Ömer Seyfettin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Nisan 2024 Salı

thumbnail

Yüksek Ökçeler (Ömer Seyfettin) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Yüksek Ökçeler

Kitabın Yazarı: Ömer Seyfettin

Kitap Hakkında Bilgi:

Ömer Seyfettin 1884 yılında dünyaya gelmiş ve 1920 yılında vefat etmiştir. Edebiyatımızın önemli isimlerinden olan Ömer Seyfettin adını Selanik’te çıkarılan Genç Kalemler dergisindeki yazılarıyla duyurdu. 1911’de dergide yayımlanan Yeni Lisan başlıklı yazısı Milli Edebiyat akımının başlangıç bildirgesi olarak görüldü. Türk kısa hikâyeciliğinin kurucu olarak görülen Ömer Seyfettin hikâyelerini Maupassant tarzında yazdı. Bu hikâyelerinde çocukluk, askerlik ve memurluk dönemlerinde yaşadıklarını kaleme aldı. Bunların yanı sıra hikâyelerini tarihsel olaylara ve halk geleneklerine de dayandırdı. Hikâyelerinde sınıf gözetmeksizin her kesimden insanı kullandı. Tüm çalışmalarını edebiyatımızın millileşmesi amacıyla yazdı.

Hatice Hanım genç yaşta dul kalmış bir kadındır. Boyu kısa olduğu için evde dahi yüksek ökçeli ayakkabılarla gezinir. Lakin bir gün baş dönmesinden hastalanır ve doktor onu hasta edenin yüksek ökçeli ayakkabıları olduğunu ve yumuşak tabanlı terlikler giymesini söyler. Hatice Hanım yüksek ökçeler yerine yumuşak terliği giyer fakat hayatında değişen tek şey terlikleri olmaz.
Kitapta Yüksek Ökçeler dışında; Ay Sonunda, Baharın Tesiri, Çirkinliğin Esrarı, Dünyanın Nizamı, Horoz, Miras, Nezle, Türkçe Reçete, Yemin, Büyücü, İlk Düşen Ak, Korkunç Bir Ceza ve Pireler adlı hikâyelere de yer verilmiştir.
(Tanıtım Bülteninden)

Kitabın Konusu:

Kitap, toplumsal bozulmayı küçük yaşta iken kendinden yaşça büyük biri ile evlenen Hatice hanımın hayatı üzerinden anlatmaktadır.

Kitabın Özeti:

Bu yüzden evlilikten kaçan ve nefret eden biridir. Temizlik hastası bir kadındır. Aşçı Mehmet: Hatice hanımın güvendiği ancak hırsızlıktan kaçınmayan biridir. Gülter: Hatice hanımın evlatlığıdır. Ancak Aşçı Mehmet ile beraber hırsızlık yapmaktadır. 

Hatice Hanım henüz 13 yaşındayken 66 yaşında bir hasta bir adamla evlenmiştir. Evlendikten kısa bir süre sonra kocasının ölümü üzerine dul kalmıştır. Kısa boylu biri olan Hatice hanım kocasının ölümüyle artık zengin biridir. Evlilik hatından tiksinen Hatice hanım bir daha evlenmeyi düşünmez. Yaklaşık on yıl süren evliliği sürecinde küçük yaşta kocasının hastalığına göğüs germiştir. 

Hatice hanım bir gün yaşlanacağını belirterek, genç bir adamla evlenmesini söyleyenlere evlenmek istemediğini söyler. Hatice Hanım evinde üç sadık hizmetkarı, aşçı Elen ve evlatlık oğlu Gülter ile Göztepe’deki köşkünde yaşamaya devam eder. Hatice Hanım, çok temizlik düşkünü, titiz ve dürüst biridir. Boyunun kısa olması nedeniyle topuklu ayakkabı giymektedir. Giydiği ayakkabıların sesi evin her yerinden duyulmaktadır. Ayrıca namus ve temizlik konusundaki hassasiyetini konaktaki hizmetçilerine de yansıtmıştır. Hizmetçilerin köşkteki uşaklarla görüşmesini istemez ve konağı her gün baştan aşağı temizlettirir. Hatice hanımın işi gücü teftiş olmuştur. Sürekli çalışanlarını kişisel temizliklerine, hareketlerine kadar inceliyor kendisi gibi olmalarını istiyordu. Yabancı kimse ile konuşmaz her seferinde çalışanlarına da kimseyle konuşmamalarını söylerdi. Çalışanları görünüşte onun gibi insanlardı.

Bolulu aşçı, Mehmet’i her gün tıraş ettirir ve onu beyaz elbise giymeye zorlar. Bir gün baş dönmesi şikayetiyle konağa doktor çağrılır. Doktor, Hatice hanıma ilaç vermez sadece düz ve yünlü ayakkabı giymesini tavsiye eder. Hatice Hanım bu tavsiyeye uyarak topuklu ayakkabılarını çıkarır ve baş dönmesi şikayetinden kurtulur. Ancak sadık olduğunu bildiği hizmetçileri bir anda hırsız ve sahtekar olur. Köşkteki diğer hizmetçilerle birlikte mahzenden çaldıkları malzemeleri ve et yemeklerini oturup yediklerine tanık olur.

Hırsızlıkların artması üzerine evdeki her şeyi kilit altına alır. Artık ortada kimsenin çalacağı bir şey yoktur. Bir gün sabah uyandığında aşağıda çalışanlarını uygunsuz bir şekilde görür. Gördüklerine inanamaz anında gözlerini kapatıp konuşmalarını dinler ve duyduklarına inanamaz. Konuşma arasında Hatice hanımın terlikleri yüzünden artık geldiğini duyamadıklarını kendilerini toparlayamadıklarını söylerler. Hatice hanım öfke ile çalışanların hepsini kovar, onların yerine gelen yeni çalışanlar da aynı eskilerle aynı çıkmıştır. Hatice hanım tekrardan topuklu ayakkabılarını giyer. Başı dönse de artık kafası rahattır.

29 Ağustos 2019 Perşembe

thumbnail

Sivrisinek (Ömer Seyfettin) Hikayesinin Kitap Sınavı Yazılı Test Soruları ve Cevap Anahtarı


1. Sivrisinek hikâyesinde yazar arkadaşıyla nasıl iletişim kurmaktadır? 

A) Telefon
B) Telgraf
C) Mektup
D) Telsiz

2. Yazara göre bir göreve gelmenin en önemli şartı nedir? 


A) Tahsilli olmak
B) Liyakat sahibi olmak
C) Dürüst olmak
D) Başarılı olmak

3. Hikâyedeki olay sivrisinek ile kimin arasında geçiyor? 

A) Bulut
B) Güneş
C) İnek
D) Rüzgâr

4. Arkadaşı yazara hangi konuda bir mektup yazmıştır? 

A) Üst makamdakilere kızgınlığı ve şikayeti
B) Başına gelen olaylardan duyduğu mutluluk
C) Devlet kademesinde önemli bir mevkiye getirilmesi
D) Uzaklara giden arkadaşına duyduğu özlem

5. Arkadaşından mektup gelen yazar nerede bulunmaktadır? 

A) Memleketinde
B) Bir köyde
C) Yurt dışında
D) Evinde

Cevap Anahtarı :

1-C     2-B     3-D     4-A     5-B
thumbnail

Sivrisinek (Ömer Seyfettin) Hikayesinin Özeti, Konusu, Tahlili

 

Hikayenin Adı : Sivrisinek

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

Sivrisinek Hikayesinin Özeti :

Şehrin karmaşasından bir köyün dinginliğine kaçmış bir adam burada huzurlu bir kırk gün geçirmiştir. Bir gün Efruz adlı bir arkadaşından mektup gelir. Arkadaşı mektubunda büyük adamlara ve üstadlara kızgınlığını dile getirmektedir. Onlardan şikayetlerini anlatmaktadır. Kendisi kadar eğitimi olmayanların kendisinden daha yüksek mevkiler işgal etmesinden şikayet etmektedir.

Yazar da ona yazdığı cevap mektubunda arkadaşının liyakat sahibi olmadığı için yüksek mevkilere gelemediğini yüzüne söyler. Bunu da bir hikâyeyle destekler:
Bir gün bir sivrisinek boyuna posuna bakmadan rüzgâra gülmüş, onunla eğlenmiş. Buna karşılık rüzgâr biraz kuvvetli esince sivrisinek can havliyle kendini bir çatı arasına zor atmış. Ama yine rüzgârla eğlenmeye devam etmiş. Rüzgâr bir fırtına hızına erişip çatıyı yerinden sökecek duruma gelip sivrisineği korkutsa da sivrisinek yine de ona karşı büyüklenmekten geri durmamış.

Yazar, arkadaşı Efruz'un bu hikâyedeki sivrisinek gibi acizlik içinde olmasına rağmen sürekli şikayet etmesini liyakatsizlik olarak görüyor. Ona bu davranışlarından vazgeçmesini tavsiye ediyor.
thumbnail

Külah (Ömer Seyfettin) Hikayesinin Kitap Sınavı Yazılı Test Soruları ve Cevap Anahtarı


1. Hikâyede çokça geçen "külah geçirmek" deyiminin anlamı nedir? 

A) Okumak
B) Dolandırmak
C) İftira atmak
D) Yalan söylemek

2. Hikâye kimlerin arasında geçmektedir? 

A) Molla - Hasan - Hacı
B) Sermet Bey - Hacı Hüseyin - Belkıs
C) Hacı Hüseyin - Mıstık - Molla
D) Hasan - Hüseyin - Mıstık

3. Mıstık, Molla için ne düşünmektedir? 

A) Ona sürpriz yapmayı
B) Onu öldürmeyi
C) Kayıp olan Molla'yı ortaya çıkarmayı
D) Onu dolandırmayı

4. Molla, Mıstık'ı hangi hayvanı kullanarak dolandırmıştır? 

A) Eşek
B) İnek
C) Dana
D) Koyun

5. Mıstık ne iş yapmaktadır? 

A) Kervancı
B) İşportacı
C) Hayvan ticareti
D) Çiftçilik

Cevap Anahtarı : 

1-B     2-C     3-D     4-A     5-C
Ömer Seyfettin Hikayeleri - Külah Hikayesini okumak için tıklayınız...
thumbnail

Perili Köşk (Ömer Seyfettin) Kitap Sınavı Yazılı Test Soruları ve Cevap Anahtarı


1. Köşkü kiralayan kişinin adı nedir?

A) Hacı Niyazi efendi
B) Sermet Bey
C) Saffet Bey
D) Bekçi Ali efendi

2) Sermet Bey köşkü kiralamak istediğinde bekçi bu evi niçin önermemiştir?

A) Köşk çok eskiymiş
B) Kirası çok pahalıymış
C) Köşk çok küçükmüş
D) Köşkte peri varmış

3) Sermet Bey’in toplam kaç kişilik bir ailesi vardır?

A) 5
B) 8
C) 12
D) 15

4) Aşağıdakilerden hangisi köşkün özelliklerinden değildir?

A) Pembe renklidir.
B) Bahçesi bakımsızdır.
C) Geniş balkonları vardır.
D) Küçük bir ormanının önündedir.

5) Sermet Bey aşağıdakilerden hangisiyle algıladıklarına gerçekten inanırmış?

A) Gözüyle gördüklerine
B)Kulağıyla duyduklarına
C) Mantığıyla kavradıklarına
D) Eliyle dokunduklarına

6) Aşağıdakilerden hangisi perinin yaptıklarından değildir?

A) Köşk halkına görünmek
B) Korkutucu sesler çıkarmak
C) Köşke doğru büyük taşlar atmak
D) Köşkün camlarını kırmak

7) Aşağıdakilerden hangisi Niyazi Bey’in kendi oyurduğu köşkün özelliklerinden değildir?

A) Bakımsız bir köşktür.
B) Kırmızı renklidir.
C) Yeşil bir kapısı vardır.
D) Bahçesinde badem ağaçları vardır.

8) Niyazi Efendi vakıflar memurluğunu bıraktıktan sonra nasıl geçinmeye başlamıştır?

A) Emekli maaşı alarak
B) Çiftçilik yaparak
C) Ev alıp satarak
D) İmamlık yaparak

9) Aşağıdakilerden hangisi Sermet Bey’in ailesinin özelliklerinden değildir?


A) Eğlenceye düşkündürler
B) Sürekli akrabalarından misafirleri bulunur
C) Kalabalık bir ailedir
D) Akşam olmadan erkenden ailece yemeklerini yerler

10) Sermet Bey’in karısı ne iş yapmaktadır?

A) Dans dersi verir.
B) Piyano dersi verir.
C) Matematik dersi verir.
D) Bir şirkette sekreterlik yapar.

11) Bahçede bir peri gezindiğini ilk önce kim gördü?

A) Evin hizmetçisi
B) Sermet Bey
C) Sermet Bey’in karısı
D) Sermet Bey’in annesi

12) Sermet Bey periye dokunabilmek için nereye saklandı?


A) Bahçedeki ahıra
B) Bahçedeki bir çukurun içine
C) Bahçe duvarının dibine
D) Korudaki bir ağacın dalına

13) Sermet Bey arkasında yetişip periye dokununca aşağıdakilerden hangisi olmuştur?

A) Peri kaybolmuştur
B) Peri arkasına dönüp Sermet Bey’i kovalamaya başlamıştır
C) Peri, Sermet Bey’den korkup kaçmaya başlamıştır
D) Peri bir kuşa dönüşüp uçup gitmiştir

14) Sermet Bey köşkteki hayalin peri olmadığını nasıl anlamış?

A) Sermet bey akıllı bir adammış.
B) Peri çok hızlı kaçıyormuş.
C) Sermet bey hayale dokununca kaybolmamış.
D) Hayalin üzerinde beyaz bir giysi varmış.

15) Hacı Niyazi Efendi niçin peri gibi görünüp köşktekileri korkutuyormuş?

A) İnsanları korkutmak hoşuna gidiyormuş.
B) Evin kirasını üç yıllık peşin aldığı için
C) Köşkünü kimseyle paylaşmak istemiyormuş.
D) Peri kılığına girmek en büyük zevkiymiş.

16) Hacı Niyazi Efendi nasıl biridir?

A) Dindar ,çok dürüst biridir.
B) Dindar görünen, insanları aldatan, para canlısı biridir.
C) Yardımseverdir.
D) Korkak ve tembel biridir.

17) “Perili Köşk” hikayesinden hangi sonucu çıkaramayız?

A) Hangi şartlarda olursa olsun hiçbir şekilde bazı değerlerin arkasına sığınıp çıkarlarımızı ön
planda tutmamalıyız
B) Hangi konuda olursa olsun kendi gözlem ve bilgimiz olmadan öne sürülen söylentilere,
iddialara inanmamalıyız
C) Para canlısı bazı dolandırıcıların kurmuş oldukları tuzaklara düşmemeliyiz
D) Beğendiğimiz her evi hemen kiralamamalıyız.

18) Sermet Bey, Hacı Niyazi Efendi’ye nasıl bir ceza vermiştir?

A) Polise şikayet etmiştir.
B) Bütün mahalleye perinin kim olduğunu söylemiştir.
C) Köşkü altı yıllığına parasını vermeden yeniden kiralamıştır.
D) "Ne halin varsa gör." demiştir.

Cevap Anahtarı :

1-B       2-D      3-C      4-A      5-D
6-B       7-A      8-C      9-D      10-B
11-A    12-D    13-C    14-C     15-B
16-B    17-D    18-C

Ömer Seyfettin - Perili Köşk hikayesini okumak için tıklayınız...
thumbnail

Kaşağı (Ömer Seyfettin) Kitap Sınavı, Yazılı Test Soruları ve Cevap Anahtarı


1. Aşağıdakilerden hangisi metni anlatan çocuğun yaşadığı evin özelliklerinden değildir?

A) Evlerinin yanında bir ahır vardır.
B) Evlerinin civarında bir dere vardır.
C) Evlerinin bahçesinde kestane ağaçları vardır.
D) Bir apartman dairesidir.

2. Metni anlatan çocuğun kardeşinin adı nedir?

A) Hüseyin
B) Hasan
C) Dadaruh
D) Ayşe

3. Hikayeyi anlatan çocuğun babasının seyisinin adı nedir?

A) Dadaruh
B) Hasan
C) Hüseyin
D) Ayşe

4. Aşağıdakilerden hangisi çocukların seyisle beraber yaptıklarından değildir?

A) Atlarla beraber doğa gezilerine çıkmak
B) Atları suya götürmek
C) Atlara binmek
D) Atlara tımar yapmak

5. Hikayeyi anlatan çocuğun tımar yaptığı atın adı nedir?

A) Pamuk
B) Dadaruh
C) Tosun
D) Yılkı

6. Hikayeyi anlatan çocuk kimsenin evde olmadığı bir gün tımar yapmak istedi ve kaşağıyı …………….. buldu. Gösterilen boşluğa aşağıdakilerden hangisi gelmeli?

A) Evde
B) Bahçedeki yalakta
C) Atın yanında
D) Yatağın altında

7. Hikayeyi anlatan çocuğun annesi neden evde değildir?


A) Öldüğü için
B) İstanbul’a gittiği için
C) Babasından ayrıldığı için
D) Yetiştirdikleri atları satmaya gittiği için

8. Aşağıdakilerden hangisi çocuğun ararken bulduğu kaşağının özelliklerinden değildir?

A) Parlak renklidir
B) Hemen her gün kullanılan bir kaşağıdır
C) Çok eski bir kaşağıdır
D) Yeşil bir sandığın içindedir

9. Tımar yaparken at rahat durmayınca çocuk ne yapıyor?

A) Tımar yapmaktan vazgeçiyor
B) Kaşağının keskin dişlerini köreltiyor
C) Başka bir kaşağı aramaya başlıyor
D) Sinirden ata daha fazla zarar veriyor

10. Çocuk kaşağıyı nereye atıyor?

A) Yalağın içine
B) Sandığın içine
C) Yemliğin içine
D) Kovanın içine

11. Çocuğun attığı kaşağıyı kim buluyor?

A) Dadaruh
B) Babası
C) Hizmetçi
D) Hasan

12. Çocuk babası ona sorunca kaşağıya kimin zarar verdiğini söylüyor?

A) Dadaruh’un
B) Hasan’ın
C) Hizmetçinin
D) Kendisinin

13. Çocuğun kaşağıyı Hasan’ın attığını söylemesi davranışına ne denir?

A) Dürüstlük
B) Yaramazlık
C) Yalakalık
D) İftira

14. Çocukların evindeki hizmetçinin adı nedir?

A) Hasan
B) Dadaruh
C) Ayşe
D) Pervin

15. Hikayede aşağıdakilerden hangisi olmamıştır?

A) Babası Hasan’a bir tokat vurmuştur.
B) Hasan evde hapis cezası almıştır.
C) Annesi de Hasan’a çok kızmıştır.
D) Hasan, atların ve tayların durumunu ağabeyinden öğrenmektedir.

16. Hasan hangi hastalığa yakalanmıştır?

A) Suçiçeği
B) Kuşpalazı
C) Kızamık
D) Bronşit

17. Çocuk, kardeşi hastalandıktan sonra neden uyuyamıyor?

A) Vicdan azabından
B) Yatağı değiştiğinden
C) İlaç kullandığından
D) Gürültüden

18. Çocuk suçunu ilk önce kime itiraf ediyor?

A) Hizmetçiye
B) Hasan’a
C) Babasına
D) Seyise

19. Çocuğun uyayamadığı gecenin sabahında aşağıdakilerden hangisi oluyor?


A) Hasan’ın hastalığı geçiyor
B) Çocuk babasına gerçeği söylüyor
C) Hasan ölüyor
D) Çocuk vicdan azabına dayanamayıp evden kaçıyor

20. Çocuk aşağıdaki duygulardan hangisine sahiptir?

A) Kıskançlık
B) Pişmanlık
C) Karamsarlık
D) Kızgınlık


Cevap Anahtarı :

1-D      2-B      3-A      4-A      5-C
6-D      7-B      8-C      9-B      10-A
11-B    12-B    13-D    14-D    15-C
16-B    17-A    18-A    19-C     20-B

Kaşağı (Ömer Seyfettin) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili, Kişiler için tıklayınız...

27 Ağustos 2019 Salı

thumbnail

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Zeytin Ekmek


Hikayenin Adı : Zeytin Ekmek

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

Vermeyince Mabut, neylesin Mahmut?
Atasözü

Genç, beyaz, gürbüz kadın, tıpkı zalim âşığının hışmına uğramış evvel zaman cariyesine benziyordu... Soluk basma entarisi parça parçaydı. Gür, kıvırcık, kumral saçları, mermer kadar beyaz omuzlarına dökülmüş, celladını bekleyen bir masum gibi, derin derin düşünüyor; çürük kafesli, çarpık cumbadan sokağa bakıyordu. Zeynep Kâmil Hastanesi'ne inen bu yol pek tenhaydı. Komşu duvarların üstünden aşan bahar çiçekleriyle süslenmiş sık dallar, bozuk kaldırımlara, ince tül gölgelerini yaymışlardı. Saçaklarda, kırık kiremitler arasındaki yuvalarının insani sefaletini duymayan mesut serçeler, sanki başka bir bayramın zevkini sürüyorlarmış gibi cıvıldıyorlar, uçuşuyorlar, sevinçlerinden kaplarına sığamıyorlardı. Genç, beyaz, gürbüz kadın birdenbire,

— Aaa...

Diye haykırdı.

Kalçalarını sarsan hızlı bir hareket ile toplandı. Dizlerinin üzerine kalktı. Sonra dirseklerini pencerenin kenarına dayadı. Canlanarak, uzandığı dayanağından birdenbire doğrulmuş bir heykel kadar bediî ve şirindi. Seslendi:

— Sabire, Sabire!

Sokaktan geçen iki şık kadın hemen durdu. Uzun boylusu, biraz şaşkın, sesin geldiği tarafı aradı. Siyah kaşlarını çatarak cumbaya baktı. İnce şifon çarşafının altında şekli görünen uzun oyluğuna altın el çantasını vurarak sordu:

— Kim o?
— Ben.
— Sen kimsin ayol?
— Naciye!

Altın çantayı avuçlarına aldı. Asabi asabi sıktı. İyice cumbaya döndü. Tekrar sordu:

— Hangi Naciye?
— Bahtiyar Efendi'nin kızı!
— Hangi Bahtiyar Efendi'nin?
— Sandık emini Bahtiyar Efendi'nin.
— Ne!
— Ya...

Bir an öyle kaldı. Bu yer odasının kopuk, perişan kaplamalarına baktı. Kırık camlara gazete kâğıtları yapıştırılmıştı.

— Ayol burada ne arıyorsun?
— Hiç.
— Ne demek hiç?
— Evimiz işte!
— Eviniz mi?
— Evet.

Uzun boylu kadının yanındaki de şaşırmıştı. Birbirlerine bakıştılar. Bir şaka işitmiş gibi gülümsediler. Uzun boylu, cumbadakine,

— Yalancı seni! Aç bakayım kapıyı!.. Ben senin burada ne aradığını anlarım, dedi.

Üzerine mahalle çocuklarının tebeşirle kuş resimleri yapmış oldukları çürük kapıya yaklaştı.

Sabire ile Naciye çocukluk arkadaşıydılar. Balkan bozgunu başladığı zaman, aynı kazada, birisinin babası hâkim, birisininki sandık eminiydi. Kaçarken birbirlerini kaybettiler. İşte altı sene sonra yine karşı karşıya geliyorlardı. Fakat Sabire, Naciye'nin üstünü başını görünce,

— Bu ne hâl kız! Sana kuduz köpek mi saldırdı? Diye haykırdı.

Naciye de, onun şık siyah çarşafına, açık boynundaki iri zümrüt taşlı platin pantantifine, elindeki büyük altın çantaya bakarak şaşıyordu. Hâlinden birdenbire sıkıldı:

— Fakirlik, diyebildi.

Sabire, gözlerini etrafa bir gezdirdi. Sıvaları dökülmüş bölmeler, kaplamasız tavan, buraya ahırdan bozma, sefil bir kümes manzarası vermişti. Yanındakine döndü,

— Ne kadar güzel değil mi? Dedi.
— Maşallah.
Bu kendinden biraz yaşlıca, fakat daha şık, daha kokot bir kadındı, kumral yüzünde bir Çerkez gururu vardı. Bu kadar berbat bir eve girmeyi gereksiz görüyor gibi kapıdan bakıyor, içeri giremiyordu. Şaşkın bir suskunluk içinde, üç kadın, birbirini tekrar süzdüler. Sabire, içinde,gayri ihtiyârî bir merhamet sedası duyulan şefkatli bir sesle,

— Vah Naciye, vah...dedi. Annen nerede?
— Öldü.
— Baban?
— O da öldü.
— Kardeşin?
— O da öldü.
— Ee, sen burada ne oturuyorsun?
— Burası kocamın evi.
— Kocanın evi mi?
— Evet.
— Neci bakayım, kocan?
— Duvarcıydı, ama şimdi asker.
— Nerede?
— Burada. Haydarpaşa'da. Amele taburunda.

Tekrar sustular. Zavallı kız, bu şık hanımları tek odacığına çağıramıyordu. Fakat Sabire, zenginlere, kibarlara mahsus o gaddar tevazuyla güldü:

— İçeri girelim, seninle konuşalım, dedi. Vah Naciye, vah... Kız, sen ne talihsizmişsin.
— Buyurun.

Sabire, arkadaşı hanıma döndü:

— Gel azıcık oturalım. Gördün ya şu kızı.... Bu kadar güzel bir kadına rastgeldin mi? Allah aşkına söyle. Şu saçlara bak.. Bu kıvırcıklar doğal. Öyle yapma değil, dikkat et Allah aşkına...

Ciddi kadın gülümsüyor,

— Maşallah, maşallah, diyordu.

Dar, pis, karanlık, toprak döşeli sofayı geçtiler. Odaya girince fakirliğin sefaleti, bu iki kadını donmuş gibi dimdik bıraktı. Bir yerde oturamıyorlar, oturacak yer bulamıyorlardı. Naciye bütün bütün büzülmüştü. Sanki bu sefalet kendi cinayetiymiş gibi önüne bakıyor, utanıyor, sıkılıyor, kızarıyordu. Köşede yırtık bir hasırın üstüne birkaç yatak yığılmıştı. Hasırın ucunda bir gaz sandığı vardı. Büyücek bir testi, yanında bir vesika ekmeği, yeşil bir çanak dolusu zeytin duruyordu. Cumba ile perdesiz pencerenin önündeki tahtadan sedirin üstüne ince, eski bir yol keçesi örtülmüştü.

Naciye, "Buyurun! Temizdir!" diye burasını gösterdi.

İki kadın tahta sedire iliştiler. Arkadaşı, basık tavana, badanasız duvarlara bakarken, Sabire, eski çocukluk arkadaşıyla yine konuşmaya başladı:

— Şöyle yanıma gel bakayım.
— Gel otur yanıma!
Naciye de sedire oturdu.
— Ne oldu sana böyle kız?
— Talih işte!

... Yavaş yavaş anlatmaya başladı. Babası Selanik'te hastalanmış, İstanbul'a geldiklerinin ayında ölmüştü. Annesiyle Üsküdar'da bir oda tutup, başlarını sokunca, yine hastalık peşlerini bırakmamıştı. Annesi de zatürreden ölmüştü. Naciye yalnız kalınca, ev sahipleri olan dul kadın, haline acımış, ona çarşıya gidip bekâr odalarından bir kocacık buluvermişti. İşte dört senedir onunla yaşıyordu, bu adamcağız iyiydi, fakat çok fakirdi. Muharebeden evvel bir mecidiye gündelikle yapılarda çalışıyordu. Asker olunca, Naciye'ye otuz kuruş maaş bağlanmıştı. Eve izinli geldiği akşamları, bazı karavana çorbası da getiriyordu.

— Allah'a çok şükür, geçinip gidiyoruz! deyince, Sabire coştu:
— Bu haline şükrediyorsun ha?..
— Elhamdülillah!
— Kız, sen budala imişsin! Gece gündüz, vesika ekmeği... Katık zeytin... Sonra üstüne de dua ha?
Birden yaşlı, kumral kadına döndü.
— Gördün ya, Füsun Hanım, Allah'ın ne iyi kulları var, dedi.

İkisi de Naciye'ye tereddütlü gözlerle bakıyorlardı. Açlık, sefalet içinde bu renk, bu güzellik, bu vücut nasıl dayanıyor, solmuyordu. Kendileri, zenginler, bol yemeklerle, şırıngalarla, şaraplarla kansızlıktan kurtulamıyorlardı. Naciye sıkılarak,

— Senin baban nerede? diyebildi.
Sabire,
— Bilmiyorum. Dışarlarda bir yerlerde! dedi.

Naciye, şık kadının ta gözlerinin içine baktı.

— Annen?
— O da beraber...
— Sen?
— Ben mi? Uzun hikâye! Evvela, bir zâbitle evlendim. Sonra ayrıldık.
— Şimdi kiminle oturuyorsun?
— Akrabalarımla.

Fakat Naciye, Sabire'nin İstanbul'da akrabaları, hem de zengin akrabaları olduğunu bilmiyordu. Zaten o da kendi gibi Rumeliliydi. Fakat daha ziyade sormadı. Sustu. İki kadın onun güzelliğine şaşıyorlar, gür saçlarını okşuyorlardı. Sabire dayanamadı. Basma entarinin altında parlayan ensesini tuttu, boynundan öptü. Naciye utanıyordu. İki kadın, talihin bu güzel vücuda nasıl musallat olduğuna kızıyorlar, çirkin zenginlerden bahsediyorlardı.

Sabire,

— Refika'yı düşün Füsun! O kazık kadar karı... Köşklerde, otomobillerde! İnsan yüzüne bakmaya korkar. Bir de şu Naciye'ye bak! Acaba Cemil, öyle bir kadını rüyasında görse ne yapar?

— Gözlerine inanmaz!
— Vallahi inanmaz...

Sabire, yanında kızaran, sefaletinin mahcubiyeti, zenginliğin şaşaası karşısında bunalan, biten Naciye'ye,

— Doğru söyle, ayda yalnız otuz kuruşla mı geçiniyorsun? diye sordu.
— Geçen sene asker dikişi de dikiyordum. Bu sene bulamadım.
— Vah zavallı!
— İnanamıyorum. Nasıl yaşarsın!
— Bayağı!
— Canım, nasıl yaşarsın? Otuz kuruşla küçük bir kanarya geçinemez.
— Kocam, her hafta ne yapıp yapıyor, yarım okka zeytin getiriyor. Ben de idare ediyorum.

Buna Sabire ile Füsun inanamıyorlardı. Evlerindeki hizmetçilerin vesika ekmeği yemediklerini hatırlıyorlar, acı acı gülüyorlardı.

Füsun,

— Ne diyeyim, dünya işte bu! diye başını salladı. Demek o ekmek de yeniyormuş. Vallahi bizim Bobi'ye verdik, yemedi. Hem de kızdı. Öyle acı acı havladı ki... Kudurdu sandık...

Sabire sinirli bir hareketle,

— Ben seni burada bırakmam vallahi Naciye! diye haykırdı. Haydi kalk...
— Nereye!..
— Bize gideceğiz...
— Aaa, nasıl olur?
— Nasıl olacak, bayağı!
— Kocamdan izin almadan...
— Haydi, deliliği bırak, gel bir gece bizde kal. Ye, iç sonra bak bir daha buraya dönebilir misin?
— A, aaa...
— Haydi, haydi diyorum.

Naciye'nin evden çıkıp izinsiz bir yere gitmeyi aklı almıyordu. Vâkıâ, kocası bu gece gelmeyecekti. Fakat nasıl olurdu? İki kadın ona acıyor, dört senedir kulübesinde sıcak yemek pişmediğini duydukça, üzüntülerinden ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Kendileri bugün araba ile Kadıköy'den buraya bir aşçı aramaya gelmişler, bu kadının evini bulamamışlardı. Evdeki aşçı, hizmetçilerle geçinemiyordu. Onun için savmak istiyorlardı. Füsun, bu akşamki, yemeklerden başladı. Yaptırdığı tatlıları söylüyordu. Şaraptan, şampanyadan bahis açtılar. Naciye, çocukluk arkadaşının her sofrada kırk liralık şampanya içtiğini duyarken, kulaklarına inanamıyor, tatlıların, böreklerin, külbastıların hikâyesiyle midesi uyuşur gibi oluyordu. Onlarla konuştukça, kendi talihsizliği, sefaleti gözünde daha ziyade büyüyor, felaketinin birdenbire farkına varıyordu. İçinden, "Bir gecelik misafirlik! Ne olur? Bari doya doya bir yemek yerim!" diyordu. Yıllar vardı ki, ta bozgundan beri tatlıya, böreğe hasretti. Hatta zeytinden peynirden başka bir şeyin tadını unutmuş gibiydi. Dayanılmaz bir yemek hasretinin sarsıcı nöbetleri onu hıçkırtmaya başladı. Sabire'ye bu gece gidecekti. Fakat üstü başı yoktu. Sıkıla sıkıla bu mazereti söyledi. Füsun'la Sabire birbirlerine bakıştılar. Sabire,

— Naciye'yi alır, Doğancılar'a Muazzez Hanım'a gideriz. Onu bir güzel giydiririz. Muazzez de iridir. Etekleri, çarşafı Naciye'ye tam gelir! Dedi.

Füsun,

— Vallahi iyi akıl ettin. O deliyi de, bugün bize götürürüz, cevabını verdi.

Kalktılar. Naciye, sabahtan beri bir şey yememişti. Son derece acıkmadan vesika ekmeğiyle zeytini midesine indiremiyordu. Artık dört senedir zavallıya bir tiksinme gelmişti. Naciye'nin yemek, aşçı, tatlı, börek laflarıyla hayali alevlenmişti. Artık bir şey düşünemiyor, "Ah, bu gece kimbilir neler yiyeceğim?" diyordu. Birdenbire evine gelen bu talihli arkadaşının nasıl zengin olduğunu muhakeme edemiyor, dimağında sabit bir fikri, altın bir sofra gibi doluyor, ağırlaşıyordu. Gayri ihtiyarî gözünün önüne beyaz örtülü bir masa geliyor, bu hayali masanın üstünde dumanlı külbastılar, hoşaflar, tepeleme pilavlar, kompostolar, dondurmalar görüyor gibi oluyordu. Daldığı yemek hülyasıyla tamamıyla sersemlemiş gibiydi. Onlar kalkınca, o da meçhul bir sevinçle doğruldu, yatağın arasından eski, yamalı, siyah yünden bol bir çarşaf çıkardı. Utana utana giydi. Sabire ona bakıyor, bakıyor,

— Allahaşkına Füsun, bir kere şuna bak! Bu paçavraların içinde bile sultan gibi durmuyor mu? diyordu.

Kapıdan çıktıktan sonra çok yürümediler. Küçük caddenin önünde bir araba onları bekliyordu. Binerken Sabire arabacıya,

— Doğancılar'a çek! Dedi.

Naciye karşılarına oturdu. Yolda hep eğlenceden, esvaptan, modadan konuştular. Fakat Naciye pek bunları dinlemiyor, bu akşam bir zengin yemeği yiyeceğini hayal ediyordu. Ötekiler hep onun güzelliğine bakıyor, kollarını tutuyorlardı.

Füsun,

— Naciye Hanım'ın elleri de bozulmamış... diyordu. Sanki her gün sütle yıkanmış gibi...

Hakikaten Naciye'nin elleri, kolları son derece güzeldi. Her akşam mahalle çeşmesinden taşıdığı soğuk sularla bol bol yıkanırdı. Sabun çok pahalı olduğu için kirlenmekten korkar, kara kışta abdestini soğuk suyla alırdı. Beyaz boyalı büyücek bir evin önünde arabayı durdurdular. Bu ev, bu mahallenin eski ahşap, boyasız evleri arasına misafirliğe gelmiş yabancı bir konağa benziyordu. Kapıyı gayet beyaz önlüklü bir kız açtı. Sabire sordu:

— Hanım evde mi, Eleni?
— Evde.
— Haydi, geldiğimizi haber ver.
— Buyurun...

Mermer döşeli bir taşlığa girdiler. Hizmetçi kız koşarak yukarı çıktı. Merdivenlerden çıkarlarken deli gibi bir kadın onları karşıladı.

— Ah hainler! Nereden estiniz böyle...

Evvela Füsun'a sarıldı. Sonra Sabire'yi kucakladı. Öpüştüler.

— Nereden estik, bil bakalım?
— Bilmem... Gece burada mısınız?
— Hayır.

Bu, fazla boyanmış, oldukça yaşlı, oldukça güzel, yorgun bir kadındı. Büyük gözlerine kuyruklu sürmeler çekmişti. Naciye'ye baktı. Sonra gözlerini kapayarak misafirlerine sordu:

— Bu tebdil hanım da kim?
— Tebdil değil, kendi üstü başı...
— Eğlenmeyiniz.

Sabire yemin ediyordu.

— Vallahi tebdil değil! Senden giyecek; etek, çarşaf, ayakkabı almaya geldik. Bu gece bizim misafirimiz!
— Yalan, yalan...
— Vallahi diyorum...

Kadın, kızaran Naciye'ye bakıyor, inanamıyordu. Bir erkek tavrıyla,

— Ne güzellik yahu! diye haykırdı.

Hepsi birden tekrar dönüp Naciye'ye baktılar. Füsun,

— Giyinsin de, siz ona o vakit bir bakın!

Geniş bir yatak odasında, gayet büyük bir aynalı dolabın karşısında, üç kadın Naciye'yi soydular. Onu çıplak görünce deli oluyorlardı. Ev sahibi Muazzez, ellerini oyluklarına vuruyor,

— Ah yarabbi, erkek olsaydım! diye haykırıyordu.

Şık, beyaz ipekten, gayet ağır bir elbise giydirdiler. Çoraplarını giydirirken ayaklarının, bacaklarının beyazlığı, güzelliği onlara çığlık attırıyordu. Saçlarını kaldırdılar. Bu kumral, kıvırcık, parlak saçlar o kadar çoktu ki... Sahte kıl koymaya hacet bırakmıyordu. Sonra hemen oraya, şezlonga oturarak eserlerine hayran kalan sanatkârlar gibi, süsledikleri bu vücudu seyre daldılar. Naciye bir şey söyleyemiyor, gülümsüyor, güzelliği için söylenen sözleri biraz mübalağalı buluyor, "Acaba sahi mi?" gibi yan gözle, yavaşçacık, aynadaki hayaline bakıyordu.

Hizmetçi kız, gümüş bir tepsi içinde çay getirdi. Küçük bir mangalın başına mavi, ipek kaplı sandalyeleri çektiler, oturdular. Naciye'yi de karşılarına oturttular. İnce yaldızlı cigaraları yaktılar. Hep erkeklere dair konuşuyorlardı. Naciye dinliyor, saf bir kadın düşüncesiyle içinden "Galiba bunlar kötü" diyordu. Fakat, işte ne kadar zengindiler! Giydikleri ipek, oturdukları ipekti. Ayağının altında yumuşaklığını duyduğu parlak, pembe halı da hiç şüphesiz ipekliydi. Kim bilir sofraları nasıldı? Gümüş tepsinin üzerinde altın kakmalı şeker kutusuna bakıyor, sabahtan beri ağzına hiçbir şey atmamış bir oruçlu muhayyilesiyle külbastılar, pilavlar, tatlılar, börekler düşünüyordu. Yine hıçkırmaya başladı. Evet, bu akşam o da bu sıcak, bu yağlı yemeklerden yiyecekti. Hıçkırırken sarsılıyor, sanki bu gayri ihtiyarî hal büyük bir ayıpmış gibi utanıyordu. Hıçkırığını tutmaya çalışırken sanki kulakları yeni açılmış gibi, Sabire ile arkadaşlarının sözlerini duyuyordu:

Biri diyordu ki:

— Rıza, bu kıza bir gece için bin lira verir.

Muazzez reddediyordu:

— Vermez! Pis, kurum satar, ama paraya gelince cesareti yoktur.
— Miloviç'e on bin lira vermiş!
— O başka...
— Niçin başka!
— İnat üzerinedir belki..
— Ey, Hacı İbrahim görse ne yapar?
— İşte ondan korkarım. Para vermez, ama o saatte köşk filan almaya kalkar.

Naciye, pahasından bahsolunan kızın kendisi olduğunu anlayınca kalbi çarpmaya başladı. İşte onu, ihtimal bu gece, birisine peşkeş çekeceklerdi. Aniden kalkıp soyunmak, yine kendi paçavralarını giymek, koşa koşa evine kaçmak istedi. Kımıldadı. Ona da bir cigara yaktırmaya çalışıyorlardı.

— İçmem, vallahi! dedi.

Israr etmediler. Fakat bu ipek esvaplar içinde o kadar rahat etmişti ki, kolundaki pembe tül, tarif olunmaz bir lezzetle cildine dokunuyordu. "Bir geceden ne olur? Hemen birisinin kucağına atmazlar ya... Bu akşam biraz sıcak yemek yerim, yarın erkenden yanlarından kaçarım!" diye düşündü. Midesi tıpkı bir kalp gibi atıyordu. Yine onların sözlerini duymuyor, dört senedir hasret kaldığı etleri, tatlıları, muhallebileri hatırlıyordu. Karnı fena hâlde acıkmıştı. Şimdi kalkıp kaçsa, evinde ne yiyecekti? Gözünün önüne odasında, gaz sandığındaki yeşil çanak geldi. Bu siyah zeytinler sanki birer azap aletiydi. Vesika ekmeğini çiğniyor gibi, bir an dişleri gıcırdadı... Yutkundu. Ne olursa olsun, bu gece, bunlarda kalacaktı. İçinden, "Yemek için... Yemek için..." diyor, tehlikede kalacak namusunu aklına getirmek istemiyordu. Sabire, Füsun, Muazzez yapacaklarını ondan gizlemiyorlar, kendini birtakım beylere göstererek hepsini deli edeceklerini söylüyorlardı.

Muazzez,

— Hemen arabaya binin. Dört vapuruna yetişin! Moda'da dolaşın. Mutlaka birine rastgelirsiniz... diyordu.

Kalktılar. Çarşaflandılar. Naciye'ye de siyah ipekten bir çarşaf giydirdiler. Eline kadifeden, altın kenarlı, şık bir çanta verdiler. Sonra uzun uzun öpüşmeye başladılar. Muazzez, Naciye'yi de öptü. Kapıya kadar hepsini indirdi. Sabire ile Füsun, bu sefer Naciye'yi karşılarına almadılar. Sıkıştılar. Ortalarına oturttular. Arabayı kuvvetli atlar, tenha yolda uçuruyordu. Naciye, yine yemek hülyalarına dalmıştı. Sabire ile Füsun'un konuştuklarını duymadan işitiyordu. Haydarpaşa'da deniz kenarından geçerlerken etrafına görmez nazarlarla bakıyordu. Kadıköy'ü hiç bilmezdi. Üsküdar'ın, mahallesinin harap evlerine alışan gözleri, temiz parke döşeli sokakları yabancı görüyor, kâgir binalara bakarken, kendini bir ecnebi memleketinde sanıyordu. Yolda gayet şık beyler, onlara eliyle selam veriyorlardı. Araba nihayet bir meydanlıkta durdu. Burası yüksek bir yerdi. Âdeta bir seyir yeri gibi kalabalıktı. Kenarında büyük ağaçlar vardı. Ağaçların arkasında nihayetsiz deniz görünüyordu. Başka arabalar da duruyordu. Kadınlarla erkekler karmakarışıktı. Geziyorlar, konuşuyorlar, gülüşüyorlardı. Naciye, etrafına bakarken birdenbire Sabire'nin birisiyle konuştuğunu duydu. Başını çevirdi. Bu siyah, kesik bıyıklı, zayıf, sarışın bir gençti. Ayağında beyaz pantolon, arkasında lacivert bir ceket vardı.

— Allah aşkına bu kim, diyor, Sabire gülüyordu.

— Bilmem! Yanımıza binmiş işte.

Naciye kulak kabarttı. Gencin gözlerine gözleri rastgelince ürkmüş gibi yüzünü Füsun'dan tarafa çevirdi. Bu kadın gayet ciddi duruyor, delikanlıyı görmemiş gibi davranıyordu.

— Allah aşkına söyle, kim?
— Bir insan işte...
— Melâike be...
— Ne zannettin?— Kuzum Sabire, tanıştır...
— Erkekle konuşmaz yavrum. O bize mahsus...
— Allah aşkına diyorum.
— Bize gel bu gece.
— Siz kalabalıksınız. Biliyorsun ya, ben artık içemiyorum. Siz eğlenirsiniz. Son vapurla geldim. Karnım da tok. Sonra aranızda ben seyirci kalırım.
— İyi ya işte, seyirci kal.
— Yağma mı var?
— Ey, sen de bu peri kızını al götür, yağma mı var?
— Sabire, aksilik etme. Bizimkiler bir haftadır Büyükada'da. Köşkte kimseler yok. Bu fırsat bir daha ele geçmez. Takdim et, şunu bana; birkaç gün sayende yaşayayım...

Çok yavaş konuşuyorlardı. Fakat Naciye, kalbinin sesiyle beraber ikisinin sözlerini, noktası noktasına işitiyordu:

— Benim sayemde yaşarsan, bana ne yaparsın?
— Sen söyle! Ne istersin!
— Hayır söylemem!
— Şimdi sana yüz lira veririm...
— Daha çık! Daha çık!
— Yüz yirmi.
— Bitpazarı'nda mısın yahu! Neden kuruş kuruş çıkarsın.
— Yüz elli Sabire!
— Çık, çık! Gözünün önüne o kart Miloviç'i getir de, sonra dikkatle istediğin kıza bir bak. Çık bakayım biraz.
— İki yüz...
— Ona ne vereceksin!
— Sen karışma.
— Söyle, söyle.
— Vallahi Sabire, ben ömrümde böyle güzel görmedim. Belki kapatırım, yahut alırım.
— Haydi defol oradan, üç senedir her gördüğünü kapatmaya kalkarsın. Biliyorsun ya, beni de öyle altı ay kadar aldatmıştın.
— Ama bu pek güzel!

Âdeta kendi üzerine pazarlık ediyorlardı. Canı sıkıldı, yine arabadan atlayıp kaçmak aklına geldi. Fakat nereye gidecekti. Açlıktan içi bayılıyordu. Evini hatırladı. Dişini sıktı. Yine yemek kokuları duyar gibi oldu. Sabire ile konuşan genç, onları gezmeye davet ediyordu. Füsun'a rica etti. Arabadan indiler. Sabire, garip bir acele ile geri döndü.

— Çocukluk arkadaşım Naciye Hanım! dedi.

Naciye'ye de,

— Paşa babasının paralarını bol bol yiyen Fasih Bey... derken, iki kat oldu.

Şaşalayan Naciye gülümsedi. Kalabalığa kapıldılar. Dolaşmaya başladılar. Yeldirmeli kadınlar, gençler hep onlara bakıyorlardı. Bu dolaşma epeyce sürdü.

Naciye'nin karnı o kadar acıkmıştı ki... Âdeta midesinde bir sızı duymaya başladı. Gözlerinin önünde siyah siyah lekeler uçuyordu. Güneş ağaçların arkasında kayboluyor, denizin sonunda gök, pembe, kırmızı bulutlarla doluyordu. Kalabalığın içinde bazı bisikletli çocuklar da geçiyorlardı.

Sabire,
— Haydi, artık çocuklar, gidelim, dedi. Yoruldum. Bu gece ziyafetimiz de var. Bizi beklerler.

Füsun sordu:
— Fasih Bey de gelecek mi?
— Sor kendine. Gelmiyor.

Fasih cevap verdi:
— Beni affediniz efendim.

Sabire,
— Fasih! Bu gece bizde kalabalık çok, Naciye gürültüye alışmamıştır. Bu gece sende misafir kalacak! dedi.
— Memnuniyetle, tenezzül ederlerse!

Naciye cevap vermedi. Yorgunluktan sanki hastalanmıştı. Kımıldayacak hali yoktu. İradesiz bir hayal gibiydi. Yalnız gülümsedi. Eğer Sabire'de kalsa, çalgı çağanak, içki, gürültü içinde ihtimal yemek zamanı uzayacak, gece yarısında bile sofraya oturulamayacaktı. Halbuki bu delikanlının evi tenhaydı. Artık işte gece oluyordu. Ellerinden kaçmak, kurtulmak ihtimali kalmamıştı. Onunla gitmek daha hayırlı değil miydi? İçinden, "Hemen gidip sofraya otururuz. Karnımı doyururum! Sonra bir mazeret uydurur, belki sabaha kadar teslim olmam. Sonra kaçarım!" diyordu. Fasih'in arabası bu meydanlığın sonunda duruyordu. Sabire'yle Füsun'la vedalaştılar. Delikanlı hemen koluna girmişti. Arabaya bindiler. Lambalarını yakmış dükkanlar arasından geçmeye başladılar. Genç de ona güzelliğinin fevkaladeliğinden bahsediyordu.

— Aman yarabbi! Siz nerde doğdunuz? Nerde büyüdünüz? Ne letafet! diye tuhaf sualler soruyordu.

Kendisini bir takdim için Sabire'ye iki yüz lira veren gencin zenginliğini düşünen Naciye, bu akşam oturacağı sofrayı da gözünün önüne getirmeye çalışıyordu. Altıyolağzı'nı, Yoğurtçu'yu, Bağdat Caddesi'ni dörtnala geçtiler. Fasih Bey, onun dalgınlığını çok güzel buluyor;

— Ne düşünüyorsunuz, Allah aşkınıza... Bir kederiniz mi var? diyordu.
— Hiç efendim.
— Ne böyle dalgınsınız?
— Hiç efendim!

Gence, dönüp, "Hemen doğru sofraya oturalım, olur mu?" diyeceği geliyordu. Sağ tarafında batan güneşin hâlâ gölgeli kızıllığı silinmemişti. Ihlamur'u geçtiler. Araba durunca, derin uykudan uyanmış gibi sarsıldı. Fasih yere atlamış, ona elini uzatıyordu.

— Buyurun...

İndiler. Demir parmaklıklı bir kapının önünde duruyorlardı. İçerde karanlık, ağaçlık bir yolun sonunda bir bina gölgesi görünüyordu. Kapıdan girince Fasih,

— İslam! İslam! diye bağırdı.

Uzaktan bir Arnavut sesi cevap verdi:
— Efendum?
— Haydi salonun gazlarını yak!
Karşılarına çıkan uzun boylu, bahçıvan kılıklı bir herifti.
— Başüstüne efendum.
Fasih, Naciye'ye döndü:
— Bahçıvandan başka kimse yok. Sakın sıkılma cicim!
— Serbest ol artık...
— Peki...

Geniş taş merdivenlerden çıktılar. Antrenin, salonun gazları yakılmıştı. Naciye, ömründe görmediği bu ihtişama, bu süslere hayretle baktı. Hele salonda, âdeta açlığını unutur gibi oldu. Halılar, duvarlarda resimler, vazolar, ağır perdeler, ortadaki masa.... Hepsine ayrı ayrı bakıyordu. Salonda görecek şey kalmayınca yine karnının açlığını duydu. Tabii yemek odası da burası kadar süslüydü. Kimbilir ne yemekler vardı. Şiddetle et, börek kokuları duyar gibi oluyordu. Fasih bülbülleşmişti. Anlamadığı birçok şeyler söylüyor, ona ebedi aşklarından, hatta izdivaçtan, doğacak çocuklardan, sonsuz saadetlerden bahsediyordu.
Ne kadar vakit geçti. Naciye'nin haberi yoktu. Fasih,

— Haydi, artık cicim, yukarı çıkalım! dedi. Aklında hep yemek olan Naciye, gayri ihtiyarî sordu:
— Nereye?
— Yatak odamıza cicim!
— Fakat...
— Ne cicim?

Naciye kendini sıktı:
— Biraz bir şey yesek... diyebildi. Fasih,
— Ay! diye haykırdı. Ne kadar eşeğim! Güzelliğiniz beni şaşırttı. Karnınızın aç olup olmadığını soramadım. Allah aşkına affediniz. Ben İstanbul'da yemiş de gelmiştim. Durunuz bir şey uyduralım.

Sonra kalktı. Açık pancurdan kafasını çıkardı. Yine,

— İslam, İslam! diye haykırdı.
— Efendum.
— Gel buraya ulan, çabuk diyorum.
— Efendum!

— Haydi biraz yiyecek bir şey uydur.

Naciye yemek lafına iyice kulak kabarttı.

— Ne yapalım efendum?
— Ne yaparsan yap!
— Gece yarısı oldu efendum, şimdi her taraf kapalı.
— Ulan kafa ağrıtma, diyorum, git, ne bulursan bul, çabuk yemek odasına getir.
— Efendum her taraf şimdi kapalu...
— Uzatma lafı diyorum be! Ne halt edersen et!

Arnavut çekildikten sonra, Fasih, Naciye'ye döndü. Güzel elini tuttu. Öpmeye, koklamaya başladı.

— Kusura bakma cicim. Yarın lokantadan getirtiriz, ben akıl edemedim. Affet.
— Estağfurullah...
— Hakikaten eşeklik ettim.
— Estağfurullah...
— Öyle ya, yemeği hiç düşünmedim. Amma sizi görünce şaşırdım vallahi...

İçeri giren Arnavudun ayak sesleri işitildi. Fasih'in söylediklerini artık duymuyor, hep ayak sesleri işitiyor gibi oluyordu.

Arnavut kapının dışından,

— Hazırdır begüm, buyurun! dedi.

Kalktılar. Sofadaki masanın yanından dolaştılar. Fasih, bir kapının önünde durdu.

— Buyurunuz efendim! dedi.

Naciye hızla girdi. Burası geniş, mükemmel bir yemek salonuydu. Büfelerin billurları içinde, yanan lambanın akisleri parlıyordu, büyük dört köşe masanın kenarına, karşı karşıya iki sandalye konulmuştu. Yalnız bir sandalyenin önünde bir tabak duruyordu.

— Buyurun efedim!

Fasih, Naciye'yi sandalyeye oturttu. Naciye, gözlerini tabakta duran şeye indirince, acı bir çığlık kopardı.

— Aaaaaa!..

Evet bu, siyah zeytin taneleriydi. Yanında da, dört senedir yemekten artık tiksindiği bir vesika ekmeği dilimi duruyordu. Kollarını masaya dayadı. Başını kollarının üstüne kapadı. Ağlamaya başladı. Avazı çıktığı kadar hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Fasih, bu ani tebeddülden bir şey anlamamıştı. "Ne oldu?" diyemiyor, Naciye'nin arkasına attığı pelerinin altından görünen beyaz ensesine bakıyor, vesika ekmeğiyle tabaktaki zeytinleri göremiyordu. Arnavut, köşkün köpeğine verilen, vesika ekmeğinden başka bir şey bulamamıştı. Akşam fasulyesini de bitirmiş, hiç bırakmamıştı.

Buhran şiddetlendi, Naciye'nin gözyaşları kollarını ıslatıyordu.

Fasih hiç durmadan,

— Ne oldun cicim? Ne oldun? diyordu.

Genç kadın,

— Hiç! diye ayağa kalktı.

Kapıya doğru yürüdü. Fasih, önlemek istedi.

— Allah aşkına beni bırakınız. Sonra fena olur! diye haykırdı.

Güzel, ela gözleri çerçevesinden fırlamıştı. Delikanlı çekindi. Genç kadının kapıdan çıkıp gidişine bakakaldı. Bahçenin kumlarına basan adımlarını işitirken,

— Ne isterik kadın! Âdeta bilmece... dedi.

Naciye, karanlığın içinde yürüyordu. Bir yemek için bu gece namusunu feda ediyordu. Kendisini yalnız bir takdim için iki yüz lira veriliyordu. Sonra, işte bu cennet kadar muhteşem, saraylardan süslü köşkün altınlı, gümüşlü, billurlu yemek odasında, karşısına yine zeytin, ekmek çıkıyordu. Yürüdü, yürüdü. Artık ağlamıyordu. Kalbi taş kesilmiş gibiydi. Göğsünde onun ağırlığını duyuyordu. Caddeden daha karanlık bir sokağa saptı. Bu bir yokuştu. Daha hızlı yürüdü. Nereye gideceğini bilmiyordu. Sonra yine bir caddeye çıktı. Uzaktan dalgaların seslerini işitti. Karanlığın içinde daha karanlık ağaçlar rüzgarla hışırdıyordu. Deniz sesinin geldiği tarafa yürüdü. Bir gölge, denizin ortasına doğru uzanmış gitmişti. Bu gölgenin uzanmış üzerinden yürüdü, yürüdü. Bir binanın altından geçti. Yürüdü. Serin bir rüzgar yüzüne çarpıyordu. Bu gölge yol artık bitmişti. Durdu. Karanlık denize baktı, baktı, baktı.

Evet, buraya kendini atmaktan başka çare yoktu. Cennete gitse, sefalet yine onun yakasını bırakmayacaktı. Fakat atılacak kuvveti kendinde bulamadı. Oraya yıkıldı. Karşısında kocaman bir yıldız gibi parlayan fenere gözlerini dikti. Baktıkça bu ziya gözlerinin içinde büyüyor, altın tepsi gibi kırmızılaşıyor, sanki gözlerinden giren tatlı baygın aydınlığı, taş kesilmiş donuk kalbini yavaş yavaş ısıtıyor, eritiyordu.
thumbnail

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Yüzakı


Hikayenin Adı : Yüzakı

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

Mehmet Efendi, on senedir kasabada oturuyordu. Köydeki tarlaları, bağları, bahçeleri ortak elinde kalmıştı. Aziz ahbabı Müftü Hacı Ali Efendi ile dertleşirken:

— Hepsini yanmış, kül olmuş farz ediyorum. Artık dünyada bir tane olsun doğru adam yok, dedi.

Faziletin, iyiliğin varlığına dini gibi iman eden Müftü:

— Var ama, sen bulamıyorsun, diye başını salladı.

Mehmet Efendi taştı:

— Yok, yok, yok! Vallahi, billahi yok! Herkes yalancı, herkes dolandırıcı. Denemediğim ne hısım kaldı, ne akrabam. Kardeşim bile beni aldattı.

— Öyleyse git, malının başında otur.

— Doğru söylüyorsun. "Gemin oldu, kıçında... Çiftin oldu, içinde..." Ne yapayım ki, burada işlerimi bırakamıyorum.

— Köydekilerini sat.

— İttifak etmişler. Kimse almıyor.

. . . . . . Müftü Efendi, dünyada doğruluğun, faziletin hâlâ var olduğunu biliyordu. Fakat nasıl ispat etmeliydi? Mehmet Efendi gibi, kötülerin hilesine tutulanlar, imanlarını da bozuyorlardı. Gel zaman, git zaman, bir gün gelecekti ki, artık kimse kimseye inanmaz olacaktı.

— Benim tanıdığım bir çoban var. Çok doğrudur! dedi.

— Çoban mı?

— Evet...

Mehmet Efendi, yarasının üzerine yeni bir yara açılmış gibi, suratını acı acı ekşitti:

— Hele o çobanlar? diye derin derin bir ah çekti, bin beş yüz koyunumdan nihayet elli tane bıraktılar.

— Pekâlâ, bu elli koyunu benim söylediğim doğru adama ver. Yüz yapsın!

Mehmet Efendi güldü:

— Şaka etme.

— Sahi söylüyorum.

Müftü, tanıdığı çobanı anlatmaya başladı. Bu, dünyada yalan nedir bilmez bir adamdı. Gayet saftı, dervişti. Ömrünü dağlarda, meralarda geçirirdi. Beş vaktine beş daha katardı.

Müftü methettikçe Mehmet Efendi yumuşadı:

— Bari şu benim koyunları ona versek, dedi.

Ertesi gün yaylaya haber gönderdiler. Çobanı kasabaya çağırttılar. Mehmet Efendi, Müftü'nün karşısında onunla anlaştı. Elli koyunu bu çoban gezdirecek, elli koyunun verdiği kârdan beşte biri kendine ait olacaktı. Koyunlar köyden getirtildi. Bu küçük sürü ile çoban çıktı, gitti. Günler, haftalar, aylar geçiyordu. Mehmet Efendi, Müftüye rastgeldikçe:

— Bu çoban doğru çıkarsa, köydeki bütün işlerimi de ona bırakacağım, diyordu.

— Göreceksin, göreceksin!

— İnşallah...

Bir sene sonra, bir cuma sabahı Mehmet Efendi evinin alt katındaki odada otururken Doğru Çoban'ı karşısında gördü. Elinde büyük bir toprak kapla ıslak bir post vardı. Bunları selam vermeden sedirin yanındaki pencerenin içine bıraktı:

— Hoş geldin?

— Hoş bulduk!

— Otur bakalım...

— Eyvallah!

— Koyunlardan ne haber? Doğurmadılar mı?

Çoban:

— Hepsi kısırmış! dedi.

— Hiçbiri doğurmadı mı?

— Hayır.

— Yünlerini ne yaptın?

— Daha kırpmamıştım.

Mehmet Efendi anlamadı:

— Ne demek?

— On iki tanesini çaldılar.

— Ey?

— Geriye ne kaldı?

— Otuz sekiz.

— Otuz ikisi geçen sonbahar kelebek oldu, öldüler.

— Ey?

— Geriye ne kaldı?

— Altı.

— Beşini kurt yedi...

— Geriye ne kaldı?

— Bir!...

— İşte bu bir koyuna da gözüm gibi bakıyordum. Evvelki akşam sağdım. Sütüyle şu yoğurdu yaptım. Dün sabah yayladan inerken zavallı uçuruma yuvarlandı. İndim, başına gittim, bir de gördüm ki, ölmüş. Daha soğumadan yüzdüm. İşte postu.

Çoban eliyle pencerenin yanındaki ıslak deriyi gösteriyordu. Mehmet Efendi, kır sakalını sol eliyle tuttu. Önce kızardı, sonra sarardı. Çoban susmuyordu:

— Yoğurt iki buçuk okka.. Yarım okkası benim. Pöstekideki hakkımı size bağışlıyorum!

Mehmet Efendi hiç sesini çıkarmadı. Ayağa kalktı. Yoğurt kabını eline aldı, yavaş yavaş Doğru Çoban'ın önüne geldi. Dolu kabı bütün kuvvetiyle kafasına geçirdi:

— Al hakkını kerata! diye yumruklamaya başladı. Tekmeleye tekmeleye kapıdan dışarı attı!

Bu esnada Müftü Efendi, dostunun ziyaretine gelmişti. Kapıda çobanı, suratı yoğurt içinde görünce şaşırdı, sordu:

— Ulan, bu ne hal?

Saf çoban, uğradığı haksızlıktan şaşırmış gibiydi. Fakat yine mantığını kaybetmemişti. Acı bir serzeniş tavrıyla:

— Ne olacak efendim, dedi, hesabını doğru veren işte böyle yüzünün akıyla dışarı çıkar.
thumbnail

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Yuf Borusu Seni Bekliyor


Hikayenin Adı : Yuf Borusu Seni Bekliyor

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

Aksaraylı Câbir Paşa'yı bir zamanlar tanımayan yoktu; zevcesi, Cennetmekan'ın gözdelerinden mi, hazinedar ustalarından mı ne imiş... İşin içyüzünü bilenler, o kolunda taşıdığı kat kat sırmaları Saraylı Hanımın sayesinde kazandığını; yani, düğün olmadan evvel el öpmelik binbaşılığı, sonra da kandillerde, bayramlarda münasebet düştükçe kaymakamlığı, miralaylığı, livâlığı, Meşrutiyet'ten bir sene evvel de ferikliği yakalamış olduğunu hikâye ederler...

Orduyu gençleştirmek sevdasına düşen akıllılar iş başına geçince, birçoklarıyla beraber onu da tekâüde sevkederek mağdurlar arasına karıştırdılar. İlk günler tekâüt muhassasâtıyla geçinmek kabil oluyordu. Doğruyu söylemek lazım gelirse, paşanın on para serveti de yoktur. Zaten Devr-i Saadet'te, harem-selamlık o koca daireyi eline geçen ihsanlar, maaşlarla ancak idare edebiliyordu. Bu musibetten sonra evin kadrosu kendi kendine küçüldüğünden ilk günleri tekâüt maaşı biraz işe yarıyordu. Sonra maîşet derdi sarpa sarıp da herkes başının çaresine düştüğü zaman, paşa da, ilk tedbir olarak köşkün selamlık tarafını kiraya verdi. Bu da derde derman olamayınca, zemin katını bakkal dükkânına tahvil etti. Ufak bir sermaye ile ticarete koyuldu. İş başa düşünce ne yapılmaz? Bak şu hayatın cilvesine!

Bir zamanlar paşanın yanına kuş uçmazdı. Perde çavuşları, odacılar, yaverler, nöbetçiler, atlar, arabalar, dalkavuklar, arasında geçen debdebelerle; şimdiki kırk paralık bulama, altmış paralık peynir müşterilerine meram anlatmak arasında ne büyük tezat vardı. Hele o eskiden etek öpmek için fırsat bekleyenlerin bugünlerde yan gözle bakıp bıyık altından gülmelerini görüp de kalpler sızlamamak kâbil değildi. Fakat paşa, "sabrın sonu selamet" diyerek büyük bir metanet ile kendini bu hayata da alıştırdı, hatta biraz kanıksadı bile...

Fakat günün birinde vesika şekerini tevzi ederken köyün sayılı sulularından, hatta azılılarından Takunyalı Fitnat namında bir kadın, ona bir bayrak açtı, bütün mahalleyi bir anda başına topladı. Fitnat'ın bir eli belinde, diğeriyle birtakım işaretler yaparak:

— Seni istiskalar paşası, seni.. Aç gözünü, yoksa açarlar gözünü... Sen hükümet kapısında yetim hakkı yemeye alışmışsın. Galiba şimdi de mahalle bakkallığını mı yiyim yeri yaptın? Hiçbir şeycik demem. Benim gibi ağızsız, dul kadınların, saçı bitmedik yetimlerin beş, on dirhem şekeri sana kan olsun, irin olsun...

Yüzünü halka doğru dönerek devam etti:

— A dostlar, buna hangi can dayanır? Bizden ufaladığını bari hayırlı bir işte kullansa canım yanmaz... Bu kaparozlar, sokak sokak fink atan kokona kızlarının tango çarşaflarına, havaleli iskarpinlerine gidiyor... Hele dur sen, benim kafam kızmasın, yoksa... İnşallah o kokorozlar nasibimden geçmesin, eğer onları tükürüklere boğmazsam, bana da Fitnat demesinler...

Câbir Paşa, bu vakadan sonra mahalle bakkallığına tövbekâr oldu. Makamını Karamanlı Bodos'a terkederek, ertesi günü tası tarağı topladı, kaçış hâlâ o kaçış. Tabiî boş durmak kâbil değil. Paşa birkaç gündür İstanbul'a geldikçe, işlere âgâh olmaya başladı. Hay Allah layığını versin! Meğer o, köyde, Takunyalı Fitnatlar, Belalı Ayşeler ile uğraşırken, açıkgöz tekâütler rahat kârın kolayını bulmuşlar da, onun haberi yok! Aştan kalanın kaşığı kırılsın. Paşa da derhal Ömer Âbid Hanı'nda bir yazıhane, ticaret tezkeresi vesaireyi yoluna koydu. Şimdi bir taklit tüccar da o olmuştu. Tüccar olmak bir şey değil, asıl işin tatlı tarafına bakalım. Tavsiyeler, himmetler, biraz da etek öpmelerle, paşam da, muradına nail oldu. Sizden laf çıkmaz, açıkçası ihracat vesikası işine kayırıldı.

Allah bin bin bereket versin. Meğer fincancı katırlarını ürkütmeyenlerin bu kadarcık olsun mükâfatı varmış. Hem ne hoş... Bu işin batakçı defteri, eli bayraklı kadınları da yok. Arada sırada bir adam gönderip listeye baktırmak... Bu sefer de bize yarım vagon çıkmış, buna da bereket versin. Çağır Yasef'i, Halil Efendi ver aşağı, tut yukarı, bayıl paraları. Kısa günün kârı az olur. Paşam müsrif de değildir. Eğer iş devam etseydi, beş on para sahibi de olacaktı. Nerede?.. Kör talih geldi, ona da yetişti, günün birinde bu işin de modası geçti. Vesikacılıktan mahrum kalan bazı açıkgöz arkadaşlar iaşe dalaverelerine dâhil oldular, fakat paşam bir türlü bunun pundunu bulamadı. Bu kabiliyetsizliği az kaldı aile politikasını da bozuyordu. Çünkü kızlarıyla büyük hanım, kendisini açıktan açığa mıymıntılıkla itham ettiler. Paşada ne kabahat var? Her iş sık sık şeklini değiştiriyordu. O da ne yapacağını şaşırdı. Hakiki ticaretin hiç ehli değildi. Aczini bilmek de bir meziyettir. Paşa bu hallerle bocalarken, evdeki itibarı azaldıkça azaldı. Zavallı paşa hanımlara yaranmak için her şeyi yapıyor, kuyudan su çekiyor, bahçe suluyor, sebzevat ayıklıyor, yine makbul olamıyordu. Paşa, kendisini görenler tanımayacak kadar zayıflamıştı. O kuruluğa bir de karalık ârız oldu. Şimdi paşa eski ölçüsüne göre yapılan elbiselerinin içinde yabancı bir iskelet gibi kalmıştı. Evvela yakalık ve boyunbağını defetti. Sonra da yakın yerlere, bakkala çakkala, mahalle kahvesine entari ve hırka ile gider ve soranlara "Artık derviş olduk", derdi...

Mütareke, müsâlâha, derken işler bütün bütün değişti... Her geçen günle beraber yeni bir şekle giriyorduk. Yine herkesin lisanı kökünden döndü.

— Kahrolsunlar, kaçmışlar, yahu neler oluyormuş da ruhumuz duymuyormuş. Oh olsun... Oh olsun... Eden elbet bulur, tıksınlar haini, assınlar katili, hamiyeti varsa artık çekilsin... Onu da bir adam zannettikti yahu. Sen kasavet etme birader, yine bu öksüz milleti yine bir mucize kurtarır...filan derken Bekirağa Bölüğü dolup dolup boşalıyor, katiller, kanlılar bacadan kaçıyor, kaçıyordu... Ama, şimdi ma-hüvelhakkını söylemeli. Mağdurlar da bucak bucak aranıyordu ya... (!) Hele şu cilve-i kadere bak. Meğer devlet kuşu yakınlara gelmiş de haberimiz yok.

Bir sabah çarşı boyuna erken inenler, Câbir Paşa'yı senelerce sandık içinde durmadan açılmaz buruşukluklar peydâ etmiş, formaları kararmış, saltanat devirlerinin yadigârı olan paşalık esvabının içinde buldular. Şişmanlık günlerinin hatırasını saklayan bu esvabı paşa giymemiş, belki de içine düşmüştü. Hele seyf-i mücellâsını beline dolayan sırmalı kayışın hâsıl ettiği buruşukluklarla, bir insandan ziyade, bostan korkuluğuna benziyordu. O, bu halden bîhaber, yalnız öne doğru birkaç derece meyleden vücudunu doğrultmaya gayret ederek arada sırada boyalı bıyıklarına çeki düzen vererek, mehâbet-i askeriyesine yakışan bir gururla tren yoluna doğru ilerliyordu.

Eskisi gibi sağdan sola selamlar saçıyor ve mukabilini de bekliyordu. Meğer hakkı da varmış. Hakikat bu geçiş, her günkü geçişlere benzemedi, herkes iki keçeli ayağa kalktı, adeta küçük bir merasim oldu. Paşa içinden: "Ah fırsat düşkünleri, ah!" diyordu. Bak, bak, her gün bir omuz silkmekle geçen aşinalar şimdi kandilli temennâlarla yerlere kadar eğilerek:

— Efendim memuriyet-i cedîdenizde muvaffakiyetler temenni eder ve arz-ı tebrikat ederim. İrfan-ı âlînizi ihmal edenler cihana maskara oldular paşam...gibi yağlı ballı hulûslar savurarak geçip gidiyorlardı. Bunlar arasında yalnız biri fikrini değiştirmemişti. Tam paşa trene ayağını atacağı sırada yine en son sözü o, Takunyalı Fitnat söyledi:

— Yürü bakkallar paşası, yürü... Yuf borusu seni bekliyor...
thumbnail

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Vire


Hikayenin Adı : Vire

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

İki senedir Goça taraflarını alan, talan eden on altı bin kişilik Türk ordusundan şimdi, bu kalede yadigâr gibi, yüz elli asker kalmıştı. Onlar da işte iki yazdır padişahın gelmesini bekliyorlardı. Mutlaka alınacak olan "Kızılelma"nın yolu buradandı. Sonbahar başında bir gece Hamza Bey'in ulaklarından bir genç gelmişti. Ondan padişahın Acemistan hudûdunda olduğunu öğrendiler. Vâkıâ cephaneleri çoktu, silahları mükemmeldi. Lâkin sadece üç dört aylık erzakları vardı. Ne yapacaklardı? "Tata"ya giden geçitler kapalıydı. Etrafta her nevi kuşlar uçuşuyor... Ama, hiçbir kervan geçmiyordu.

Yüksek burcun demir saçaklı küçük penceresinden ufukları ormanlarla, dağlarla çevrilmiş ıssız vadiye dalgın dalgın bakan Barhan Bey:

— Allah kerim...

Diye başını salladı. Böyle sabahleyin erkenden karşısına dikilen, ihtiyar sipahi zâbiti Mahmud Ağa, çok endişede idi. Daha erzak bitmeden Adelsberg, Riskinç, yahut Breg kasabalarına bir akın yapılmasını teklif ediyordu:

— "Grobing" çok zengindir. Ah, orasını vurabilsek...

Dedi.

— Ey, kaleyi ne yapacağız?
— İçinde elli kişi muhafız bırakırız...
— Sonra yüz kişiyle nasıl akın ederiz?
— Basbayağı...
— Fakat elli kişi bu kaleyi tutamaz.
— Biz on gün içinde döneriz.
— On gün değil, on saat içinde neler olur...

Barhan Bey, pek çok düşünen, hiç faka basmayan, akıllı cesurlardandı. Küçük, siyah gözleri daima karanlık bir inin derinliklerinden bakar gibi parlardı. Ne asildi, ne de kul.. Şehzâde Beyazıd'ın bütün Anadolu'yu hayrette bırakan meşhur pehlivanı kahraman Kuduz Ferhad'ın üvey kardeşiydi. Lâkin ona hiç benzemezdi. Kuduzun çelik zırhları kağıt gibi yırtan pençeleri, kalın demir kalkanları bir dokunuşta delen yumruğu, çeki taşını pamuk torbası gibi zahmetsizce kaldırıp, yirmi adım öteye atıveren bazusu Barhan Bey'de yoktu. Barhan Bey'in kısa vücudu, yuvarlak omuzları üstünde, hatta biraz sakil görünen kocaman bir başı vardı. Ağırlığından daima bir tarafa eğilmiş gibi duran bu başın içinde sönmez ateş, sönmez bir zekâ alevi tutuşuyordu. İşte bu mukaddes alev, onu daha pek genç iken en namlı kumandanların sırasına yükseltti. Yıllarca süren muharebenin hudutsuz meydanındaki en son nokta, en ileri kale, padişahın emriyle ona emanet edilmişti. Ordu gelinceye kadar ne yapıp yapıp, bu ücra kaleyi bırakmamak vazifesiydi. Halbuki akın için askerinden bir kısmını ayırsa, düşman hemen haber alacak, fazla kuvvetle kaleye yüklenecekti. Hem kuvveti ikiye ayırmak hiç münasip değildi. Zaten kuvvet de ne idi? Yüz elli kişi... Sipahi Mahmud tekrar sordu:

— Erzak bitince ne yapacağız?
— Allah kerim...
— Ama, kışın akın güç olur, beyim.
— Allah kerim...
— Nasıl?
— Mesela bakarsın ki ganimet ayağımıza gelir.
— Ya ganimet gelmeden bir muhâsaraya uğrarsak?
— Yine Allah kerim...
— ...

Mahmud Ağa'nın hakkı vardı. Burası ummanın ortasında kaybolmuş öksüz bir ada gibiydi. En yakın kasabaya ancak iki üç günde gidilebilirdi. Kış bastırırsa erzak tedariki imkansızdı. O vakit kaleyi bırakıp mutlaka Tata'ya çekilmek icap edecekti. Halbuki yüz elli kişiyle günlerce düşmanın, martolosların, oskofların, morlokların, haydukların arasından nasıl geçilirdi? Mademki padişah henüz Rumeli'ye geçmemişti, artık bu yaz büyük ordu gelmeyecek demekti. Kırk senedir düşman karşısında saç, sakal ağartan Mahmud Ağa, çok itimat ettiği genç kumandanını yine biraz toy buluyordu. "Tevekkül" ile iş bitmezdi. Sıkılarak:

— Böyle bekleyip durmaktan ne çıkar? Dedi.

Barhan Bey güldü:
— Merak etme Mahmud Ağa, Allah kerim...
— Ama...
— Allah kerim, diyorum ya...
— ...

Tam bu esnada açık kapıdan, kısa boylu, pala bıyıklı, tıknaz bir çavuş girdi.

— Beyim, dedi, sağ kuledeki nöbetçi, uzaktan bir kervan gördüğünü haber verdi. Gittim. Baktım. Pek kervana benzetemedim. Galiba asker...
— Çok mu?
— Üç, dört yüz kişi kadar...

Mahmud Ağa:
— Hayduklar olmalı.

Diye mırıldandı. Dayandığı pencereden hızla doğrulan Barhan Bey:
— Bakalım. Dedi.

Odadan fırladı. Mazgallardan sızan hafif bir ziyâyla aydınlanmış dar merdivenleri üçer üçer atladı. Mahmud Ağa'yla çavuş da arkasından koşuyorlardı. Kuleye çıkınca sabah güneşinin henüz dağılmadığı hafif sislerle örtülü ufka dikkatle baktı:

— Şövalyeler.. dedi; bizi muhâsaraya geliyorlar.

İyi görmeyen Mahmud Ağa sordu:

— Nereden anladınız?
— Mızraklarından, bayraklarından... Yanlarında iki de top var...
— Şimdi ne yapacağız?
— Allah kerim... Acele yok. Düşüneceğiz.

İki saat sonra şövalyelerin gürültücü ordusu kaleyi iyice sarmıştı. Barhan Bey, demir kapıyı kapattı. Müdafaadan başka çare yoktu. Zira kalenin medhali pek dardı. Huruç hareketi imkansızdı. Hafif bir yaylım ateşi bile buradan kimseyi çıkartmazdı. Herkes silah başında tetik duruyor, yirmi kişi, hiç dinlenmeden palanganın iç avlusundaki büyük dibekte evvelce hazırlanmış kömürleri dövüyordu. Bu kömürlerin dövülmesi bitince kumandan, cephaneliği açtırdı. Kapının önüne gelen ilk on iki çuvalın üst taraflarından birer karış kadar barut aldırdı. Başka bir çuvala koydurdu. İçlerinden barut alınan çuvalların üst taraflarını da dövülen kömür tozlarıyla doldurttu. Ağızlarını yine eskisi gibi bağlattı. Sonra sarnıcın başına koştu. Yanından hiç ayrılmayan genç silahtarına:

— Benim odamda, kapının arkasında iki büyük kutu var. Haydi, çabuk onları getir. Dedi.

Yukarıdan koşa koşa gelen sipahi zâbiti Mahmud Ağa kumandana yaklaştı.

— Hücum başlayacak, beyim, emret, topları dolduralım!..
— Hayır, toplara lüzum yok.
— Onlar toplarını kurdular.
— Kursunlar.
— Ey, biz ne yapacağız?
— Bekleyeceğiz. Gaazîlere söyle, ben yukarı gelinceye kadar ateş etmesinler.
— Başüstüne.

Mahmud Ağa ayrılmadan silahtar kutuları getirdi. Barhan Bey kendi eliyle kutunun birini açtı. Sarnıca boşalttı. Bu siyah bir tozdu. Silahtara:

— Elindekini de git, kuyuya boşalt. Dedi.

Sonra anlamadan bakan Mahmud Ağa'ya güldü:

— Artık serbestçe "Vire"yi konuşabiliriz.
— Ne? "Vire"yi mi?
— Evet.
— Sahi mi söylüyorsunuz, beyim?
— Sahi ya.
— Cephaneliğimiz barut dolu, silahlarımız mükemmel, gaazîlerimiz hazır, üç aylık yiyeceğimiz de var. Biz nasıl teslim oluruz?
— .....
— Kalede kimse buna razı olmaz, beyim.
— Nene lazım. Sen şimdi benimle gel, yukarı çıkalım.

Barhan Bey, gülümseyerek, bedenlere çıkan taş merdivene doğru yürüdü. Biliyordu ki Türk askeri çok itaatlidir. Kumandanları ne söylerse hemen yaparlar. Fakat yalnız bir emre karşı itaat göstermezler. O da "teslim emri"dir. Türk, ölmeyi teslim olmaya tercih eder... Evet, "Vire"ye kimse razı olmayacaktı. İçinden: "Ama, kandırırım..." dedi. Kalenin üstüne çıkınca Mahmud Ağa'ya döndü:

— Zâbitleri, bölükbaşıları, çavuşları çağır. Buraya gelsinler, kendileriyle konuşalım. Haydi...

Emrini verdi. Sonra beden siperlerini dolaştı. Diz çökmüş dışarıya bakan askerin sırtından şövalyeler ordusunu tetkik etti. Üç yüz kişiden fazla idiler. Formaları, silahları muntazamdı. Hiç çapulcuya filan benzemiyorlardı. İki dakika sonra zırhlarını giymiş, tolgalı zâbitler çavuşlar etrafına toplandılar. Barhan Bey bir elini, padişahın son defa ihsan ettiği murassâ kılıca dayamıştı. Ağır, levent bir sükûn ile:

— Ağalar, dedi, görüyorsunuz kaleyi saranlar bizden çok. Belki bizim iki mislimiz... Müdafaada kalsak üç aylık erzakımız var. Çok dayanamayız. Halbuki bu sene bize imdat gelmesinin imkânı yok. Huruç da edemeyiz.

— Niçin?
— Niçin? Diye mırıldandılar.

— Bakınız niçin? Bu kaleyi biz yapmadık. Vaktiyle düşmandan "Vire" ile aldık. Düşman, galiba burasını yalnız müdafaa için yapmış, çünkü hem kapısı çok dar, hem de bir meydana doğru açılmıyor. Kapının karşısındaki, şu gördüğünüz tümsekte, elli kişi yaylım ateşi açsa, dışarıya kimse çıkamaz.

İhtiyar Mahmud Ağa titriyordu:

— Biz teslim olmayız!.. Dedi.
— Hayır, teslim olmayacağız. Vuruşmak için bir meydan bulacağız. Buna razı mısınız?
— Razıyız, razıyız...
— Bana emniyetiniz var mı?
— Var, var.
— O halde ben düşmanla "Vire"yi konuşacağım. Maksadım teslim olmak değil, muharebe etmektir. Varın yoldaşlara söyleyin. Sakın yanlış fikirlere kapılmasınlar. Benim emrimden dışarı çıkmasınlar.
— Başüstüne, başüstüne...

Diye ayrılan zâbitler, bölükbaşıları, siperin arasındaki askerin yanına koştular. Mahmud Ağa, Barhan Bey'in yanında kaldı. Tercümanı çağırttılar. Asabî adımlarla kapının üstündeki yüksek sipere gittiler. Barhan Bey, tercümana:

— Sor bunlara, ne istiyorlar bizden?

Dedi. Tercüman bağırdı. Şövalyelerin saflarından gayet düzgün bir Türkçe ile cevap verdiler.

— Biz kaleyi istiyoruz, teslim etmezseniz zorla alacağız.

Artık tercümana lüzum kalmadığını gören, Barhan bey, bağırarak kendi konuşmaya başladı:

— Pekâlâ... Kaleyi size bırakalım. "Vire"yi söyleşelim.
— Söyleşelim.
— Biz burada yüz elli kişiyiz. Hepimiz harp eriyiz. İçimizde çoluk çocuk, kadın, ihtiyar yok. Siz hücumla bu kaleyi bizden alamazsınız. Cephaneliğimiz ağzı ağzına barut dolu. Erzakımız var. Silahlarımız mükemmel. Adamlarınızdan birini gönderin. İçeri girsin. Biz de size bir rehin veririz. Adamınız cephaneliği, silahlarımızı, askerlerimizi gözüyle görsün, yalan mı söylüyoruz, sahi mi? Anlasın. Sonra "Vire"yi konuşuruz.

Aralarında bu teklifin tercümesi biraz uzun sürdü. Şövalyeler kabul ettiler. Kapıdan silahsız bir düşman askeri içeri alındı. Bir sipahi de rehin olarak dışarı verildi. Barhan Bey, kendi eliyle bu askere kalenin her tarafını gezdirdi. Dolu cephaneliği, topları, silahları, askeri ayrı ayrı gösterdi:

— Haydi yiğidim, git, kumandanlarına gördüklerini aynıyla söyle...

Dedi. Bu asker dışarı bırakılarak, verilen sipahi de içeri alındı. Yarım saat geçti... Barhan Bey siperde bekliyordu. Henüz cevap verilmemişti.

On dakika daha geçti. Deminki Türkçe ses ansızın sordu:

— "Vire" için şartlarınız ne?

Barhan Bey bağırdı:

— Biz iki senedir burada bekliyoruz. Artık ordumuzun gelmeyeceğini anladık. Bize müsaade edin. Silahlarımızla dışarı çıkalım. Atlarımızı, cephaneliğimizi, erzakımızı size bırakacağız. Aşağıya, memleketimize doğru çekilip gideceğiz.

Şövalyeler, bu teklifi kısa bir müzakereden sonra kabul ettiler. Cephaneler, toplar, atlar, erzak ellerine geçtikten sonra muharebeye, hücuma ne hacet vardı? Zaten bu yüz elli Türk yolda açlıktan ölecekti. Tata'ya kadar yollarda binlerce martolos kaynıyordu. Kaleyi bırakmak, sahipleri için muhakkak ölüm demekti. Fakat... Barhan Bey'in sesini yine duydular:

— "Vire"yi bozmayacağınıza nasıl teminat vereceksiniz?
— ...

Şövalyeler, namusları üzerine söz vermek istediler. Barhan Bey bunu kâfi görmedi. Vâkıâ onlar hakikatte "Vire"yi bozmasını düşünmüyorlardı. Türkler'den zorla muharebe ile kale almanın ne çetin şey olduğunu hepsi bilirdi.

— Nasıl teminat isterseniz veririz, dediler.

Barhan Bey istediğini söyledi:

— Biz yüz elli kişiyiz. Siz üç yüzden fazlasınız. Evvela iki kısma ayrılınız. Bir kısmınız bütün silahlarını öteki kısma versin. Silahlarımızın adedi müsâvi olsun. O vakit emniyetle kapıdan çıkarız. Sonra biz çıkınca evvela silahlılarınız, sonra silahsızlarınız kaleye girsin. Biz size birçok cephane, top bırakıyoruz. Siz de toplarınızı içeri alın. Yalnız şu karşıdaki tepelere varıncaya kadar kaleden dışarı çıkmayacağınıza söz veriniz.

Bu teklifin müzakeresi de epeyce sürdü. "Vire"yi zaten bozmayı hiç düşünmeyen şövalyeler, bu teminatı vermekte bir beis görmediler. Sert kumandalarla askeri ikiye ayırdılar. Bir kısmını silahsız bıraktılar. Kalenin açılan kapısından yayan olarak en önde Barhan Bey çıktı. Arkasından, tüfekleri, okları, kalkanları, tolgaları, zırhları parlayan, kaplan postlarına bürünmüş yüz elli cengâver göründü. Silahların, kılıçların şıkırtısından başka hiçbir sada işitilmiyordu. Kapıdan iki yüz adım kadar uzaklaştılar. Düşman askeri, boş kalan kaleye sevinç naraları, zafer hurrâları atarak giriyorlardı. Hemen burcun kulesine bayraklarını çektiler. Çifte katırlara yüklü toplarını da dar kapıdan soktular. Dışarıda, yalnız ağırlıkları, cephaneleri, mekkâreleri kalmıştı.

Barhan Bey ansızın haykırdı:

— Mahmud Ağa, çabuk tümseği tut...

Kaleden elli kişi ile bir anda kopan Mahmud Ağa, kale kapısının ta karşısındaki tepeye fırlayıverdi. Barhan Bey'in kumandasıyla yalınkılıç kırk kişi de, sol taraftaki çalılık kenarında duran düşman cephanesinin, mekkârelerinin üstüne canlı bir çığ gibi düştü.

Kaleyi alan galipler, aman verdikleri mağlupların bu garip hareketlerinden evvela bir şey anlamadılar. "Ne oluyor?" diye bedenlerden bakışıyorlardı.

Türkçe sordular:
— İşte biz kalenin içindeyiz... Neye gitmiyorsunuz?

Barhan Bey'in kahkahası cevap verdi:
— Sizi muhâsara ettik. Hemen teslim olun!
— ! ! ! !
— ....
— ? ? ? ?

Derin bir sükût...Sonra müthiş bir uğultu... Bedenlerin siperlerinde koşuşmalar... Küfürler, kumandalar... Barhan Bey'in bulunduğu tarafa oklar atılmaya başladı. Şaşkın galipler, dışarıdaki ağırlıklarının, cephanelerinin zaptolunduğunu, yük muhafızlarından kesilmeyenlerin bağlanarak esir edildiğini görünce, bütün bütün şaşırdılar. Kale kapısından dışarı atılmak isteyenleri, tümsekteki Mahmud Ağa'nın sipahileri okla, kurşunla birer birer deviriyordu.

Gürültü içinde Barhan Bey'in sert sesi tekrar işitildi:

— Bre şövalyeler! Yazık size! Son kurşunlarınızı atıyorsunuz, cephanelerinizi zaptettim. Sonra ne yapacaksınız. Tüfekleriniz ellerinizde çoban sopası gibi kalacak. Bu dar kapıdan çıkamazsınız. Kim isterse denesin. Gelin, teslim olun, "Vire"yi konuşalım...

Yavaş yavaş silah sesleri kesildi. Ama bir cevap çıkmadı. Bir dakika evvelki galiplerin bu acıklı, bu şaşkın sükûtuna parça parça cevap verir gibi, Barhan Bey fasılalı narasına devam etti:

— Bıraktığım toplar boştur. Cephanelikte barut diye adamınıza gösterdiğim çuvallar kömür tozu doludur. İsterseniz gidip bakın...

— Kuyu ile sarnıcın suları da zehirlenmiştir. İsterseniz alınız bakınız, ölmek isterseniz bir damla tadınız.

— Şimdi "Vire"yi reddedip teslim olmazsanız, üç gün sonra susuzluktan öleceksiniz. Yahut yine teslim olacaksınız. O vakit aman vermem...

— Düşünün, taşının. Avucumun içindesiniz. Bir yere kaçamaz, kurtulamazsınız."

Kalede bir gürültüdür gidiyordu. Dar kapının önünde, zırhlı oklar, çatal kurşunlarla yaralananlar acı acı inliyorlardı. Siperlerde koşuşuyorlar, topları yerlerinden oynatıyorlar, eğilip asabî, korkunç nazarlarla aşağıya, deminden "Vire" ile bıraktıkları müthiş mağluplarına bakıyorlardı. Bir saat sürmedi; kalede akıl, muhakeme, şaşkınlığa galebe çalar gibi oldu. Sarnıçla kuyunun simsiyah suyunu, cephanelikteki açılan çuvalların kömür tozlarıyla dolu olduğunu gören şövalyeler vaziyetlerinin vahâmetini takdir ettiler. Su yoktu. Barut yoktu. Kalenin dar kapısından çıkmak imkânı yoktu. Öyle korkunç bir kündeye gelmişlerdi ki... Artık "Pes" demekten başka çare yoktu!

Biraz evvel şövalye saflarının arasından bedenlere teslim teklif eden Türkçe ses, bu sefer bedenlerden aşağıya, pusulara yatmış yeni muhâsırlara haykırdı:

— Kaleyi size bırakacağız, "Vire"yi konuşalım.
— Konuşalım...
— ...

Şövalyeler, şart olarak silahlarıyla beraber cenûba gitmelerini teklif ediyorlardı. Barhan Bey kabul etmedi. Barutsuz, susuz, bir kale ne işe yarardı? Bu kaleyi alıp içine girmek zaten tuzağa düşmek demekti. İşte buna kendileri bir misaldi! Şövalyeler, Barhan Bey'e şartlarını sordular. Onun şartları gayet mâkul, gayet basitti. Kalede kapalı kalanlar tüfek, ok, kılıç, kama, meç, topuz, kalkan, piştov gibi ne kadar silahları varsa hepsini bedenlerden aşağı atacaklardı. Barhan bey bunları sayıp topladıktan sonra kalenin içinde herkesin silahsız kaldığına emniyet getirirse bir "şart" ile canlarını bağışlayacaktı.

— O şart ne?

Diye haykırdılar.

— Silahlarınızın hepsi aşağıya atılmadan bu şart söylenilmez.

Kalede kapalı kalanlar, Barhan Bey'in karşısında, ümitsiz bir inatla üç gün daha dayandılar. Geceleri dar kapıdan çıkmaya çalışıyorlardı. Fakat aksi gibi ayın on dördü idi. Her taraf gündüzden daha aydınlıktı. Sipahiler, dar kapıdan kayan her gölgeyi hemen deviriyorlardı. İçeride dudaklar kurumuş, susuzluk cana tak demişti. Cephaneleri de tükeniyordu. Sonlarını, akıbetlerini düşünmeye başladılar. Nihayet "Vire" şartını anlamak için silahlarının hepsini kalenin bedenlerinden aşağı atmaya karar verdiler. Dördüncü günü sabahı burcun etrafında ansızın bir ok, yay, kılıç, kalkan, tüfek, meç yağmuru başladı. Bu yağmur beş dakika kadar sürdü. Yeniçeriler, sipahiler, azepler için bu silahları kucak kucak toplayıp tümseğin arkasına taşıdılar. Barhan Bey, hepsini dikkatle saydırdı. Denk denk bağlattı. Tam üç yüz kişinin silahları olduğuna kanaat getirdi. Sonra askerleriyle beraber kalenin kapısına doğru ilerledi. Bağırdı:

— Hepiniz iç avluya toplanın!

Silahsız düşman, kendi lisanlarıyla tekrarladıkları bu emre bir koyun sürüsü usluluğu ile itaat etti... Barhan Bey, yalınkılıç sipahilerle kapıdan girdi. Avlu dolmuştu. İstese şimdi hepsini kılıçtan geçirebilirdi. Ama, hayır... Ona kafa değil... Erzak lazımdı.

— Şövalyelerle asilzadeler bu tarafa ayrılsın.

Dedi. Parlak zırhlı, tüylü tolgalarının etrafında altınlı siperleri göze çarpan cesur şövalyeler, gümüş tokalı kemerler bağlamış zengin asilzadeler bir tarafa toplandılar. Sayıldı. Bunların hepsi elli kişiydi.

— Kumandanınız kim?

Diye sordu. İçlerinden iri, kırmızı sakallı bir adam ilerledi. Yüzü sapsarıydı. Bu, meşhur muhariplerden Petonleç idi. Uğradığı susuzluk, cephanesizlik vartasından ziyâde, vuruşarak namuskârane ölmek ihtimalinin ademi onu bitirmişti. Barhan Bey, tercüman vasıtası ile dedi ki:

— Asilzadelerle şövalyeleri rehin gibi kalede tutacağım. Sen iki yüzelli silahsız askerinle var, git, bir ay içinde bana mutlaka bin çuval un, beş yüz kazevi pirinç, beş yüz koyun, iki yüz tulum yağ, yüz tulum peynir, yüz tulum pekmez getireceksin. Bir ay içinde bu istediklerim kaleye gelmezse, rehin tuttuğum elli kişiyi keseceğim.

Prens Petonleç, daha beter sarardı, dudaklarını ısırdı. Bu şart, felaketin en müthiş tarafıydı. Barhan Bey tercümana:

— Sararıyor, sor bakalım, çok susamış mı?

Dedi. Petonleç cevap vermedi. Barhan Bey'in emriyle sipahiler avlunun ortasındaki kuyuya koştular. Bir kova su çektiler. Kovayı getirince, doldurulan kupayı evvela Barhan Bey içti:

— Korkmayınız, ne sarnıç ne de kuyu zehirlidir, dedi, ben sizi aldatmak için yalnız içine biraz siyah boya attım. Siz tatmaya korktunuz. İnsan ölümden bu kadar korkarsa çok yanılır.

Kupayı kumandana verdi. Üç gün susuz duran kumandan kendine uzatılan şeyi reddedemezdi. Artık silahsız esirler kuyunun başına üşüşmüşlerdi... Barhan Bey, rehinlerin sol kuledeki taş odaya götürülmesini emretti. Sonra kumandanı alarak cephaneliğe götürdü. Barut çuvallarının üst taraflarını döktürttü. Bir karış aşağılarının kömür tozu olmadığını gösterdi:

— Anladın ya... Baruta ihtiyacım yok. Ne vakit istersen beni muhasaraya gel.

Dedi. Üç gündür kirli renginden korkup tadamadıkları suları kana kana içince biraz canlanan silahsız düşmanlar, önlerinde yayan kumandanları, gözleri yerlerde, dalkılıç sipahilerin şakaları arasında, dar kapıdan, ikişer ikişer çıkarak, geldikleri tarafa doğru, miskin miskin gittiler.

Bir ay geçmeden rehin asilzadelerle şövalyeleri kurtarmak için Prens Petonleç'in gönderdiği büyük erzak kervanı kalenin önüne yıkıldı. Dolu çuvallar, şişkin kazeviler, ağır tulumlar, birer birer içeri taşınıyordu. İç eyaletlerden çok uzaklardaki bu garip kalecik, mutlaka "Kızılelma"yı alacak büyük ordunun gelmesini, artık birkaç yıl daha rahat rahat bekleyecekti.
thumbnail

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Velinimet


Hikayenin Adı : Velinimet

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

«Aklı, insanin külahında bir çividir. Yumruk yemeden kafasının içine girmez...»
Arnavut Meseli''

Geçen gün hava ne güzeldi! Logaritmacı Hasan'la Hürriyet Tepesi'ne gittik. Bomonti'ye kadar uzandık. Daha kış uykusundan uyanmamış sisli Kâğıthane'ye, mavi mahmur Haliç’e yükseklerden baktık. Hasan hemen Lâle Devri'ne dair hikmetler yumurtlamağa başladı. Damat İbrahim Paşa'nın rakam bilmediğini, hesap hassasından mahrumluğunu, kırk iki isyanını (1) evvelden tahmin etmek şöyle dursun, hattâ kuşbaşı parçalandığı ana kadar anlayamadığını söylüyordu.

- Hocam, bırak şu geçmişi! dedim, hâle bakalım. Bu yaz acaba buralarda eğlenebilecek miyiz?
- Kâğıthane'de mi?
- Evet.

Kır düşmüş kalın kaşlarını kaldırdı. Parlak, siyah gözleri sanki derinlerden dışarı çıktı. Küçük, kalıpsız fesinin altında daha büyük görünen ağır kafasını salladı.

- Sen deli olmuşsun! Dedi.
- Niçin?
- Ayol, bir kuzu, o eski devrin on lâle soğanından daha pahalı.

Hasan, on beş sene evvel benim riyaziye hocamdı. Mektepten çıktıktan sonra arkadaşım oldu. Şimdi onunla konuşurken kübistlerin yaptığı tuhaf levhalar karşısında hissettiğimiz o «yarı-bediî, yarı-hendesi» zevke benzer bir tat duyarım. Onun nazarında her şey vazıhtır: Mazi, hâl, istikbal.. Dimağının meçhule tahammülü yoktur. Riyazi mantığıyle en karışık, en mudil şeyleri hemen hallediverir. «İki kere iki dört» kadar katî hükümler verir. Sonra, aynı zamanda çekilmez bir nasihatçidir de... Neden bahsetseniz, sizin, yahut bahse kahraman olanın hayatına ait makul bir tarz bulur. Nasihat şeklinde bir prensip ortaya çıkarır. Yalnızca kızarır. Hâlbuki o'nca bütün hayat yanlıştır! Zira düşünüşünün sistemi tabiatta bulunmaz. Tabiatta onun kafasındaki mantık yoktur, hesap yoktur, rakam yoktur!

Bununla beraber ben onun çok tuhaf görünen fikirlerini severim. Mücerret mefhumların haricî hakikat karşısında nasıl «Hacer-ı muallâk» gibi sallandıklarını seyretmek pek hoşuma gider. Bugün de İngilizlerin «amal-i erbaa» bilmediklerini söylüyordu. Muharebeyi uzatan sebep hep yanlış bir hesaptı! Ara sıra itiraz eder gibi görünüyor, tenha yolun esmeyen bir rüzgâr gibi serin serin duyulan temiz havasını kokluyordum. Karşımızdan bir otomobil geldiğini gördük. Şosenin kenarına çekildik. Bu, canlanmış büyük bir piyano kadar parlak, siyah, ihtişamlı bir arabaydı. Yanımızdan hızla geçti. Billur camlarının arkasındaki güzel kadınla genç erkeğin çehreleri tıpkı bir hayal gibi sakin duruyordu. Sonra keskin bir benzin kokusu... Arkamızdan bir ses geldi:

- Hasan Bey!

İkimiz de birden döndük.

Otomobil durmuştu. Kesik bıyıklı esmer bir genç bize doğru gülerek koşuyordu. Ben kim olduğunu sormaya vakit bulamadım. Siyah paltosunun şıklığı, yakasındaki ağır «lutr»un parlaklığı, sanki beni manyetize etmişti. Geldi. Hasanın ellerinden tuttu. İki eliyle sarsarak sıktı.

- Nasılsın velinimetim!
- Çok iyi...
- Ne arıyorsun buralarda?
- Biraz hava alıyoruz, işte...

Ben şaşırmıştım. Birdenbire Logaritmacı'nın ana tüyleri dökülmüş kahverengi paltosuna bakarak bu gencin nasıl velinimeti olabileceğini düşündüm.

- Nasıl, bir milyon yapabildin mi?
- Yapamadım vallahi...
- Ey, şimdi ne kadarlıksın?
- Ehemmiyetsiz vallahi... dört yüz bin liram var.

Kulaklarıma inanamayacağım geldi. Hasan zaviyeleri görünen mustatil bir gülüşle çırpınıyordu.

Soğukkanlı:
- Çalış, daha çalış! Dedi.
- Çalışacağım. Sen, benim velinimetimsin. Sana ölünceye kadar minnettarım.
- Estağfurullah.
- Vallahi her yerde, herkese söylüyorum. Sen bana akıl vermeseydin, ben yine eskisi gibi sürünecektim.
- Canım. Senin talihin varmış! Ben sana para yerine nasihat verdim. Bir söz söyledim. Bir sözden ne çıkar?
- Bir söz amma, pîr söz...

Hayretten aptallaştım. Dilim tutuldu. İlerde duran otomobilin arka penceresinde bir kadın hayalinin kımıldadığını fark ediyor, şık gencin Logaritmacı ile konuştuklarını dinliyordum. Kadın nişanlısıymış. Kimin nesi olduğunu söyledi: İstanbul'un en kibar, en eski, en yüksek bir ailesinin ismini işitiyordum. Otomobilini üç bin liraya almış... Susuyor, bakıyordum. Boyu uzundan biraz kısaydı. Yahut semizliğinden öyle görünüyordu. Gülerken azıdişlerinin platin kaplı olduğu gözüme çarptı. Esmer cildi, çok rahat içinde yaşayan her mesut zengininki gibi taptazeydi, parlaktı. İnce kaşlarının altında gülen gözlerinin içinde, vakıa büyük bir zekâ şulesi tutuşmuyordu. Fakat o kalın, o küt burun... Sahibinde tos vuracak bir koç azmi olduğunda şüphe bırakmıyordu. Hasan'la vedalaştı. Bana da başıyla bir selâm verdi. Bekleyen otosuna hızla yürüdü. Arkasından bakıyorduk. Ben hâlâ kendimi toplayamıyor, bir şey soramıyordum. Oto büyük bir gürültü ile kaçtı.

- Bu kim? dedim, sen bu dört yüz bin liralık adamın nasıl velinimeti oluyorsun?
- Anlatayım.

Diye güldü. Tenha şosede deminki gibi, yine yavaş yavaş yürümeye başladık.

- Riyaziyede olduğu gibi hayatta da bazı mütearifeler vardır. Doğruluklarına hiç şüphe yokken yine kimse iltifat etmez. Meselâ «herkes kendi işini kendi kendine görürse, kimsenin kimseye ihtiyacı kalmaz!»
- Allah aşkına hikmeti bırak, diye yalvardım, bu zengin kim, onu anlat.
- İşte onu söyleyeceğim.
- Söyle bakalım.
- Bu genç, benim, Selanik'teyken uşağımdı! Dedi.

Durdum, bir adım geri attım.

- Uşağın mıydı?

Diye haykırdım. Logaritmacı her vakitki soğukkanlılığıyle, elleri arkasında, yürüyerek cevap verdi:

- Evet, uşağımdı. Ben Balkan Harbi'nden sonra İzmir'e gitmiştim. Bir sene sonra İstanbul'a geldim. Bir gün Meserret Oteli'nin önünden geçiyordum. Bir de baktım bizim Ahmet... öpmek için elime sarıldı, üstü başı dökülüyordu. Ne yaptığını sordum. «Hiç, dedi, boştayım.» Sonra sıkılarak benden bir mecidiye istedi. Tekrar niçin, ne sebeple para vereceğimi sordum. «Vallahi iki gündür açım, bari beş kuruş ver. Bugün karnımı doyurayım.» Dedi. O vakit düşündüm. Bu çocuk da birçok muhacirler gibi serserileşmişti. İnceden inceye istintaka çektim. «iki gün evvel karnını doyuracak paran var mıydı?» diye sordum. «Evet» dedi.. Üç gün evvelisinden bir gün sonra aç kalacağını niçin düşünmediğini, sordum. Cevap vermedi, yere baktı. O vakit ona Koton'u hatırlattım.

- Koton ne? Diye sordum.

- Koton, benim Selanik'teki küçük köpeğimin adı... Bu köpekte en bariz, en kuvvetli seciye «istikbal endişesi» idi. Kendine verilen kemiklerin beşte birini bile yemez, gider, bahçenin tarhlarına gömer, saklardı. Evet, en bol, en neşeli zamanda bile «yarın» kendisine bir şey veremeyeceğimiz ihtimalini aklından çıkarmaz, hep «yarın»ı düşünürdü. Kemikleri saklamak için çiçekleri, tarhları bozuyordu. Çok dövdük, azarladık. Bir türlü bu endişesinden vazgeçiremedik. Ahmet'e: «Senin Koton kadar hissin yok muydu?» dedim. Utandı, başını daha beter eğdi, önüne baktı. Cebimden bir kart çıkardım. Eyüp'te bir ip fabrikasının müdürü sınıf arkadaşımdı. Ona bir tavsiye yazdım. «Al bunu, götür. Çalış, para kazan, ye... Kimseden para isteme!» dedim. Teşekkür etti. Amma yine yakamı bırakmadı. «Bari iki kuruş verin. Şimdi ekmek peynir alayım. Açlıktan ölüyorum.» Azıcık daha verecektim. Elimi cebime götürdüm. Birdenbire bu lüzumsuz merhametle kuvvetli bir gencin azmini kıracağımı düşündüm. Evet, sırf merhametle yapılmış bir muavenet, halis bir cinayetten başka bir şey değildir. Kime acıyıp «bir sâyin mukabili olmayarak» muavenet edersek, onun azmini, iradesini dumura uğratıyoruz demektir. Elimi hızla cebimden çektim. «Şuradan sap, soluna ilk gelen sokağa gir. Biraz yürü. Orada Kosova Oteli vardır. Sahibi ahbabımdır. Benden selâm söyle, de ki: «Ben şimdi bütün oteli süpürmeğe, yıkamağa hazırım. Bütün apteshaneleri temizleyeyim. Bana beş kuruş ver.» O, bu pazarlığa razı olur. Razı olmazsa, ben Valde Kıraathanesi'ndeyim. Gel. Beni gör. Sana bugün ekmek parasını getirecek başka bir iş bulurum.» dedim. Reddedemedi. Açlığı yüzünden belliydi. Gözlerinin altı simsiyahtı. Dudakları bembeyazdı. Baygın baygın bakıyordu. Yarım saat kadar Valde Kıraathanesi'nde bekledim. Gelmedi. Ona altı gün sonra rasgeldim. Hemen elime sarıldı. Öptü «Eğer bana o gün ekmek parası verseydin, ben fabrikaya gitmeyecektim. Bana ağır bir iş gördürdün, amma çalışmayı öğrettin. Çok minnettarım!» dedi. Çabucacık ilerlediğini, ustabaşı olduğunu, günde yarım lira aldığını söyledi. Zaten müstaitti. Yalnız azminin uyanması için «Hanya'yı» Konya'yı anlaması icap ediyordu, ben ona anlattım. Her rasgelişimde onu daha değişmiş, daha akıllanmış, daha kanlanmış, daha semizlenmiş gördüm. Sonra sâyini karşılık koyarak bir zengine ortak oldu. «Fanila, çorap» fabrikası açtı. Sonra muhtelif dairelere müteahhit oldu. Faaliyetleriyle doğruluğuyle, namusuyle kendini tanıttı. Zenginleştikten sonra kibirlenmedi de... Şimdi beni nerede görse koşar, «velinimetim» der. Sermayesinin esası olan azmi benden aldığını hiç unutmaz...

Yavaş yavaş yaklaştığımız Hürriyet Tepesi'nin yapraksız ağaçları, uzak kıtlık kâbuslarını hatırlatan çelimsiz, siyah, gamlı iskelet gölgeleri gibi görünüyordu. Logaritmacının azme, iradeye, saye, hesaba dair söylediği hendesî hikmetleri dinlerken, artık göğsümün, görünmez kesme kaya yığınları altında ezildiğini duyuyordum. Rüşdiye tahsili bile görmemiş yalınayak, başıkabak, bir uşak yamağının ip ameleliğinden ustabaşılığa, ustabaşlıktan fabrikatörlüğe, fabrikatörlükten müteahhitliğe sıçradığını, müteahhitlikten otomobille milyonerliğe doğru yürüdüğünü görmek -bilmem niçin- bana acı geliyordu. Kıskanıyor muydum? Evet, kıskanıyor muydum? Amma niçin? Amerika'nın en meşhur, en büyük iktisat kralları da on parasız işe başlamamışlar mıydı? Muhakemem, mantığım hissiyatımı düzeltemiyordu. Uzandığı ciğerin karşısında «pis!» diye yalanan sıska bir kedi kadar zavallıydım. Kendimi tutamadım. Sanki bu zenginliğe, bu saye hiç ehemmiyet vermiyormuşum gibi, istihkarla yüzümü ekşittim. Başımı salladım.

- Yeni zengin işte... Dedim.

Logaritmacı durdu. Derin siyah gözlerini açtı:

- Ne o? Beğenemiyor musun? diye güldü, kuruntuyu bırak. Zenginlik bu! Şarap değil yavrum! Eskisi de bir, yenisi de bir!

About