Masalın Adı : Vezir Nureddin, Kardeşi Vezir Şemseddin ve Hasan Bedreddin Öyküsü
Masalın Yazarı : Binbir Gece Masalları
Yirmi Üçüncü Gece Gelince Söze başlamış;
Ey
bahtıgüzel şahım! İşittim ki, Halife Harun Resid'in veziri Cafer-ül
Barmaki öyküsünü şöyle sürdürmüş: Vezir Şemseddin, yeğeni Hasan
Bedreddin'in kaybolduğunu görünce, kendi kendine, "Dünya ölüm kalım
dünyası olduğuna göre, ben tedbirlerimi alayım! Elbet bir gün Hasan
nasıl bırakıp gittiyse öylece çıkagelir" demiş. Ve vezir Şemseddin, bir
yazı masası, bir kalem ve bir tabaka kağıt almış ve evinin tüm eşyasınıbirer birer kayda geçirmiş. Örneğin, 'Falan dolap,
falan yerde; falan perde falan yerde!" şeklinde saptamalar yapmış. Bunu
bitirince kağıdı, kızı Sitt-ül Hüsn'e okuduktan sonra katlamış ve
evrak kasasına yerleştirmiş. Bundan sonra Hasan'ın eşyalarını, sarığı,
külahı, içdonunu, kuşağı, giysiyi ve keseyi toparlamış ve bir paket
yapıp büyük bir dikkatle kapatmış.
Vezirin kızı
Sitt-ül Hüsn'e gelince, ilk düğün gecesinden sonra gerçekten hamile
kalmış ve tam dokuz ay sonra, zamanında, ay parçası gibi, babasına
her bakımdan benzeyen bir oğlan doğurmuş. Onun kadar güzel! Onun kadar
nazik! Ve de onun kadar mükemmel! Doğduğunda, kadınlar onu yıkamışlar ve
gözlerine sürme çekmişler sonra göbekbağını kesmişler ve onu dadılara
ve sütanneye teslim etmişler. Şaşırtıcı güzelliğinden ötürü, adını da
Acip koymuşlar. Herkesin hayran olduğu Acip, gün be gün, ay be ay, yıl
be yıl, büyüyüp yedi yaşına geldiğinde, dedesi Vezir Şemseddin onu çok
ünlü bir hocanın okuluna yollamış ve çocuğu bu hocaya emanet etmiş. Ve Acip, her gün, babası sandığı dedesinin sadık kölesi Sait'in eşliğinde,
öğleleri ve akşamları eve dönmek kaydıyla, okula gitmiş. Böylece beş yıl
geçmiş, o sırada on iki yaşına ulaşmış. Acip, okuldaki öteki
öğrencilere dayanılmaz şekilde kötü davranıyormuş, onları dövüyor,
onlara sövüyor ve "İçinizden hanginiz benim gibisiniz? Ben Mısır
vezirinin oğluyum!" diyormuş.
Sonunda, çocuklar
birleşmiş, Acip'in kötü davranışları hakkında hocaya şikâyette bulunmaya
gitmişler. O zaman, okul hocası, vezirin oğluna vereceği ihtarların boşa gideceğini ve de vezirin oğlunu okuldan kovmak istemediğinden,
çocuklara, "Size, ona söyleyebileceğiniz bir şey öğreteceğim. Böylece
bundan sonra okula gelemez! Yarın oyun oynarken hepiniz Acip'in
yöresine toplanın ve birbirinize, 'Vallahi! Çok ilginç bir oyun
oynayacağız, bugün! Ama bir şartla, hiç kimse adını, anasının adını ve
babasının adını yüksek sesle söylemedikçe bu oyuna girmeyecek! Çünkü
anasının babasının adını söyleyemeyen çocuk piçtir ve bizimle oynayamaz!'
deyin" demiş. Böylece, ertesi gün, Acip, okula
geldiğinde, çocuklar onun yöresinde toplanmışlar, aralarında
anlaşmışlar ve içlerinden biri, "Ah, gerçekten evet! Bu harika bir
oyun! Ancak bu oyuna kendi ana-babasının adını söylemedikçe hiç kimse
girmeyecek! Haydi bakalım! Sırayla!" demiş Âcip. Şaşılacak şey "Bunun
üzerine çocuğun biri ilerleyip, "Benim adım Nebih! Annemin adı Nebiha!
Babamınki İzzettin!" demiş. Sonra bir diğeri ileri
çıkıp, "Bana Necip derler! Anneme Cemile! Babama da Mustafa!" demiş, sonra da bir üçüncüsü, bir dördüncüsü ve diğerleri aynı şekilde
kendilerini ve ana-babalarını tanıtmışlar. Sıra Acip'e gelince,
gururlanarak, "Benim adım Acip! Anneminki Sitt-ül Hüsn! Babamınki Mısır
Veziri Şemseddin!" demiş. Bunu duyan çocuklar bağrışmışlar, "Hayır,
vallahi! Vezir hiç de senin baban değil!" diye... Acip hiddetlenerek,
"Allah belanızı versin! Vezir benim babamdır!" diye haykırmış. Fakat
çocuklar alay etmeye ve el çırpmaya başlamışlar ve "Defol! Sen babanın
adını bilmiyorsun! O senin büyükbabandır! Şemseddin asla senin baban
değildir! Büyükbabandır, annenin babası! Bizimle oynayamazsın!"
demişler.
Ve çocuklar kahkahalar atarak dağılmışlar.
Bunu duyan Acip'in göğsü daralmış, hıçkırıklarla boğulur gibi olmuş!
Fakat hemen yanına gelen okul hocası, ona, "Nasıl Acip, vezirin senin
baban değil, annen Sitt-ül Hüsn'ün babası, yani büyükbaban olduğunu hâlâ
bilmiyor musun? Babana gelince, onun kim oldu ğunu ne sen, ne biz, ne
de hiç kimse bilmiyor. Çünkü Sultan, Sitt-ül Hüsn'ü kambur seyisle
evlendirmişti fakat seyis Sitt-ül Hüsn ile yatamamış ve bütün kentte,
düğün gecesi, onu bir ecinninin kapalı tuttuğunu ve Sitt-ül Hüsn ile
yatmaktan engellediğini anlatmış. Ve de mandalara, eşeklere, köpeklere
ve benzerlerine dair şaşırtıcı öyküler anlatmış. Böylece, Acip, kimse senin babanın kim olduğunu bilmiyor! Bundan dolayı Tanrı'nın
ve seni bir piç olarak bilen arkadaşlarının önünde daha alçakgönüllü
ol! Zaten Acip, kesinlikle babası tanınmayan ve pazarda satılan bir
çocukla aynı durumdasın! Bir kez daha söylüyorum: Vezir Şemseddin sadece
senin büyükbabandır ve baban bilinmemektedir. Bundan dolayı
alçakgönüllü davran!" demiş. Okul hocasının bu konuşması üzerine, küçük Acip koşarak annesi Sitt-ül Hüsn'ün yanına varmış, ağlamaktan,
hıçkırmaktan öylesine bitkinmiş ki, ilkin hiçbir şey söyleyememiş.
Annesi
onu böyle tedirgin görünce teselli etmeye çalışmış ve ona, "Çocuğum,
derdinin nedenini annene söyle!" demiş ve onu kucaklayıp öpmüş. Bunun
üzerine küçük Acip, ona, "Söyle bana anne, benim babam kim?" diye
sormuş. Ve Sitt-ül Hüsn çok şaşarak ona, "Vezirdir, oğlum!" demiş ama,
Acip ağlayarak, "Oh, hayır! O benim babam değil! Gerçeği benden saklama!
Vezir sadece senin baban! Benim babam değil! Hayır, hayır! Ya bana
gerçeği söylersin ya da şu hançerle vurur kendimi öldürürüm!" demiş. Ve
küçük Âcip annesine okul hocasının sözlerini tekrarlamış. Sitt-ül Hüsn,
bunun üzerine, yeğeni olan kocasını, onunla geçen düğün gecesini ve
de Basralı Hasan Bedreddin'in tüm güzelliği ve akıllara durgunluk veren
cazibesini hatırlayıp heyecanla ağlayıp hıçkırarak şu dizeleri okumuş:
Yüreğimde
arzuyu tutuşturup uzaklara gitti! Barınağımızdan uzaklara! Benim
zavallı aklım da uçup gitti; o dönünceye kadar da geri gelmeyecek. Ama
ben onu beklerken, yatıştırıcı uykuyu ve tüm sabrımı yitirdim! O beni
bırakıp gitti, onunla birlikte mutluluğum da beni terk etti, huzurum da!
Benî terk etti, gözyaşlarını onun yokluğuna adandı, akıp duruyorlar,
denizleri dolduran dereler oluştururcasına! Arzumun beni ona taşımadığı
bir gün bile yok! Yokluğunun acısını anmadan yüreğim de çarpmıyor!
Hayali ruhumda belirir belirmez aşkım, arzularım ve anılarım çoğalıyor!
Günün ilk saatlerinden başlayarak, gözlerimin önünde beliren daima onun
sevgili hayalidir ve bu hep böyledir! Çünkü başka düşüncem, başka
aşklarım yok ki! Sonra da hıçkırmaktan başka bir şey elinden gelmemiş.
Ve
Acip, anasını ağlar görünce, o da ağlamaya başlamış. Ve, her biri kendi
köşesinde ağladığı sırada haykırmalar, ağlamalar duyarak vezir içeri
girmiş. Çocuklarını böyle ağlar görünce, onun da yüreği parçalanmış ve
onlara, "Çocuklarım, niçin böyle ağlıyorsunuz?" diye sormuş. Bunu
duyan Sitt-ül Hüsn, küçük Acip'in okuldaki çocuklarla olan serüvenini
anlatmış. Ve vezir, bu Öyküyü duyunca, geçmiş günlerin tüm felaketlerini
yeniden hatırlamış, kendi başına gelenleri, kardeşi Nureddin'in, yeğeni
Hasan Bedreddin'in ve de en sonra küçük Acip'in başına gelenleri. Ve
bütün bu anılar bir araya gelince, o da ağlamaktan kendini alamamış. Ve
umutsuzca Sultan'ın katına çıkarak ona, kendi adına ve çocuklarının
adına bu durumun devam edemeyeceğini söylemiş ve yeğeni Hasan
Bedreddin'i bulabileceği Basra kentine ulaşmak üzere Doğu'ya doğru
geziye çıkmak için izin istemiş. Sonra da Sultan'dan gideceği her ülkede
yeğenini aramak ve bulunca alıp getirmek üzere gerekli araştırmaları
yapmak üzere, yanında götürebileceği ve ilgililere gösterebileceği
fermanlar talep etmiş. Sonra da acı acı ağlamış. Yüreği parçalanan
Sultan, onun tüm ülkelerde ve tüm eyaletlerde kullanabileceği fermanları
yazıp kendisine vermiş.
Vezir buna çok sevinmiş,
Sultan'a teşekkürler ve saltanatının devamı için dualar etmiş ve sonra
yere kapanıp önünde yeri öperek izin alıp huzurdan çıkmış. Ve o saatten
başlayarak yol hazırlığına başlamış. Kızı Sitt-ül Hüsn ve torunu Acip'i
de yanına alarak yola koyulmuş. Kafile ilk gün, ikinci
gün, üçüncü gün ve bunları izleyen günler Şam doğrultusunda yol alarak
sonunda güvenle Şam'a ulaşmış, tüm kapılarını Midan'dan Hasba'ya kadar
geçmişler, yollarını sürdürmeden önce çadır kurup iki gün orada
dinlenmişler. Şam'ın ağaçlar, akarsularla donanmış hayranlık uyandıracak
güzellikte bir kent olduğunu görmüşler. Kent, şu
dizelerle onu öven şairin anlattığı gibiymiş: Şam'da bir gün bir gece
geçirdim. Şam! Onu kuran, ona benzer bir kentin bir daha
yapılamayacağına yemin etmiş âdeta! Gece, Şam'ı kanatlarıyla örter,
aşkla dolu... Sabah onun üzerine tıkız ağaçların gölgesini serer!
Ağaçların dallarındaki şebnemler şebnem değil, incidirler! Onları sarsan
sabah yeline karşın, inciler, kar gibi düşer! Orada, ormanlarında, her
şeyi yapan Doğa'dır. Kuşlar sabah ötüşlerini yapar, gölün suyu açık,
beyaz bir kitap sayfasıdır, meltem yanıt verir ve kuşların
söylediklerini yazar ve beyaz bulutlardan düşen yağmur tüm durgun
sulara şiirler düzer! Böyle olunca vezir ile
yanındakiler gidip kenti görmek ve çarşılarından ihtiyaç duyduklan
şeyleri satın alıp Mısır'dan getirdikleri şeyleri de satmışlar. Ünlü
hamamlarında yıkanmışlar ve tüm dünyada bir eşi daha bulunmayan
Beni-Ümmiye Camii'ne gitmişler.
Acip'e gelince, o da,iyi yürekli Sait'in eşliğinde, kente eğlenmeye gitmiş. Haremağası, onu
birkaç adım geriden izliyormuş ve elinde bir vuruşta bir deveyi
öldürebilecek bir kamçı tutuyormuş çünkü Şam halkının kötü ününü
biliyormuş ve bu kamçıyla efendisi güzel Acip'e yaklaşmalarını
önlemek istiyormuş. Ve, gerçekten, yanılmamış çünkü güzel çocuğu görür
görmez, Şam halkı onun ne denli zarif ve çarpıcı olduğunun farkına
varmış; onun kuzey rüzgârından da tatlı, susuz kalınca özlenen su kadar
taze ve hasta olunca özlenen sağlık kadar hoş olduğundan söz etmişler
ve yollardaki herkes Acip'i izleyip durmuş, kimileri de hızla onları
geçip ilerde, geçişini daha iyi ve daha uzun seyretmek için yere
oturmuşlar.
Sonunda talihin iradesiyle, Âcip ve
haremağası, bir tatlıcı dükkanının önüne gelmişler ve kendini bilmeyen
bu kalabalıktan kaçınmak için dükkana girmeye niyetlenmişler, Oysa, bu
dükkan, Acip'in babası Hasan Bedreddin'in işlettiği dükkanmış. Hasan'ın
babalığı ihtiyar tatlıcı ölmüş ve dükkan miras yoluyla Hasan'a kalmış
imiş. O gün Hasan, nar taneleri ve diğer şekerli ve
lezzetli şeylerle nefis bir tatlı hazırlamakta imiş. Âcip ile kölenin
dükkanın önünde durduklarını görünce, Hasan küçük Âcip'in güzelliğiyle
büyülenmiş, sadece büyülenmemiş, ilahi bir hisle ve tüm yüreğiyle
olağan dışı heyecanlanmış ve içi sevgiyle dolu, "Ey benim genç efendim,
sen ki kalbimi fethedip tüm varlığımda saltanat kurdun! Sen ki, tüm
benliğimi kendine çektin. Dükkanıma girerek bana onur verir misin?
Sadece merhamet edip yaptığım tatlıların çeşnisine bakar mısın?" demiş. Bu
sözleri söylerken, Hasan, kendine karşın, gözlerinde yaşlar belirmesini
önleyememiş, geçmişteki durumuyla şimdiki durumunu hatırlayıp ağlamış.
Acip, babasının sözlerini işitince, onun da yüreği hüzünlenmiş, köleye
dönerek, ona, "Sait! Bu tatlıcının konuşmaları yüreğime dokundu. Her
halde uzaklarda bırakmak zorunda olduğu bir çocuğu olsa gerek! Ben
galiba ona bu çocuğu hatırlattım! Kim bilir belki biz onun acısını
dindirirsek, Tanrı da bize acır ve babamı aramak için yaptığımız
araştırmalarda yardımcı olur" demiş.
Acip'in bu
sözlerini duyunca, haremağası, "Vallahi, efendim, hiç gerekmez! Oh!
Sakın ha! Bir vezirin oğluna çarşıdaki bir tatlıcı dükkânına girmek
yaraşmaz ve de öyle orta yerde bir şeyler yemek hiç olmaz! Ya, hayır!
Bununla birlikte, şu edepsiz ve kendini bilmez takımının seni rahatsız
edeceği endişesiyle dükkana girmek istiyorsan, ben onları uzaklaştırmayı
ve seni onlara karşı savunmayı şu kamçıyla pekâlâ sağlayabilirim! Ama
dükkana girmeye gelince, bak bu olmaz!" demiş. Haremağasının
sözlerini duyunca Hasan çok üzülmüş ve gözleri yaşla dolu, yanakları
ıslak, haremağasına dönerek, ona, "Ey saygı değer kişi, merhamet edip
dükkanıma girmenin zevkinden beni niye mahrum etmek istiyorsunuz? Sen
ki, bir kestane kadar karasın! Ama için tıpkı onunki kadar beyazdır! Sen
ki, tüm şairlerimizin hayranlık uyandıran dizeleriyle övülmüş gibisin!
Gel de sana için kadar dışının da beyaz olmasının sırrını
açıklayabileyim!" demiş. Yiğit haremağası bunu duyunca
çok gülmüş ve "Doğru mu, doğru mu bu söylediğin? Yapabilir misin? Ama
nasıl? Bunun sırrını bana hemen açıkla!" demiş.
Hasan
Bedreddin de ona, hemen haremağalarını öven bir şiirin dizelerini
okumuş: Onun hoş nezaketi ve tavırlanndaki zarafet ve de davranışların
daki asalet, hükümdarların saraylarının saygıdeğer koruyucuları
olmalarına yetmiştir! Harem için, eşi bulunmaz hizmet erleridir onlar!
Kibarlıklarından ötürü, gökteki melekler, kendi sıraları gelince, yere
iner ve onlara hizmet ederler! Bu dizeler, gerçekten,
öylesine olağanüstü ve duruma uygunmuş ve o kadar güzel okunmuş ki,
haremağası hem duygulanmış hem de müthiş iltifat görmüş olduğundan,
Acip'in elinden tutarak tatlıcının dükkânına onunla birlikte girmiş.
Bunu
görünce Hasan Bedreddin çok sevinmiş ve onların onuruna ne yapacağını
bilememiş. Sonra, en güzel kaselerinden birini almış onu nar tanesi,
şeker ve soyulmuş bademle doldurmuş ve üzerlerine yeterince nefis
kokular serpmiş, sonra da işlemeli ve kabartmalı bakır tepsilerinden en
gösterişlisini seçerek kaseyi bununla sunmuş. Ve tatlıyı memnunluk
işaretleri yaparak yediklerini görünce ruhu çok okşanmış ve çok memnun
olmuş ve onlara, "Gerçekten, benim için ne büyük şeref! Ve de ne
bahtlı bir gün! Hoş olsun, afiyet olsun!" demiş. Küçük Acip, ilk
lokmaları yedikten sonra, tatlıcıya, "Bizimle oturabilir ve
yiyebilirsin! Allah da bizi araştırmalarımızda yardım ederek
ödüllendirir" diyerek tatlıcıyı yanlarında oturmaya davet etmiş. Bunu
duyan Hasan Bedreddin, "Nasıl, çocuğum! Sen, bu kadar genç yaşta,
sevdiğin birini yitirerek derde mi düştün?" diye sormuş. Acip de,
"Elbette yiğit adam, yüreğim şimdiden sevgili bir varlığın yokluğuyla
yanıp tutuşuyor! Ve bu çok sevilen varlık benim öz babamdır. Ve
büyükbabamla birlikte, tüm ülkeleri gezerek onu arıyoruz" diye yanıt
vermiş.
Sonra küçük Âcip bu anıyla ağlamaya başlamış;.Bedreddin de bu ağlayışa katılmaktan kendini alamamış, o da ağlamış. Ve
haremağası da buna yürekten katılarak başını sallamış. Ancak bütün
bunlar, kokulu ve büyük bir sanatla hazırlanmış, nefis nar tatlısına
onur vermekten onları alıkoymamış. Öyle nefismiş ki yedikleri şey,
doyuncaya kadar kaşık sallamışlar. Ancak, zaman epeyce geçtiği halde,
Hasan farkında değilmiş, haremağası ile Acip ayrılır ayrılmaz,
Bedreddin, sanki ruhunun da onunla birlikte sürüklenip gittiğini sanmış
ve onu izlemek arzusuna karşı çıkamayarak çabucak dükkanını kapatmış,
hiçbir şekilde Acip'in kendi oğlu olduğunu aklına getirmeden, çıkıp
aceleyle onları izlemiş ve Şam'ın büyük kapısından dışarı çıkmadan
onlara ulaş mı. O sırada haremağası, tatlıcının
kendilerini izlemiş bulunduğunun fark etmiş, dönüp ona "Neden bizi
izliyorsun, tatlıcı?" diye sormuş. Bedreddin de, "Sadece kentin dışında
görülecek ufak bir işim olduğu için, birlikte yürüyelim diye size
ulaşmak istedim, sonra da dönecektim. Zaten, sizin ayrılışınız, canımı
bedenimden kopardı!" demiş.
Bu sözleri duyan
haremağası çok kızmış ve kendi kendine, "Gerçekten, bu tatlı kasesi
bize çok pahalıya patladı! Felaket kasesi imiş adeta! Bu tatlıcı
hazmetmeye çalıştığımız şeyleri bize kusturtacak, işte şimdi de bir
yerden öbür yere peşimizden koşup duruyor!" diye söylemiş. O
sırada Acip dönerek tatlıcıyı görmüş, yüzü kızararak kekelemeye
başlamış: "Sait! Bırak ne yaparsa yapsın! Tanrı'nın yolları tüm
Müslümanlara açıktır" demiş, sonra da "Ama bizi çadırlara kadar izlerse,
o zaman gerçekten beni izlemekte olduğunu anlarız ve onu kovmaktan geri
durmayız!" diye eklemiş. Sonra Acip başını eğmiş ve yoluna devam
etmiş, haremağası da birkaç adım gerisinden onu izlemiş. Hasan'a
gelince, onları Midan'dan çadırların kurulduğu Hasba'ya kadar izlemeyi
sürdürmüş. Bu sırada Acip ile haremağası geri bakıp onu birkaç adım
artlarında görmüşler.
Acip de, bu kez, sinirlenmiş ve
olup bitenleri bir tatlıcıya girdiklerini ve tatlıcının sonradan
kendilerini izleyerek altlarından geldiğini, haremağasının büyükbabasına anlatacağından çok korkmuş. Onu dehşete düşüren bu
düşünceyle yerden bir taş almış ayakta, hareketsiz, dalgın ve
gözlerinde garip bir ışıkla kendilerine bakan Hasan'a dönmüş. Tatlıcının gözlerindeki bu alevin değişik bir anlamı olduğunu düşünmüş ve
daha da fazla sinirlenmiş, tüm gücüyle taşlatmış; taş Hasan'ı ağır biçimde yaralamış, sonra Acip ile haremağası aceleyle çadırlara
yönelmişler.
Hasan Bedreddin'e gelince, baygın, yere
düşmüş, yüzü baştanbaşa kana bulanmış. Ama ne mutlu ki kendine
gelmekte gecikmemiş, kanını dindirmiş ve sangından bir parça yırtarak
alnını sarmış. Sonra kendi kendini azarlamaya koyularak, "Aslında
benim kusurumdan oldu bu! Dükanımı kapatmakla ve bu güzel çocuğu izlemekle düşüncesesizce davrandım Herhalde bu
izleyişimi kötü maksatlara yormuştur!" demiş. Sonra
içini çekip "Allah kerim!" diyerek kente dönmüş ve dükkanını yeniden
açarak eskisi gibi hamur işi yapıp satmaya başlamış, bu sırada acıyla,
Basra'daki zavallı annesini ve çocukluğunda, hamur işi üzerine kendisine
verdiği ilk dersleri hatırlıyor ve ağlıyormuş, teselli bulmak için
kendi kendine şu dizeleri okumuş: Talihten yana hiç
adalet bekleme, düş kırıklığından öte bir şey elde edemezsin! Çünkü sana
adalet sağlayacağını sandığın talih bu doğada yaratılmamıştır.
Tatlıcı
Hasan Bedreddin'in amcası vezir Şemseddin'e gelince, Şam'da üç günlük
dinlenmeden sonra, Midan'dan çadırlarını söktürüp Basra'ya doğru yol
almak üzere ilkin Hums, sonra Hama ve Halep'e doğru yola çıkmış. Ve her
yerde araştırmalar yapmaktan geri durmamış. Halep'ten Mardin'e, sonra
Musul'a ve Diyarbekir'e gitmiş, sonunda da Basra'ya ulaşmış. Ancak
bir parça dinlendikten sonra, Basra sultanının huzuruna çıkmak istemiş.
Sultan onu hemen huzura almış ve onu alçak gönüllülükle kabul etmiş ve iyilikseverlikle onu Basra'ya getiren nedeni öğrenmek istemiş.
Şemseddin tüm öyküsünü ve eski vezir Nureddin'in kardeşi olduğunu ona
anlatmış. Sultan Nureddin'in adını duyunca, "Allah ondan lütfunu
esirgemesin!" demiş ve ona, "Evet, dostum, Nureddin benim dostumdu ve
kendisini çok severdim, ölümünden buyana on beş yıl geçti! Ardında bir
de Hasan Bedreddin adlı oğul bıraktı ama bu çocuk bir gün birdenbire
kayboldu. Bir daha ondan söz edildiğini duymadık. Ama, burada, Basra'da,
hâlâ, Nureddin'den önceki vezirimin kızı, kardeşin Nureddin'in karısı
olan annesi yaşıyor" diye eklemiş. Bu haberi alan Şemseddin sevincin
doruğuna çıkmış ve "Şahım! Yengemi görmek isterdim!" demiş, şah da ona
gerekli izni vermiş.
Şemseddin adres ve doğrultusunu
öğrendikten sonra, hemen rahmetli kardeşi Nureddin'in evine koşmuş;,yolda, onu son bir kez kucaklamadan, kendisinden uzakta ölen kardeşi
Nureddin'i düşünerek oraya ulaşmakta gecikmemiş. Ağlamış ve şu
dizeleri kendi kendine okumuş: Oh! Geçmiş gecelerimin
konutuna dönüyorum! Yöresindeki duvarları öpüyorum! Ama yüreğimin özünde
beni yaralayan bu duvarları değil, konutta oturana duyduğum aşktır!
Sonra
büyük bir kapıdan, oltasında evin bulunduğu büyük bir avluya girmiş.
Evin kapısı, her türlü renkten mermerlerle canlandırılmış kemerli,
granitten yapılmış bir harikaymış. Bu kapının dibinde, görkemli bir
mermer üstünde, kardeşi Nureddin'in altın harflerle kazınmış adım
bulmuş. O zaman eğilip bu ismi öpmüş ve çok
heyecanlanarak ağlamış ve şu dizeleri okumuş. Her gün, sabahleyin,
doğan güneşe senden haber soruyorum. Ve de her gece çakan şimşeğe!
Uyursam eğer, uyumakta olduğum halde, arzu, arzunun dikeni, arzunun
ağırlığı, arzunun bıçkısı içime işliyor! Ve asla dertlerimi
haykırmıyorum! Ey tatlı dostum, artık daha fazla katı yokluğun sinesinde
uzaklaşma! Yüreğim parça parça, yokluğun acısıyla kesik ve kopuk! Hangi
hayırlı gün, hangi eşsiz gün, bizi sonunda birleştiren gün kadar
hayırlı ve eşsiz olabilir? Ama, yokluğunun ruhumu bir başka aşkla
doldurduğunu hiç düşünme! Çünkü yüreğim, ikinci bir sevgiyi alacak kadar
geniş değil!
Sonra eve girmiş, tüm daireleri geçerek
Basralı Hasan Bedreddin'in anası, yengesi hatunun oturmasına ayrılmış
odaya gelinceye kadar yürümüş. Oğlu Hasan'ın kaybolmasından sonra
kadın gece gündüz ağlayıp hıçkırmak için bu odaya kapanmış ve odanın
ortasına, uzun zamandır öldü bildiği oğlu için zavallı çocuğunun
mezarını temsil edercesine küçük bir türbe yaptırmış, tüm zamanını gözyaşlan içinde, orada geçiriyor ve dertten çökmüş, uyumak için yine
oraya başını dayıyormuş. Şemseddin, odanın kapısına iyice yaklaştığı zaman, yengesinin sesini duymuş, bu acılı ses şu dizeleri okuyormuş: Ey
mezar! Tanrı aşkına söyle bana! Dostumun güzelliği, çekiciliği silindi
mi? Güzelliğinin parlak temaşası, ebediyen soldu mu? Ey mezar! Kuşkusuz
sende, ne zevk bahçeleri, ne yücelmiş gökkubbesi var! Ama, söyle bana!
Nasıl oluyor da, içinde, ayın ışıldadığını ve dalın çiçeklendiğini
görüyorum?..
Bunu duyan vezir Şemseddin içeri girmiş;,en yüce saygılar sunarak yengesini selamlamış ve ona kocası Nureddin'in
kardeşi olduğunu söylemiş. Sonra da ona tüm öyküyü ve oğlu Hasan'ın bir
gece kızı Sitt-ül Hüsn ile yattığını, ertesi gün ortadan kaybolduğunu
ve sonunda Sitt-ül Hüsn'ün hamile kalıp Acip'i doğurduğunu... Sonra da,
"Acip benimle birlikte geldi. Oğlunun kızımdan olma oğlu olduğuna göre,
senin de torunundur" diye eklemiş. O ana kadar dünya
işlerine başını çevirmiş ve büyük bir mateme bürünmüş olan dul kadın,
oğlunun yaşamakta olduğunu anlayınca heyecanlı bir şekilde ayağa kalkıp
onu kucaklayarak ayaklarına atılmış ve onun onuruna şu iki dizeyi
okumuş: Bana gelerek bu mutlu haberi duyurandan Allah razı olsun! Ne
muradı varsa versin! Çünkü bana en mutlu, duyulanların en iyisi bir
haber verdi! Eğer kabul edip yeter bulacağı bir hediye vermek gerekirse;
ona ayrılıklarla parçalanmış bir yürek vereceğim!
Ve
vezir, hemen gidip Acip'i getirmeleri için adam göndermiş, çocuk hemen
getirilmiş. Bunu gören büyükanne ağlayarak Acip'in boynuna sarılmış. Ve
Şemseddin ona, "Ey anne, gerçekte bu an hiç de gözyaşı dökülecek an
değildir, bizimle birlikte Mısır'a gelmek için hazırlıklar yapma
zamanıdır. Ve inşallah, yeğenim Hasan da yakında bizimle birlikte
olacaktır!" demiş. Acip'i büyükannesi de, "işittik ve itaat ettik"
demiş. Ve hemen o anda ayağa kalkmış, gerekli tüm eşyasını ve yiyecek
olarak tedarikini yapıp tüm hizmetkarlarını bir araya getirerek
hemencecik yolculuğa hazır bulunduğunu göstermiş. Bunun
üzerine vezir Şemseddin, Basra Sultanı'nın huzuruna çıkarak veda
etmiş. Sultan da ona, kendisi için ve Mısır Sultanı için hediye ve
armağanlar vermiş. Bunu izleyerek Şemseddin, iki kadın ve Acip,
maiyetleriyle birlikte yola koyulmuşlar. Yeniden Şam'a ulaşıncaya kadar
kesintiye uğratmadan yollarına devam etmişler.
Orada,
Kanun Meydanı'nda durmuşlar ve çadırlarını kurmuşlar. Ve vezir,
"Burda, Şam'da, bir hafta kalarak Mısır Sultanına sunulacak uygun
hediye ve armağanlar alacağız" demiş. Böylece, vezir, mallarını sunmak
üzere çadırlarını ziyaret eden zengin tacirlerle meşgul olurken, Acip
haremağasına, "Baba Sait, ben gidip biraz eğlenmek istiyorum. Haydi Şam
çarşılarına gidelim! Ne var, ne yok, bakalım! Ve de tatlılarını
yediğimiz, bize gösterdiği misafirperverliğini öveceğimize taşla
kafasını yardığımız tatlıcının durumunu da öğrenelim! Gerçekten, ona
iyilik yerine kötülük yaptık!" demiş. Haremağası da, "İşittik ve itaat
ettik!" yanıtını vermiş. Bunun üzerine Âcip ile
haremağası çadırdan çıkmışlar çünkü Âcip, bilinçsizce duyduğu bir evlat
sevgisinin ortaya çıkardığı kör bir itişin etkisinde bulunuyormuş.
Kente varınca, tatlıcı dükkanına ulaşıncaya kadar çarşılarda durmadan
yürümüşler. Tam da Beni Ümmiye Camii'nde Müslümanlar toplanıp ikindi
namazım kılacakları saatmiş. O sırada, Hasan Bedreddin, dükkanında daha
önceki aynı nefis tatlıyı, soyulmuş bademli, nar taneli, şekerli ve
kokulu tatlıyı hazırlamakta imiş! Âcip tatlıcıyı gözden geçirmiş ve
attığı taşın alnında bıraktığı izi görmüş.
Bunu
görünce de yüreği daha fazla üzülmüş ve "Selamünaleyküm ey tatlıcı!
Buralara senden haber almaya geldim. Beni tanımadın mı?" demiş. Hasan
onu görür görmez içinin ezildiğim, yüreğinin düzensiz vuruşlarla
çarptığım, yere düşecek gibi başının döndüğünü ve bir sözcük bile
söyleyemeyecek kadar dilinin damağına yapıştığım hissetmiş. Sonunda
başını çocuğa doğru kaldırmış ve tüm alçakgönüllülüğüyle, ona şu
dizeleri okumuş: Sevgilime sitemler etmek kararındaydım ama onu sadece görmekle vazgeçtim ve ne dilime ne de gözlerime
hakim olabildim! Sustum gururlu ve ezici görünümü karşısında gözlerimi
eğdim, duyduklarımı belli etmemek için değişik görünmeye çalıştım ama
başarı sağlayamadım. Oturup sayfalar dolusu sitemler yazdım fakat,yanına ulaşınca, bir tek sözcüğünü bile okuyamadım.
"Ey
efendilerim, sırf alçakgönüllülük göstererek buyrun girin! Ve
hazırladığım tatlıyı tadın! Çünkü vallahi! Ey genç çocuk, geçen defa
seni görür görmez yüreğim sana bağlanmıştı! Seni izlediğimden dolayı
çok pişman olmuştum, yaptığım gerçekten delilikti!" diye eklemiş. Fakat
Acip onu "Vallahi! Sen çok tehlikeli bir dostsun! Yedirdiğin bir
parça tatlı yüzünden bizi tehlikeye soktun! Oysa şimdi, bizim
ardımızdan gelip bizi izlemeyeceğine yemin vermedikçe dükkanına
girmeyecek ve hiçbir şey yemeyeceğiz. Yoksa bir daha buraya gelmeyiz.
Çünkü bil ki burada, Şam'da tam bir hafta kalacağız. Bu
sırada büyükbabam, sultan için hediyeler satın alabilecek!" diye yanıt
vermiş. Bunu duyan Bedreddin, "İkinizin önünde işte yemin ediyorum!"
diye haykırmış. Bunun üzerine Âcip ile haremağası dükkana girmişler ve
Bedreddin onlara hemen bir kase dolusu özel tatlısı, şekerli, bademli ve
kokulu nar tanesini sunmuş. Ve Acip ona "Gel sen de bizimle ye! Allah
da bu yoldan, bizi araştırmalarımızda başarılı kılar!" demiş. Hasan
buna çok sevinmiş ve karşılarına oturmuş. Fakat, tüm
bu sürede, Âcip'i seyretmekten kendini alamamış ve öylesine olağandışı
ve ısrarlı bir ilgiyle bunu yapmış ki, Acip sıkılmış ve ona, Yarabbi!
Sen ey iyi yürekli kişi! Ne kadar cansıkıcı ve ısrarlı bir sevgi
gösterisinde bulunuyorsun! Sana daha önce de sitemlerde bulunmuştum.
Beni böylesine süzmekten ve gözlerinle yüzüme yiyecek gibi bakmaktan
vazgeç!" demiş.
Bu sözleri duyan Bedreddin, şu dizelerle yanıt vermiş: Senin
için yüreğimin derinliklerinde açıklayamadığım bir giz var; benliğimde
sakladığım bir düşünce ki asla sözcüklerle anlatılamaz! Sen ki!
Güzelliğiyle mağrur parlak mehtabı, şaşkınlıktan örtünmeye zorlarsın!
Senin aydın yüzün, sabahı utandırır, şafağa baş eğdirir! Sana sözsüz bir
tapınmayla; sana, ey Tanrı sevgilisi, çoğalıp güzeli eşen arzular ve
ölümsüz, benzersiz duygularla bağlıyım! Ve şimdi, yanarak tümden
eriyorum! Yüzün, benim cennetimdir! Kuşkusuz! Ateşli susuzluğumdan
öleceğim! Oysa sen, dudaklarınla susuzluğumu giderebilir ve onların
balıyla ruhumu tazeleyebilirsin! Bu dizeleri
okuduktan sonra, aynı güzellikte başkalarını da okumuş ama bir bakıma,
bunlar haremağasına da seslenen dizelermiş. Böylece, bir saat süreyle,
kimi zaman Acip'in, kimi zaman da haremağasının onuruna dizeler okumayı
sürdürmüş.
Bundan sonra, tüm olarak doyduklarından,
Hasan, ellerini yıkamaları için gerekli her şeyi önlerine getirmiş. Bu
maksatla, bakırdan yapılmış benzersiz bir ibrikle ellerine kokulu sular
dökmüş, kemerine takılı bulunan renkli ipekten bir havluyla ellerini
kurulamış. Sonra da ellerine, dükkanın en üstteki raflarında bulunan ve
önemli durumlarda kullanılmak üzere itinayla sakladığı gümüş bir
gülabdandan gülsuyu serpmiş ve bu kadarla da kalmamış, bir an için
dükkandan çıkarak elinde iki testi misk ve gülsuyuyla yapılmış şerbet
getirerek, her birine birer testi sunmuş ve onlara "Bakın! Kendi
isteğinizce buradan içebilirsiniz!" demiş. Bunun
üzerine Âcip testiyi alıp şerbeti içmiş sonra bunu haremağasına
geçirmiş o da içip yeniden Âcip'e vermiş, Âcip yeniden içtikten sonra
testiyi bir kez daha haremağasına vermiş. Bu, böylece karınları şişip
ömürlerinde hiç olmadığı kadar doyuncaya değin, böylece devam etmiş.
Bundan sonra, tatlıcıya teşekkür edip çadırlara akşam olmadan yetişmek
üzere oradan ayrılmışlar.
Çadırlara gelince, Âcip,
büyükannesinin ve annesi Sitt-ül Hüsn'ün ellerini öpmek üzere aceleyle
yanlarına girmiş, büyükannesi onu öpmüş ve bunu yaparken oğlu
Bedreddin'i hatırlamış derin derin iç çekip pek çok ağlamış. Sonra da
şu dizeleri okumuş: Ayrılanların bir gün
birleşebileceklerinden tüm ümidimi kessem, ayrılışından sonra yaşama
arzumu yitirirdim! Oysa ben kalbime senin aşkından başkasını
sokmamaya yemin etmişim. Ve Yüce Tanrı yeminimin
tanığıdır ve tüm sırları bilir! Sonra Âcip'e "Çocuğum, gezmek için
nerelere gittin?" diye sormuş. Âcip, "Şam sokaklarına" diye yanıt
vermiş. Kadın, "Öyleyse şimdi iyice acıkmışsındır!" demiş ve yerinden
kalkarak nar tanesi karışımı ünlü tatlıdan bir porselen kaseye koyarak
getirmiş. Bu benzersiz lezzetteki tatlı, onun ustalıkla yaptığı ve oğlu
Bedreddin'e, daha çocukken, Basra'da öğrettiğinin aynısı imiş. Köleye
de "Efendin Acip ile birlikte sen de yiyebilirsin!" demiş.
Fakat
haremağası yüzünü buruşturup kendi kendine, "Vallahi! Hiç isteğim yok!
Bir lokma bile yiyemem!" demiş. Yine de Acip'in yanına oturmuş. Acip'e
gelince onun da, tatlıcıda yiyip içtiği şeylerden karnı çok tokmuş. Yine
de bir lokma alıp tatmış. Ama çok doygun olduğundan lokmayı yutamamış.
Bir de, bunun şekerinin biraz noksan olduğunu fark etmiş. Aslında bu
doğru değilmiş çok doygun olduğundan ona böyle geliyormuş. O da, yüzünü
buruşturarak büyükannesine "Bu tatlı pek iyi olmamış, büyükanne!"
deyi vermiş.
Bunu duyan büyükannesi, hiddetten boğulur
gibi olmuş ve 'Nasıl, çocuğum, benim hazırladığım şeyin iyi olmadığını
söylemeye mi yelleniyorsun? Bilmiyormusun ki, bütün dünyada, baban
Hasan Bedreddin'in dışında, kimse benim yaptığım yemekler, hamur işleri
ve tatlılardan iyisini yapamaz. Hasan Bedreddin de zaten benden öğrenmiştir!" diye haykırmış. Fakat Acip "Vallahi, büyükanne! Senin
hazırladığın tatlı tam kıvamını bulmamış. Sanırım şekeri biraz noksan!
Ama mesele bu değil. Sen bilmiyorsun! Sana itiraf edeyim, ama annem ile
büyükbabama söyleme! Çarşıda, bize aynı tatlıdan sunan bir tatlıcıyla
tanıştık. Ama... tatlısının daha kokusunu duymakla insanın yüreği
ferahlıyordu. Tadına gelince, öylesine lezzetli idi ki, hazımsızlık
çeken birinin bile iştahını kabartırdı! Hazırlanışına gelince, gerçekte
ve hiçbir şekilde ne yakın ne de uzaktan bir diğerininkiyle
kıyaslanabilir, büyükanne!" demiş. Bu sözleri duyunca
kadın, çok sinirlenmiş ve haremağasına bir göz atıp ona... Fakat
anlatısının tam burasında, Şehrazat, sabahın yaklaştığını görmüş ve
yavaşça, öyküsünü kesmiş.
Bunun üzerine kızkardeşi
Dünyazat, ona' "Ablacığım, sözlerin ne kadar tatlı ve hoş! Bu öykün de
zevkli ve büyüleyici!" demiş. Ve Şehrazat, ona gülüp "Evet, kardeşim ama bunun, eğer Allah'in yardımı ve şahın himayesiyle hayatta kalırsam,
bu gece ikinize anlatacağım öykünün yanında sözü mü olur?" demiş. Ve
şah, içinden, 'Vallahi! Aslında olağanüstü ve şaşırtıcı olan öykünün
sonunu işitmeden onu asla öldürmeyeceğim!" demiş.
Sonra
Şah Şehriyar ve Şehrazat, ikisi de, gecenin geri kalan bö lümünü
sabaha kadar birbirlerine sarılarak geçirmişler. Bundan sonra Şehriyar,
çıkıp adalet dağıttığı salona geçmiş. Divan, vezirler, mabeyinciler,
muhafızlar ve saray halkıyla dolmuş. Ve şah hükümler vermiş, memurlar
tayin etmiş, kimi memurları da görevden almış, yönetmiş ve askıda
kalan işleri tamamlamış ve böylece günün sonuna ulaşmış. Sonra divan
dağılmış ve şah, saraya dönmüş. Ve gece gelince karısı ile her zaman
yaptıklarını yapmış.
Ve Yirmi Dördüncü Gece
Genç
Dünyazat ablası ile eniştesinin işleri bitince oturduğu halıdan
kalkıp Şehrazat'a: "Ablacığım, senden rica ediyorum, güzel Hasan
Bedreddin ile amcası Şemseddin'in kızı olan karısının o çok hoş
öyküsünü tamamla! Tam da şu sözlerde kalmıştın: 'Büyükanne, haremağası
Sait'e bir göz atıp, ona... 'Acaba ne söylemisti? Lütfen!" demiş. Şehrazat,
kardeşine gülümsemiş ve ona, "Evet, tabii! Tüm kalbimle ve en iyi
niyetimle öyküyü tamamlayacağım ama Yüce Şahım izin verdikten sonra"
demiş. Bunun üzerine, büyük bir arzuyla öykünün sonunu bekleyen şah,
Şehraza'ta, "Konuşabilirsin!" demiş. Şehrazat da anlatmaya başlamış:
Ey
bahtı güzel şahım, işittim ki, Âcip'in büyükannesi öfkelenerek uzaktan
köleye bakmış ve ona, "Ne felaket! Bu çocuğu baştan çıkaran sen misin?
Nasıl oluyorda, sıradan aşçıların, tatlıcıların dükkanına onu sokmaya
cesaret ediyorsun?" demiş. Acip'in büyükannesinin bu sözlerini duyan
haremağası çok korkmuş ve hemencecik inkar yoluna gitmiş ve "Biz
dükkâna asla girmedik sadece önünden geçtik!" diye haykırmış. Ama
inatçı Âcip, "Vallahi! Pekâlâ dükkana girdik ve tatlı da yedik!" diye
haykırmış. Ve de haincesine "Ve sana da tekrarlıyorum büyükanne, yediğimiz şey senin burada bize yedirdiğinden daha iyiydi!" diye
eklemiş. Bunun üzerine büyükanne daha çok kızmış ve homurdanarak
kayınbiraderine "karayüzlü haremağasının müthiş suçunu bildirmeye
gitmiş. Ve veziri köleye karşı öylesine tahrik etmiş ki, doğası
bakımından zaten çok hiddetli olan ve durup dururken herkese bağırıp
çağıran Şemseddin, yengesiyle birlikte Âcip ile haremağasımn bulunduğu
çadıra ulaşmak için derhal yerinden fırlamış. Ve de "Sait! Acip ile
birlikte bir tatlıcının dükkanına girdin mi, girmedin mi?" diye
haykırmış. Ve dehşete düşen haremağası, "Biz hiç oraya girmedik!" diye
yanıt vermiş. Fakat muzip Âcip, "Girdik işte! Girdik
oraya! Ve de yediğimiz şeye gelince... Ha! Büyükanne!.. O kadar güzeldi
ki, şuraya gelinceye kadar tıkındık! Sonra da içine kar doğranmış
lezzetli bir şerbet içtik! Allahım! Ne kadar güzeldi! Ve yiğit
tatlıcı, büyükannem gibi şekeri eksik koymamıştı!" demiş. Bunu duyunca,
vezirin köleye karşı hiddeti iki kat olup aynı soruyu yeniden yöneltmiş
fakat haremağası inkâr etmeyi sürdürmüş.
Bunun
Üzerine vezir ona, "Sait! Sen bir yalancısın! Ve kuşkusuz doğruyu
söyleyen bu çocuğu yalanlamak küstahlığında bulunuyorsun! Bununla
birlikte, yengemin hazırladığı şu tatlıyı olduğu gibi yiyebilirsen, sana
inanmaya razıyım! Bu bana senin aç olduğunu kanıtlayacak!" demiş. Bunun
üzerine Sait, Bedreddin'in dükkânında gırtlağına kadar doymuşken, bu
öneriye boyun eğmek zorunda kalmış ve nar tatlısını yemeye
niyetlenmiş ama daha ilk lokmada durmak zorunda kalmış çünkü
gırtlağına kadar doluymuş. Ve aldığı lokmayı hemen dışarı çıkarmış. Ama,
bir gün önce öteki kölelerle pek çok yemek yediğinden mide fesadına
uğradığım söylemekte gecikmemiş. Fakat vezir,
hemencecik haremağasının aynı gün tatlıcıya girdiğim anlamış. Öteki
kölelerle onu yere yatırıp tüm gücüyle kamçılamış. Bunun üzerine
haremağası, darbelerden kurtulmak için kurnazca özür dilemiş ve
haykırarak, "Efendim, dün bir hazımsızlığa uğradım!" demeye devam etmiş.
Vezir, kamçılamaktan yorgun düştüğü için durmuş ve Sait'e "Haydi
bakalım! Gerçeği itiraf et!" demiş. Bunun üzerine haremağası karar
vermiş ve "Peki efendim, Âcip'in söylediği doğru! Çarşıda bir
tatlıcıya girdik! Getirdiği tatlı öylesine nefisti ki, hayatımda
böylesine güzel bir şey yememiştim! Ama şimdi yediğim şu tiksinti
verici ve berbat tatlıyı tatmış olmak ne felaket! Yarabbi, ne kadar
kötüydü!" demiş.
Bunu duyan vezir çok gülmüş ama
büyükanne artık hiddetini tutamamış ve en ince yerinden yaralanmış
gibi, "Ah, yalancı! Senin tatlıcından hemen bir kase tatlı getirmeni
istiyorum. Söylediklerinin hayal mahsulü olduğu anlaşılacak! Evet, sana
gidip aynı tatlıdan bir kase daha getirmene izin veriyorum. Getirdiğin
vakit bu bize benim yaptığım ile onunki arasında kıyaslama yapma
olanağını verecek! Kayınbiraderim yargıçlık yapacak!" diye haykırmış. Ve
haremağası, "Evet, kesinlikle!" diye yanıt vermiş. Bunun
üzerine büyük anne ona yarım dinar para ile boş bir porselen kase
vermiş ve çarşıya yollamış. Haremağası, bunun üzerine yola çıkmış ve
dükkana ulaşınca tatlıcıya "İşte! Senin hazırladığın nar tatlısı ile
evde hazırlanan arasında bir iddiaya girmiş bulunuyoruz. Bana bu
tatlıdan yarım dinarlık tart! Aman ha, iyi hazırla ve tüm sanatını
göster! Yoksa şimdiki gibi, bir temiz dayak daha yerim! Seni temin
ederim ki, hâlâ çok bitkinim!' demiş.
Bunu duyan
Hasan Bedreddin gülmeye başlamış ve "Korkma! Şimdi hazırlayacağım
tatlının eşini yapabilecek dünyada, annem hariç kimse yoktur. Annemse
şimdi uzak bir ülkededir!" demiş. Sonra Bedreddin, kölenin getirdiği
porselen kabı büyük bir dikkatle doldurmuş ve hazırladığı tatlıyı misk
ve gülsuyu serperek tamamlamış. Ve haremağası kabı alarak çabucak çadıra
doğru yol almış. Bunun üzerine Acip'in büyükannesi kabı almış ve
hemencecik tadının derecesini anlamak üzere tatmış. Fakat daha dudağına değdirir değdirmez büyük bir çığlık kopararak arka üstü düşmüş. Oğlu Hasan'ın elinin marifetini anlayıvermiş.
Bunu
gören vezir ve orada bulunanlar, şaşırıp kalmışlar ve büyükannenin
yüzüne telaşla gülsuları serpmişler ancak kadın bir saat baygın
yattıktan sonra kendine gelebilmiş. Ve "Bu nar tatlısını yapan oğlum
Hasan Bedreddin'den başkası olamaz! Bundan hiç kuşkum yok! Çünkü onu bu
şekilde hazırlayan benden başkası yoktur, ben de sadece Hasan'a
öğretmiştim" demiş. Bu sözleri duyan vezir sevincin ve yeğenini görmek
için sabırsızlığın doruğuna ulaşmış ve "Tanrı sonunda birleşmemize izin
verdi!" diye haykırmış. Ve hemen hizmetçilerini çağırıp bir tertip
düşünerek, onlara, "İçinizden yirmi kişi doğruca çarşıda Hasan-ül
Basravi olarak tanınan tatlıcı Hasan'in dükkanına gitsin! Ve dükkanını baştan aşağı yıksın! Tatlıcıya gelince, kolları sarığının tülbendiyle
bağlansın! Ve zorla buraya, yanıma getirilsin! Ama en küçük bir zarar
verilmeden! Haydi gidin bakalım!" demiş. Bunun üzerine
vezir hemen ata binmiş. Mısır Sultanı'nın yazdığı fermanı yanına
alarak Dar-üsselam'a, efendisi Mısır Sultanının Şam'daki temsilcisi
olan valinin yanına gitmiş. Dar-üsselam'a ulaşınca vezir, valiye
sultanın fermanını vermiş. Vali fermanı hemen alıp eğilerek saygıyla
öpmüş ve hürmet alameti olarak başına götürmüş. Sonra vezire dönerek,
"Emredin! Kimin tutuklanmasını istiyorsunuz?" diye sormuş. Vezir,
"Sadece çarşıdaki bir tatlıcının!" diye yanıt vermiş. Vali de, "Bundan
kolay şey yok!" demiş ve güvenlikle görevli adamlarına gidip vezirin
adamlarına yardım etmelerini emretmiş. Vezir, bunun üzerine validen
izin almış ve çadırlarına dönmüş.
Hasan
Bedreddin'e gelince sopalar, baltalar ve kazmalarla silahlı bir
kalabalığın dükkanına geldiklerini ve istila ettiklerini ve her şeyi
parçalayıp tüm hamur işlerini yerlere dökerek dükkanı imha etmeye
başladıklarını görmüş sonra bu kalabalık şaşkın Hasan'ı yakalayıp onu
bir tek sözcük söylemeye vakit bırakmadan sangının tülbendiyle sımsıkı
bağlamışlar. Ve şaşkın Hasan, kendi kendine " Allahım! Bütün bunlar
galiba nar tatlısı yüzünden başıma geldi! Kim bilir, içinde ne
buldular!" diye düşünmüş. Sonunda Hasan'ı, konakladığı
yerde vezirin karşısına çıkarmışlar. Hasan Bedreddin çok ağlamış ve
de "Efendim, ben ne suç işledim
size karşı?" diye sormuş. Vezir de ona, "Bu nar
tatlısını sen hazırladın, değil mi?" diye sormuş. Bedreddin, "Evet,
efendim! Acaba bu tatlının içinde, kafamın kesilmesini gerektirecek bir
şey mi buldunuz?" diye yanıt vermiş. Vezir de sert bir şekilde,
"Kafanın kesilmesi mi? Ama bu, çok hafif bir ceza olurdu. Daha kötüsü de
olabilir! Hele bekle, bakalım!" diye yanıt vermiş.
Aslında,
vezir, iki kadından kendisine bildiği gibi hareket olanağı tanımalarını
istemişmiş ve de araştırmalarının sonucundan sadece Kahire'ye
ulaştıklarında bilgi verecekmiş. Genç kölelerini yanına çağırarak,
onlara, "Bizim devecilerden birini buraya çağırın! Ve bir de tahtadan
sandık getirin!" emrini vermiş.
Köleler emre hemen uymuşlar. Daha sonra, vezirin emri üzerine, şaşkın
Hasan'ı tutup sandığın içine sokmuşlar ve kapağını özenle kapatmışlar.
Sonra sandığı deveye yüklemişler ve çadırları söküp yola koyulmuşlar.
Gece oluncaya kadar yol alınmış. Bir şeyler yemek için bir yerde
durulmuş; Hasan'ı da bir an için sandıktan çıkarmışlar ona da yiyecek
bir şeyler vermişler, sonra yeniden sandığa sokmuşlar ve yola devam
etmişler. Zaman zaman duruluyor, Hasan'ı yeni bir
soruşturma için tekrar kapamak üzere, dışarı çıkarıyorlarmış. Vezir
her seferinde soruyormuş "Nar tatlısını hazırlayan sendin, değil mi?"
diye... Ve şaşkın Hasan, "Evet, efendim!" diye yanıt veriyor vezir de,
"Bağlayın şu adamı ve yine sandığa koyun!" diye haykırıyormuş. Kahire'ye
gelinceye dek, yolculuğa bu şekilde devam edilmiş. Ama kente girmeden
önce Zeydaniyye mahallesinde durulmuş ve vezir Hasan'ı yeniden
sandıktan çıkartmış ve önüne getirtmiş. Ve de "Bana bir marangoz
getirin!" demiş. Marangoz gelince vezir ona, "Bu adamın enine boyuna
ölçüsünü al! Ve hemen boyuna uygun bir darağacı hazırla! Ve bu darağacını
iki mandanın çektiği bir arabaya iyice tespit et!" demiş.
Hasan
korkarak, "Efendim, bana ne yapacaksınız?" diye sormuş. Vezir de, "Seni
direğe çivileyeceğim, tüm halk görsün diye, bu şekilde kente
sokacağım!" demiş. Hasan, "Ama böylesine bir cezayı hak etmek için ne
suç işledim ben?" diye haykırmış. Bunun üzerine Vezir Şemseddin, ona,
"Nar tatlısını hazırlarken gösterdiğin ihmal için! Ne yeterince baharat
koymuş ne de yeterince koku eklemişsin!" demiş. Bu sözleri duyan Hasan
Bedreddin, yanaklarına vurmuş ve "Ya Allah! Benim suçum bu, öyle mi?
Yani bunun için mi, beni bu yol işkencesiyle cezalandırdın? Ve de ancak
günde bir kez yiyecek verdin? Şimdi de darağacına çivilemek istiyorsun!"
diye haykırmış. Vezirde ciddi ciddi, tabii ya, yeterince baharat
koymadığından! Elbette!" demiş.
Bunu duyan Hasan
Bedreddin, şaşkınlığın doruğuna ulaşmış ve ellerini göğe kaldırıp derin
derin düşünmeye başlamış! Vezir ona, "Ne düşünüyorsun?" diye sormuş. O
da, "Pek önemli değil! Sadece en büyükleri olduğunda kuşku bulunmayan
budalaları! Çünkü, sen budalaların birincisi olmasaydın, bir nar
tatlısında bir tutam baharat noksan diye bana böyle davranmazdın!"
demiş. Vezir de ona, "Sana bir daha bu suçu işlememeyi
öğretmek gerekiyordu. Bunun başka yolu yoktu ki!" demiş. Hasan
Bedreddin de ona, "Ne olursa olsun, senin bana karşı davranışın çok daha
büyük bir suçtur. Ve de sen, ilkin kendini cezalandırmalısın!" demiş.
Bunu duyan vezir, ona, "Söylenecek başka şey yok, seni daracağı paklar!"
diye yanıt vermiş. Bu konuşma sırasında, marangoz,
onların yanında, ceza ağacını yontmayı sürdürüyor ve zaman zaman da
Hasan'a kaçak bir bakış fırlatıyor sanki ona "Suçsuzmuş gibi
davranıyorsun, ha?"' demek istiyormuş. Hal böyleyken gece bastırmış.
Bunun üzerine Hasan'ı yeniden yakalayıp sandığa koymuşlar. Ve vezir ona,
"Yarın asılacaksın!" diye haykırmış. Sonra da
Hasan'ın sandıkta uyumasına kadar, birkaç saat beklemiş. Sonra sandığı
deve sırtına yükletmiş ve hareket emri vermiş. Kahire'deki eve
ulaşıncaya kadar böylece yol alınmış. Ve ancak o zaman vezir, kızına ve
yengesine durumu açıklamak istemiş. Ve gerçekten kızı Sitt-ül Hüsn'e,"Kızım, Tanrı'ya şükürler olsun ki, sonunda yeğenin Hasan Bedreddin'in
bulunmasına izin verdi! Kendisi burada! Ayağa kalk, kızım! Evin halı ve
mobilyalarını yerli yerine koymaya ve gerdek odasını kesinlikle düğün
gecesindeki haline sokmaya büyük dikkat göster!" demiş.
Ve
Sitt-ül Hüsn, her ne kadar mutluluk ve heyecanın doruğunda olsa da,
hizmetçilere gerekli emirleri vermiş, onlar da hemen kalkıp işe koyulmuş
ve meşaleleri yakmışlar. Vezir de onlara, "Size hatırlamanız için
yardım edeyim!" demiş. Ve dolabını açmış, mobilyaların ve diğer tüm
eşyaların isimlerini ve bunların odadaki yerlerini belirlediği listeyi
çıkarmış ve bu listeyi onlara ağır ağır okumuş ve her şeyin ilk önceki
yerine gereğince yerleştirilmesine göz kulak olmuş. Her şey o kadar
güzel düzenlenmiş ki, en dikkatli bir gözlemci bile Sitt-ül Hüsn ile
kambur seyisin düğün gecesindeki görüntünün aynı olduğuna inanmazlık
edemezmiş. Bunun izleyerek vezir kendi elleriyle Hasan Bedreddin'in
giysilerini yerli yerine koymuş, sarığını iskemle üstüne, içdonunu dağınık yatağın üzerine, kuşağını ve latasını divan üzerine ve bunların
altına Yahudinin mektubu ile içinde bin altın olan keseyi. Ve de
balmumuyla işlem görmüş beze sarılı mektubu da külah ile sarığın kumaşı
arasına dikmeyi de ihmal etmemiş.
Sonra da kızına,
tıpkı düğün gecesindeki gibi giyinmesini, gerdek odasına girmesini yeğeni ve kocası olan Hasan Bedreddini kabule hazırlanmasını ve içeri
girdiği zaman, ona, "Oh! Apteshanede ne kadar çok kaldın! Allah aşkına!
Eğer rahatsızsan, niye bana söylemiyorsun? Ben senin malın ve kölen
değil miyim?" demesini, her ne kadar Sitt-ül Hüsn bu tavsiyeye ihtiyaç
duymasa da, ona, yeğenine karşı çok nazik davranmasını ve şairlerin
sözleri ve güzel dizelerini zikretmeyi de unutmamasını öğütlemiş. Sonra
vezir, bu mutlu günün tarihini tespit etmiş. Ve Hasan'ın sımsıkı bağlı
olarak içine yerleştirildiği sandığın bulunduğu odaya doğru yönelmiş. Uyumaktayken
onu sandıktan çıkartmış, bağlı olan bacaklarını çözdürmüş ve sırtında
sadece ince bir gömlek ve başında takkeyle, tıpkı düğün gecesindeki
haliyle bırakmış. Bunu yaptıktan sonra, gerdek odasının kapılarını
açtırmış ve Hasan'ı kendi başına uyanmak üzere burada bırakarak
aceleyle oradan ayrılmış. Ve Hasan Bedreddin hemencecik ayılmış ve bu
olağanüstü aydınlanmış ve kendisine pek yabancı gelmeyen koridorda adeta çıplak olarak bulunmasına şaşıp kalmış ve kendi kendine, "Dikkat
et, Bütün bu işlemler dolayısıyla uykudan uyanması gereken Hassan
Bedreddin son kez sandıktan çıkarıldığı sırada yemeğine bhank (bank)
katılmış olmasından dolayı uyanmadığını vurgulamaktadır. En derin uykularda mısın sen; yoksa uyanık durumda mı?" diye sormuş.
İlk
şaşkınlık anlarından sonra, ayağa kalkmış ve koridora açı lan
kapılardan birine doğru yönelmiş. Ve birdenbire nefesi kesilmiş kendi
onuruna, ama kamburun aleyhine düzenlenen o ünlü şenliğin yapıldığı
salonu olduğu gibi hatırlamış ve dipte, gerdek odasına açık olan kapıdan
girilince iskemle üzerinde sarığını, divan üzerinde de kumaş ve
giysilerini görmüş. O zaman alnını ter bürümüş ve eliyle terini silmiş.
Ve kendi kendine, "Lâ! Lâ! Uyanık mıyım ben, Uyuyor muyum? Yoksa
delirdim mi?" demiş. Bununla birlikte yürümeye
başlamış ama bir ayağı ileri gidiyorsa, öbürü geri geliyor ve ıslak
alnındaki soğuk terleri boyna silerek, pek ilerlemeye cesaret
edemiyormuş. En sonunda, "Ama, aman Allahım! Tamam oğlum! Bu rüya falan
değil! Ve sen, haklısın, bir sandığa kolları, ayakları bağlı olarak
kapatılmıştın! Yo, bu asla bir rüya değil!" diye haykırmış. Ve bunu
söyleyerek gerdek odasının kapısına gelmiş ve tedbirli bir şekilde
kafasını uzatarak içerisini gözetlemiş. Ve hemen, mavi ince ipekten
cibinliğin içinde Sitt-ül Hüsn'ü "Sevgili kocacığım,
apteshanede ne kadar çok kaldın! Haydi, çabuk gel, çabuk!" dediğini
duymuş. Bu sözleri duyunca, zavallı Hasan, tıpkı
haşhaş yutan ya da afyon tüttüren birisi gibi kahkahalar atmış ve
uğuldar gibi, "Hue! Hî! Hu! Ne şaşırtıcı! Ne tutarsız bir rüya bu!"
demiş. Sonra yılanlı bir yerde yürür gibi, sonsuz bir dikkatle, bir
eliyle geceliğinin uçlarını kaldırarak ve bir kör ya da sarhoş gibi,
öteki eliyle havayı yoklayarak yürümesini sürdürmüş.
Sonra,
artık heyecan falan duymaksızın, halının üstüne oturmuş ve eliyle
delice şaşkınlık işaretleri yaparak derin düşüncelere dalmış. Bununla
birlikte orada hemen önünde, bıraktığı haldeki kuşağını, Basra işi
sarığını, latasını ve altındaki keseyi görüyormuş. Ve yeniden Sitt-ül
Hüsn, yatağın içinden ona "Senin neyin var sevgilim? Seni çok şaşkın
ve biraz da titrek gibi görüyorum. Ah! Sen başlangıçta böyle değildin!
Yoksa, Olur ya!" diyerek vesveseyle seslenmiş. Bunu
duyan Bedreddin, hep oturduğu yerde ve alnı iki eli arasında, ağzını
delice bir gülüşle açıp kapamaya başlamış, sonunda da, "Ha! Ha! Sen bana
başlangıçta böyle olmadığımı söylüyorsun, öyle mi? Hangi başlangıçta?
Ve hangi gece? Allah aşkına? Ama benim yokluğumda seneler, seneler
geçti! Ha! Ha!" demiş. Bunun üzerine
Sitt-ül Hüsn ona "Sevgilim, sakin ol! Ben sana kollarımda geçirdiğin,
geceden söz ediyorum!
Sevgilim! Sen de sadece hacetini görmek için apteshaneye gitmek üzere
yanımdan ayrılmıştın. Ve orada bir saatten fazla kaldın! Ah! Görüyorum
ki, rahatsızsın! öyleyse, gel de seni ısıtayım! Gel dostum, gel ciğer
köşem, gel gözümün nuru!" demiş.
Fakat Bedreddin, bir
deli gibi gülmeyi sürdürmüş ve sonra, "Belki sen gerçeği söylüyorsun!
Bununla birlikte... Her halde aptehanede uyuyup kalmış ve orada, o
berbat rüyayı görmüş olacağım!" demiş sonra da "Oh, evet! Çok berbat
bir rüya! Düşün ki, ben Suriye'nin Şam kentinde, uzaklarda, bir aşçı ya
da bir tatlıcı gibi bir şeymişim ve bu meslekte on yıl geçirmişim! Yine
rüyamda kuşkusuz soylu bir genç çocuk ve bir haremağası gürdüm! Ve
onlarla şu ve şu serüvenleri geçirdim..." diye eklemiş. Ve zavallı
Hasan, terin alnını ıslattığını hissederek eliyle silmiş ama bunu
yaparken eli alnındaki atılan taşın bıraktığı yara izine değmiş ve
sıçrayarak, "Fakat hayır! İşte o çocuğun attığı taşın değdiği yerde
kalan iz! Öyle şiddetle vurmuştu ki alnıma, unutulması mümkün
değil!" demiş. Sonra bir an düşünüp, "Ama belki de hayır' Bu, gerçekten
bir rüya olabilir!" demiş.
Sonra da, "Sana
rüyamın sonunu da anlatayım! Bu Şam kentine, bir sabah, nasıl olduğunu
bilmiyorum, sadece bir gecelik ve beyaz bir takkeyle ulaştım. Kamburun
takkesiyle! Ve ora halkı!... Benden ne istediklerini pek bilmiyorum!
Orada yiğit bir kişi olan bir tatlıcının mirasçısı oldum!.. Elbette!..
Bu bir rüya değildi! İçine yeterince baharat koymadığım bir nar tatlısı
yapmıştım.. Ve peki! Haydi bakalım! Bütün bunlar rüya mıydı? Hiç gerçek
payı yok mu?" demiş. Bunu duyan Sitt-ül Hüsn, "Sevgilim, gerçekten
olağanüstü bir rüya görmüşsün! Lütfen tümünü bana anlat!" demiş. Ve
Hasan Bedreddin, arada bir durup ah çekerek, Sitt-ül Hüsn'e rüya veya
gerçek tüm öyküsünü baştan sona kadar anlatmış. Sonra da, "Ve de
asılmaktan kurtuldum, şayet uyanmasaydım, asıldım gittiydi! Ya da o
sandığın içinde terleyip duruyordum!" diye eklemiş. Ve Sitt-ül Hüsn ona "Ama seni neden asmak istesinler?" diye sorunca; "Nar tatlısının
içine yeteri baharat koymadım diye! Evet! İki Nil mandasının çektiği bir
arabaya tespit edilen o darağacı müthiş bir şeydi! Ama sonunda Allah'a
şükür, bunların hepsi bir rüyaymış, yoksa baştan aşağı yıkılan tatlıcı
dükkanımın yok oluşu, bana çok üzüntü verirdi!" diye yanıt vermiş.
Bunun
üzerine Sitt-ül Hüsn, artık dayanamayarak yataktan fırlamış ve gelip
Hasan Bedreddin'in boynuna atılmış, onu kucaklayarak ve öpüşlere boğarak
bağrına basmış. Hasan ise kıpırdamaya korkuyormuş. Ve birdenbire, "Yok!
Yok! Bütün bunlar bir rüya değil! Allahım! Ben neredeyim? Gerçek
nerede?" diye haykırmış, Ve zavallı Hasan, tatlılıkla Sitt-ül Hüsn'ün
kollarında yatağa götürülerek, orada bitkin uzanmış ve ağır bir uykuya
dalmış. Başucunda Sitt-ül Hüsn ona bakıyor ve
uykusunda zaman zaman "Bu bir rüya!" zaman zaman da "Hayır! Gerçek bu!"
diye mırıldandığını işitiyormuş. Sabahla birlikte Hasan Bedreddin'in
ruhu yeniden sakinleşmiş, uyanarak kendini Sitt-ül Hüsn'ün kollarında
bulmuş. Önünde de, yatağın ayak ucunda, ona selam veren amcası Vezir
Şemseddin'i görmüş. Bedreddin, ona, "Benim dükkanımı
harap ettikten sonra kollarımı bağlatan sen değil misin? Ve de bunlara
neden olarak nar tatlısına bir parça fazla baharat koyduğumu
söyleyen?.." demiş. Bunun üzerine Vezir Şemseddin, artık susmanın nedeni
kalmadığını anlayarak ona "Yavrum, işte gerçek şu: Sen benim yeğenim,
rahmetli kardeşim Basra Veziri Nureddin'in oğlu Hasan Bedreddin'sin!
Ve ben, sana, belli kanıtlarla
kimliğinden emin olmak ve düğün gecesinde kızımın yatağına girenin
sen olduğuna kanaat getirmiş olmak için, bütün o denemelerle acı
çektirdim. Senin kaybolmandan sonra gizlemiş olduğum kanıtları, ardında
bıraktığın evi ve mobilyaları sonra sarığını, kuşağını, keseni ve
özellikle kesenin içindeki makbuzu ve sangında saklı baban Nureddin'in
talimatını içeren mektubu tanıyarak beni inandırdın! Beni herhalde
bağışlarsın çocuğum! Çünkü Basra'da doğduğun için seni hiç
görmediğimden, bu yolla seni tanımaktan başka çarem yoktu.
Ah!
Çocuğum bütün bunlar kardeşim olan baban ile amcan olan benim aramda,
daha başlangıçta ortaya çıkan, bir yanlış anlamadan doğdu" diyerek;vezir de ona tüm öyküyü anlatmış ve ona, "Çocuğum,
Basra'dan getirdiğim annene gelince onu da, düğün gecesinin ürünü olan
oğlun Acip'i de göreceksin!" demiş. Ve vezir onları bulmak için koşarak
oradan ayrılmış. Ve ilk gelen Acip olmuş; bu kez aşık tatlıcıya duyduğu
korkudan sıyrılmış, korkusuzca babasının boynuna atılmış. Bedreddin de,
kıvanç içinde ona şu dizeleri okumuş: Senin gidişinden sonra, ağlamaya
başladım, uzun uzun ağladım, Kirpiklerimden taştı gözyaşlarım! Dilekte
bulundum Tanrı'dan, ayrılık acısıyla üzgün aşıkları birleştirsin diye!
Dudaklarımda bir koz daha asla eski ayrılıktan dem vuran sözler olmasın
diye! Mutluluk üzerime saldırıyor, bütün şiddetiyle! Öyle bir mutluluğa
gömülüyorum ki, kendime karşın, gözlerimden yaşlar dökülüyor! Talih
daima benim düşmanım olmaya yemin etmiş bir kez ve de dertlerime neden
olmaya! Ve ben, ey Baht! ey Zaman! Senin yeminini kıracağım! Dine aykırı
olsa da! Mutluluk vaadini tutuyor ve borçlarını ödüyor. Ye dostum bana
geri geldi! Öyleyse, sen, sana mutluluğu getirene doğru ilerle! Ve ona
hizmet etmek için giysinin uçlarını kaldır!
Bunları
okumayı bitirir bitirmez Acip'in büyükannesi, Bedreddin'in de kendi
annesi, hıçkırarak içeri girmiş ve nerdeyse sevinçten bayılırcasına
oğlunun kollarına atılmış. Ve seller halinde gözyaşları döküldükten
sonra, birbirlerine, karşılıklı olarak dertlerini ve acılarını ve tüm
çektiklerini anlatmışlar. Sonra da hepsi birden, sonunda sağ salim
onları birbirine kavuşturan Tanrı'ya şükretmişler ve mutluluk içinde,
tam bir saadeti tadarak ve sevinçlere gark olarak yaşamaya başlamışlar, uzun süren ömürleri boyunca, hepsi ay ve yıldızlar kadar güzel pek çok
çocuk sahibi olmuşlar.
Ve, ey bahtıgüzel şahım,
demiş Şehrazat Şehriyar'a: Vezir Cafer-ül Barmaki'nin, Bağdat kentinde,
Emir-ül Müminin Halife Harun Reşit'e anlattığı öykü işte böyle
sonuçlanıyor. Evet! Vezir Şemseddin'in, kardeşi vezir Nureddin'in ve de
Nureddin'in oğlu Hasan Bedreddin'in serüvenleri böyle işte. Halife
Harun Reşit, öykü bitince, "Vallahi, bütün bu anlatılanlar çok
şaşııtıcı ve hayranlık uyandırıcı!" demiş. Ve memnunluğu içinde, sadece
Veziri Cafer'in kölesi Reyhan'ı bağışlamakla kalmamış; Üç Elmalar
Öyküsündeki karısını kesen genci dost olarak kabul etmiş ve haksız yere
kurban ettiği karısının kaybından duyduğu üzüntüyü avutmak için cariye
olarak, haremindeki en güzel cariyelerden birini ona armağan etmiş.
Ona
yüksek bir maaş ve de sofrasındaki sürekli dostu ve meclislerinin
nedimi olarak gönül bağlamış. Sonra da sarayın katiplerine, bu
olağanüstü öyküyü en güzel yazılarıyla kaleme almalarını; ve
çocuklarının çocuklarına kalacak ve ders oluşturacak şekilde arşiv
dolabında itinayla saklanmasını emretmiş, "Fakat"
deyip ince ve ağırbaşlı Şehrazat, Hint ve Çin ülkelerinin hükümdarı Şehriyar'a
seslenerek, sözünü sürdürmüş: "Ey bahtı güzel şahım, eğer yorulmadıysan
sana anlatmak üzere sakladığım öykünün, bu öyküden daha hayranlık
uyandırıcı olmadığından hiç korkma!" Şah Şehriyar da ona, "Nedir bu
öykü?" diye sormuş. Şehrazat da, "Bu öykü, şimdiye kadar
anlattıklarımdan çok daha hayranlık uyandırıcı!" diye yanıt vermiş.
Şehriyar, "Peki, adı ne?" diye sorunca, yanıtlamış; "Bu, 'Terzi, Kambur,
Yahudi, Hristiyan ve Bağdatlı Berber öyküsüdür" ve Şah Şehriyar,
"Elbette, anlatabilirsin!" diye izin vermiş.