu kucaklayarak ve öpüşlere boğarak bağrına basmış. Hasan ise kıpırdamaya korkuyormuş. Ve birdenbire, "Yok! Yok! Bütün bunlar bir rüya de­ğil! Allahım! Ben neredeyim? Gerçek nerede?" diye haykırmış, Ve zavallı Hasan, tatlılıkla Sitt-ül Hüsn'ün kollarında yatağa götürülerek, orada bitkin uzanmış ve ağır bir uykuya dalmış. Başucunda Sitt-ül Hüsn ona bakıyor ve uykusunda zaman zaman "Bu bir rüya!" zaman zaman da "Hayır! Gerçek bu!" diye mırıldandığını işitiyormuş. Sabahla birlikte Hasan Bedreddin'in ruhu yeniden sakinleş­miş, uyanarak kendini Sitt-ül Hüsn'ün kollarında bulmuş. Önünde de, yatağın ayak ucunda, ona selam veren amcası Vezir Şemseddin'i görmüş. Bedreddin, ona, "Benim dükkanımı harap ettikten sonra kollarımı bağlatan sen değil misin? Ve de bunlara neden olarak nar tatlısına bir parça fazla baharat koyduğumu söyleyen?.." demiş. Bunun üzerine Vezir Şemseddin, artık susmanın nedeni kalmadığını anlayarak ona "Yavrum, işte gerçek şu: Sen benim yeğenim, rahmetli karde­şim Basra Veziri Nureddin'in oğlu Hasan Bedreddin'sin! Ve ben, sana, belli kanıtlarla kimliğinden emin olmak ve düğün gecesinde kı­zımın yatağına girenin sen olduğuna kanaat getirmiş olmak için, bü­tün o denemelerle acı çektirdim. Senin kaybolmandan sonra gizlemiş olduğum kanıtları, ardında bıraktığın evi ve mobilyaları sonra sarığını, kuşağını, keseni ve özellikle kesenin içindeki makbuzu ve sangında saklı baban Nureddin'in talimatını içeren mektubu tanıyarak beni inandırdın! Beni herhalde bağışlarsın çocuğum! Çünkü Basra'da doğduğun için seni hiç görmediğimden, bu yolla seni tanı­maktan başka çarem yoktu.

Ah! Çocuğum bütün bunlar kardeşim olan baban ile amcan olan benim aramda, daha başlangıçta ortaya çı­kan, bir yanlış anlamadan doğdu" diyerek;vezir de ona tüm öyküyü anlatmış ve ona, "Çocuğum, Basra'dan getirdiğim annene gelince onu da, düğün gecesinin ürünü olan oğlun Acip'i de göreceksin!" demiş. Ve vezir onları bulmak için koşarak oradan ayrılmış. Ve ilk gelen Acip olmuş; bu kez aşık tatlıcıya duyduğu korkudan sıyrılmış, korkusuzca babasının boynuna atılmış. Bedreddin de, kıvanç içinde ona şu dizeleri okumuş: Senin gidişinden sonra, ağlamaya başladım, uzun uzun ağladım, Kirpiklerimden taştı gözyaşlarım! Dilekte bulundum Tanrı'dan, ayrılık acısıyla üzgün aşıkları birleştirsin diye! Dudaklarımda bir koz daha asla eski ayrılıktan dem vuran sözler olmasın diye! Mutluluk üzerime saldırıyor, bütün şiddetiyle! Öyle bir mutluluğa gömülüyorum ki, kendime karşın, gözlerimden yaşlar dökülüyor! Talih daima benim düşmanım olmaya yemin etmiş bir kez ve de dertlerime neden olmaya! Ve ben, ey Baht! ey Zaman! Senin yeminini kıracağım! Dine aykırı olsa da! Mutluluk vaadini tutuyor ve borçlarını ödüyor. Ye dostum bana geri geldi! Öyleyse, sen, sana mutluluğu getirene doğru ilerle! Ve ona hizmet etmek için giysinin uçlarını kaldır!

Bunları okumayı bitirir bitirmez Acip'in büyükannesi, Bedreddin'in de kendi annesi, hıçkırarak içeri girmiş ve nerdeyse sevinç­ten bayılırcasına oğlunun kollarına atılmış. Ve seller halinde gözyaşları döküldükten sonra, birbirlerine, karşılıklı olarak dertlerini ve acılarını ve tüm çektiklerini anlatmış­lar. Sonra da hepsi birden, sonunda sağ salim onları birbirine kavuşturan Tanrı'ya şükretmişler ve mutluluk içinde, tam bir saadeti tadarak ve sevinçlere gark olarak yaşamaya başlamışlar, uzun sü­ren ömürleri boyunca, hepsi ay ve yıldızlar kadar güzel pek çok çocuk sahibi olmuşlar.

Ve, ey bahtıgüzel şahım, demiş Şehrazat Şehriyar'a: Vezir Cafer-ül Barmaki'nin, Bağdat kentinde, Emir-ül Müminin Halife Harun Reşit'e anlattığı öykü işte böyle sonuçlanıyor. Evet! Vezir Şemseddin'in, kardeşi vezir Nureddin'in ve de Nureddin'in oğlu Hasan Bedreddin'in serüvenleri böyle işte. Halife Harun Reşit, öykü bitince, "Vallahi, bütün bu anlatılanlar çok şaşııtıcı ve hayranlık uyandırıcı!" demiş. Ve memnunluğu içinde, sadece Veziri Cafer'in kölesi Reyhan'ı bağışlamakla kalmamış; Üç Elmalar Öyküsündeki karısını kesen genci dost olarak kabul etmiş ve haksız yere kurban ettiği karısının kaybından duyduğu üzüntüyü avutmak için cariye olarak, haremindeki en güzel cariyelerden birini ona armağan etmiş.

Ona yüksek bir maaş ve de sofrasındaki sürekli dostu ve meclislerinin nedimi olarak gönül bağlamış. Sonra da sarayın katiplerine, bu olağanüstü öyküyü en güzel yazılarıyla kaleme almalarını; ve çocuklarının çocuklarına kalacak ve ders oluşturacak şekilde arşiv dolabında itinayla saklanmasını emretmiş, "Fakat" deyip ince ve ağırbaşlı Şehrazat, Hint ve Çin ülkelerinin hükümdarı Şehriyar'a seslenerek, sözünü sürdürmüş: "Ey bahtı gü­zel şahım, eğer yorulmadıysan sana anlatmak üzere sakladığım öykünün, bu öyküden daha hayranlık uyandırıcı olmadığından hiç korkma!" Şah Şehriyar da ona, "Nedir bu öykü?" diye sormuş. Şehrazat da, "Bu öykü, şimdiye kadar anlattıklarımdan çok daha hayranlık uyandırıcı!" diye yanıt vermiş. Şehriyar, "Peki, adı ne?" diye sorunca, yanıtlamış; "Bu, 'Terzi, Kambur, Yahudi, Hristiyan ve Bağdatlı Berber öyküsüdür" ve Şah Şehriyar, "Elbette, anlatabilirsin!" diye izin vermiş.