Eğitim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Haziran 2023 Cuma

thumbnail

2022 Yılı Merkezi Sınav Puanı İle Öğrenci Alan Liselerin Taban ve Tavan Puanları ve Yüzdelik Dilimleri



2022 Yılı Merkezi Sınav Puanı İle Öğrenci Alan Liselerin Taban/Tavan Puanları ve Yüzdelik Dilimleri

2023 Yılı Liselere Giriş Sınavı (LGS) Merkezi Sınav Sonuçları 23.06.2023 tarihinde açıklandı. 

4 Haziran 2023 tarihinde LGS kapsamında gerçekleştirilen Sınavla Öğrenci Alacak Ortaöğretim Kurumlarına İlişkin Merkezi Sınav sonuçları MEB sitesinde açıklandı. 

Şimdi sıra geldi tercihleri yapmaya...

Öğrencilerin tercihlerinde kendilerine ölçü alabilecekleri 2022 Yılı Türkiye geneli sınavla öğrenci alan okulların taban puanları, tavan puanları ve yüzdelik bilgileri aşağıdaki linkte verilmiştir.

2022 ilk yerleştirme taban tavan yerleşme bilgileri.xlsx

4 Haziran 2023 Pazar

thumbnail

CHI PO NON VO Yapabilen İstemiyor


Yukarıdaki yazı İtalya’nın Ascoli Piceno şehrinde bulunmaktadır. 1529 yılında yazılmış, Latince bir duvar yazısıdır. 

CHI PO NON VO

Yapabilen istemiyor

CHI VO NON PO

İsteyen yapamıyor

CHI SA NON FA

Bilen yapmıyor

CHI FA NON SA

Yapan bilmiyor

ET COSI IL MONDO MAL VA

ve dünya böyle kötüye gidiyor

Bugünün problemleri sandığımız pek çok olay aslında belki insanlık tarihi boyunca geçmişte pek çok defa gündeme getirilmiş.

thumbnail

Hedeflerimize Ulaşmak İçin Yapmamız Gerekenler


Hedeflerimize Ulaşmak İçin Yapmamız Gerekenler

Hepimizin hayelleri ve hedefleri vardır. Fakat genellikle hayellerimize ulaşmak ve hedeflerimize varmak için neler yapmamız gerektiğini bilemeyiz. İşte sizlere yol gösterecek, nereden başlamanız gerektiğini, neler yapmanız gerektiğini söyleyen yol haritası...

Güçlenebilmenin 30 Yolu

A- Bilgi İçin 5 Yol

    1- Kitap oku

    2- Araştır

    3- Öğrenmeye açık ol

    4- Podcast dinle

    5- Mentor desteği al

B- Servet İçin 5 Yol

    1- İşini iyi yap

    2- Yenilikçi ol

    3- Ek gelir oluştur

    4- Birikim yap

    5- Yatırım yap

C- Liderlik İçin 5 Yol

    1- Kimseyi taklit etme

    2- Sosyal ol

    3- Hitabını güçlendir

    4- Donanımlı ol

    5- Kitle oluştur

D- Sağlık İçin 5 Yol

    1- Sağlıklı beslen

    2- Egzersiz yap

    3- Alkol ve sigara kullanma

    4- Uykunu düzene sok

    5- Su tüketimini arttır

E- Zihin Gelişrime İçin 5 Yol

    1- Pozitif düşün

    2- Planlı ol

    3- Hobi edin

    4- Meditasyon yap

    5- Kendini sev

F- Sosyallik İçin 5 Yol

    1- Empati kur

    2- İyi bir dinleyici ol

    3- Mütavazi ol

    4- Dürüst ve samimi ol

    5- Açık fikirli ol

27 Nisan 2023 Perşembe

thumbnail

Evren 25 Fare Deneyi ve Toplum Davranışları


EVREN 25 FARE DENEYİ

Evren 25 deneyi, bilim insanlarının çeşitli toplulukları bir fare kolonisinin davranışı aracılığıyla açıklamaya çalıştığı, bilim tarihinin en korkunç deneylerinden biridir. 

Evren 25 fikri, yüzlerce farenin yaşayacağı ve üreyeceği ideal bir dünya oluşturan Amerikalı bilim adamı John Calhoun'dan geldi.

John Calhoun, kemirgenlerin bol miktarda yiyecek ve suyun yanı sıra geniş bir yaşam alanına sahip olduğu özel olarak tasarlanmış bir alan olan Fare Cenneti'ni inşa etti. 

Başlangıçta, kısa sürede üremeye başlayan ve popülasyonlarının hızla artmasına neden olan dört çift fare yerleştirildi. Farelerin 315 gün sonra üremeleri önemli ölçüde azalmaya başladı. 

Kemirgen sayısı 600'e ulaştığında aralarında bir hiyerarşi oluştu ve ardından sefil fareler ortaya çıktı.

Daha büyük fareler gruba saldırmaya başladı. Bunun sonucunda birçok erkek fare psikolojik olarak çökmeye başladı. 

Dişi fareler kendilerini korumadılar ve sonucunda yavrularına karşı saldırgan hale geldiler. 

Zaman geçtikçe, dişiler giderek daha agresif davranışlar ve üreme ruh halinde yoksunluk gösterdiler. Düşük doğum oranı ve aynı zamanda genç farelerde ölüm oranlarında artış vardı. 

Ardından, güzel fareler denen yeni bir erkek fare sınıfı ortaya çıktı.

Dişilerle çiftleşmeyi ya da kendi alanları için savaşmayı reddettiler. Tek umursadıkları yemek ve uykuydu. 

Bir noktada, güzel erkekler ve izole dişiler nüfusun çoğunluğunu oluşturmay başladı.

John Calhoun'a göre ölüm aşaması iki aşamadan oluşuyordu: Birinci ölüm ve İkinci ölüm.

Birinci ölüm, hayatta var olmanın ötesinde amaç kaybıyla karakterize edildi; çiftleşme, genç yetiştirme veya toplumda bir rol kurma arzusu yoktu. Zaman geçtikçe yavru ölüm oranı %100'e ve üreme sıfıra ulaştı. 

Nesli tükenmekte olan fareler arasında eşcinsellik gözlemlendi ve aynı zamanda bol miktarda yiyecek olmasına rağmen yamyamlık arttı. 

Deneyin başlamasından iki yıl sonra koloninin son bebeği dünyaya geldi. 

1973'te Evren 25'teki son fare ölmüştü. 

John Calhoun aynı deneyi 25 kez daha tekrarladı ve her seferinde sonuç aynıydı.

John Calhoun'un bilimsel çalışması, sosyal çöküşü yorumlamak için bir model olarak kullanıldı. Yapılan araştırmalar, şehir sosyolojisi çalışmaları için bir odak noktası olmaktadır. Deney toplum sosyolojisi ve toplum psşkolojisi alanlarına çok katkı sapladı.

Şu anda günümüz toplumunda doğrudan paralelliklere tanık oluyoruz. Zayıf, çok az beceriye sahip veya hiç beceriye sahip olmayan ve koruma içgüdüsü olmayan dişileştirilmiş erkekler ile annelik içgüdüsü olmayan aşırı heyecanlı ve saldırgan dişiler.

2 Şubat 2023 Perşembe

thumbnail

Osmanlı Günümüzdeki Kaç Devleti ve Bu Devletlerden Hangisini Kaç Yıl Yönetmiştir?



Osmanlı Günümüzdeki Kaç Devleti ve Bu Devletlerden Hangisini Kaç Yıl Yönetmiştir? 

1299 yılında kurulup 1923 yılında yeni Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra tarih sahnesinden çekilen Osmanlı İmparatorluğu 600 yılı geçen sürede günümüzdeki pek çok devleti yönetimi altında bulunmuştur. Bu devletlerden bazıları yüzlerce yıl Osmanlı hükümranlığı altında dilini, dinini kaybetmeden hoşgörü ile yönetilmiştir.

Osmanlı dağılınca oluşan devletler:

01. Türkiye

02. Bulgaristan (545 yıl yönetilmiştir)

03. Yunanistan (400 yıl yönetilmiştir)

04. Sırbistan (539 yıl yönetilmiştir)

05. Karadağ (539 yıl yönetilmiştir)

06. Bosna-Hersek (539 yıl yönetilmiştir)

07. Hırvatistan (539 yıl yönetilmiştir)

08. Makedonya (539 yıl yönetilmiştir)

09. Slovenya (250 yıl yönetilmiştir)

10. Romanya (490 yıl yönetilmiştir)

11. Slovakya - Osmanlı'daki adı Uyvar'dır.  (20 yıl yönetilmiştir) 

12. Macaristan (160 yıl yönetilmiştir)

13. Moldova (490 yıl yönetilmiştir)

14. Ukrayna (308 yıl yönetilmiştir)

15. Azerbaycan (25 yıl yönetilmiştir)

16. Gürcistan (400 yıl yönetilmiştir)

17. Ermenistan (20 yıl yönetilmiştir)

18. Güney Kıbrıs (293 yıl yönetilmiştir)

19. Kuzey Kıbrıs (293 yıl yönetilmiştir)

20. Rusya'nın güney toprakları (291 yıl yönetilmiştir)

21. Polonya -himaye olarak- Osmanlı'daki adı Lehistan'dır. (25 yıl yönetilmiştir)

22. İtalya 'nın güneydoğu kıyıları (20 yıl yönetilmiştir)

23. Arnavutluk (435 yıl yönetilmiştir)

24. Belarus  himaye olarak (25 yıl yönetilmiştir)

25. Litvanya himaye olarak (25 yıl yönetilmiştir)

26. Letonya himaye olarak (25 yıl yönetilmiştir)

27. Kosova (539 yıl yönetilmiştir)

28. Voyvodina - Osmanlı'daki adı Banat'dır (166 yıl yönetilmiştir)

29. Irak (402 yıl yönetilmiştir)

30. Suriye (402 yıl yönetilmiştir)

31. İsrail (402 yıl yönetilmiştir)

32. Filistin (402 yıl yönetilmiştir)

33. Ürdün (402 yıl yönetilmiştir)

34. Suudi Arabistan (399 yıl yönetilmiştir)

35. Yemen (401 yıl yönetilmiştir)

36. Umman (400 yıl yönetilmiştir)

37. Birlesek Arap Emirlikleri (400 yıl yönetilmiştir)

38. Katar (400 yıl yönetilmiştir)

39. Bahreyn (400 yıl yönetilmiştir)

40. Kuveyt (381 yıl yönetilmiştir)

41. İran'ın batı toprakları (30 yıl yönetilmiştir)

42. Lübnan (402 yıl yönetilmiştir)

43. Mısır (397 yıl yönetilmiştir)

44. Libya - Osmanlı'daki adı Trablusgarp (394 yıl yönetilmiştir)

45. Tunus (308 yıl yönetilmiştir)

46. Cezayir (313 yıl yönetilmiştir)

47. Sudan - Osmanlı'daki adı Nubye (397 yıl yönetilmiştir)

48. Eritre - Osmanlı'daki adı Habes (350 yıl yönetilmiştir)

49. Cibuti (350 yıl yönetilmiştir)

50. Somali - Osmanlı'daki adı Zeyla (350 yıl yönetilmiştir)

51. Kenya sahilleri (350 yıl yönetilmiştir)

52. Tanzanya sahilleri (250 yıl yönetilmiştir)

53. Çad'ın kuzey bölgeleri - Osmanlı'daki adı Reşade (313 yıl yönetilmiştir)

54. Nijer'in bir kısmı - Osmanlı'daki adı Kavar (300 yıl yönetilmiştir)

55. Mozambik'in kuzey toprakları (150 yıl yönetilmiştir)

56. Fas -himaye olarak (50 yıl yönetilmiştir) 

57. Bati Sahra -himaye olarak (50 yıl yönetilmiştir) 

58. Moritanya -himaye olarak (50 yıl yönetilmiştir) 

59. Mali  - Osmanlı'daki adı Gat kazası (300 yıl yönetilmiştir)

60. Senegal (300 yıl yönetilmiştir)

61. Gambiya (300 yıl yönetilmiştir)

62. Gine Bissau (300 yıl yönetilmiştir)

63. Gine (300 yıl yönetilmiştir)

64. Etiyopya' nin bir kısmı - Osmanlı'daki adı Habeş (350 yıl yönetilmiştir)


Osmanlı Kara hudutları sınırları içinde resmen bulunmamakla birlikte fiilen Hilafete bağlı yerler;

01. Hindistan Müslümanları -Pakistan-

02. Doğu Hindistan Müslümanları -Bangladeş-

03. Singapur

04. Malezya

05. Endonezya

06. Türkistan Hanlıkları

07. Nijerya

08. Kamerun


Denizlerde ise;

Akdeniz'in tamamında 1 asır boyunca,

Akdeniz'in bir kısmında 3 asır kadar,

Karadeniz'in tamamına 4 asır kadar,

Ege nin tamamına 4 küsür asır kadar.

15 Ocak 2023 Pazar

thumbnail

Diderot Etkisi - Eski Sabahlığım İçin Pişmanlık


DİDEROT ETKİSİ

18. yüzyıl aydınlanma çağı düşünürlerinden Fransız yazar ve filozof Denis Diderot’un borç içinde yaşamaktadır. Aynı zamanda kızını da evlendirmeye çalışmaktadır. Diderot’un durumunu duyan Rus imparatoriçesi Büyük Katerina, Diderot’un kütüphanesini satın alıp 25 yıllık maaşını da peşin ödeyerek onu zor durumdan kurtarır.
 
Maddi durumu düzelen ve kızını evlendiren Diderot'a bir arkadaşı çok şık kırmızı kadife bir sabahlık hediye eder. Giydiği yeni sabahlığın verdiği keyifle çalışma masasına oturan Diderot bu eski masanın yeni ve gösterişli sabahlığına hiç uymadığını fark eder. 

Aldığı yüklü miktar paranın verdiği rahatlıkla yeni bir çalışma masası alır. Ancak bu kez yerdeki eski halı sabahlığına ve masasına yakışmamaktadır. Diderot yeni bir halı alır.
 
Bu şekilde eski resimlerini, koltuğunu, duvar halısını, sandalyelerini... hepsi birbirine uyum sağlasın derken evindeki eski eşyaları tamamen yeniler.

Sonunda bütün parası biter ve Diderot yeniden borçlanır. Ancak o zaman aklı başına gelir ve kendisini nasıl bir tüketim çılgınlığına kaptırdığını anlattığı "Eski Sabahlığım İçin Pişmanlık" adlı bir yazı yazar.
 
Bilinçli bir alışveriş düşüncesiyle yapılmayan ve ihtiyaç olmadığı halde alınan şeyleri açıklayan bu tüketim sarmalından bahseden ilk kişi olduğu için anlattığı kavrama Diderot Etkisi denilmektedir.

Diderot şöyle der: "Eski sabahlığımın efendisi idim, ama şimdi yeni sabahlığımın kölesi oldum."

Tüketim çılgınlığının yaşandığı günümüzde yeni bir eşya alırken tekrar düşünelim, gerçekten ihtiyacımız var mı, eski cep telefonumuz, televizyonumuz, ayakkabımız hala iş görür mü? gerçekten ihtiyacımız var mı?


thumbnail

Kartalı gagalamaya cesaret eden tek kuş Kuzgundur


Kartalı gagalamaya cesaret eden tek kuş Kuzgundur, 

Kartalın boynuna biner ve onunla beraber uçarken bir taraftan da kartalı gagalar..

Kartalın bu durumda yapabileceği pek bir şey yoktur, ve hiç karşılık vermez, onunla savaşmaz.. 

Kartal kuzgundan kurtulmak için enerji harcamaz.

Sadece kanatlarını açar, gökyüzünde daha, daha yüksekten uçmaya başlar.. 

Uçuş kuzgun için çok yüksektir, sonun başlangıcıdır bu durum.. 

Çünkü kuzgun kartalın uçtuğu yükseklikte oksijensiz kalır ve nefes alamaz, sonunda düşer.

Sizinle savaşmaya, eleştirmeye, çalışanlara cevap verip enerjinizi harcamanız gerekmez.

Onlarla zaman harcamayı bırakın.

Sizde var olan gücünüzü sizi daha yükseklerdeki hedefinize ulaştırmak için kullanın yeterli.

Ensenizde sizi didikleyenler oksijensiz kalıp yere çakılacaklardır...


thumbnail

Siz Olsaydınız - Bir müddet zeytinle idare edebilir miydiniz?


Bir müddet zeytinle idare edebilir miydiniz?

Binaya gelen adam kendisini karşılayan sekretere Nazif Beyle görüşmek istediğini söyledi. Bunun üzerine sekreter birden ciddileşti; 
- Nazif Bey mi? dedi.
- Evet, Nazif Bey! diye cevap alınca, sekreter hüzünlü bir ses tonuyla 'Nazif Bey sizlere ömür efendim, onu kaybedeli dört yıl oldu.' dedi.

Hiç beklemediği bu haberle bir acı saplandı adamın yüreğine. 
-Ya, öyle mi...? diyebildi sadece.

Hicranlı bir suskunlukla bir müddet öylece kalakaldı. Gözlerine hücum eden yaşlar yanaklarından süzülüp göğsüne damladı. Kendisini toparlayıp 
-Onun adına görüşebileceğim bir yakını var mı acaba? diye sordu.
- Evet var, oğlu Selim Bey....
Titrek bir sesle 
- Öyleyse Selim Beyle görüşebilir miyim? dedi.
Sekreter hanım, insanda saygı uyandıran bu kibar beyefendiye,
- Selim Bey oldukça meşgul bir insan, randevusuz görüşmek pek mümkün olmuyor; ama ben yine de kendisine bir haber vereyim. dedi ve telefona yöneldi.. 
- Kim diyelim efendim? diye sordu.
- Kendimi ona ben tanıtmak istiyorum kızım. cevabı üzerine sekreter dahili telefonu çevirdi. Daha sonra, 
- Selim Bey sizinle görüşmeyi kabul etti, lütfen beni takip edin. dedi.

Beraber merdivenden çıktılar. İnce bir zevkle döşenmiş geniş bir salondan geçip büyük bir kapının önünde durdular, sekreter kapıyı açarak, 
- Buyurun! dedi.
O da içeri girdi. Kendisini ayakta bekleyen gence doğru hızlı adımlarla yürüdü, elini uzatarak,
- Merhaba, ben Prof. Dr. Mehmet Baydemir. dedi.
- Bendeniz de Selim Cebeci... Lütfen buyurun, oturun. dedi, genç iş adamı.
Mehmet Bey, kendisine gösterilen yere oturur oturmaz:
- Yirmi üç yıl, tam yirmi üç yıl... Vaktiyle bana burs verip okumama vesile olan insanın elini öpmek için bu ânı bekledim. Ama o büyük insanın elini öpmek nasip değilmiş, bunun için ne kadar üzgünüm anlatamam. dedi ve dudakları titredi, gözleri doldu. 
Yaşarmış gözlerini kuruladıktan sonra Selim Beye döndü;
- Fakat en azından o büyük insanın oğlunun elini sıkmaktan da bahtiyarım. Misafirin bu sözleri üzerine Selim Bey yerinden fırladı, kulaklarına inanamıyordu. Kelimelerinin her biri birer hayret nidâsı gibi dizildi cümlelerine:
- Mehmet Baydemir demiştiniz değil mi, Tosyalı Mehmet Baydemir mi? Profesör, delikanlının bu heyecanlı haline bir anlam veremeyerek başıyla 'Evet' dedi. Bunun üzerine Selim Beyin gözleri sevinçle parladı.
- Babamla sizi uzun yıllar aradık; ama bulamadık. dedi.
Profesörün yanına gelerek iki eliyle elini tuttu, candan bir dost gibi sıktı ve 
- Sizi karşıma Allah çıkardı. dedi.
Bu sözler profesörü çok şaşırtmıştı
- Uzun yıllar beni mi aradınız? Peki ama neden? dedi.
Selim Bey gülen gözlerle profesöre bakarak
- Bizdeki emanetinizi vermek için... deyince, profesörün şaşkınlığı iyiden iyiye arttı.
- Emanet mi? dedi.
Selim Bey cevap vermeden yerine geçip telefonu çevirdi. Karşısındakine
- Gelebilir misiniz? deyip telefonu kapattı.

Mehmet Bey, Şaşkın gözlerle Selim Beye bakarken kapı çalındı, odaya iyi giyimli bir bey girdi.
Selim Bey ona yanına gelmesini işaret etti, sonra kulağına bir şeyler fısıldadı. Gelen kişi bir şey söylemeden geldiği kapıya yöneldi. O çıkarken Selim Bey, misafiriyle tatlı bir sohbete başladı.
Sohbetleri koyulaştıkça, çehrelerindeki şaşkınlık, yerini birbirlerine Hasret kırk yıllık ahbapların yeniden buluşmalarındaki sevinç, samimiyet ve güvene bırakmıştı. Mehmet Bey yurt dışındaki tahsilinden, araştırmalarından ve yirmi üç yıl boyunca her yıl büyüyen memleket hasretinden bahsetti. Sonra Nazif Beyin duvardaki portresini göstererek,
- Bu günlerimi şu büyük insana borçluyum. Bana yalnızca maddî destek vermedi, mânen de beni hiç yalnız bırakmadı. Yurt dışında tahsil görürken yanlışa her yeltendiğimde hayalen yanımda hazır oldu. 'Sana bunun için burs vermedim.' diyerek bana istikamet verdi. Ona her namazımda dua ediyorum. dedi ve gözlerini Nazif Beyin duvardaki fotoğrafına mıhladı. Sonra gözleri portrenin altındaki ilk anda mânâ veremediği diğer tabloya kaydı. Son derece şık bir çerçevenin içinde, bazı yerleri yamalı ve tamir görmüş oldukça eski bir çift çorap duruyordu. Biraz daha dikkatli baktığında çerçevede bazı cümlelerin de sıralandığını fark etti: 'Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra...'

Selim Bey, kendisine bir soru sorduğu için başını ona çevirdi; fakat aklı tabloda kalmıştı. Selim Beye cevap verirken tabloya bir daha baktı. İkinci cümle de birinci cümle gibi üç nokta ile bitiyordu: 'Bir müddet sabredeceğiz, sonra...'

İyice meraklanmıştı. Bu ilk görüşmeleri olmasaydı, yanına gidip tabloyu iyice inceleyecekti fakat bu uygun düşmez, düşüncesiyle yalnızca sohbet arasında göz ucuyla merakını gidermeye çalışıyordu.
Ancak her seferinde biraz daha artan bir merakın içinde kalıyordu. Üçüncü cümlede: 'Bir müddet yürüyeceğiz, sonra...' diye yazıyor ve altta böyle birkaç cümle daha sıralanıyordu.

Artık aklı hep tablodaydı. Sonunda dayanamayıp,
- Selim Bey merakımı mazur görün. Şu tabloya bir mânâ veremedim. dedi.
Selim Bey kendisine has bir gülüş ile misafirine baktı, derin bir nefes alarak
- Malumunuz, babam varlıklı bir insandı. Oldukça iyi bir hayatımız vardı. Sonra ne olduysa her şeyimizi kaybettik. O zenginlikten geriye hiçbir şey kalmadı. Köşkümüzdeki hizmetçiler de gitti. Yemekleri artık annem yapıyordu. Hatırlıyorum da bir sabah, kahvaltıya sadece zeytin koyabilmişti. O zengin kahvaltılarımıza bedel, yalnızca zeytin... Şaşkınlık içinde, 'Başka bir şey yok mu?' diye sormuştum. Bu soru karşısında annemin hüngür hüngür ağlayışı gözümün önünden hiç gitmiyor. Annemin ağlayışı karşısında babam: 
'Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra...' dedi ve durdu, güçlü bakışlarını üzerimizde gezdirdi, 'alışacağız' dedi. Ve iştahla bir zeytin alıp ağzına attı. Birkaç gün sonra haciz memurları gelip köşkümüzü de elimizden aldılar. Kenar bir mahallede küçük, eski bir eve taşındık. Doğru dürüst bir eşyamız da kalmamıştı. Annem bezgin bir sesle:
'Bu evde hiçbir şey yok! Burada nasıl yaşayacağız.' Diye haykırdı. Bunun üzerine babam:
'Bir müddet sabredeceğiz, sonra alışacağız.' dedi. Gittiğim özel okuldan ayrılmış, bir devlet okuluna yazılmıştım. Sabahleyin okula servisle gitmeyi umarken, babam elimden tuttu, 
'Bu ilk günün, okula beraber gideceğiz.' dedi. Yürümeye başladık. Okul oldukça uzak gelmişti bana, yorulup geride kaldığımı hatırlıyorum. Babam kim bilir hangi düşüncelere dalmıştı. Geride kaldığımı fark etmemişti. Biraz sonra fark edince bana döndü. İsyan dolu bakışlarımı yüzünde gezdirdim. Bir an bana ızdırapla baktıktan sonra, yanıma geldi. Bir şey söylemesine fırsat vermeden, kızgın aynı zamanda nazlı bir tavırla, 'Yoruldum.' dedim. Babam oldukça sakin bir şekilde: 
'Bir müddet yürüyeceğiz, sonra alışacağız.' dedi. Babam her sabah erkenden çıkıyor, geç saatlerde ancak dönüyordu. Döndüğünde ise küçük odaya çekiliyor, bazen saatlerce orada kalıyordu. Çoğu zaman buradan gözyaşları içerisinde çıktığını görüyordum. Bir gün, merakıma yenilip babamın küçük odasına girdim. Yerde bir seccade, seccadenin üzerinde de bir tespih vardı. Duvarda ise Arapça bir ibarenin altında şu yazı vardı:
'Allah borcunu ödeme niyetinde olanın kefilidir.'
Babamın dediği gibi oldu, zor da olsa zamanla alıştık. Bu hal birkaç yıl sürdü.
Bir gün babam eve çok farklı bir yüz ifadesiyle geldi.
Ağlamaklı bir yüz ifadesi vardı. Her birimize bir paket getirmişti. Köşkten ayrıldığımız günden beri ilk defa paketlerle eve geliyordu. Bizi bir araya topladı.
'Bugün, benim için ne mânâya geliyor biliyor musunuz?' dedi, kelimeleri boğazına düğümlendi, gözlerine yaşlar hücum etti. Sözlerini kesmek zorunda kaldı. Her birimize hediyelerimizi teker teker verdi ve bizi ayrı ayrı kucaklayıp yanaklarımızdan öptü, kendisi de bir koltuğa oturdu. Cebinden gazeteye sarılı bir şey çıkardı. O sırada da ağlıyordu. Hepimiz şaşkınlık içinde babama bakıyorduk.
Gazeteyi açtı, içinden bir çift yeni çorap çıkardı. Bu gözyaşlarıyla, bir çift çorabın alâkasını kurmaya çalışırken babam, beklemediğimiz bir şey yaptı. Çorabı burnuna götürdü, kokladı, kokladı. Arkasından hıçkırarak ağlamaya başladı. Hepimiz şok olmuştuk, tek kelime bile söylemeden bekledik. Babam nihayet kendisini topladı ve; 
'Bir zaman önce, büyük bir borcun altına girmiştim. Borcumu ödeme niyetiyle yeniden çalışmaya başladığım zaman kendi kendime 'bütün kazancım, borçlarımı ödeyinceye kadar alacaklılarımın hakkıdır. Onların hakkını vermeden ayağıma bir çorap almak bile bana haram olsun.' demiştim. Bugün ise, Allah'ın yardımıyla, borcumu bitirdim. Artık kimseye tek kuruş borcum kalmadı.' dedi. Sonra gözyaşları içinde ayağındaki çorapları çıkarıp yeni çoraplarını giydi. Ben de o eski çorapları hem aziz bir baba yadigârı, hem de bir ibret sembolü olarak sakladım. Bu çoraplar her gün bana: 'Paralarını ödeyinceye kadar bütün kazancım alacaklılarının hakkıdır.' diyor'.

Selim Beyin bakışları bilinmez âlemlere dalarken o, nemlenen gözlerini kuruladı, sonra dönüp duvardaki siyah-beyaz fotoğrafa hayran hayran baktı.
- Babanız sandığımdan da büyükmüş Selim Bey. Ben olsaydım öyle müreffeh bir hayattan sonra anlattığınız gibi bir darlıkta, herhalde çıldırırdım. Selim Beye döndü ve 'Siz ne yapardınız?' diye sordu.
Selim Bey kendisine has tebessümü ile:
- Bir müddet zeytin yerdim, sonra... dedi ve gülümsedi.

O sırada kapı çalındı, biraz önceki beyefendi elinde bir kutuyla içeriye girdi. Kutuyu Selim Beyin masasına bırakıp çıktı. Selim Bey yerinden kalkıp kutuyu alarak Mehmet Beye uzattı.
- Buyurun, yıllarca size vermek istediğimiz emanetiniz.' dedi. Mehmet Bey bilinmez duygular içerisinde kutuyu açtı. İçinden kadife bir kese çıktı. Keseyi açıp içini kutuya boşalttığında merakı iyiden iyiye arttı.
Keseden birkaç tane cumhuriyet altını ile bir not çıkmıştı. Mehmet Bey hassasiyetle katlanmış kâğıdı açıp okumaya başladı.
Sevgili Mehmet Bey oğlum, Bazen istediğimizi yaparız, çoğu zaman da mecbur olduğumuzu...
Tahsil hayatınız boyunca size burs vermeyi taahhüt etmiştim. Ancak eğitiminizin son altı ayında size burs verme imkânını bulamadım. Bir müddet sonra imkânlarıma yeniden kavuştum; lâkin bu sefer de size ulaşamadım. Dolayısıyla size borçlandım ve borçlu kaldım. Eğer böyle bir borcu gözyaşı ve ızdırapla ödemek mümkün olsaydı, ben bu borcu fazlasıyla ödemiş olurdum. Zira sevgili oğlum, bu altı aylık zaman diliminde bursunu verememenin ızdırabıyla kaç gece ağladım. Her neyse, bursunuzu tarihlerindeki değeriyle altına çevirdim. Bu altınlar sizindir. Bunlar elinize ulaştığında, borçlarımın tamamını ödemiş olacağım.
Sevgilerimle, Nazif Cebeci.

Mehmet Bey neye uğradığını şaşırmıştı.
Bu büyük insanın yüceliği karşısında bir çocuk gibi yalnızca ağlıyor, ağlıyordu. Selim Bey de bir hayli duygulanmıştı. Onun da yanaklarından yaşlar süzülüyordu.
Bir ara yaşlı gözlerle babasının siyah-beyaz portresine baktı.
Kendisine yıllarca hüzünle bakan gözleri, bu sefer sevinçle bakıyor gibiydi.
Peki ya siz olsanız ne yapardınız?
Bir müddet zeytinle idare edebilir miydiniz?

1 Aralık 2022 Perşembe

thumbnail

Eğitim, Teknoloji ve Tarım


Eğitim, Teknoloji ve Tarım

Dünya büyük bir hızla değişime uğruyor.

Bir taraftan büyük teknolojik gelişmeler ve dijital dönüşüm oluyor, diğer taraftan küresel ısınma, ekonomik sıkıntılar, pandemi ve savaşlar sonucunda gıda sıkıntısı, su sorunu, hayatta kalabilme çabası...

Yaşadığımız zaman her şeyi hesap etmemizi gerektiryor. Teknolojik gelişime önem verdiğimiz kadar yaşadığımız gezegeni yaşanabilir olarak gelecek nesillere bırakmak da çok önem arzetmekte.

Ülkemiz için sanayi şehirleri oluşturmak ne kadar önemli ise tarım şehirleri oluşturmak da bir o kadar önemlidir. 

Tarım şehirlerinin planlanmasında sanayi şehirlerinden bir eksiği bulunmamalı. Gençlerimizin göç etmeyi düşünmediği, severek yaşayacakları her imkan tarım şehirlerinde de bulunmalıdır. 

Tarım ve hayvancılık artık geleneksel üretim metodları yerine Tarım ve Hayvancılık Meslek Liseleri ve üniversiteler ile geniş kitlelere öğretilerek modern üretim yönetemlerine kavuşturulmalı. Yöresindeki toprak analizini yapmış, üretilebilir tarım ürünlerini bilen, modern üretim metodlarına vakıf, hayvancılığı bilinçli olarak yapabilen bireyler yetiştirmeli ve teşvik edilmeli.

Üretilen ürünlerin tüketim merkezlerine arzı konusunda kooperatifler kurulmalı ve aracılar ortadan kaldırılarak uygun fiyatlar ile tüketicilere ulaştırılmalı. 

Tarım şehirleri ile kırsaldan büyük şehirlere göç durdurulurken yerinde istihdan sağlanarak işsizlik azaltılabilir. Özellikle genç işsizliğin azaltılması ile gençlerimizin yurt dışına beyin göçü yapmaları da azalacaktır.

Artan gıda enflasyonuna karşı tarım ve hayvancılık üretimi artırılarak fiyat dengesi sağlanabilir.

Ülkemizde yapılan İHA, SİHA, TOGG ve benzeri başarılı büyük projeler ile gurur duyuyoruz. 
Artan turist sayısı ve turizm gelirleri çok önemli... 
En az bunlar kadar önemli olan bir başka şey ise ata tohumlarımıza sahip çıkmaktır. GDO'lu ürünlerden korunmuş genç nesiller yetiştirmek önceliğimiz olmalı. Yurt dışından ithal ettiğimiz tohumlardan yetiştirdiğimiz ürünler ile sağlıklı nesiller yetiştirmemiz düşünülemez.

Atatürk'ün askeri okullarda okutulmasını istediği Gregory Petrov'un Beyaz Zambaklar Ülkesi adlı kitapta bir ulusun eğitim ile nasıl gelişmiş bir ülke haline geldiği anlatılmaktadır. Kitapta Finlandiya için anlatılanlar gibi ülkemizde başta eğiticileri ile sağlıklı kalkınma için gereken hamleleri topyekün bir ve beraberlik içinde yapabilir. Tüketen değil üreten, isaraf eden değil tasarruf eden, çatışan değil barışan nesiller yetiştirmek başta aileler olmak üzere tüm eğitimcilerin ortak hedefi olmalıdır.

Özetle; 
Bilim ve teknoloji ne kadar önemli ise tarım ve hayvancılık da o kadar önemli. 
Fabrikalar nekadar önemli ise tarlalar da o kadar önemli. 
İHA ve SİHA üretmek ne kadar önemli ise GDO'suz ata tohumu üretmek de o kadar önemli...

27 Ekim 2022 Perşembe

thumbnail

Türkçenin Matematiği, Bilimsel ve Matematiksel Yönden Türkçe


Türkçenin Matematiği, Bilimsel ve Matematiksel Yönden Türkçe

Victor Hugo şiirlerini 40.000 kelime ile yazmıştır.Türkçe’yi en zengin kullanan yazarlardan Yaşar Kemal’in romanları 3.500 kelimeyi geçmez. Bu görüş haklıdır çünkü Türkçe, Fransızca’ya oranla daha az sözcük içermektedir.

Türkçe, İngilizce’ye, Almanca’ya, İspanyolca’ya göre de daha az sözcük içermektedir. Fakat bu durum Türkçe’nin daha yetersiz bir dil olduğu anlamına gelmez. Çünkü Türkçe az sözcük ile çok şey anlatabilen bir dildir. Daha fazla sözcük içerse bunun kimseye zararı dokunmaz ancak, gerek yoktur.

Başka bir dilden Türkçe’ye çeviri yapan herkes sözlüğü açtığında, aralarında minik anlam farkları olan bir çok sözcüğün Türkçe karşılığında çoğu zaman aynı kelimeyi okur. Bu, ilk bakışta bir eksiklik gibi görünebilir, oysa öyle değildir. Çünkü yukarıda adı geçen diller kelimelerin statik olan anlamlarını öğrenmeye, Türkçe ise bu anlamları bulup çıkarmaya, yani dinamik anlamlandırmaya dayalıdır.

Türkçe’de anlamları sözlükteki tanımlar değil, kelimelerin cümle içindeki konumları belirler. Türkçe’nin, referans olmak üzere sadece gerektiği kadarı sözlüklere alınmış, sonsuz sayıda kelime içerdiği bile öne sürülebilir.

İngilizce-Türkçe sözlükte “sick”, “ill” ve “patient”ın karşısında hep “hasta” yazar. Bu bağlamda ingilizce’nin üç kat daha fazla sözcük içerdiği söylenirse bu doğrudur. Ancak, aradaki farkların Türkçe’de vurgulanamadığı söylenmeye kalkılırsa bu yanlış olur: “doktor falanca beyin hastası olmak”, “böbrek hastası olmak”, “internet hastası olmak”, “filanca şarkının hastası olmak” arasındaki farkı Türkçe konuşan herkes bir çırpıda anlar.

Bunun nasıl olabildiğini görmek zor değildir. Bir kalem alıp, alt alta:

3+5=8

12+5=17

38+5=43

yazmak, sonra da bunları toplamak yeterlidir. Hepsinde aynı “+5″ yazdığı halde!

Sonuçlar farklı çıkıyorsa, Türkçe’de de hepsinde aynı “hastası olmak” ifadesi geçtiği halde sonuçlar farklı olmaktadır. Türkçe’nin az kelime ile çok iş yapmasının sırrı matematiktedir. 

0′dan 9′a kadar 10 tane rakam, artı, eksi, çarpı, bölü dört işlem işareti ve bir ondalık ayracı virgül, yani topu topu 15 simge ile sonsuz sayıda işlem yapılabilir. Türkçe de benzer özellikler gösterir.

Türkçe matematiğe dayalı olmaktan da öte, neredeyse matematiğin kılık değiştirmiş halidir.

Türkçe’deki herhangi bir fiilin çekiminin ve kelimelerin nasıl çoğul yapılacağının öğrenilmiş olması, henüz varlığı bile bilinmeyen, 5 yıl sonra Türkçe’ye girecek fiillerin nasıl çekileceğinin ve 300 yıl önce unutulmuş kelimelerin çoğullarının ne olduğunun biliniyor olması demektir. 

Bu tıpkı birinci dereceden 2 bilinmeyenli bir denklemin nasıl çözüleceği öğrenildiğinde, sadece “x=6″, “y=23″ olan denklemlerin değil, aynı dereceden bütün denklemlerin nasıl çözüleceğinin öğrenilmiş olması gibidir.

Oysa sözgelimi ingilizce’de “go”, “went” olurken “do”, “did” olur. Çoğul ekleri için de durum aynıdır: “foot”, “feet” olurken “boot”, “beet” değil “boots” olur. Bunun tutarlı bir iç mantığı yoktur, tek çare böyle olduklarının bellenmesidir.

Türkçe’de ise, statik kelimeleri ezberlemek yerine dinamik kuralları öğrenmek gerekir. Türkçe’de neredeyse istisna bile yoktur. Olanlar da ses uyumu gereği “alma” olması gereken meyve isminin “elma” biçimine dönmesi gibi birkaç minör istisnadır. Kurallar ise neredeyse, bu dili icat edenlerin Türk olduğuna inanmayı zorlaştıracak kadar güçlü ve kesindir. Bu noktadan sonra, anlatılanları matematik olarak formüle etmek, aradaki ilişkiyi somutlaştırabilmek açısından yararlı olacaktır. Bunu yapmanın en kolay yolu ikili sayı sistemini kullanmak olduğu için de yalnızca 0 ve 1′leri kullanmak yeterlidir. İzleyen örneklerde [1=var] ve [0=yok] anlamında kullanılmışlardır.

Kelime kökü çoğul eki matematik ifade:

ev……..ler…….evler

1.0…….0.1……1.1

Türkçe’deki bütün kelimelerin 2 bit olduğu varsayılabilir (ileride bit sayısı artacak). Tekil olan bütün kelimeler 1.0 (kelime kökü var; çoğul eki yok), çoğul olanlar ise 1.1′dir (kelime kökü var; çoğul eki var). Bu kural hiç değişmemek bir yana, öylesine güçlüdür ki Türkçe’de başka hiç bir dilde yapılamayacak bir şey yapılıp, olmayan bir kelimenin çoğulu dahi söylenebilir (0.1). Birisi karşısındakine sadece “ler” dediğinde, alacağı tepki: “anladık ler de, neler?” türünden bir cevap olacaktır. Bir şeylerin çoğulunun söylendiği bellidir de, neyin çoğulunun kastedildiği açık değildir.

Vurgulama / sıfat kökü zayıflatma matematik ifade

kırmızı

0.1.0

kıp kırmızı

1.1.0

kırmızı msı

0.1.1

kıp kırmızı msı

1.1.1

Türkçe’deki sıfatların anlamını kuvvetlendirmeye veya zayıflatmaya yarayan bu kural da hiç değişmez. Hatta istenirse bu kurala uyan ama hiçbir sözlükte bulunmayan, hem kuvvetlendirilmiş hem de zayıflatılmış garip sıfatlar bile türetilebilir. “Güneş doğmazdan az önce ufuk kıpkırmızımsı (kıp Kırmızı Tramvaymsı; [1.1.1]) bir renk aldı” dendiğinde, herkes neyin kastedildiğini anlayacaktır. Çünkü ayaküstü türetilen bu sıfat, hiçbir sözlükte yer almaz ama, Türkçe konuşan herkesin çok iyi bildiği bu kurala uygundur.

Fiil çekimlerinde de işler farklı değildir. Burada zorunlu olarak kişi için 3, zaman için 2 bitlik gruplar kullanılacak. Çoklu bit grupları şunları ifade edecek:

011 = ben

010 = sen

000 = o

111 = biz

110 = siz

100 = onlar

00 = geniş zaman

11 = şimdiki zaman

10 = gelecek zaman

01 = geçmiş zaman

kök kişi matematik ifade

yeterlilik……………..Oku (y)abil dim……………..= 1.1.0.01.0.0.011

olumsuz……………..Oku (y)a ma z mış sın………= 1.1.100.0.1.010

zaman……………… Gel me (y)ecek ti…………….= 1.0.1.10.1.0.000

zaman……………….Git me di k…………………… = 1.0.1.01.0.0.111

hikaye……………….Şaşır abil ecek ti niz ………..= 1.1.0.10.1.0.110

rivayet……………….Bil (i)yor lar…………………. = 1.0.0.11.0.0.100

kişi

tabloda zaman ile ilgili küme 3 bit yapılıp geçmiş zaman “di’li geçmiş” ve “miş’li geçmiş” olarak ikiye ayrılabilir, soru bileşkeni için ayrı bir bit eklenebilir, emir ve şart kipleri de işin içine katılabilir ancak, sonuç değişmezdi.

Cümleleri oluşturan öğelerin (özne, nesne, yüklem, vb…) Sıralaması da rasgele değildir. Türkçe cümleler bir tür “crescendo” (şiddeti giderek artan dizi) izlerler. Bütün vurgu en sonda yer alan yüklem (fiil) üzerindedir. Diğer öğelerin önemi, yükleme olan yakınlık/uzaklık konumları ile belirlenir. Yükleme yakınlaştıkça önem artar. Gene matematiksel olarak ele almak gerekirse, cümleyi oluşturan her bir öğenin toplam öğe sayısı kadar haneden oluşan bir matematik değere sahip olduğu varsayılabilir.

“dün Ahmet camı kırdı” cümlesi 4 öğeden oluşmaktadır; o halde her öğe 4 haneli bir değere sahip olacak, ilk öğe en düşük, son öğe ise en yüksek değeri taşıyacaktır.

Cümle

matematik değer

0001

matematik değer

0011

matematik değer

0111

matematik değer

1111

1 dün Ahmet camı kırdı.

2 dün camı Ahmet kırdı.

3 Ahmet dün camı kırdı.

4 Ahmet camı dün kırdı.

5 camı dün Ahmet kırdı.

6 camı Ahmet dün kırdı.

Şimdi tablodaki cümleler tek, tek ele alınabilir:

1. Cümle: dün Ahmet bir iş yaptı ve bu camı kırmak oldu.

2. Cümle: dün kırılan camı başkası değil Ahmet kırdı (suçlu Ahmet!).

3. Cümle: Ahmet’in dünkü işi camı kırmak oldu (belki önceki gün kitap okumuştu).

4. Cümle: Ahmet camı herhangi bir zaman değil, dün kırdı (yarın kırması gerekiyor olabilirdi).

5. Cümle: cam düne kadar sağlamdı, kırılmasının suçlusu ise Ahmet.

6. Cümle: camı Ahmet zaten kıracaktı, bunu dün yaptı.

Cümleyi oluşturan öğeler kesinlikle aynı kalırken (cam hep ‘i’ haliyle “camı” olarak kaldı; fiil hep 3. Tekil şahıs, di’li geçmiş zamanda çekildi, vb.) Sadece yerlerinin değişmesi cümlelerin anlamlarını da değiştirdi.

Her cümlede 0011, 0001′den daha fazla, 0111 bu ikisinden daha fazla, 1111 ise hepsinden daha fazla önem taşıdı. Anlamı belirleyen de zaten her bir öğenin matematik değeri oldu. Kelimelerin statik anlamlar taşıdıkları dillerde, zaman belirtecinin (dün) yeri değiştirilerek elde edilebilecek 2 çeşitlemenin dışında diğer anlamları vermek için kip değiştirmek (edilgen kip – passive mode kullanmak) veya araya açıklayıcı başka kelimeler eklemek gerekir. Türkçe konuşanlar ise her bir cümlenin diğerinden farkını derhal anlarlar.

Matematik ile olan alışveriş yalnızca verilen örneklerle sınırlı değildir. Türkçe’nin ne tarafı ele alınsa bu ilişki ile yüz, yüze gelinir. Türkçe’nin bu özelliğini “insanlar kendilerine ulaşan mesajları nasıl anlarlar? Bunun kullanılan dil ile bir ilgisi var mıdır? Bir Fransız, bir İngiliz, bir Türk aynı mesajı kendi ana dillerinde alsalar, birbirleri ile aynı şekilde mi, yoksa farklı mı algılarlar? Eğer dilin algılamayla ilgisi varsa, işin içine bir dil karışmadığı yani sözgelimi bir pantomim gösterisi izlenir veya üzerinde hiç yazı olmayan bir afişe bakılırken, dil ile ilgili bu alışkanlıklar nasıl etki ederler?” türünden sorulara yanıt ararken fark ettim. Bu özellik konuya ilgi ve sabırla yaklaşıp bakmayı bilen herkesin görebileceği kadar açık. O nedenle, bu güne kadar kesinlikle başkaları tarafından da görülmüş olmalı. “Türkçe çok lastikli, nereye çeksen oraya gidiyor” diyenler de aslında, hayal meyal bu özelliği fark eder gibi olup, ne olduğunu tam adlandıramayanlardır. Türkçe teknik açıdan mükemmel bir dildir.

Bu mükemmelliğin nedeni matematik ile olan iç içeliktir. Keza, ne yazık ki Türkçe’nin, bu dili konuşanlara kurduğu tuzak da buradadır. Kentli-köylü, eğitimli-eğitimsiz, doğulu-batılı, vb. kültür çatışmaları dünyanın her yerinde vardır. Gene dünyanın her yerinde iyi, kötü işleyen bir “asimilasyon” ve/veya “adaptasyon! ” süreci bu çatışmayı kendi içinde bir takım sentezlere götürür. Türkiye bu açıdan dünya genelinin biraz dışındadır. Bizde “asimilasyon” ve/veya “adaptasyon” süreci ya hiç çalışmaz, ya da akıl almaz bir yavaşlıkta çalışır. Sorun, başka sebeplerin yanı sıra kullandığımız dilden de kaynaklanmaktadır. Düşünme, kendi kendine sözsüz konuşma olarak kabul edilirse (bence öyledir), anadilin kişilerin düşünce yapısı üzerinde etkili olduğunu da kabul etmek gerekir; insanlar kendi anadillerinde düşünürler. Türklerin büyük paradoksu işte buradadır. Teknik açıdan mükemmel bir dil olan Türkçe, kendi dışımızdaki dünyayı kendimizce değiştirmeden, olduğu gibi algılamaktaki en büyük engelimizi oluşturmaktadır.

Örneğin, Türkiye dışına yabancı işçi olarak giden ilk nesil gerek bulundukları ülkenin dilini öğrenme, gerekse oradaki yaşam biçimine ayak uydurma konusunda muhteşem bir direniş gösterdiler. Bu direnişin boyutları o denli büyük oldu ki, başka hiç bir diasporada gözlenmeyen gelişmeler yaşandı. Türk diasporası, gettolaşıp kendi kültürünü gene kendi içine kapanık bir çevrede yaşayacak yerde, kendi kültür kurumlarını o ülkeye ithal etti. Asimile olmaya en dirençli kültürlerden biri kabul edilen İspanyollar, gittikleri yere sadece gazetelerini ve bazen de radyolarını taşımakla yetinirken; Türklerin bunlara ek olarak (hem de birden çok) televizyon kanalları ve hatta kendi fast-food’ları (lahmacun, döner, vb.) oldu.

Bunları başaran insanların yeteneksiz olduklarına, dil öğrenmeyi de bu yeteneksizlikleri yüzünden beceremediklerine hükmetmek en azından adil ve gerçekçi olamaz. Keza, böylesine önemli bir kültür direnişi gösterenlerin, orada doğan çocuklarını eğitirlerken, bunca sahip çıktıkları kültürlerini göz ardı etmiş olmaları da düşünülemez. Ancak gözlemlenen o ki, orada doğan ikinci nesil, gene sözgelimi İspanyollar arasında hiç görülmediği kadar hızla asimile oldu. Bunun nedenini evdeki Türkçe’nin yanısıra okulda öğrenilen ve ev dışında yaşanan, o ülkenin dili faktöründe aramak çok yanıltıcı olmayacaktır.

Biz Türkler, konuşmayı öğrenirken (tıpkı sick, ill, patient örneğinde olduğu gibi) farklı durumların farklı kavramlar oluşturduğunu, bu farklı kavramların da farklı adları olması gerektiğini öğrenmeyiz. Aynı adı taşıyan farklı kavramları birbirinden ayırmaya yarayacak sezgisel (sezgisel=doğal=matematiksel) yöntemin kurallarını öğrenmeye başlarız.

Sezgiselliğe şartlanmış beyinler ise dış dünyayı hiçbir değişikliğe uğratmadan, olduğu gibi algılamayı bilemediklerinden, bildikleri tek yönteme yani kendilerince anlam çıkarsamaya veya başka bir ifadeyle “sezdikleri gibi algılamaya” yönelirler.

Algıladıkları kavramların tümü kendi çıkarsamaları doğrultusunda şekillenmiş olan, kendilerince tanımlanmış bir dünyada yaşayan insanlara ulaşan mesajlardaki kodlar ne kadar “herkesçe bir örnek” algılanabilir? Üzerinde emek harcanmaya değer temel sorulardan biri budur. Bu sorunun yanıtı belirginleştikçe, neden batıdaki sistemlerin bir türlü Türkiye’de oluşturulamadığı sorusunun yanıtı da belirginlik kazanabilir.

Türkçe’nin kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan bu özel durum kuşkusuz tüm iletişim alanları için geçerlidir. Yunus Emre’nin okuması, yazması olmayan göçebe Türkmen boyları arasında 700 yıl boyunca bir nesilden diğerine büyük bir sadakatle, sözlü kültür ürünü olarak aktarılmasının ardında Türkçe’nin sezgiselliğini sonuna kadar kullanmadaki becerisi vardır. Tanzimat aydınları ve Cumhuriyet aydınlarının bir türlü geniş kitlelere seslerini duyuramamalarının nedeni de gene aynı denklemin içinde aranmalıdır. Fransız gibi, Alman gibi düşünmeyi öğrenenler, meramlarını anlatırken bunu yeni öğrendikleri düşünce sistematiği içinde yapmaya kalkışmış ve Türk gibi anlatmayı becerememiş olduklarından başarısız kalmışlardır.

Mesajlar sadece algılanabildikleri kadar etkili olurlar. Mesajları üretenlerin kendi konularına ne kadar hakim oldukları mesajın bütünlüğü açısından önemlidir ama, hitap edilen kişilerin kendilerine yönelen mesajları nasıl algıladıkları her şeyden daha önemlidir.

Afyonkarahisarlılaştıramadıklarımızdanmısınız ?
Çoğunu kullanmadığımız ” saklı bir güç” Türkçe. Kullanıldıkça ortaya çıkan bir define âdeta. Dilimiz, “saklı güç” ünü, “kinetik bir erke”ye dönüştürecek kalemler arıyor. Tarihî derinliğine karşılık “kullanım yoğunluğu”nun sığlığı bir çelişkidir.

Türkçenin gücü, onun doğurgan özelliğidir. Geçenlerde henüz yedi aydır türkçe öğrenmekte olan Tanzanyalı bir öğrencim kara tahtanın başına geldi ve beni şaşırtan şu kelimeyi yazdı:

Afyonkarahisarlılaştıramadıklarımızdanmısınız ?

Bu ibare tek kelimeden ibaret bir cümledir. Bir yabancı için çok çok şaşırtıcı bir faklılıktır bu. Ben ” İngilizcede böyle bir ifade için birkaç cümle gerekir” deyince Tanzanyalı İsa, “Ne birkaç cümle Hocam birkaç paragraf gerekir” deyiverdi.

İşte cümlenin anlam oluşturucuları, böyle iç içe geçmiş bir “dil evreni” dir. Yukarıdaki bir kelimelik Türkçe cümlenin anlam çözümlemesini basit olarak şöyle yapabiliriz:

1. Bu cümlede Türkiye’nin şehirlerinden biri olan Afyonkarahisar var. Yani cümlenin anlam tabanı birleşik kelime hâlinde biçimlenen bir şehirdir.

2. Birilerini, bu şehirden olmadıkları hâlde bu şehirden birileri hâline getirmek isteyen ama bunu birçok kişide denediği halde başaramayan bir(ler)i var.

3. Afyonkarahisarlı : Nüfus kaydı bu şehre ait insan.

4. Afyonkarahisar+lı+laş-mak: Nüfus kaydı ve yaşadığı yer bu şehir olmadığı hâlde bu şehirden biri hâline gelmek.

5. Afyonkarahisarlılaş+tır+mak : Bunun, birinin kendi kendine dileği değil de başkası tarafından (muhtemelen zorlayarak ya da ikna yoluyla) yapılması.

6. Afyonkarahisarlılaştır-ama-mak : Birini Afyonkarahisarlılaştımak niyetinde olan birinin, buna gücünün yetmemesi (yetersizlik kavramı).

7. Afyonkarahisarlılaştırama+dıklarımız : Böylr bir niyetin başkaları üzerinde denenmesi.

8. Afyonkarahisarlılaştıramadıklarımız+dan: Bunların içinden birini seçerek yargının soruya hazırlanması.

9. Afyonkarahisarlılaştıramadıklarımızdan mısınız? bütün bu süreçlerin, birinin şahsında soru hâline getirilip duyurulması.

Türkçe’nin bu doğurganlık özelliğini onun atomik gücü olarak da görülebilir. Türkçede kelime sayısının, az olduğunu söyletip bundan dilimiz aleyhine sonuç çıkarmak isteyenlerin anlamadıkları şey işte bu “atomik” ve ” saklı:potansiyel” güçtür.

Görüntünün olası içeriği: şunu diyen bir yazı ‘Birçok yabancı dil bilirim. Bu diller arasında Türkçe öyle farklı bir dildir ki, yüz yüksek matematik profesörü bir araya gelerek, Türkçe’yi oluşturmuşlar sanki. Bir kökten bir düzine sözcük üretiliyor. Ses uyumuna göre anlam değişiyor.

Türkçe öyle bir dildir ki, başlı başına bir duygu, düşünce, mantık ve felsefe dilidir.”

Prof. David Cuthell

29 Ağustos 2022 Pazartesi

thumbnail

Teknoloji Kullanımının İnsan Hafızasına Etkileri Nelerdir? Dijital Tembellik

Dijital Tembellik Nedir?: 

Teknolojik Cihazlar Hafızamızı Zayıflatıyor mu?

Ardı ardına gelişen internet arama motorları, bilgiye ulaşma hızını artırdı. Tabii bilgiyi unutma hızını da… 

Telefonunuzun şarjının bittiğini düşünün. Daha önce size gönderilen önemli bir e-postaya erişmeniz gerekiyor. Bir arkadaşınızdan yardım istiyorsunuz ve onun telefonundan internete girip e-posta adresinizi yazıyorsunuz. Peki şifreniz neydi, hatırlıyor musunuz?

İçinde yaşadığımız zamanda etrafımız dijital teknolojik cihazlarla çevrili. Bu cihazlar sayesinde pek çok işimizi kolaylıkla hallediyoruz. Bunlar;
* Sosyalleşiyoruz (facebook, instagram...), 
* Başkaları ile iletişim kuruyoruz (whatsApp, telefon görüşmesi....), 
* Fotoğraf çekiyoruz,
* Video çekiyoruz,
* Müzik dinliyoruz,
* İhtiyaç duyduğumuz bilgilere erişebiliyoruz,

Teknolojik cihazlarla , belleğimizden ve hafızamızdan da tasarruf sağlıyoruz. Mesela;
* Sevdiklerimizin doğum günlerini artık hafızamızda tutmuyoruz. 
* Telefon numaraları aklımızda değil rehberimizde kayıtlı.
* E-posta veya sosyal medya hesaplarımızın şifreleri otomatik olarak kaydedilebiliyor. 
* Navigasyon sayesinde gitmek istediğimiz yerlerin konumlarını kolayca bulabiliyor, hafızasına kaydedebiliyoruz. Daha önce ziyaret ettiğimiz bir yere tekrar gitmek istediğimizde adresi otomatik olarak karşımıza çıkarabiliyor.

Pek çok teknolojik cihaz, uygulama ve internet kullanımı hafızamızı zorlamadan ve kullanmadan işlerimizi kolayca halletmemizi sağlıyor. Bu durum hafızamızı tembelliğe itiyor. Bunu nedeni öğrendiğimiz bilgiler tekrar edilmediği için uzun süreli belleğe aktarılamıyor. Bu durum “Google etkisi” ya da “dijital tembellik” (dijital amnezi) olarak adlandırılıyor. 

Bir bilgiyi Google’dan 10 kez aratsak, hatta cevabına tekrar tekrar ulaşsak da o bilgiyi tekrar unutabiliyoruz. İşte bu unutkanlık durumu “Google Etkisi” olarak tanımlanıyor.

Günümüzde ise bir bilgiyi hafızamızda tutmak yerine genellikle internette aramayı tercih ediyoruz. Bu nedenle de kolaylıkla unutuyoruz.

Dijital tembelliğin meydana gelme nedeni bilginin dışarıda bir yerde zaten depolandığını biliyor olmamız.

Betsy Sparrow ve arkadaşları, Columbia Üniversitesi'nde Google etkisinin belleğimizi nasıl etkilediğini öğrenmek için bir araştırma yaptılar. Araştırmada katılımcılara dört farklı test uyguladılar. Bunlardan birinde katılımcılara genel kültür bilgileri içeren 40 ifade sunuldu. İki gruptan birine test aşamasında bu bilgilere erişebilecekleri söylenirken, diğer gruba test aşamasında öğrendikleri bilgilere ulaşmalarının mümkün olmadığı bildirildi. Daha sonra katılımcılardan hatırlayabildikleri kadar çok ifadeyi yazmaları istendi. Araştırma sonucunda sunulan bilgilere erişebilecekleri söylenen grubun, diğer gruba göre çok daha az bilgiyi hatırladığı tespit edildi. 

Araştırmacılara göre bunun nedeni, insanların daha sonra ulaşabileceklerini düşündükleri bilgileri belleklerine kodlamak için çaba sarf etmemeleri. Bu yüzden daha önce elde ettiğimiz bir bilgiye tekrar ihtiyaç duyduğumuzda bu bilgiyi çoğunlukla hatırlamıyoruz.

Öğrendiğimiz bilgiler ise ilk olarak kısa süreli belleğe kaydedilir. Daha sonra bilgiler tekrar edildiğinde ya da hatırlandığında uzun süreli belleğe aktarılır.

Siber güvenlik şirketi olan Kaspersky Lab tarafından yapılan bir araştırmada, internetin insanların bilgiyi hatırlama becerilerini nasıl etkilediği incelendi. ABD’de 16 yaş ve üzerindeki 1.000 katılımcı ile yapılan çalışmada, katılımcıların yaklaşık yarısının, karşılaştıkları bir sorunun cevabını hafızalarını yoklayarak hatırlamaya çalışmak yerine doğrudan internette aramayı tercih ettikleri tespit edildi. Katılımcıların yaklaşık üçte biri (%28,9’u) internette buldukları bilgileri daha sonra hatırlamayacaklarını ifade etti. Araştırmanın sonucunda, katılımcıların neredeyse tamamı (%91,2) interneti beyinlerinin dijital bir uzantısı gibi gördüklerini söyledi.

Araştırmaya uzman yorumları ile katkıda bulunan Birmingham Üniversitesi Psikoloji Bölümünden Maria Wimber, öğrenilen bilgileri tekrar etmenin bellekte kalıcı hâle gelmelerini sağladığını ancak pasif olarak tekrar etmenin, örneğin internette tekrar tekrar aramanın benzer bir etkisinin olmadığını belirtiyor. Wimber'e göre ihtiyaç duyulan bir bilgiyi hatırlamaya çalışmak yerine hemen internette aramak, bilginin bellekte kalıcı olmasını engelliyor.

Peki, dijital tembellikten korunmak için neler yapabiliriz?

Klinik psikolog Pragya Lodha göre, dijital tembellikten korunmak için dijital detoks yapmak yani zaman zaman dijital cihazları hafızamızın bir parçassı gibi kullanmaya ara vermek gerekir. Lodha bundan başka bizim için önemli olan bilgileri aklımızda tutma alışkanlığı edinmemizi öneriyor.

Geçmişte pekçok insan teknolojik gelişmelerin veya yeniliklerin bizleri doğal becerilerimizi kullanmaktan alıkoyacağından endişe etmişti.Mesela, Sokrates yazı yazmanın, bilgileri kaydetmemizi kolaylaştıracağı içinhafızamızın artık eskisi gibi güçlü olmayacağından endişe ediyordu. Teknolojinin sunduğu imkanlardan faydalanırken amacımız gelişimimize katkı sağlamak olmalı. Teknolojiyi araç olarak kullanmayı bırakıp, teknolojiye bağımlı hâle gelmeye başladığımızda dijital tembellere dönüşüyoruz.

7 Temmuz 2022 Perşembe

thumbnail

Cam Tavan Sendromu ve Başetme Yöntemleri Nelerdir?

 Cam Tavan Sendromu ve Başetme Yöntemleri Nelerdir?

Kişisel gelişim konusunda uzman olan Dr. David J. Schwartz bir pire deneyi yapar. Bu pire deneyiyle birlikte anılmaya başlayan cam tavan sendromu, kişinin kendi kendine koyduğu engelleri aşamaması, çaresizliği öğrenmesi durumuolarak tanımlanır.

Dr. David J. Schwartz’ın yaptığı deney pireleri konu alır. Dr. David J. Schwartz pirelerin farklı yüksekliklerde zıpladığını gözlemlemiştir. Deney için birkaç pireyi 30 santimetre yüksekliğinde metal tabanlı bir cam fanusa alır ve incelemeye başlar. Deneyin başında metal zemin ısıtılır. Pireler ısınan zeminden ve sıcaktan rahatsız olur, zıplayarak kaçmaya çalışır. Zıpladıkça başını cam tavana vuran pireler, kendilerini önleyen engeli anlamlandırmakta güçlük çeker. Defalarca tekrarlanan cama vurma işleminin sonunda pireler 30 santimetreden yükseğe zıplamamayı öğrenirler.

Bütün pirelerin aynı yüksekliğe zıpladığı gözlemlendiğinde deneyin ikinci aşamasına geçilir. Metal zemin tekrar ısıtılır ve cam tavan kaldırılır. Üstlerinde çarpacak bir engel olmamasına rağmen bütün pireler 30 santimetre yükseğe zıplarlar. Daha yükseğe zıplama olanağı vardır ancak eylemi harekete geçiren cesaret unsuru yoktur. Kafalarını cam tavana tekrar tekrar vuran pireler, kendilerini sınırlayan engeli tanımlarlar. Daha çok, daha yüksek zıplama ya da fanustan kaçma imkânları vardır. Ancak artık engel fiziksel olarak değil, zihinsel olarak etki göstermektedir. Dış engel etkisini yitirse de iç engel varlığını sürdürür. Cam tavan sendromuna da adını veren deney, canlıların başaramayacakları düşüncesini nasıl öğrendiklerini gösterir.

Pire deneyiyle tanımlanan cam tavan sendromu, 1969’da Wall Street Journal gazetesinde yayınlanan bir makale ile dünyaya duyurulur. O tarihten bu yana, birey psikolojisini tanımlamak için kullanılan terimlerdendir. Özellikle kadınların iş hayatında karşılaştığı engelleri, özgüven, performans ve başarı kriterlerinden kaynaklanan sorunlar değerlendirilirken kullanılır.

Cam tavan kavramı, kişinin potansiyelini ulaşılmaz kılan ve başarısını değersizleştiren görünmez bir handikabın metaforik tanımıdır. Kişinin potansiyelinin farkında olması ve zihnindeki engelleri aşmaya çalışması oldukça önemlidir. Doktor David J. Schwartz beynin bir eyleme dair oluşturduğunuz düşünceyi ve inancı haklı çıkarma çabası olduğunu söyler. Bir eylemin imkansız olduğuna dair beslenen inanç doğrultusunda beyin bu inancı doğrulamaya çalışır ve kanıtlamak için yollar arar. Tam tersine, bir eylemin yapılabilir olduğu düşünüldüğünde ve buna dair inanç canlı tutulduğunda zihin bu düşünceyi gerçeğe dönüştürmenin yollarını arar.

Kişinin başarısızlığı kabullenmesi, çaba etmeninin ortadan kalkmasına yol açar. Ek olarak, öğrenilmiş çaresizlik kişinin söz konusu olan durum veya eylem ile ilgili özgüvenini kaybettiğinin de göstergesidir. Özgüvenin kaybolması kişinin kendi deneyimlerinden ya da geçmişteki çabalarından dolayı yaşanabileceği gibi dış etmenler doğrultusunda da gelişebilir. Kişiler yeni bir eyleme kalkışacakları zaman çevresini gözlemler. Yapmak istenen eylemi gerçekleştiren ya da eylemi yapmaya kalkışan kişilerin deneyimlerini diğer kişilerin deneyimlerinden üstün tutma eğilimi gösterirler. Kendisiyle aynı ya da benzer koşullara sahip olan bir kişi daha önce ilgili eylem doğrultusunda çabaladığı halde başarısızlığa uğramışsa, yapmak istediği eylemden vazgeçebilir. Birçok insan için bir eylemi başka birinin yapamadığını görmek, denemekten vazgeçmek için yeterli bir nedendir.

Bireyi cam tavan sendromuna girmesine aile yapısı, toplum baskısı, bulunulan sosyal çevrenin değerleri, dönem koşulları, erk yönetim ve iktidar gibi pek çok faktör sebep olabilir. Bu yanıyla cam tavan sendromu, kişinin zihnine ve bedenine sarılmış görünmez bir zincir gibidir. Bu zincir zamanla çoğalıp tüm düşüncelerinize yayılabilir. Zihninize yer eden bu zincirlerden kurtulmak için çaba göstermezseniz kurtulmaya dair umudunuzu yitirebilirsiniz. Başarısız bile olsanız çabalamanız umudunuzu taze tutar ve çaba vermeniz başarılı olabileceğinize dair inancınızı artırır. Çaresiz kalan kişi yeni çareler arar. Öğrenilmiş çaresizlikle yaşamaya çalışan kişi, etkisiz kalır. Psikolojik destek alarak başarıyla olan mesafenizi anlamlandırabilir, kişisel engellerinizi aşmayı deneyebilirsiniz.

Bireysel olarak cam tavan sendromu ile mücadele edebilmek için; 

* Kişisel becerilerinizi ve mesleki niteliklerini geliştirmek için eğitim almalı,
* Özgüvenli olmak için mağduriyet duygusundan kurtulmalı,
* Çalıştığınız işletmedeki eğitim, mentörlük fırsatlarını kaçırmamalı,
* Doğru ve etkili iletişim kurmak için beden dilini doğru kullanma ve diksiyon geliştirmeye odaklanmalı,
* Ekip ruhunun gücüne inanarak sadece bireysel çalışmalara değil, takım çalışmasına da önem vermeli,
* İş yaşam dengesini koruyabilmek için zaman yönetimi konusunda özenli olmalı,
* İş odaklı olmayıp sosyal ilişkilere önem vermeli ve hobileriniz için kendinize de zaman ayırmalısınız.

Cam tavan metaforu ilk olarak 1986 yılında Hymowitz ve Schellhardt tarafından “örgütsel hiyerarşilerde yüksek yöneticilik düzeyinin hemen altında yer alan ve kadınların bu seviyeye yükselmelerini engelleyen ya da kısıtlayan bir engeli ifade etmek üzere kullanılmıştır. Dolayısıyla bu kavram, kadınların çalışma yaşamında yönetici gibi üst pozisyonlara gelmesini engelleyen “görünmez” engeller anlamını taşımaktadır. 

18 Haziran 2022 Cumartesi

thumbnail

Tayinci Çocuğu Tahsin Kimdir?



Tayinci Çocuğu Tahsin Kimdir?

Hele bi bak Tahsin ...
Tahsin'in babası subaydı. Tayinci çocuğu derlerdi ona. Okul yıllarında Erzurum'a gittiler...
Okul bir oda, beş sınıf; ikinci sınıftan başladı. Tahsin konuşmadı, konuşamadı; okuyamadı da...
Derken yine tayin; Erzurum'dan Kayseri'ye...

Okuyamayan, konuşmayan Tahsin'i birinci sınıfa geri çektiler. Birinci sınıflara Aliye Öğretmen bakıyordu. Kekemelik tutmuştu Tahsin'i... Her gün, bütün çocuklar gittikten sonra Aliye Öğretmen Tahsin'le çalıştı, konuşma pratiği yaptılar. Bir buçuk yıl sürdü bu konuşma talimleri...

Birgün Aliye Öğretmen;
"Senin en kolay söylediğin kelime nedir," diye sordu.
"Hele'dir öğretmenim"
"Peki, bu kelimenin arkasına kelime ekleyerek konuş, hele be, hele sen gel, hele git gibi..."
"Hele be öğretmenim, hele sen gel öğretmenim..."
Sorun böylece çözüldü.

5'inci sınıfta okul birincisi oldu Tahsin. Aliye Öğretmen tuttu elinden bilgi yarışmalarına katıldı. Tayinci çocuğu Tahsin...
Yine tayin Kayseri'den İstanbul'a...

Tahsin okudu makine mühendisi oldu. Bir daha okudu. Gazetecilik Yüksek Okulu'nu bitirdi.

Yıllar sonra...
Kayseri PTT'den ismi Aliye olan ne kadar insan varsa hepsinin telefonunu aldı. Bir bir aradı öğretmenini bulmak için.

"Aliye isminde, şu şekilde, şurada bir öğretmenim vardı, onu arıyorum..."
Yılmadı Tahsin.
Telefonlardan biri "bir akrabasının tanıma uyduğunu" söyledi ve ekledi "hep sizin adınızı söylerdi..."

izini sürdü ve buldu.
Ellerinden öptü öğretmeninin...

Tahsin...

Reklamı sevmedi. Bir tıraş bıçağının tüm dünyada yayınlanacak reklamını da otomobil markasının reklamını da kabul etmedi. Şampuan, diş macunu, banka hepsine "hayır" dedi.

"Dünyada her şey para değildir," dedi.

Yine tayin...
Bu dünyadan 16 Eylül 2016'da tayini çıktı...
Hele bir gitti...
Hele Allah rahmet eylesin...
Hele saygıyla...

Tahsin!
Tahsin Tarık Üregül

Tarık AKAN diye bilinir.

25 Nisan 2022 Pazartesi

thumbnail

Metal Madeni Paraların Maliyeti, Ağırlığı, İçerisinde bulunan Madenler ve Karışım Oranları



Ülkemizde kullanılan metal paralar; 1 kuruş, 5 kuruş, 10 kuruş, 25 kuruş, 50 kuruş ve 1 lira olmak üzere 6 değerde üretilmektedir.

Son günlerde 5 lira madeni paraların tedavüle çıkacağı konuşulmaktadır. Bu durum dikkatleri metal paralara çevirmiştir. Biz de bu makalemizde metal paraların ağırlığına, maliyetine ve içerilerinde bulunan madenlerin karışım oranlarına yer vererek bu konudaki merakı gidermeye çalıştık.

Metal paraların alım gücü değerlerinin yanında bir de maliyet değerleri vardır. 

Günümüzde emtia fiyatları hızla artınca metal paraların alım gücü değeri maliyet değerlerinin altında kalmıştır.

Son yapılan değerlendirmelere göre metal paralarımızın maliyet değerleri şu şekildedir;

1 Kuruş : 2,20 gr ağırlığındadır. %70 bakır ve %30 nikel karışımından elde edilmektedir. Bu durumda 1 kuruşun maliyeti 0,96 kuruş yapmaktadır.

5 Kuruş : 2,90 gr ağırlığındadır. %65 bakır, %18 nikel ve %17 çinko karışımından elde edilmektedir. Bu durumda 5 kuruşun maliyeti 1,03 lira yapmaktadır.

10 Kuruş : 3,15 gr ağırlığındadır. %65 bakır, %18 nikel ve %17 çinko karışımından elde edilmektedir. Bu durumda 10 kuruşun maliyeti 1,12 lira yapmaktadır.

25 Kuruş : 4,00 gr ağırlığındadır. %65 bakır, %18 nikel ve %17 çinko karışımından elde edilmektedir. Bu durumda 25 kuruşun maliyeti 1,42 lira yapmaktadır.

50 Kuruş : 6,80 gr ağırlığındadır. %65 bakır, %18 nikel ve %17 çinko karışımından elde edilmektedir. Bu durumda 50 kuruşun maliyeti 2,42 lira yapmaktadır.

1 Lira : 8,20 gr ağırlığındadır. %65 bakır, %18 nikel ve %17 çinko karışımından elde edilmektedir. Bu durumda 1 liranın maliyeti 2,92 lira yapmaktadır.

6 Şubat 2022 Pazar

thumbnail

DUYGUSUZ NESİL TEHLİKESİ - Eğitim Müfettişi Doğan CEYLAN


İzmir Ödemiş Kaymakçı Çok Programlı Lisesi Müdürü Ayhan Kökmen iki öğrencisi tarafından öldürülüyor. Olayın araştırılması için Maarif Müfettişi Doğan Ceylan görevlendiriliyor.

Müfettiş, öyle bir rapor düzenliyor ki, tüm anne ve babaların okuması ve kendilerine ders çıkarması gereken bir rapor.

Türk gençliğinin içinde bulunduğu bir durumu analiz ediyor ve duygusuz nesi tehlikesine işaret ediyor.

Lütfen okuyun ve günümüz gençliğinin son durumunu değerlendirin.

İşte o rapor,,

DUYGUSUZ NESİL TEHLİKESİ
Doğan CEYLAN, Eğitim Müfettişi

Hayatın gerçekliklerinden habersiz, duygusuz ve bencil bir nesil geliyor.

Şehitler için gözyaşı döken kendi ana babalarını anlamıyorlar. Başkalarının çocukları için ağlamaya anlam veremiyorlar.

Yanıbaşımızdaki savaşlar, acı çeken çocuklar, ölen onbinlerce insan onları hiç ilgilendirmiyor.

Tüm acı gerçekleri çizgi film tadında izliyorlar ve yürekleri hiç acımıyor.

Hayatlarının odağındaki tek şey eğlenmek. Eğlenemedikleri tüm zamanları kendilerine bir işkence olarak görüyorlar.

Kendileri için yapılan fedakarlıkların hiç farkında değiller. Kıymet bilmiyorlar ve vefasızlar.

Herkesi kendine hizmet etmek için yaratılmış görüyorlar.

İnsanlara verdikleri değer, onların isteklerini yerine getirebildikleri ve ne kadar eğlendirdikleriyle orantılı.

Hayatlarında eğlenmeden başka bir amaç olmadığı için artık tek eğlence kaynağına dönmüş telefon ve tabletlerini ellerinden aldığınızda dünyanın sonunun geldiğini zannediyorlar.

Geçmiş onları pek ilgilendirmiyor, atalarımıza karşı vefasızlar.

Dedelerinin canları, kanları pahasına vermediği vatan toprağını en iyi fiyatı verene satacak kadar maneviyattan yoksunlar.

Vatan, onlar için son model bir cep telefonundan daha değersiz.

Milletimizin geleceği açısından endişeleniyorum.

20 yıl sonra bu nesil, nasıl ana-baba olacak?
Kendine hayrı olmayan bu nesil nasıl çocuk yetiştirecek?
Evlerini nasıl idare edebilecek?
Ülkeyi nasıl yönetecek?
Vatanı nasıl savunup can verecek?

Bütün bunlar neden oluyor izah edeyim.

Altın kafeslerde çocuklar yetiştiriyoruz artık.

Uçmayı bilmeyen kuşlar gibi. Çocuklar hayattan bihaber.
Açlık nedir bilmiyorlar, yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarında, acıkmalarına fırsat bile vermiyoruz.
Öyle ki yemek yemeyi bile işkence görür hale geliyorlar.

Susuzluk nedir hiç bilmiyorlar. Hiç susuz kalmamışlar. Üç adımlık yolda bile susarlar diye yanımızda içecek taşıyoruz. Çocuk daha “susadım” demeden ağzına suyu dayıyoruz.

Çocuklar hiç üşümüyorlar. Soğuk havalarda evden çıkarmıyoruz. Okula giderken kırk kat sarmalayıp çıkarıyoruz dışarı, hiç titremiyorlar.

Çocuklar hiç ıslanmıyorlar, evden arabaya kadar bile üç metrelik mesafede şemsiyesini başına tutuyoruz. Saçına bir tek yağmur damlası düşürmüyoruz. Bu yüzden çocuklar ıslanmak nedir bilmiyorlar.

Yorgunluk nedir bilmiyor çocuklar. İki adımlık mesafelere bile arabayla götürüyoruz onları yorulmasınlar diye. Birazcık parkta koşsalar, hasta olacak diye engel oluyoruz. Onlar takatleri tükenecek kadar hiç yorulmuyorlar.

Yokluk nedir bilmiyorlar, daha istemeden her şeyi önlerine sunuyoruz. Bu yüzden varlığın kıymetini bilmiyorlar.

Onlar bir yanığın veya bıçak kesiğinin acısını bilmiyorlar. Elleri yanmasın, kesilmesin sakın diye onlara ne bıçak tutturuyor ne ocak yaktırıyoruz.

Çocuklar hissetmiyor yaşamı, açlığı bilmediği için açlara acımıyor, üşümek nedir bilmedikleri için sokaktaki evsizleri umursamıyor.

Yokluk nedir bilmedikleri için ekmeğe gelen zam onların dikkatini bile çekmiyor, haber kalabalığı olarak görüyor, gülüp geçiyorlar.

Sıcak odalarında yaşadıkları için evsizlik nedir, sürgün nedir anlamıyor, savaşları, kurşunlanan ölen insanları umursamıyorlar.

Acımıyorlar……
Kıymetini bilmiyorlar ekmeğin, elbisenin, barışın ve huzurun, ana babanın….
Müdahale edilmezse gelecek iyi şeyler getirmeyecek güzel ülkemize.
Bu sorunu Devlet derinden hissetmeli.
Bu sorunun çözümü için ciddi çalıştaylar düzenlenmeli. 
Öğretim programları ve ders materyalleri revize edilmeli.
Okulların duygu eğitimi konusunda rolleri artırılmalı.
Geç kalınmadan bu sorun mutlaka çözülmeli.
Bu sorun çözülmezse ülke çözülecek…

Doğan CEYLAN, Eğitim müfettişi

24 Ekim 2021 Pazar

thumbnail

Kullandığınız Her Sözcükle Bir Anlaşma İmzalarsınız


Kullandığımız her sözcükle bir anlaşma imzalarız...

Hem kendimizle, hem karşımızdaki kişilerle ve hem de tüm evrenle!

Bir insan gelecekte ne yaşayacağını merak ediyorsa eğer;

Bugün ne konuştuğuna baksın...

Sadece OLMASINI İSTEDİĞİNİZ şeyleri söylememiz gerekir.

"Hasta olmak istemiyorum" yerine,

"SAĞLIKLIYIM"

"Yaşlanmak istemiyorum" yerine

"HER ZAMAN GENÇ KALACAĞIM"

Beyin negatifi algılamaz. Söylenen her sözü gerçek kabul eder.

Mesela siz, "Unutma" dediğinizde onu *"unut"* olarak algılar. 

"Aklında tut"* demek daha doğrudur.

Birisine, “Panik yapma” dediğinizde daha fazla panik olacaktır. 

Bunun yerine "sakin ol" demek daha uygundur.

Bu yüzden, ne istiyorsak onu söylemeliyiz!

Birisi sizi gördüğünde "hasta gibi görünüyorsun" derse ve siz buna inanır, onaylarsanız, anında anlaşmayı imzalamış olur ve hastalanırsınız.

Bazı insanlar hastalıklarına sıkı sıkı sahip çıkarlar.

"Benim şekerim var!"

"Benim tansiyonum var!"

”Benim kolestrolüm yüksek!” 

vb...

*BENİM..!!!* diyerek sahip çıkarsanız o hastalık da sizi bırakmaz!

*"BEN" diye başlayan her cümleyi bilinçaltınız sahiplenir ve emir kabul eder.

*FARKINDALIĞI OLAN KİŞİ İSE: bedeninin kendine verdiği mesajdan ders çıkarır. 

Ve şu soruların cevabını arar;

*"Bilmem gereken şey ne?”

*”Hayatımda neyi değiştirmem gerekiyor?"

*"Nerede hata yaptım ki; hastalıkla bedenim beni uyarıyor?"

Büyüklerin çok söylediği bir söz vardır:

*"Bir şeyi kırk kere söylersen olur."

Hiç düşündünüz mü neden acaba?

Çünkü dil neyi çok söylerse, bilinçaltı onu gerçek kabul eder ve beyin gerçekleştirmek için harekete geçer.

*OLUMLU KONUŞMAK ve OLUMLU DÜŞÜNMEK işte bu yüzden çok önemlidir.

*Ağzınızdan çıkan cümleleri değiştirin, hayatınız değişsin..

Sözlerinizle birlikte, düşünceleriniz değişmeye başlar. 

Düşünceleriniz değiştikçe de davranışlarınız değişir ve siz başka birisi olursunuz.

Bir bakarsınız ki yaşamınız söyledikleriniz, düşündükleriniz, davranışlarınız olmuş..

Şimdi şu iki cümleye bakın. Ve iki cümlenin de ayrı ayrı size ne hissettirdiğini düşünün..

- “Bugün hava çok güzel ama yarın yağmur yağacak.”

- “Yarın yağmur yağacak olsa bile bugün hava çok güzel!”

Sadece iki kelime <AMA> ve <OLSA BİLE> kelimeleri cümledeki ifadeyi ne kadar değiştiriyor değil mi? İlkinde olumsuz bir duygu durumu ikincide ise her şeye rağmen mutlu olma durumu.

Biz sade düşüncelerimizden değil, duygularımızdan da sorumluyuz.

İçimizdeki kinden, nefretten, intikam duygusundan yükselen eksi elektrik, dünyadaki bütün zerreleri ürpertiyor.

Veya içimizden yükselen ve içine yeryüzündeki bütün insanları, bütün hayvanları, bütün nebatatı, bütün eşyayı alan hayırlı bir dua, güzel bir dilek dalga dalga bütün zerrelere, iyinin, güzelin, temiz, asil ve yüce olanın ışınlarını yayıyor.

Ne olur kalbimizi, kafamızı hep sevgiyle, saygı ile, edep ile, incelikle ve güzel duygularla dolduralım.

Şems-i Tebrîzî der ki;

Eğer hala KIZIYORSAN, kendin ile olan kavgan bitmemiş,

Eğer hala KIRILIYORSAN, gönül evinin tuğlaları pekişmemiş,

Eğer hala KINIYORSAN, af makamına ulaşmamışsın; öfke ve kin seni cayır cayır yakıyor

Eğer hala ”BEN” demekten vazgeçmiyorsan, dizginlerin hala nefsinin elinde ve sen bu esarete boyun eğiyorsun,

Eğer hala musibetlere üzülüyorsan, gerçeği bilmiyorsun,

Eğer hala şikayet ediyorsan, hakikatı göremiyorsun demektir.,

Huzurlu mutlu güzel günler yaşamanız dileğiyle...


About