Kitabın Adı : Bir Şeftali Bin Şeftali
Kitabın Yazarı : Samed Behrengi
Kitap Özeti :
Köylerden
bir köy vardı. O köyün başlıca sorunu susuzluk ve yoksulluktu. Fakat
köyün hemen yamacında uçsuz bucaksız bir bahçe vardı. Bu bahçede bol
meyveli ağaçlar vardı. Tam ortasından gürül gürül akan bir dere
geçiyordu.
Birkaç yıl önce köyün sahibi olan ağa, köyün tüm
topraklarını köylü ailelere paylaştırıp satmıştı. Bol meyveli bahçeyi
ise kendine ayırmıştı. Satılan topraklar ağaçsız, susuzdu. Üstelik bu
topraklar taşlık ve kayalıktan ibaretti. Köylüler buralara ancak arpa ve
buğday ekebiliyordu.
Bol meyveli bahçede iki şeftali ağacı
vardı. Biri çok büyük, öteki küçüktü. Yaprakları,çiçekleri onların
kardeş olduklarını gösteriyordu. Büyük şeftali ağacı aşısını olmuştu.
Meyve zamanı iri iri, tatlı mı tatlı supsulu şeftaliler dallarda
olgunlaşır, hatta ağırlaşan dallar yerlere kadar eğilirdi. Bahçeye bakan
bahçıvana göre yabancı bir ülkeden getirtilmişti aşısı. Çok para
harcanmıştı. İki şeftali ağacının boyunlarında da birer nazar boncuğu
asılıydı.
Küçük şeftali ağacı, her yıl binlerce rengarenk çiçek
açar ama bir tane bile olgun meyve vermezdi. Tam meyveye duracağı zaman
bütün çiçeklerini dökerdi.
Bahçıvan küçük şeftali ağacına yeni
bir aşının iyi geleceğini düşündü. Ama bu yarar sağlamadı. Artık bıkan
bahçıvan ağacı korkutmaya karar verdi. Eve gidip testeresini aldı.
Karısıyla birlikte şeftali ağacının altına geldiler. Bahçıvan testerenin
dişlerini elindeki eğe ile biledi. Karısı heyecanla sarıldı ona, tuttu
elini. “ Onu kesersen beni ölmüş bil. Eğer önümüzdeki mevsim de meyve
vermezse beraber keseriz. Odun yaparız ve kış gelince ocakta yakar
ısınırız.” Dedi.
Ama sonraki mevsim şeftali ağacı yine çiçek açtı ve döktü tüm çiçeklerini.
Neydi bu şeftalinin derdi?
Bu konuşmaları dinleyen küçük ağaç başladı konuşmaya:
- Bahçıvanın sepetinde bir düzine şeftaliydik. Çok güzeldik. Bahçıvan
şeftalileri toplar, sepete doldurur kentin yolunu tutardı. Kentte
bahçenin sahibi ağa oturuyordu. Ben oraya gitmek istemiyordum. Ağanın
kızı şımarıktı. Bir ısırık alıp beni çöpe fırlatacaktı. Ağa biricik
kızının ağzı tatlansın diye yurt dışından günübirlik taze portakallar,
muzlar, üzümler getirtiyormuş. O mutlu olsun diye her gün taze güller
geliyormuş Avrupa’dan. Hekimler, bakıcılar, giyim kuşam, oyuncak ve
geziler derken dünyanın parasını döküyormuş.
Oysa Sahip Ali ve
Polat öyle mi? Onların sofrasına şimdiye dek meyve girmemiş ki. Annecim
bir gün bana “ Benim cici kızım, güneşten sakınma yüzünü. Güneş olmazsa
tüm canlılar yok olur.” Dedi. Hep aklımda tutuyorum bu sözü.
…
Bahçıvan sepette bizi taşırken, köstebek yuvasına bastı. En üstte ben
vardım. Yere düştüm. Bahçıvan fark etmedi. Sepetten düşünce bir yanım
ezildi, biraz da öz suyum aktı toprağa. Az sonra atlıkarınca geldi
yanıma.
Öz suyumdan koparmak için çok uğraştı, başardı da. Gitti sonra hızlı adımlarla.
Sonra
Sahip Ali ve Polat geldi. Onların hiç korkuları yoktu. Bekçinin
tüfeğinden bile korkmuyorlardı. Üstlerinden belliydi yoksul oldukları.
Giysileri yamalı bohça gibiydi. Yedi sekiz yaşlarında ya var ya
yoklardı. Annem olan şeftali ağacına koştular üstümden atlayıp ama orada
şeftali bulamadılar, bahçıvan hepsini toplamıştı. Çok sinirlendiler.
Bahçeyi yakmaya karar verdiler. Tam önümden geçiyorlardı. Polat’ın yüzü
birden acıyla değişti. Ayağına diken batmıştı. Tam dikeni çıkarmak için
eğilmişti ki beni gördü. Ellerine alıp okşadılar beni. Çok mutluydum.
Onlar beni iştahla yiyeceklerdi.
Havuza kadar dikkatle taşıdılar
beni. Havuz, söğüt ve kavak ağaçlarıyla çevriliydi. Bu gölgeliklerden
havuz başı oldukça serindi. Suya daldırdılar beni, biraz serinleyip daha
güzel olmam için. Orda bile kaybolurum diye bırakmadılar beni. İyice
serinlemiştim. Önce Polat açtı ağzını, kocaman bir ısırık aldı. Sahip
Ali’de ısırdı. Polat şeftalinin son parçasını da attı ağzına. Sonra
havuza girdi onlar. Beni de söğüt ağacının altına bıraktılar.
Köyün
sokakları ıssızdı, yoksul köyde gübre kokusu eksik olmazdı. Bir de her
yanı kaplayan sinekler. Sahip Ali beni götürürken beline kadar tezeğin
içine gömüldü. Ama annesi kızmadı ona. Ahıra girdi. Beni gübre yığınının
içine gömdü. Karanlıktı, gübre kokusundan başka bir şey yoktu, soluk
alamıyordum. Epey bir süre geçti. Sahip Ali çıkardı beni oradan, üfledi
ve sildi.
Polat keçiyi otlatmaya gitmişti. Bulduk onu, beraber
bahçenin öbür ucundaki tepenin arkasına ekeceklerdi beni. Kimse
görmesin, suya da yakın olsun diye oraya ekeceklerdi. Ektiler, derin bir
uykuya daldım kış boyu. İki rüya görmüştüm. Badem çiçeğinin sesi ile
uyandım. İlkbaharda uyandım uykumdan, yanımda küçük kökleri olan bir
bitki vardı. O kıpırdandıkça ben gıdıklanıyordum. Karınca sürüsü geldi
yanıma, kabuğumdan ısırıp diş geçiremeyeceklerini anlayınca bıraktılar.
Bir süre sonra filizlendim, sonunda gün ışığına kavuşmuştum.
Gelin
gibi badem çiçeğini gördüm. Kökleriyle beni gıdıklayanlar onlarmış.
Sonra yanımda ince kökleri olanları gördüm, onlar da papatyalarmış. Çok
uzunlardı, bense onların yanında kısacıktım. Sahip Ali ve Polat ‘ta
yanıma geldiler. Çok sevinçliydiler. Beni gördükleri için. Sonra sık sık
yanıma uğradılar. Bir gün yanıma, sopanın ucunda iri bir yılan ölüsü
getirdiler. Kıpkızıl ve parlaktı. Yanımda çukur kazıp yılanı gömdüler.
Meğer birkaç sepet gübre değerindeymiş yılan ölüsü.
Zaman geçti,
büyüdüm geliştim. Soğuklar başlayınca eski püskü bezlerle ve hasır
parçalarıyla sardı çocuklar beni üşümeyeyim diye. Bir gün de irice uzun
bir sopa getirdiler. Benim yanıma dik olarak sapladılar. Gövdemi ona
bağladılar. İyi ki de bağlamışlar. Çıkan fırtınadan o sopa korudu beni. 3
tane tohumum çıktı, sadece bir tanesi kaldı. Çocuklar ve ben
birbirimize çok bağlanmıştık. Onların kardeşi gibi olmuştum ben. Bu
yüzden o tohuma bir şey olmasını istemiyordum. Onu çocukların yemesini
istiyordum.
Bir gün Polat geldi yanıma yalnızdı. Sahip Ali
ölmüş. Bana besin olması için Yılanlı Vadi’ye yılan öldürmeye gitmişler.
Orada onu kapkara bir yılan sokmuş. Polat yılanı öldürmüş, kafasını
ezmiş ama yılan Sahip Ali’yi sırtından sokmuş. Boncuk Nine, bütün gece
başucunda beklemiş, Çeşitli yakılar sürmüş ona. Çeşit çeşit otlardan
ilaç yapmış ama hiçbiri fayda etmemiş.
Polat hıçkıra hıçkıra çok
ağladı başucumda. Buralarda artık duramayacağını, her yerin ona Sahip
Ali’yi hatırlattığını söyledi. Kente gidip bakkallık yapan dayısının
yanında çıraklık yapacakmış. Polat giderken tek şeftalimi düşürdüm ayağının önüne. Avuçlarıyla kavradı sevdi onu. Sonra uzaklaştı oradan.
Ben
de şeftalilerimi dökmeye karar verdim. Bahçıvan benim yerimi
değiştirdi. Ama ben yine aynısını yaptım. O günden bu güne kaç yıl geçti
bilmem, hala meyve vermiyorum. Bir tek şeftali bile tadamayacak
bahçıvan. Ona boyun eğmeyeceğim. İster korkutsun ister yalvarsın.