Bilim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Nisan 2023 Perşembe

thumbnail

Evren 25 Fare Deneyi ve Toplum Davranışları


EVREN 25 FARE DENEYİ

Evren 25 deneyi, bilim insanlarının çeşitli toplulukları bir fare kolonisinin davranışı aracılığıyla açıklamaya çalıştığı, bilim tarihinin en korkunç deneylerinden biridir. 

Evren 25 fikri, yüzlerce farenin yaşayacağı ve üreyeceği ideal bir dünya oluşturan Amerikalı bilim adamı John Calhoun'dan geldi.

John Calhoun, kemirgenlerin bol miktarda yiyecek ve suyun yanı sıra geniş bir yaşam alanına sahip olduğu özel olarak tasarlanmış bir alan olan Fare Cenneti'ni inşa etti. 

Başlangıçta, kısa sürede üremeye başlayan ve popülasyonlarının hızla artmasına neden olan dört çift fare yerleştirildi. Farelerin 315 gün sonra üremeleri önemli ölçüde azalmaya başladı. 

Kemirgen sayısı 600'e ulaştığında aralarında bir hiyerarşi oluştu ve ardından sefil fareler ortaya çıktı.

Daha büyük fareler gruba saldırmaya başladı. Bunun sonucunda birçok erkek fare psikolojik olarak çökmeye başladı. 

Dişi fareler kendilerini korumadılar ve sonucunda yavrularına karşı saldırgan hale geldiler. 

Zaman geçtikçe, dişiler giderek daha agresif davranışlar ve üreme ruh halinde yoksunluk gösterdiler. Düşük doğum oranı ve aynı zamanda genç farelerde ölüm oranlarında artış vardı. 

Ardından, güzel fareler denen yeni bir erkek fare sınıfı ortaya çıktı.

Dişilerle çiftleşmeyi ya da kendi alanları için savaşmayı reddettiler. Tek umursadıkları yemek ve uykuydu. 

Bir noktada, güzel erkekler ve izole dişiler nüfusun çoğunluğunu oluşturmay başladı.

John Calhoun'a göre ölüm aşaması iki aşamadan oluşuyordu: Birinci ölüm ve İkinci ölüm.

Birinci ölüm, hayatta var olmanın ötesinde amaç kaybıyla karakterize edildi; çiftleşme, genç yetiştirme veya toplumda bir rol kurma arzusu yoktu. Zaman geçtikçe yavru ölüm oranı %100'e ve üreme sıfıra ulaştı. 

Nesli tükenmekte olan fareler arasında eşcinsellik gözlemlendi ve aynı zamanda bol miktarda yiyecek olmasına rağmen yamyamlık arttı. 

Deneyin başlamasından iki yıl sonra koloninin son bebeği dünyaya geldi. 

1973'te Evren 25'teki son fare ölmüştü. 

John Calhoun aynı deneyi 25 kez daha tekrarladı ve her seferinde sonuç aynıydı.

John Calhoun'un bilimsel çalışması, sosyal çöküşü yorumlamak için bir model olarak kullanıldı. Yapılan araştırmalar, şehir sosyolojisi çalışmaları için bir odak noktası olmaktadır. Deney toplum sosyolojisi ve toplum psşkolojisi alanlarına çok katkı sapladı.

Şu anda günümüz toplumunda doğrudan paralelliklere tanık oluyoruz. Zayıf, çok az beceriye sahip veya hiç beceriye sahip olmayan ve koruma içgüdüsü olmayan dişileştirilmiş erkekler ile annelik içgüdüsü olmayan aşırı heyecanlı ve saldırgan dişiler.

27 Ekim 2022 Perşembe

thumbnail

Türkçenin Matematiği, Bilimsel ve Matematiksel Yönden Türkçe


Türkçenin Matematiği, Bilimsel ve Matematiksel Yönden Türkçe

Victor Hugo şiirlerini 40.000 kelime ile yazmıştır.Türkçe’yi en zengin kullanan yazarlardan Yaşar Kemal’in romanları 3.500 kelimeyi geçmez. Bu görüş haklıdır çünkü Türkçe, Fransızca’ya oranla daha az sözcük içermektedir.

Türkçe, İngilizce’ye, Almanca’ya, İspanyolca’ya göre de daha az sözcük içermektedir. Fakat bu durum Türkçe’nin daha yetersiz bir dil olduğu anlamına gelmez. Çünkü Türkçe az sözcük ile çok şey anlatabilen bir dildir. Daha fazla sözcük içerse bunun kimseye zararı dokunmaz ancak, gerek yoktur.

Başka bir dilden Türkçe’ye çeviri yapan herkes sözlüğü açtığında, aralarında minik anlam farkları olan bir çok sözcüğün Türkçe karşılığında çoğu zaman aynı kelimeyi okur. Bu, ilk bakışta bir eksiklik gibi görünebilir, oysa öyle değildir. Çünkü yukarıda adı geçen diller kelimelerin statik olan anlamlarını öğrenmeye, Türkçe ise bu anlamları bulup çıkarmaya, yani dinamik anlamlandırmaya dayalıdır.

Türkçe’de anlamları sözlükteki tanımlar değil, kelimelerin cümle içindeki konumları belirler. Türkçe’nin, referans olmak üzere sadece gerektiği kadarı sözlüklere alınmış, sonsuz sayıda kelime içerdiği bile öne sürülebilir.

İngilizce-Türkçe sözlükte “sick”, “ill” ve “patient”ın karşısında hep “hasta” yazar. Bu bağlamda ingilizce’nin üç kat daha fazla sözcük içerdiği söylenirse bu doğrudur. Ancak, aradaki farkların Türkçe’de vurgulanamadığı söylenmeye kalkılırsa bu yanlış olur: “doktor falanca beyin hastası olmak”, “böbrek hastası olmak”, “internet hastası olmak”, “filanca şarkının hastası olmak” arasındaki farkı Türkçe konuşan herkes bir çırpıda anlar.

Bunun nasıl olabildiğini görmek zor değildir. Bir kalem alıp, alt alta:

3+5=8

12+5=17

38+5=43

yazmak, sonra da bunları toplamak yeterlidir. Hepsinde aynı “+5″ yazdığı halde!

Sonuçlar farklı çıkıyorsa, Türkçe’de de hepsinde aynı “hastası olmak” ifadesi geçtiği halde sonuçlar farklı olmaktadır. Türkçe’nin az kelime ile çok iş yapmasının sırrı matematiktedir. 

0′dan 9′a kadar 10 tane rakam, artı, eksi, çarpı, bölü dört işlem işareti ve bir ondalık ayracı virgül, yani topu topu 15 simge ile sonsuz sayıda işlem yapılabilir. Türkçe de benzer özellikler gösterir.

Türkçe matematiğe dayalı olmaktan da öte, neredeyse matematiğin kılık değiştirmiş halidir.

Türkçe’deki herhangi bir fiilin çekiminin ve kelimelerin nasıl çoğul yapılacağının öğrenilmiş olması, henüz varlığı bile bilinmeyen, 5 yıl sonra Türkçe’ye girecek fiillerin nasıl çekileceğinin ve 300 yıl önce unutulmuş kelimelerin çoğullarının ne olduğunun biliniyor olması demektir. 

Bu tıpkı birinci dereceden 2 bilinmeyenli bir denklemin nasıl çözüleceği öğrenildiğinde, sadece “x=6″, “y=23″ olan denklemlerin değil, aynı dereceden bütün denklemlerin nasıl çözüleceğinin öğrenilmiş olması gibidir.

Oysa sözgelimi ingilizce’de “go”, “went” olurken “do”, “did” olur. Çoğul ekleri için de durum aynıdır: “foot”, “feet” olurken “boot”, “beet” değil “boots” olur. Bunun tutarlı bir iç mantığı yoktur, tek çare böyle olduklarının bellenmesidir.

Türkçe’de ise, statik kelimeleri ezberlemek yerine dinamik kuralları öğrenmek gerekir. Türkçe’de neredeyse istisna bile yoktur. Olanlar da ses uyumu gereği “alma” olması gereken meyve isminin “elma” biçimine dönmesi gibi birkaç minör istisnadır. Kurallar ise neredeyse, bu dili icat edenlerin Türk olduğuna inanmayı zorlaştıracak kadar güçlü ve kesindir. Bu noktadan sonra, anlatılanları matematik olarak formüle etmek, aradaki ilişkiyi somutlaştırabilmek açısından yararlı olacaktır. Bunu yapmanın en kolay yolu ikili sayı sistemini kullanmak olduğu için de yalnızca 0 ve 1′leri kullanmak yeterlidir. İzleyen örneklerde [1=var] ve [0=yok] anlamında kullanılmışlardır.

Kelime kökü çoğul eki matematik ifade:

ev……..ler…….evler

1.0…….0.1……1.1

Türkçe’deki bütün kelimelerin 2 bit olduğu varsayılabilir (ileride bit sayısı artacak). Tekil olan bütün kelimeler 1.0 (kelime kökü var; çoğul eki yok), çoğul olanlar ise 1.1′dir (kelime kökü var; çoğul eki var). Bu kural hiç değişmemek bir yana, öylesine güçlüdür ki Türkçe’de başka hiç bir dilde yapılamayacak bir şey yapılıp, olmayan bir kelimenin çoğulu dahi söylenebilir (0.1). Birisi karşısındakine sadece “ler” dediğinde, alacağı tepki: “anladık ler de, neler?” türünden bir cevap olacaktır. Bir şeylerin çoğulunun söylendiği bellidir de, neyin çoğulunun kastedildiği açık değildir.

Vurgulama / sıfat kökü zayıflatma matematik ifade

kırmızı

0.1.0

kıp kırmızı

1.1.0

kırmızı msı

0.1.1

kıp kırmızı msı

1.1.1

Türkçe’deki sıfatların anlamını kuvvetlendirmeye veya zayıflatmaya yarayan bu kural da hiç değişmez. Hatta istenirse bu kurala uyan ama hiçbir sözlükte bulunmayan, hem kuvvetlendirilmiş hem de zayıflatılmış garip sıfatlar bile türetilebilir. “Güneş doğmazdan az önce ufuk kıpkırmızımsı (kıp Kırmızı Tramvaymsı; [1.1.1]) bir renk aldı” dendiğinde, herkes neyin kastedildiğini anlayacaktır. Çünkü ayaküstü türetilen bu sıfat, hiçbir sözlükte yer almaz ama, Türkçe konuşan herkesin çok iyi bildiği bu kurala uygundur.

Fiil çekimlerinde de işler farklı değildir. Burada zorunlu olarak kişi için 3, zaman için 2 bitlik gruplar kullanılacak. Çoklu bit grupları şunları ifade edecek:

011 = ben

010 = sen

000 = o

111 = biz

110 = siz

100 = onlar

00 = geniş zaman

11 = şimdiki zaman

10 = gelecek zaman

01 = geçmiş zaman

kök kişi matematik ifade

yeterlilik……………..Oku (y)abil dim……………..= 1.1.0.01.0.0.011

olumsuz……………..Oku (y)a ma z mış sın………= 1.1.100.0.1.010

zaman……………… Gel me (y)ecek ti…………….= 1.0.1.10.1.0.000

zaman……………….Git me di k…………………… = 1.0.1.01.0.0.111

hikaye……………….Şaşır abil ecek ti niz ………..= 1.1.0.10.1.0.110

rivayet……………….Bil (i)yor lar…………………. = 1.0.0.11.0.0.100

kişi

tabloda zaman ile ilgili küme 3 bit yapılıp geçmiş zaman “di’li geçmiş” ve “miş’li geçmiş” olarak ikiye ayrılabilir, soru bileşkeni için ayrı bir bit eklenebilir, emir ve şart kipleri de işin içine katılabilir ancak, sonuç değişmezdi.

Cümleleri oluşturan öğelerin (özne, nesne, yüklem, vb…) Sıralaması da rasgele değildir. Türkçe cümleler bir tür “crescendo” (şiddeti giderek artan dizi) izlerler. Bütün vurgu en sonda yer alan yüklem (fiil) üzerindedir. Diğer öğelerin önemi, yükleme olan yakınlık/uzaklık konumları ile belirlenir. Yükleme yakınlaştıkça önem artar. Gene matematiksel olarak ele almak gerekirse, cümleyi oluşturan her bir öğenin toplam öğe sayısı kadar haneden oluşan bir matematik değere sahip olduğu varsayılabilir.

“dün Ahmet camı kırdı” cümlesi 4 öğeden oluşmaktadır; o halde her öğe 4 haneli bir değere sahip olacak, ilk öğe en düşük, son öğe ise en yüksek değeri taşıyacaktır.

Cümle

matematik değer

0001

matematik değer

0011

matematik değer

0111

matematik değer

1111

1 dün Ahmet camı kırdı.

2 dün camı Ahmet kırdı.

3 Ahmet dün camı kırdı.

4 Ahmet camı dün kırdı.

5 camı dün Ahmet kırdı.

6 camı Ahmet dün kırdı.

Şimdi tablodaki cümleler tek, tek ele alınabilir:

1. Cümle: dün Ahmet bir iş yaptı ve bu camı kırmak oldu.

2. Cümle: dün kırılan camı başkası değil Ahmet kırdı (suçlu Ahmet!).

3. Cümle: Ahmet’in dünkü işi camı kırmak oldu (belki önceki gün kitap okumuştu).

4. Cümle: Ahmet camı herhangi bir zaman değil, dün kırdı (yarın kırması gerekiyor olabilirdi).

5. Cümle: cam düne kadar sağlamdı, kırılmasının suçlusu ise Ahmet.

6. Cümle: camı Ahmet zaten kıracaktı, bunu dün yaptı.

Cümleyi oluşturan öğeler kesinlikle aynı kalırken (cam hep ‘i’ haliyle “camı” olarak kaldı; fiil hep 3. Tekil şahıs, di’li geçmiş zamanda çekildi, vb.) Sadece yerlerinin değişmesi cümlelerin anlamlarını da değiştirdi.

Her cümlede 0011, 0001′den daha fazla, 0111 bu ikisinden daha fazla, 1111 ise hepsinden daha fazla önem taşıdı. Anlamı belirleyen de zaten her bir öğenin matematik değeri oldu. Kelimelerin statik anlamlar taşıdıkları dillerde, zaman belirtecinin (dün) yeri değiştirilerek elde edilebilecek 2 çeşitlemenin dışında diğer anlamları vermek için kip değiştirmek (edilgen kip – passive mode kullanmak) veya araya açıklayıcı başka kelimeler eklemek gerekir. Türkçe konuşanlar ise her bir cümlenin diğerinden farkını derhal anlarlar.

Matematik ile olan alışveriş yalnızca verilen örneklerle sınırlı değildir. Türkçe’nin ne tarafı ele alınsa bu ilişki ile yüz, yüze gelinir. Türkçe’nin bu özelliğini “insanlar kendilerine ulaşan mesajları nasıl anlarlar? Bunun kullanılan dil ile bir ilgisi var mıdır? Bir Fransız, bir İngiliz, bir Türk aynı mesajı kendi ana dillerinde alsalar, birbirleri ile aynı şekilde mi, yoksa farklı mı algılarlar? Eğer dilin algılamayla ilgisi varsa, işin içine bir dil karışmadığı yani sözgelimi bir pantomim gösterisi izlenir veya üzerinde hiç yazı olmayan bir afişe bakılırken, dil ile ilgili bu alışkanlıklar nasıl etki ederler?” türünden sorulara yanıt ararken fark ettim. Bu özellik konuya ilgi ve sabırla yaklaşıp bakmayı bilen herkesin görebileceği kadar açık. O nedenle, bu güne kadar kesinlikle başkaları tarafından da görülmüş olmalı. “Türkçe çok lastikli, nereye çeksen oraya gidiyor” diyenler de aslında, hayal meyal bu özelliği fark eder gibi olup, ne olduğunu tam adlandıramayanlardır. Türkçe teknik açıdan mükemmel bir dildir.

Bu mükemmelliğin nedeni matematik ile olan iç içeliktir. Keza, ne yazık ki Türkçe’nin, bu dili konuşanlara kurduğu tuzak da buradadır. Kentli-köylü, eğitimli-eğitimsiz, doğulu-batılı, vb. kültür çatışmaları dünyanın her yerinde vardır. Gene dünyanın her yerinde iyi, kötü işleyen bir “asimilasyon” ve/veya “adaptasyon! ” süreci bu çatışmayı kendi içinde bir takım sentezlere götürür. Türkiye bu açıdan dünya genelinin biraz dışındadır. Bizde “asimilasyon” ve/veya “adaptasyon” süreci ya hiç çalışmaz, ya da akıl almaz bir yavaşlıkta çalışır. Sorun, başka sebeplerin yanı sıra kullandığımız dilden de kaynaklanmaktadır. Düşünme, kendi kendine sözsüz konuşma olarak kabul edilirse (bence öyledir), anadilin kişilerin düşünce yapısı üzerinde etkili olduğunu da kabul etmek gerekir; insanlar kendi anadillerinde düşünürler. Türklerin büyük paradoksu işte buradadır. Teknik açıdan mükemmel bir dil olan Türkçe, kendi dışımızdaki dünyayı kendimizce değiştirmeden, olduğu gibi algılamaktaki en büyük engelimizi oluşturmaktadır.

Örneğin, Türkiye dışına yabancı işçi olarak giden ilk nesil gerek bulundukları ülkenin dilini öğrenme, gerekse oradaki yaşam biçimine ayak uydurma konusunda muhteşem bir direniş gösterdiler. Bu direnişin boyutları o denli büyük oldu ki, başka hiç bir diasporada gözlenmeyen gelişmeler yaşandı. Türk diasporası, gettolaşıp kendi kültürünü gene kendi içine kapanık bir çevrede yaşayacak yerde, kendi kültür kurumlarını o ülkeye ithal etti. Asimile olmaya en dirençli kültürlerden biri kabul edilen İspanyollar, gittikleri yere sadece gazetelerini ve bazen de radyolarını taşımakla yetinirken; Türklerin bunlara ek olarak (hem de birden çok) televizyon kanalları ve hatta kendi fast-food’ları (lahmacun, döner, vb.) oldu.

Bunları başaran insanların yeteneksiz olduklarına, dil öğrenmeyi de bu yeteneksizlikleri yüzünden beceremediklerine hükmetmek en azından adil ve gerçekçi olamaz. Keza, böylesine önemli bir kültür direnişi gösterenlerin, orada doğan çocuklarını eğitirlerken, bunca sahip çıktıkları kültürlerini göz ardı etmiş olmaları da düşünülemez. Ancak gözlemlenen o ki, orada doğan ikinci nesil, gene sözgelimi İspanyollar arasında hiç görülmediği kadar hızla asimile oldu. Bunun nedenini evdeki Türkçe’nin yanısıra okulda öğrenilen ve ev dışında yaşanan, o ülkenin dili faktöründe aramak çok yanıltıcı olmayacaktır.

Biz Türkler, konuşmayı öğrenirken (tıpkı sick, ill, patient örneğinde olduğu gibi) farklı durumların farklı kavramlar oluşturduğunu, bu farklı kavramların da farklı adları olması gerektiğini öğrenmeyiz. Aynı adı taşıyan farklı kavramları birbirinden ayırmaya yarayacak sezgisel (sezgisel=doğal=matematiksel) yöntemin kurallarını öğrenmeye başlarız.

Sezgiselliğe şartlanmış beyinler ise dış dünyayı hiçbir değişikliğe uğratmadan, olduğu gibi algılamayı bilemediklerinden, bildikleri tek yönteme yani kendilerince anlam çıkarsamaya veya başka bir ifadeyle “sezdikleri gibi algılamaya” yönelirler.

Algıladıkları kavramların tümü kendi çıkarsamaları doğrultusunda şekillenmiş olan, kendilerince tanımlanmış bir dünyada yaşayan insanlara ulaşan mesajlardaki kodlar ne kadar “herkesçe bir örnek” algılanabilir? Üzerinde emek harcanmaya değer temel sorulardan biri budur. Bu sorunun yanıtı belirginleştikçe, neden batıdaki sistemlerin bir türlü Türkiye’de oluşturulamadığı sorusunun yanıtı da belirginlik kazanabilir.

Türkçe’nin kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan bu özel durum kuşkusuz tüm iletişim alanları için geçerlidir. Yunus Emre’nin okuması, yazması olmayan göçebe Türkmen boyları arasında 700 yıl boyunca bir nesilden diğerine büyük bir sadakatle, sözlü kültür ürünü olarak aktarılmasının ardında Türkçe’nin sezgiselliğini sonuna kadar kullanmadaki becerisi vardır. Tanzimat aydınları ve Cumhuriyet aydınlarının bir türlü geniş kitlelere seslerini duyuramamalarının nedeni de gene aynı denklemin içinde aranmalıdır. Fransız gibi, Alman gibi düşünmeyi öğrenenler, meramlarını anlatırken bunu yeni öğrendikleri düşünce sistematiği içinde yapmaya kalkışmış ve Türk gibi anlatmayı becerememiş olduklarından başarısız kalmışlardır.

Mesajlar sadece algılanabildikleri kadar etkili olurlar. Mesajları üretenlerin kendi konularına ne kadar hakim oldukları mesajın bütünlüğü açısından önemlidir ama, hitap edilen kişilerin kendilerine yönelen mesajları nasıl algıladıkları her şeyden daha önemlidir.

Afyonkarahisarlılaştıramadıklarımızdanmısınız ?
Çoğunu kullanmadığımız ” saklı bir güç” Türkçe. Kullanıldıkça ortaya çıkan bir define âdeta. Dilimiz, “saklı güç” ünü, “kinetik bir erke”ye dönüştürecek kalemler arıyor. Tarihî derinliğine karşılık “kullanım yoğunluğu”nun sığlığı bir çelişkidir.

Türkçenin gücü, onun doğurgan özelliğidir. Geçenlerde henüz yedi aydır türkçe öğrenmekte olan Tanzanyalı bir öğrencim kara tahtanın başına geldi ve beni şaşırtan şu kelimeyi yazdı:

Afyonkarahisarlılaştıramadıklarımızdanmısınız ?

Bu ibare tek kelimeden ibaret bir cümledir. Bir yabancı için çok çok şaşırtıcı bir faklılıktır bu. Ben ” İngilizcede böyle bir ifade için birkaç cümle gerekir” deyince Tanzanyalı İsa, “Ne birkaç cümle Hocam birkaç paragraf gerekir” deyiverdi.

İşte cümlenin anlam oluşturucuları, böyle iç içe geçmiş bir “dil evreni” dir. Yukarıdaki bir kelimelik Türkçe cümlenin anlam çözümlemesini basit olarak şöyle yapabiliriz:

1. Bu cümlede Türkiye’nin şehirlerinden biri olan Afyonkarahisar var. Yani cümlenin anlam tabanı birleşik kelime hâlinde biçimlenen bir şehirdir.

2. Birilerini, bu şehirden olmadıkları hâlde bu şehirden birileri hâline getirmek isteyen ama bunu birçok kişide denediği halde başaramayan bir(ler)i var.

3. Afyonkarahisarlı : Nüfus kaydı bu şehre ait insan.

4. Afyonkarahisar+lı+laş-mak: Nüfus kaydı ve yaşadığı yer bu şehir olmadığı hâlde bu şehirden biri hâline gelmek.

5. Afyonkarahisarlılaş+tır+mak : Bunun, birinin kendi kendine dileği değil de başkası tarafından (muhtemelen zorlayarak ya da ikna yoluyla) yapılması.

6. Afyonkarahisarlılaştır-ama-mak : Birini Afyonkarahisarlılaştımak niyetinde olan birinin, buna gücünün yetmemesi (yetersizlik kavramı).

7. Afyonkarahisarlılaştırama+dıklarımız : Böylr bir niyetin başkaları üzerinde denenmesi.

8. Afyonkarahisarlılaştıramadıklarımız+dan: Bunların içinden birini seçerek yargının soruya hazırlanması.

9. Afyonkarahisarlılaştıramadıklarımızdan mısınız? bütün bu süreçlerin, birinin şahsında soru hâline getirilip duyurulması.

Türkçe’nin bu doğurganlık özelliğini onun atomik gücü olarak da görülebilir. Türkçede kelime sayısının, az olduğunu söyletip bundan dilimiz aleyhine sonuç çıkarmak isteyenlerin anlamadıkları şey işte bu “atomik” ve ” saklı:potansiyel” güçtür.

Görüntünün olası içeriği: şunu diyen bir yazı ‘Birçok yabancı dil bilirim. Bu diller arasında Türkçe öyle farklı bir dildir ki, yüz yüksek matematik profesörü bir araya gelerek, Türkçe’yi oluşturmuşlar sanki. Bir kökten bir düzine sözcük üretiliyor. Ses uyumuna göre anlam değişiyor.

Türkçe öyle bir dildir ki, başlı başına bir duygu, düşünce, mantık ve felsefe dilidir.”

Prof. David Cuthell

29 Ağustos 2022 Pazartesi

thumbnail

Teknoloji Kullanımının İnsan Hafızasına Etkileri Nelerdir? Dijital Tembellik

Dijital Tembellik Nedir?: 

Teknolojik Cihazlar Hafızamızı Zayıflatıyor mu?

Ardı ardına gelişen internet arama motorları, bilgiye ulaşma hızını artırdı. Tabii bilgiyi unutma hızını da… 

Telefonunuzun şarjının bittiğini düşünün. Daha önce size gönderilen önemli bir e-postaya erişmeniz gerekiyor. Bir arkadaşınızdan yardım istiyorsunuz ve onun telefonundan internete girip e-posta adresinizi yazıyorsunuz. Peki şifreniz neydi, hatırlıyor musunuz?

İçinde yaşadığımız zamanda etrafımız dijital teknolojik cihazlarla çevrili. Bu cihazlar sayesinde pek çok işimizi kolaylıkla hallediyoruz. Bunlar;
* Sosyalleşiyoruz (facebook, instagram...), 
* Başkaları ile iletişim kuruyoruz (whatsApp, telefon görüşmesi....), 
* Fotoğraf çekiyoruz,
* Video çekiyoruz,
* Müzik dinliyoruz,
* İhtiyaç duyduğumuz bilgilere erişebiliyoruz,

Teknolojik cihazlarla , belleğimizden ve hafızamızdan da tasarruf sağlıyoruz. Mesela;
* Sevdiklerimizin doğum günlerini artık hafızamızda tutmuyoruz. 
* Telefon numaraları aklımızda değil rehberimizde kayıtlı.
* E-posta veya sosyal medya hesaplarımızın şifreleri otomatik olarak kaydedilebiliyor. 
* Navigasyon sayesinde gitmek istediğimiz yerlerin konumlarını kolayca bulabiliyor, hafızasına kaydedebiliyoruz. Daha önce ziyaret ettiğimiz bir yere tekrar gitmek istediğimizde adresi otomatik olarak karşımıza çıkarabiliyor.

Pek çok teknolojik cihaz, uygulama ve internet kullanımı hafızamızı zorlamadan ve kullanmadan işlerimizi kolayca halletmemizi sağlıyor. Bu durum hafızamızı tembelliğe itiyor. Bunu nedeni öğrendiğimiz bilgiler tekrar edilmediği için uzun süreli belleğe aktarılamıyor. Bu durum “Google etkisi” ya da “dijital tembellik” (dijital amnezi) olarak adlandırılıyor. 

Bir bilgiyi Google’dan 10 kez aratsak, hatta cevabına tekrar tekrar ulaşsak da o bilgiyi tekrar unutabiliyoruz. İşte bu unutkanlık durumu “Google Etkisi” olarak tanımlanıyor.

Günümüzde ise bir bilgiyi hafızamızda tutmak yerine genellikle internette aramayı tercih ediyoruz. Bu nedenle de kolaylıkla unutuyoruz.

Dijital tembelliğin meydana gelme nedeni bilginin dışarıda bir yerde zaten depolandığını biliyor olmamız.

Betsy Sparrow ve arkadaşları, Columbia Üniversitesi'nde Google etkisinin belleğimizi nasıl etkilediğini öğrenmek için bir araştırma yaptılar. Araştırmada katılımcılara dört farklı test uyguladılar. Bunlardan birinde katılımcılara genel kültür bilgileri içeren 40 ifade sunuldu. İki gruptan birine test aşamasında bu bilgilere erişebilecekleri söylenirken, diğer gruba test aşamasında öğrendikleri bilgilere ulaşmalarının mümkün olmadığı bildirildi. Daha sonra katılımcılardan hatırlayabildikleri kadar çok ifadeyi yazmaları istendi. Araştırma sonucunda sunulan bilgilere erişebilecekleri söylenen grubun, diğer gruba göre çok daha az bilgiyi hatırladığı tespit edildi. 

Araştırmacılara göre bunun nedeni, insanların daha sonra ulaşabileceklerini düşündükleri bilgileri belleklerine kodlamak için çaba sarf etmemeleri. Bu yüzden daha önce elde ettiğimiz bir bilgiye tekrar ihtiyaç duyduğumuzda bu bilgiyi çoğunlukla hatırlamıyoruz.

Öğrendiğimiz bilgiler ise ilk olarak kısa süreli belleğe kaydedilir. Daha sonra bilgiler tekrar edildiğinde ya da hatırlandığında uzun süreli belleğe aktarılır.

Siber güvenlik şirketi olan Kaspersky Lab tarafından yapılan bir araştırmada, internetin insanların bilgiyi hatırlama becerilerini nasıl etkilediği incelendi. ABD’de 16 yaş ve üzerindeki 1.000 katılımcı ile yapılan çalışmada, katılımcıların yaklaşık yarısının, karşılaştıkları bir sorunun cevabını hafızalarını yoklayarak hatırlamaya çalışmak yerine doğrudan internette aramayı tercih ettikleri tespit edildi. Katılımcıların yaklaşık üçte biri (%28,9’u) internette buldukları bilgileri daha sonra hatırlamayacaklarını ifade etti. Araştırmanın sonucunda, katılımcıların neredeyse tamamı (%91,2) interneti beyinlerinin dijital bir uzantısı gibi gördüklerini söyledi.

Araştırmaya uzman yorumları ile katkıda bulunan Birmingham Üniversitesi Psikoloji Bölümünden Maria Wimber, öğrenilen bilgileri tekrar etmenin bellekte kalıcı hâle gelmelerini sağladığını ancak pasif olarak tekrar etmenin, örneğin internette tekrar tekrar aramanın benzer bir etkisinin olmadığını belirtiyor. Wimber'e göre ihtiyaç duyulan bir bilgiyi hatırlamaya çalışmak yerine hemen internette aramak, bilginin bellekte kalıcı olmasını engelliyor.

Peki, dijital tembellikten korunmak için neler yapabiliriz?

Klinik psikolog Pragya Lodha göre, dijital tembellikten korunmak için dijital detoks yapmak yani zaman zaman dijital cihazları hafızamızın bir parçassı gibi kullanmaya ara vermek gerekir. Lodha bundan başka bizim için önemli olan bilgileri aklımızda tutma alışkanlığı edinmemizi öneriyor.

Geçmişte pekçok insan teknolojik gelişmelerin veya yeniliklerin bizleri doğal becerilerimizi kullanmaktan alıkoyacağından endişe etmişti.Mesela, Sokrates yazı yazmanın, bilgileri kaydetmemizi kolaylaştıracağı içinhafızamızın artık eskisi gibi güçlü olmayacağından endişe ediyordu. Teknolojinin sunduğu imkanlardan faydalanırken amacımız gelişimimize katkı sağlamak olmalı. Teknolojiyi araç olarak kullanmayı bırakıp, teknolojiye bağımlı hâle gelmeye başladığımızda dijital tembellere dönüşüyoruz.

26 Temmuz 2020 Pazar

thumbnail

Philadelphia Deneyi Nedir? Ne Zaman, Kimler Tarafından ve Nasıl Gerçekleştirilmiştir?


Philadelphia Deneyi

Büyük buhran'ın sonlarına doğru II. Dünya Savaşı'nı öngören Amerikan hükümeti gemilerinin radarlara yakalnmamasını istiyordu ve 1930'lu yıllarda bu konuda bilim adamlarından çalışma yapmalarını istediler. Başkanlığını Nikola Tesla'nın yaptığı bir grup bilim adamı bu amaç uğruna çalışmaya başladılar. Yaklaşık 10 yıllık bir çalışmanın sonunda proje deneme aşamasına geldi ve deneyde Amerikan donanmasında görevli küçük bir destroyer olan Eldridge adlı geminin kullanılmasına karar verildi.

Gemi; jeneratörler, vericiler, güç yükselticiler, modülasyon devreleri ve elektromanyetik alan oluşturmaya yarayacak araç gereci içeren tonlarca ekipmanla donandı. 22 Temmuz 1943'te saatler 09.00’ı gösterdiğinde elektromanyetik alan jeneratörleri aktifleştirildi ve Eldridge'in etrafını yeşil bir duman kaplamaya başladı. Kısa bir süre sonra artık gemiyi dumanların ardından görmek imkansızdı. Gemi kuvvetli bir elektromanyetik alanla çevrelenmişti bu alıcılar tarafından kolaylıkla gözlemlenebiliyordu. Havadaki duman çekildiğinde ise deneyin istenenden daha çok başarılı olduğu anlaşıldı. Eldrige'in radalara gözükmemesi isteniyordu fakat ne gemi ne de mürettebat insan gözleri tarafından da görülemiyordu!

Amerikan hükümeti ve deniz kuvvetleri böyle bir deneyin ya da projenin varlığını asla kabul etmemiştir. Bunların asılsız, hayal ürünü iddialar olduğunu savunuyorlar. Ancak diğer taraftan da görgü tanıklarının ifadeleri aksini iddia etmektedir. Philadelphia deneyi hakkında bilinenlerin çoğu bu tanıkların ifadelerinden sağlanmıştır.

Deneyle ilgili 1933 yılında Roosevelt ABD'nin başkanı olmuş ve hemen ardından eski dostu ve dünyanın sayılı bilim adamlarından Nikola Tesla'yı Washington'a davet ederek ondan devlet adına bazı projeleri yürütüp yürütemeyeceğini sormuştur.

Nikola Tesla'dan olumlu cevap alınmıştır. Başkan ona Gökkuşağı Projesi şeklinde bilinen projeden söz etmiş ve Tesla bu proje üzerinde çalışmaya başlamıştır. 1936'ya gelindiğinde Tesla önemli gelişmeler kaydetmiş hatta insansız bir gemiyi gözden kaybedip sonra da geri getirmeyi başarmıştır.
Ancak yetkililerin deneyin insanlı olarak yapılmasında ısrar etmişlerdir fakat Tesla bu deneyin insanlara zarar vermemesinin mümkün olmadığını savunmuştur. Bu konuda fikir ayrılığına düşülünce Tesla projeden ayrılmıştır. Bu noktadan sonra projeyi Dr. John von Neumann devralmıştır.

Amerikan hükumeti için çalışan bilim adamları arasında Nazi Almanya'sından kaçıp ABD'ye sığınan Albert Einstein da vardı. Einstein'ın "Birleşik Alan Teorisi"nin Philadelphia deneyini başarıya götüren en büyük etken olduğu varsayılmaktadır. Einstein bu teorisini 1925-27 tarihleri arasında Prusya'da yayımlanan bir bilim dergisine göndermiş ancak tamamlayamadığını düşünerek geri çekmişti. Einstein'ın bu teorisini ilerki yıllarda tamamladığı, ancak bunun savaş sırası ve sonrası hükümetlerce gizlenmiş olduğu varsayılmaktadır.

İlk Deney

UUS Eldrige, Philadelphia Deniz üssü açıklarındaki deney mahaline gelmişti. İçerisi elektromanyetik alan oluşturucu donanımla donatılmıştı. Tesla'nın ısrarla belirttiğinin aksine deney sırasında gemide mürettebat da bulunduruluyordu. Bu deneye ticari bir gemi olan Andrew Furuseth'in mürettebatı da tanıklık etti. (Andrew Furuseth'in orada olması çok büyük bir şanstır çünkü deney hakkında bilinenlerin çoğu Andrew Furuseth'de görev yapmış Carlos Allende'nin anlattıklarından oluşmuştur. Allende, 50'li yıllarda UFO araştırmacısı Morris Jessup'a yazdığı mektuplarda yaşadıklarını anlatmış ve bu deneyin gerçekltiğinden ilk bahseden Jessup olmuştur. Jessup ilginç bir şekilde 1959'da arabasının içinde ölü bulunmuştur. Otopsi raporuna göre egzoz gazıyla intihar etmiştir, Carlos Allende ise bir daha ortaya çıkmamıştır.)

22 Temmuz 1943'te şalterler kaldırıldı ve dumandan dolayı gemi gözden kayboldu. Ondan sonra olanlar daha da ilginçtir. 15 dakika sonra şalterlerin indirilmesi emredildi. Yeşil duman yeniden belirdi ve duman çekilirken Eldridge yavaş yavaş yeniden materyalize oldu. Ancak bir şeylerin ters gittiği hemen anlaşılmıştı. Gemiye iletilen telsiz mesajlarına yanıt gelmiyordu.

Gemiye çıkıldığında mürettebatın hiç de iyi durumda olmadığı görüldü. Bir bölüm mürettebat yaşadıkları korku dolu dakikalarda gemiden aşağı atladı (Gemiden o anda atlayanların hiç birinin cesedi bulunamadı). Sağ kalanların çoğu akıllarını kaçırmıştı. 5 asker geminin metal gövdesi ile kaynaşmıştı! İkisinin elleri çelik gövdenin içine geçmişti. Ellerini keserek adamları kurtardılar ve yerine protez eller taktılar. Normal durumda olan mürettebatın ileriki zamanda olağan üstü şeylerle karşılaştıkları rapor edilmiştir. Bulundukları yerde birden yok olup başka bir yerde görünebiliyorlardı. Duvarların içinden geçebiliyorlardı. Birçoğu bu duvarların arasına sıkışarak can verdi. Birden bire taş kesilip bir başkası onlara dokunana kadar öyle kalanlar vardı (Boyutlar arasında sıkışıyorlardı). Bunun yanında doğaüstü güçlere sahip olanlarda vardı. Sağ kalan adamlar asla tam anlamıyla düzelemediler. Akıl sağlıklarını kaybettikleri gerekçesiyle de ordudan uzaklaştırıldılar. Donanma bu personeli topyekûn emekliye sevk ederek gemiye yeni personel atadı. Bilim adamlarına da sadece radar görünmezliği istediklerini, optik görünmezliğe gerek olmadığını bildirdi.

İkinci Deney 

28 Ekim 1943'te yine Eldridge üzerinde ikinci deney gerçekleştirildi. Saatler 17:15’i gösteriyordu ve elektromanyetik jeneratörler yeniden çalıştırıldı. Gemi bir kez daha hemen hemen tamamen görünmez oldu. Sadece gövdesinin ana hatları seçilebiliyordu. Bir kaç saniye süresince işler yolunda gider gibiydi ki ansızın gözleri kör edebilecek kadar güçlü mavi bir ışık patlaması meydana geldi ve gemi gözlerden tümüyle kayboldu. Eldridge, inanılması güç bir şekilde bir kaç saniye sonra, 600 kilometre ötede, Norfolk açıklarında yeniden maddeleşti. Norfolk'ta bir kaç dakika boyunca görülür durumda kaldıktan sonra tekrar görünmez oldu ve saniyeler içinde Philadelphia Deniz Üssü açıklarında yeniden belirdi. Elektronik kamuflajı gerçekleştirmeye çalışan bilim adamları koca bir gemiyi, mürettebatı ile birlikte ışınlamış ve sonra da geri getirmişlerdi.

ABD hükümeti Philadelphia deneyinin yapıldığını ya da projenin yürütüldüğünü hiçbir zaman kabul etmemiştir. Donanmaya, Eldridge'in sözü edilen tarihlerde Philadelphia'da bile olmadığını iddia etmiştir. Deneyin yapıldığı günlere yakın bir tarihte Bermuda Şeytan Üçgeninde eğitim amaçlı olarak bulunduğu açıklanmıştır. Philadelphia deneyi, reddedilen iddialarla beraber tarihin en büyük sırlarından biri olarak kalmıştır.

9 Mart 2020 Pazartesi

thumbnail

Atatürk’ün Bilim, Teknik ve Eğitime Verdiği Önem Nedir?


Atatürk’ün Bilime Verdiği Önem


Atatürk, kurduğu devleti bilim ve bilimsel düşünce temelinde inşa etmiştir. Çağdaş olmayı bilime verilen öneme bağlamıştır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, bilime verdiği önem ile dönemin en dikkat çeken liderlerinden biridir. Bilim, Atatürk’ün düşünce sisteminde önemli bir yer tutar. İnkılâplarını dayandırdığı temel de bilimsel gerekçelerle açıklanmıştır. Toplumsal yaşamın bilim ve akıl ile güvenli hale getirilebileceği temelinde yükselen değerler zinciri geliştirmiştir.

Atatürk ve Bilim

Atatürk, bilimi ve bilimsel düşünceyi temel alan bir liderdir. Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ve İnkılâpçılık ilkeleri, Türk milletini bilim temelinde çağdaş uygarlık seviyesine ulaştırmayı hedeflemiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin “lâik, çağdaş ve sosyal bir hukuk devleti” olması hedefi de, Atatürk ilke ve inkılâplarının bir yansımasıdır.

Atatürk, bilime verdiği önemi ve bilimsel bakış açısını “şahsına münhasır bir modelle” oluşturmuştur. İlkelerinden inkılâplarına, koyduğu kanunlardan açılmasını sağladığı kurumlara kadar liderlik ettiği her uygulamada kendine has niteliklerden izler vardır. “Çağdaşlaşma”, “bilim” ve “teknoloji” kavramlarını özümsemiştir.

Atatürk’ün bilime yaklaşımı, Türkiye ve Türk toplumlarının varlığı için temel oluşturmuştur. Aklı ve bilimi her şeyin üzerinde tutan Atatürk, birçok insanı ilim öğrenmek üzere Avrupa ülkelerine göndermiştir. Kendisi de bizzat uluslararası bilimsel toplantılara katılmış, birçok bilim adamı ile özel sohbetler gerçekleştirmiştir.

Bilime verdiği önem ile dini değerlerin uyumuna da dikkat eden Atatürk, Allah’ın yaratılış sırlarına ulaşmak için bilime işaret etmiştir. Toplumsal yaşamda kılavuz olarak “ilim” ve “fen” kavramlarını yerleştirmeye özen gösteren Türkiye’nin ebedi liderinin “çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkma” hedefi de, günümüze kadar birçok siyasinin temel düsturu olmuştur.

Bilimsel gerçekler ile dogmalar arasına keskin sınırlar çizen Atatürk, bilimsel gerçeklerle toplumsal gerçekleri bütünleyerek, “milli seciye (karakter)” oluşturmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin eğitim, ekonomi ve fikir dünyasını bilimsel ve teknolojik temellere dayandıran Atatürk, ülkenin her alan gelişimi için bilimi esas almıştır.

Mustafa Kemal Atatürk, kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş uygarlık dünyasında yer alması ve medeniyet yolunda başarı elde edebilmesi için bilimin topluma yayılmasını istiyordu. Toplumun bütün kurumlarıyla modernleşmesini hedeflemiştir. İnkılâplarında da bilimsel düşünceyi temel almıştır. Bilimi “gerçeğe götüren evrensel bir yol ve yol gösterici” olarak görmüştür.

Atatürk’ün Bilim ve Tekniğe Verdiği Önem


Atatürk’ün düşünce yapısı, “akılcı bir bilim tabanı” üzerine oturtulmuştur. Her fırsatta fizik, kimya ve diğer tabiat bilimlerini, yani fenni vurgulamıştır. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, “bundan sonraki zaferlerin ilim ve iktisat ile olacağını” ifade etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti kurulurken açılan her kurum ve hayata geçirilen her uygulama da, bilimsel bir temel ve bilimin yol göstericiliği üzerine inşa edilmiştir.

Yeni devlette yeterli nitelikte personel bulunmuyordu. Bilim, fikir ve ekonomik anlamda “hazır olmayan bir ülke ve toplum” vardı. Teknik eleman, fikir ve bilim adamları yok denecek kadar azdı. Dönemin şartları da kalkınma çabalarını engelliyordu. Bilimi araştıracak ve kullanacak okul, üniversite, akademisyen, öğretmen yoktu. Bilimsel kurumlar yoktu; olsa da mühendis, araştırmacı ve bilim adamı bulmak imkansıza yakındı. Yani eğitim başta olmak üzere her alanda bilimi temel alan her şey eksikti. Her alandaki mücadelede bilim ve teknoloji alanında mücadele etmek ve ilerlemek şarttı.

Atatürk, yeni devletin omuzladığı kadim milleti geleceği taşımak için medeni bir seviyeye çıkarma idealini her fırsatta dile getirmiştir. “Milli kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız.”sözleri ile çağdaş olmanın önemine vurgu yapmıştır. Çağdaşlık için de bilimin yok göstericiliğine işaret etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında da temel prensip olarak bilim ve tekniğin esas alındığını ifade etmiştir.

Kurtuluş Savaşı’ndan sonra yeni şartlar içinde bilimsel araştırmaların artmasını telkin etmiş, her ortamda herkesin bilimsel meşguliyetlere yönelmesini istemiştir. Şu sözler, bunun kanıtıdır: “Üç buçuk yıl süren bu mücadeleden sonra bilim bakımından, eğitim bakımından mücadelemize devam edeceğiz. Fabrikacı olacağız, sanatçı olacağız. Bundan sonra anlayışımızı hep buna verelim.” Başka bir konuşmasındaki, “Bilim ve teknik nerede ise oradan alacağız ve herkesin kafasına koyacağız. Bilim ve teknik için kayıt ve şart yoktur.” ifadeleri de, Atatürk’ün bilim ve teknolojiye verdiği öneme atfen kayda değer sözlerdir.

Atatürk; bilim ve teknik ile çağdaşlık arasındaki ilişkiyi özümseyerek, çağdaş bir seviyeye ulaşabilmek için bilim ve teknikteki gelişmelerin yakından izlenmesini istemiştir.

Atatürk’ün Toplumsal Kalkınmada Bilime Verdiği Önem

Atatürk, bir toplumun kalkınmasında ve ilerlemesinde temel öğe olarak ilim ve fenni göstermiştir. Her açından zorluk içindeki Türk milletine, bilimi rehber edinmelerini telkin etmiş, bilimsel düşünmeyi teşvik etmiştir. “Çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkma” hedefinde bilimi araç olarak göstererek, toplumsal inkılâpların temeline de bilimi yerleştirmiştir.

Dünyaya ve olaylara eleştirel gözle bakma, tartışma, istişare ve fikirleri ifade etme özgürlüğüne vurgu yaparak, toplumun ilerlemesinin önünü açmaya çalışmıştır. “En büyük gerçekler ve ilerlemeler, düşüncelerin serbestçe ortaya konması tartışılması ile ortaya çıkar ve yükselir.” sözleri, bu anlamda kayda değerdir.

Hayatın her alanına bilime dayalı gerçeklerin yayılmasını isteyen Atatürk, her fırsatta topluma ve özellikle de gençlere bilime verdiği öneme anlatmıştır. Bilimsel düşünceyi, toplumunun her alanlarına egemen kılmaya çabalamıştır.

Atatürk, hem ülkede hem de toplum içinde bilimsel düşüncenin yayılması için liderlik yapmıştır. İnkılâplarında da bu liderliğin izleri görülebilir. Yeni uygulamaları, bilimsel temellere dayandırmıştır. Faal bir liderlikle, bilimsel düşünceyi hem yönetimde hem eğitimde hem sanayide hem de toplumda hakim kılmak için uğraşmıştır. Bu düşünce sisteminin toplumun kılcal damarlarına yerleşmesi için toplumun gerçekleri ile uyumlu uygulamalar hayata geçirmiştir.

Atatürk, Bilim ve Türkçe

Dil devrimi, toplumda birçok yeniliği beraberinde getirmiştir. Atatürk, bilim ve eğitim dili olarak, bilimsel bir dil olmaya elverişli Türkçeyi seçmiştir. Türkçenin bilim dili olma potansiyelini fark ederek, bilimsel terimleri halkın konuştuğu dil ile özdeşleştirmiştir. Dil devriminin amacı da, Türkçeyi bilim dili olarak güçlendirmektir.

Atatürk, dil ve tarih alanında ilmin verilerine uymak gerektiğini vurgulamıştır. Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu ve Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nin kurulmasını sağlaması, dil ve tarihe verdiği önemi ve bilime saygısını göstermektedir.

Atatürk, toplumdaki bilimsel algıyı değiştirmek için gösterdiği çabalarda yaşadığı olaylar, yeni uygulamalara yol açmıştır. 13 Kasım 1937’de Sivas Lisesi’nde yaşadığı olay, buna örnek olarak verilebilir:

Lisede girdiği bir derste kız öğrenci Arapça “hendese” yani “geometri” dersi anlatmaya çalışmaktadır. Tahtada geometri terimlerini Arapça anlatmaya çalışan öğrenci, Arapça terimleri telaffuz etmekte zorlanır. “Çizgi”, “açı” ve “paralel” gibi geometrik terimleri Arapça ifadelerle anlatamaz.

Bu durumu fark eden Atatürk, “Arapça terimlerle öğrencilere bilgi verilemez.” uyarısında bulunur. Tahtaya geçen Atatürk, Arapça olarak öğretilen “zaviye, “müselles” ve “dılın” geometrik terimler yerine sırasıyla Türkçe karşılığı olan “açı”, “üçgen” ve “kenar” terimlerini kullanır.

Daha sonra Ankara’ya dönen Atatürk, kısa sürede, 44 sayfalık “Geometri Kılavuzu” adlı kitabı hazırlar. Kitap, yazar ismi belirtilmeden aynı yıl içinde basılarak, dağıtılır.

Dolmabahçe Sarayı’nda kendi el yazısı ile yazdığı geometri kitabında çok sayıda terim ve sözcüğe Türkçe karşılık vermiştir. Örneğin; artı, eksi, boyut, yüzey, düzey, yatay, dikey, yay, pay, uzay, türev, çap, yarıçap, oran, orantı, ondalık, çember, kesit, teğet, açı, açıortay, yöndeş, üçgen, eşkenar, bölü, çarpı, payda ve varsayı gibi geometri terimler, bu kitapta yer almıştır. Böylece bilim alanlarında Türkçe terimlerin yaygınlaştırmasına öncülük etmiş olur.

Atatürk’ün bilim temelli uygulamaları, dünyadaki gelişmeler ışığında Arapça ile Türkçe arasında tutunmaya çalışan halka yol gösterici niteliktedir. Öğretimin Birleştirilmesi Kanunu’ndan tekke, zaviye ve medreselerin kapatılmasına; harf inkılâbından üniversite reformuna kadar her inkılâp, bilimi yücelten özelliktedir.

Atatürk’ün Bilime ve Eğitime Verdiği Önemi Gösteren Sözler Nelerdir? öğrenmek için tıklayınız...

Atatürk’ün Eğitim, Bilimi ve Teknik Gelişim İçin Yaptığı Önemli Uygulamaları Nelerdir? öğrenmek için tıklayınız...
thumbnail

Atatürk’ün Bilime ve Eğitime Verdiği Önemi Gösteren Sözler Nelerdir?



Atatürk’ün Bilime ve Eğitime Verdiği Önemi Gösteren Sözler

“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir.” ve “Benim manevi mirasım ilim ve akıldır.” Sözleri ile bilime verdiği önemi özetleyen Atatürk, kendisini benimsemek isteyenlerin akıl ve ilmin rehberliğini kabul etmelerini istemiş ve bu kişileri, “manevi mirasçılarım” diye nitelemiştir.

Konya’da 20 Mart 1923 tarihinde gençlere ilim ve bilim hakkında bir konuşma yapan Atatürk, dünyadaki keşiflerden ve ilimden yararlanmayı esas almış; ancak bilimin temelini “milletin içinden çıkarmak” gerektiğini ifade etmiştir. Bir milletin saygın bir konumda olması için yalnız ilim ve teknolojide ilerlemenin yeterli olmayacağını vurgulayan Ulu Önder, dünyanın her yerinden ilim öğrenmeyi dikkat çekmiştir.

“İlim ve fen için kayıt ve şart olmadığını” ifade eden Atatürk’ün bilime verdiği önemi anlatan sözlerinden bazıları şunlardır;

“İlim mutlaka cahilliği yener, o halde halkı aydınlatmak lazımdır.”

“İlim ve fen nerede ise oradan olacağız ve her millet ferdinin kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur.”

“Aydın sınıfın halka telkin edeceği idealler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalıdır.”

“İlim ve fen almak için Avrupa'ya, Amerika'ya ve her tarafa çocuklarımızı göndermeye mecburuz ve göndereceğiz.”

“Türk milletinin yürümekte olduğu medeniyet ve ilerleme yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale müspet ilimdir.”

"Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, başarı için en gerçek yol göstericisi ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışında yol gösterici aramak gaflettir, cahilliktir, doğru yoldan sapmaktır. Yalnız ilmin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının gelişimini anlamak ve ilerlemeleri zamanında takip etmek şarttır.”

“İlim, tercüme ile olmaz, inceleme ile olur. İlim ve özellikle sosyal bilimler dalındaki işlerde ben emir vermem. Bu alanda isterim ki beni bilim adamları aydınlatsınlar.”

“Benim manevî mirasım ilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü zorluklar karşısında, belki gayelere tamamen eremediğimizi fakat asla taviz vermediğimizi, akıl ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir.”

“Dünyanın her türlü ilminden, buluşlarından, ilerlemelerinden istifade edelim; ancak unutmayalım ki, asıl temeli kendi içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz.”

“Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver (eksen) üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar."

“Bir ulusun asker ordusu ne kadar güçlü olursa olsun, kazandığı zafer ne kadar yüce olursa olsun, bir ulus ilim ordusuna sahip değilse, savaş meydanlarında kazanılmış zaferlerin sonu olacaktır.”

“Mektebin vereceği ilim ve fen sayesindedir ki; Türk milleti, Türk sanatı, iktisadiyati, Türk şiir ve edebiyatı, bütün bedayiiyle inkişaf eder.”

“Efendiler, medeniyet yolunda muvaffakiyet yenilenmeye bağlıdır. Sosyal hayatta, iktisadî hayatta, İlim ve fen sahasında muvaffak olmak için yegâne tekâmül ve terakki yolu budur.”

“Türk milletinin yürümekte olduğu terakkî ve medeniyet yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale müspet ilimdir.”

“Milletimizin siyasal ve sosyal hayatında, milletimizin düşünce eğitiminde yol göstericimiz bilim ve teknik olacaktır.”

“Bizim akıl, mantık, zeka ile hareket etmek en belirgin özelliğimizdir. Bütün hayatımızı dolduran olaylar bu gerçeğin delilidirler.”
thumbnail

Atatürk’ün Eğitim, Bilimi ve Teknik Gelişim İçin Yaptığı Önemli Uygulamaları Nelerdir?



Atatürk’ün bilimi esas alan bazı önemli uygulamaları şunlardır;

Çeşitli alanlarda bilimse kurultay ve kongrelere öncülük etmiştir. Bunların en önemlilerinden biri, 16-21 Temmuz 1921 tarihlerinde düzenlenen “Maarif Kongresi”dir. Bu kongreye Muallime ve Muallimler Birliği’nden 180′e yakın eğitimci katılmıştır.

17 Şubat 1923 düzenlenen İzmir İktisat Kongresi, yeni devletin ekonomi programına öncülük etmiştir.

Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitim-öğretimde bilimselleşmenin temelini atmıştır.

İlköğretim zorunlu ve parasız hale getirilmiş; her yaştan vatandaşın Türkçe okuma ve yazma öğretmesi amacıyla “Millet Mektepleri” açmıştır.

Teknik ve mesleki eğitimi yaygınlaştırmak için erkek ve kız sanat ve meslek okullarının açılmasını sağlamıştır.

Üniversitelere büyük önem vermiş; cumhuriyeti kurduktan sonra yetenekli üniversite öğrencilerini yurtdışına göndermiştir.

1927-1930 yılları arasında yurtdışına gönderilen 500 öğrenci, üniversite reformuna öncülük etmiştir.

Atatürk’ün liderliğinde 1933 yılında, yükseköğretimde dönüm noktası olan “üniversite reformu” başlamıştır.

Üniversite reformu çerçevesinde 1933 yılında İstanbul Darülfünun kaldırılarak, İstanbul Üniversitesi kurulmuştur.

İstanbul Darülfünun bünyesinde akademisyenler tasfiyeye edilerek, Nazi zulmünden kaçan Musevi asıllı profesör ve akademisyenler İstanbul Üniversitesi’nde istihdam edilmiştir.

1933 yılında bilimsel çalışmalar yapılması için Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsü’nün kurulmasını sağlamıştır.

1935 yılında yer altı kaynaklarının araştırılması için Maden Tetkik Arama Enstitüsü (MTA) ve yer altı kaynaklarının işletilmesi için Etibank’ın kurulmasını sağlamıştır.

15 Haziran 2019 Cumartesi

thumbnail

CERN Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi Hakkında Bilgi, CERN'de Neler, Hangi Deneyler Yapılıyor?


Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi (CERN)

Nükleer Araştırmalar için Avrupa Konseyi anlamına gelen Fransızca "Conseil Européen pour la Recherche Nucléaire" sözcüklerinin kısaltmasıdır.
1953 yılında Cenevre'de merkezi laboratuvarlar kurulmasına karar verilerek ismi Fransızca "Organisation Européenne pour la Recherche Nucléaire" ve İngilizce "European Organization for Nuclear Research" olarak değişmiş ancak CERN kısaltması değişmeden kalmıştır.

İsviçre ve Fransa sınırında yer alan ve Cenevre şehrine yakın olan CERN, dünyanın en büyük parçacık fiziği araştırma laboratuvarıdır. CERN’in kuruluş amacı, üye ülkelerin kendi bütçe olanakları ile gerçekleştiremeyecekleri araştırmaları ortak olarak yürütebilmektir. CERN, Nobel ödüllerine de layık görülen çok önemli bilimsel buluşların yapıldığı bir merkezdir.


CERN'i Kuran Ülkeler Hangileridir?

CERN İkinci Dünya Savaşından sonra Avrupa'nın fizik alanında ABD'ye yetişebilmesi için 12 Avrupa ülkesinin (Belçika, Almanya, Fransa, Danimarka, Hollanda, İngiltere, İsveç, İsviçre, İtalya, Norveç, Yugoslavya, ve Yunanistan) işbirliği ile 1954 yılında kurulmuştur.

Kurulduğundan bu yana Merkez, çok geniş katılımlı uluslararası işbirliğinin başarılı bir örneği olarak hizmet vermektedir.

CERN'e Üye Ülkeler Hangileridir?

CERN’e üye ülke sayısı 2014 yılı itibariyle 21’dir. Bu ülkeler; Almanya, Avusturya, Belçika, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Hollanda, İngiltere, İspanya, İsrail, İsveç, İsviçre, İtalya, Macaristan, Norveç, Polonya, Portekiz, Slovakya ve Yunanistan’dır.

Gözlemci olarak katılan ülke/kuruluş sayısı 7'dir. Gözlemci statüsündeki ülkeler; Amerika Birleşik Devletleri, Hindistan, Japonya ve Rusya Federasyonudur.

Ayrıca, Avrupa Komisyonu, UNESCO ve JINR da CERN'de gözlemci olarak temsil edilmektedir.

Türkiye CERN'e Nezaman Katılmıştır?

Türkiye 1961'den 2015 yılına kadar gözlemci statüsünü sürdürmüş, 12 Mayıs 2014 tarihinde Cenevre’de imzalanan ve 22.01.2015 tarihli ve 6587 sayılı Kanunla onaylanması uygun bulunan “Türkiye Cumhuriyeti ile Avrupa Nükleer Araştırma Örgütü (CERN) Arasında CERN’de Ortak Üye Statüsü Verilmesi Hakkında Anlaşma”ya dair beyanımızı içeren Mektup’un Dışişleri Bakanlığımız vasıtasıyla 06.05.2015 tarihinde CERN’e ulaştırılmasıyla birlikte ülkemizin CERN’e Ortak Üyeliği gerçekleşmiştir.

CERN'de Neler Bulunmaktadır?

CERN laboratuvarlarının temeli hızlandırıcılar ve dedektörler üzerine kuruludur. CERN'deki ilk hızlandırıcı 1957 yılında kurulan 600 MeV'lik proton hızlandırıcısıdır. 1959'da devreye giren 28 GeV'lik proton hızlandırıcısı (Proton Synchrotron, PS) ise bugün hala kullanılmaktadır. 1976'da işletmeye alınan 450 GeV süper proton hızlandırıcısı (Super Proton Synchrotron, SPS) ise birçok Nobel kazanan çalışmalara olanak sağlamıştır. 1989-2000 yılları arasında hizmet vermiş olan CERN’deki en önemli tesis elektron-pozitron çarpıştırıcısıdır (Large Electron-Positron Collider, LEP) ve bu çarpıştırıcı 100-200 GeV enerji aralığında çalışmıştır.

Bu çarpıştırıcının 2001’de görevini tamamlamasından sonra aynı tünel içinde inşası 2008’de tamamlanan büyük hadron çarpıştırıcısı (Large Hadron Collider, LHC) 4 büyük deney sistemi (ATLAS, CMS, ALICE ve LHCb) ile önemli araştırma ve buluşların eşiğindedir. LHC, 10 Eylül 2008 tarihinde işletmeye alınmış, meydana gelen bir arıza nedeniyle işletmeye ara verilmiştir. LHC tesisinin resmi açılışı ülkemizin de temsil edildiği bir törenle 21 Ekim 2008 tarihinde yapılmıştır. Halen LHC’de 7 TeV enerjide proton-proton çarpışmaları gerçekleştirilmektedir.

CERN'de Ne Tür Araştırmalar Yapılmaktadır?

CERN'de yürütülen araştırmaların esas amacı maddenin yapısını ve maddeyi bir arada tutan kuvvetleri anlamaktır. İnsanlığın asırlardır yürüttüğü maddenin yapısını anlamak amaçlı büyük faaliyetin modern altyapısı parçacık hızlandırıcılarıdır. Parçacık hızlandırıcılarında çok yüksek enerjilere ve çarpışma sayılarına erişmek, çarpışmalardan çıkan çok sayıdaki parçacığı algılayabilmek mevcut teknolojinin sınırlarını zorlamaktadır. Bu bağlamda CERN, temel bilim araştırmalarının yanında, yarının teknolojilerini geliştirmekte de çok önemli bir rol oynamaktadır.

Süper iletken teknolojisinin CERN hızlandırıcıları sayesinde ilerlemesi, yeni temiz enerji kaynaklarının araştırılması, yeni reaktör sistemlerinin geliştirilmesi, bilgisayar teknolojisi, tıpta tedavi ve teşhis uygulamaları, yeni elementlerin bulunuşu en önde gelen araştırmalardır. Parçacık fiziği araştırmaları lazer fiziği, plazma fiziği, elektronik, telekomünikasyon, nanobilim, malzeme bilimi, nükleer tıp ve radyoterapi, bilişim teknolojisi (yazılım geliştirme, bilgisayar mimarisi, bilgisayar ağ bilimi vb.), savunma sanayi ve mühendisliğin çeşitli dallarındaki yeni gelişmelerin lokomotifidir. Örneğin, bugün dünyadaki bilgisayar iletişiminin kalbi olan World Wide Web (www), pek çok ülkeye dağılmış olarak çalışan parçacık fizikçilerinin hızlı ve kolay iletişim kurmalarını sağlamak amacıyla, CERN'de bir bilgisayar programcısı olan Tim Berners-Lee'nin "HTML" adlı bilgisayar dilini bulup geliştirmesiyle oluşmuştur. Diğer bir örnek ise hızlandırıcılar sayesinde ilk defa olarak anti-hidrojen üretiminin gerçekleşmesidir. Bu kapsamda CERN, temel bilimin en ileri saflarında yeni bilgi üretmeye çalışan bilim adamlarına teknolojinin izin verdiği en ileri deneysel olanakları ve çözümleri de sunmaktadır.

10 Mart 2019 Pazar

thumbnail

Diplomasız Dahi Mennan Aksoy Usta Avrupa ve Amerika’daki Sanayi Fuarlarına Girişi Yasaklanan Tek İnsan


Bir gün Gaziantep’e bir Fransız geldi. Tekstilcilere akıl verdi:

"Makineleriniz yetersiz. Yenileyin; dünya pazarı sizin olsun."

En iyi makinelerin Fransa’da olduğunu söyledi; Kendi mallarını pazarladı. 

Dinleyenler arasında bir usta vardı. Kendine özgü lehçesiyle şöyle sordu:

"Bu adam ne diy?"

Usta kafaya takmıştı bir kere. 

Makinenin resmine baktı; 

Demiri eritti, çeliği büktü; vidasını, motorunu koydu. 

Fransızların 3 Milyon Euro’ya satacağı makineyi, 50.000 TL.’ye üretti.

Yerli piyasaya sunduğu yetmedi; 

Brezilya’ya kadar birçok ülkeye, yaptığı makineleri gönderdi.

Bu ustanın adı "Mennan Aksoy’du." 

Diplomasız dahiydi. 

Tasarımlarını, cebinde taşıdığı tebeşirle yere çizerek anlatırdı. Aklına yetişmek ise mümkün değildi. Yoksulluktan okuyamamıştı. İlkokulu 9 yılda bitirmiş, bir daha eğitim görmemişti. Ancak öylesine bir akıl ve beceriye sahipti ki, Makineyi bir görsün, ertesi gün atölyesinde yapımına başlardı.

Mühendislerin, aylarca çalışarak tasarladığı makineleri, tek başına yapabilmekteydi.

Tümü el emeği, tümü yerli malzeme kullanılarak. İsterdi ki yerli sermaye gelişsin; Boşa döviz ödenmesin.

Mennan Usta şöyle derdi:

"Çeliğe hükmetmeyen, hiçbir şeye sahip çıkamaz."

Öyle bir teknoloji üretti ki; Yoğunluğu düşük triko ortaya çıktı.

Yazın serin, kışın sıcak tutan bir üründü. Dünya peşinde koştu; adeta kapıştı. 

TÜBİTAK ödüller verdi.

ODTÜ, İTÜ gibi üniversitelerde hocalığı düşünüldü.

Ama diploması yoktu..

Bir ara Gaziantep’te kanalizasyon atıkları büyük dertti. Çamur ve kokusu şehri bezdirmişti. Belediye yönetimi ise dünyayı dolaşarak çareler aramaktaydı.

Mennan Usta çıkıştı:

"Memleketteki ustalar öldü mü?"

Okumuş gençleri de yanına alarak, "Şöyle yapın; bu parçayı şuraya takın’ talimatlarıyla, kendi tasarımına göre sistemi kurdu. Onun sayesinde kanalizasyon çamuru alındı. 

Çamur kurutulurken, yine onun kurduğu sistemle elektrik enerjisi üretildi. Çıkan küller de asfalta, çimentoya katkı maddesi oldu.

Bugün Gaziantep’te her gün çıkartılan 160 ton çamurun bertaraf edilmesi, Mennan Usta’nın eseri.

Gördüğü makineleri en fazla 10 dakika inceledikten sonra, aynısını yapabilme yeteneği nedeniyle Avrupa ve Amerika’daki sanayi fuarlarına girişi yasaklanan tek insan olan Mennan Usta, 2015 yılında vefat etti.

Vasiyeti ise şuydu;

Devlet; at önüne et,
İt önüne ot atiy.
Burunsuza hızma,
Kulaksıza küpe veriy.

Gençler bilim ışığında yetişsin.
İmkanlar verilsin; önleri kesilmesin..

"Alıntı"

22 Aralık 2018 Cumartesi

thumbnail

Çoban Hüseyin - Çarpıcı Eğitim Hikayesi, Prof. Dr. Hüseyin Yılmaz Sesli Komut Muciti


Hikaye 1936 yılında Denizli´nin Acıpayam ilçesinde görevli öğretmenlerin pikniğe gitmeleriyle başlıyor.

Öğretmenler piknik yaparken keçilerini otlatan küçük bir çoban çocukla karşılaşır. Çobanı yanlarına davet edip çay ikram ederler ve ismini sorarlar.

Küçük çoban ürkek bir sesle cevap verir: Hüseyin...

Hüseyin’e öğretmenler yanlarındaki gazeteyi verip okumasını isterler. O tarihlerde okuma yazma bilenlerin sayısı o kadar azdır ki... Okuma öğrenenlerin diplomaları bizzat valiler tarafından imzalanır...

Hüseyin okuma bilmediği için gazeteyi eline almayı kabul etmez...

Öğretmenler bu kez yaşını ve neden okula gitmediğini sorar...

12 diye cevap verir ve ekler: 3 yaşımda annemi kaybettim, 11´imde de babamı...

Hüseyin ile süre sohbet eden öğretmenler, çocuğun aslında çok zeki olduğunun farkına varırlar. Mutlaka okuması gerektiğini tembih ederler...

Hüseyin, karşılaştığı öğretmenlerin verdiği destek ve heyecanla Denizli’de parasız yatılı okumaya başlar.

Bir süre sonra katıldığı bir matematik yarışmasında Hüseyin’e bir kitap hediye edilir. Hüseyin kitabı bir gecede bitirir.

Ertesi gün Fen Bilgisi öğretmenine gider, "Bu kitapta eksiklik var” der...

Öğretmen şaşırır. Çünkü Hüseyin’in bahsettiği eksiklik, Görecelilik Teorisi hakkındadır. Söz konusu teorinin önemli bir parçasının kitapta olmadığını fark etmiştir Hüseyin.

Fen öğretmeni konuyu İTÜ´nde kendi hocası olan rahmetli fizik profesörü Nusret Kürkçüoğlu’na mektup yazarak iletir. Nusret hocadan şu yanıt gelir: “Hüseyin liseyi bitirince İstanbul Teknik Üniversitesi Elektrik Mühendisliği´ne gelsin”

Ve Hüseyin mezun olunca İstanbul Teknik Üniversitesi Elektrik Mühendisliği´ne gider. Denizlili öksüz ve yetim çoban Hüseyin, orada da birtakım çalışmalar yapar ve çalışmalarını hocaları anlayamaz. Hocalarından biri, "Bu çalışmalarını bilse bilse Amerika Boston´daki Massachusetts Teknoloji Enstitüsü´nde (MIT) görevli Prof. Dr. Morse bilir´ deyip mektupla ona gönderir.

Prof. Morse’dan da şöyle bir cevap gelir: “Hüseyin’in bu yaptığını 5 sene önce bir grup buldu, ama bunu Hüseyin’in tek başına bulması olağanüstü bir şey. Biz Hüseyin’in tüm masraflarını karşılayacağız, Amerika’ya gelsin”

Yıl 1952... Hüseyin yüksek elektrik mühendisi olmuştur. Anne baba yok. Köyünün insanları son derece fakir. Bir gazete kampanya yapar ve toplanan parayla Hüseyin Amerika´ya giden bir gemiye bindirilir.

Hüseyin, MIT’te Prof Morse’un karşısına geçer. Morse, Hüseyin’in tez hocası olacak ama Hüseyin’in İngilizcesi de iyi değil. Anlayamıyor pek Morse’un dediklerini. Hocasına “Write on the blackboard” der. Prof. Morse da Hüseyin’in tez konusu olacak konuyu tahtaya yazar ve Hüseyin de bunu defterine geçirip üniversiteden ayrılır.

MIT’te genelde tez konuları 5 senede, 9 senede bitirilebiliyor olmasına rağmen Hüseyin çalışmasını 3 ay sonra bitirip hocasının karşısına çıkar. Morse birkaç gün sonra tezi inceleyip Hüseyin’i çağırır. “Senin tezin bitti. Ancak burası MIT. Biz burada böyle hemen doktora diploması veremeyiz. Sen git istediğin dersleri al, 2 sene sonra gel” der.

Hüseyin 2 sene sonra doktorasını alıp bu kez Princeton Üniversitesi´ne gider. Orada ünlü fizikçi Albert Einstein ile birlikte çalışır.

Birkaç yıl sonra Boston’a geri dönüp icatları destekleyen bir firmada çalışmaya başlar. Burada bilgisayarlar ile konuşmanın onlara talimat vermeye yönelik projeler yürütür. Sesle kumanda edilen bilgisayarı ilk defa 1960’ların başında Hüseyin Yılmaz yapar.

1958 yılında, çalışmalarını yakından takip ettiği Albert Einstein’in kendisi kadar ünlü fonksiyon teorisinde eksikler tespit eder ve bunu bir mektupla kendisine bildirir. Ancak mektup ulaşmadan Einstein ölür.

Yılmaz, bu hatayı ünlü bir bilim dergisinde yayımlayınca akademik dünyada adeta kıyamet kopar. Bilim dünyası ikiye bölür ve Einstein’in kuramına karşı Yılmaz kütle çekim kuramı da literatüre girer. 27 Ocak 2013´te ise ABD´de vefat eder.

Bugün dünyada çok popüler olarak kullanınan Siri, Google Now, Cortana gibi bütün programlardaki sesli komut sistemin mucidi Prof. Dr. Hüseyin Yılmaz´dır.

Hikayenin Amerika'da bitmesi ve büyük bir değerimizi beyin göçü olarak kaptırmak üzücü....

25 Kasım 2018 Pazar

thumbnail

Çözüm Üreten Sorumluluk Duygusu - Mimar Sinan’dan 400 Yıl Sonrasına Mektup


Mimar Sinan’ın 400 yıl sonra camiden çıkan şişedeki notu.

Şehzadebaşı Cami’sinin mimarı Mimar Sinan’dır.  

1990’lı yıllarda restorasyonunu yapan firma yetkililerinden bir inşaat mühendisi, restorasyon sırasında yaşadıkları bir olayı şöyle anlatıyor:

"Cami bahçesini çevreleyen havale duvarında bulunan kapıların üzerindeki kemerleri oluşturan taşlarda yer yer çürümeler vardı. Restorasyon programında bu kemerlerin yenilenmesi de yer alıyordu. Biz inşaat fakültesinde teorik olarak kemerlerin nasıl inşaat edildiğini öğrenmiştik fakat taş kemer inşaası ile ilgili pratiğimiz yoktu. Kalıbı yaptık. Sökmeye kemerin kilit taşından başladık. Taşı yerinden çıkardığımızda hayretle iki taşın birleşme noktasında olan silindirik bir boşluğa yerleştirilmiş bir cam şişeye rastladık.

TAŞLARIN ÖMRÜ 400 SENE BU ŞİŞEYİ BULDUĞUNUZDA ÇÜRÜMÜŞ OLACAKLARDIR

Şişenin içinde dürülmüş beyaz bir kâğıt vardı. Şişeyi açıp kâğıda baktık. Osmanlıca bir şeyler yazıyordu. Hemen bir uzman bulup okuttuk. Bu bir mektup idi ve Mimar Sinan tarafından yazılmıştı. Şunları söylüyordu:

"Bu kemeri oluşturan taşların ömrü yaklaşık 400 senedir. Bu müddet zarfında bu taşlar çürümüş olacağından siz bu kemeri yenilemek isteyeceksiniz. Büyük bir ihtimalle yapı teknikleri de değişeceğinden bu kemeri nasıl yeniden inşaa edeceğinizi bilemeyeceksiniz. İşte bu mektubu ben size, bu kemeri nasıl inşa edeceğinizi anlatmak için yazıyorum." Koca Sinan mektubunda böyle başladıktan sonra o kemeri inşa ettikleri taşları Anadolu´nun neresinden getirttiklerini söyleyerek izahlarına devam ediyor ve ayrıntılı bir biçimde kemerin inşasını anlatıyordu.

Bu mektup bir inşanın, yaptığı işin kalıcı olması için gösterebileceği çabanın insanüstü bir örneğidir. Bu mektubun ihtişamı, modern çağın insanlarının bile zorlanacağı taşın ömrünü bilmesi, yapı tekniğinin değişeceğini bilmesi, 400 sene dayanacak kâğıt ve mürekkep kullanması gibi yüksek bilgi seviyesinden gelmektedir. Şüphesiz bu yüksek bilgiler de o koca mimarin erişilmez özelliklerindendir. Ancak erişilmesi gerçekten zor olan bu bilgilerden çok daha muhteşem olan 400 sene sonraya çözüm üreten sorumluluk duygusudur.".

28 Ekim 2018 Pazar

thumbnail

Ağaçlar Çevreyi Görebiliyor mu? Bitkilerde Görme Duyusu Olabilir mi?


Son dönemlerde yapılan bir dizi araştırma bitkilerin görebildiklerine-dahası, çok basit olmakla birlikte, gözü andıran bir yapıya bile sahip olabileceklerine işaret ediyor. Bitkilerin “gözleri” olabileceği görüşü bir bakıma hiç de yeni sayılmaz.

Charles Darwin’in oğlu Francis, 1907 yılında, yaprakların mercek benzeri hücrelerle ışığa duyarlı hücrelerin birleşmesinden oluşan organlara sahip oldukları yönünde bir varsayımda bulunmuştu.

20. yüzyılın başlarında yapılan çeşitli deneyler, bu tür yapılar olduğunu doğrulamakla birlikte “görebilen bitkiler” kavramı başarısızlıkla sonuçlanarak rafa kaldırılmıştı. Ancak konu birkaç yıl önce yeniden gündeme geldi.

Trends in Plant Science dergisinde yayımlanan yeni bir araştırmada, Bonn Üniversitesi bitki hücre biyoloğu František Baluška ile Floransa Üniversitesi bitki fizyolojisi uzmanı Stefano Mancuso bitkilerin görsel farkındalığa sahip oldukları yönünde yeni bulgular ortaya koydular.

Ağaçlar sizi izliyor olabilir mi?

Araştırmacılar fotosentez işlemini yerine getirebilen tek hücreli canlılar olan Synechocystis siyanobakterilerin basit göz gibi işlev gördüklerini ortaya koyan 2016 tarihli bir araştırmadan yola çıktılar.

Londra Üniversitesi mikrobiyoloji uzmanı Conrad Mullineaux, “Siyanobakteriler, tıpkı bir hayvanın gözündeki ağ katmanı gibi, imgenin hücre zarındaki ışık kaynağına odaklanması için hücrenin tüm gövdesinden bir mercekmiş gibi yararlanırlar,” diyor.

Araştırmacılar bu düzeneğin nasıl bir amacı olduğu konusunda kesin bir bilgiye sahip değiller. Ancak böyle bir düzeneğin var olması, damarlı bitkilerde de benzer bir düzeneğin evrilmiş olabileceğine işaret ediyor.

Yapılan çalışma ayrıca bazı bitkilerin, örneğin Arabidopsis bitkisinin, göz lekesinin (İng. eyespot) gelişimi ve işleyişi ile ilgili proteinleri ürettiğini ortaya koyuyor. Göz lekesi, yeşil algler gibi bazı tek hücreli organizmalarda bulunan aşırı basit göze verilen isimdir. Söz konusu proteinler, spesifik olarak plastoglobuli (sonbahar yapraklarına kırmızı ve turuncu tonlarını vermesi ile ünlüdür) denilen yapıların içinde beliriyor.

24 Ekim 2018 Çarşamba

thumbnail

Yıldırım Nedir, Nasıl Oluşur? Yıldırımdan Korunmanın Yolları Nedir? Yıldırım Çarpması Durumunda Yapılacaklar


Yıldırım Nedir? 

Yıldırım atmosferde meydana gelen, canlılar ve yapılar için tehlikeli durumlara neden olan doğadaki en güçlü elektriksel boşalma olayıdır. 

Yıldırım Nasıl Oluşur?

Yıldırım oluşumu bulutun elektriksel yüklenmesi, boşalma süreci ve ana boşalma aşamalarından oluşur. Yıldırım, sağanak yağış ve gök gürültüsünün bir arada yaşandığı oraj olaylarında oluşur. 

Yıldırımdan Korunmanın Yolları 

İnsan hayatını ve yeryüzündeki bütün yapıları yıldırımın zararlı etkilerine karşı korumak amacıyla yıldırımdan korunma sistemleri kullanılır. 

Yıldırım, bugün bile hala doğanın en heyecan verici ve en şaşırtıcı olaylarından birisidir. Bu olay, insanlık tarihinin ve mitolojinin önemli bir parçası olmuştur. Dünyaya dakikada yaklaşık 1800 civarında yıldırım düşmektedir. Dünyanın değişik bölgelerine düşen yıldırım sayısı birbirinden farklıdır. Genel olarak, Kuzey ve Güney Kutuplarına hiç yıldırım düşmezken, Ekvator bölgesi yıldırım sayısı bakımından çok zengindir.(örneğin; Uganda, Kampala'da bir yıldaki yıldırımlı gün Sayısı 242 dir). 

Yıldırımdan Korunma Yöntemleri 

Gök gürlediği zaman, kapalı bir yere sığının. 

Gök gürültülü hava olayları başladığında, emniyetli bir yere gidilerek yıldırımdan korunmak mümkündür. 

Yapılan çalışmalarda, çok sayıda yıldırım mağduru, fırtınaya dışarıda iken yakalandıklarını ve emniyetli biryere sığınamadıklarını söylemektedir. Bazı mağdurlar ise; emniyetli bir yere 5- 10 dakika daha erken gidebilselerdi, yıldırım çarpmasından korunmuş olacaklardı. 

Bazı insanların çarpılmaları dışarıya çok erken çıkmaları yüzünden olmuştur. Son gök gürleme sesini işittikten sonra en az 30 dakika emniyetli bir bina ya da araç içinde kalınmalıdır. 

Bazı mağdurlar evlerinde ya da bina içindeyken herhangi bir elektrikli alet ya da kablolu telefon kullanırken yıldırıma çarpılmışlardır. 

Diğerleri su borusu sistemi, bir metal kapı ya da pencere çerçevesine temas etmişlerdir. Yakınınızda bir gök gürültülü fırtına olduğunda elektrik iletici yüzeylerle temastan kaçınılmalıdır. 

Yıldırım Hakkında Bilemediklerimiz 

-Tüm orajlar yıldırım üretir ve tehlikelidir. 

-Yıldırım sıklıkla şiddetli yağış alanının dışında çarpar, herhangi bir yağıştan 20 km kadar uzakta da çarpabilir. Çoğu yıldırım ölümleri fırtınaların önünde ya da geçtiği sanılan fırtınalardan sonra oluşur. 

-Eğer gök gürlemesini duyuyorsanız tehlikedesinizdir. Gök gürlemesini işitirseniz yıldırım tehlikesi bulunmaktadır. 

-Yıldırım çok sayıdaki mağdurda kalıcı bozukluklar bırakır. Bunların küçük bir yüzdesi ölürken, hayatta kalanların çoğu hayat boyu çok ciddi acılar ve sinirsel bozukluklar içerisinde yaşamaya mahkum olurlar.

Yıldırım Korkusunu Yenin 

-Bir yıldırım emniyet planına sahip olun. Emniyet için nereye gideceğinizi ve oraya gitmenizin ne kadar süreceğini bilin. 

-Faaliyetlerinizi erteleyin. Dışarıya çıkmadan önce oraj tahminlerini kontrol edin. Tehlikeli bir durumdan kaçınmak için faaliyetlerinizi ertelemeyi düşünün. 

-Hava durumunu takip edin. Gök yüzünün kararması, şimşek çakması ya da rüzgarların şiddetlenmesi gibi, gelişmekte olan bir fırtınanın işaretlerini arayın. 

-Emin bir yere sığının. Uzak bir mesafeden bile olsa gök gürlemesi işitirseniz derhal emniyetli bir yere girin. Tamame kapalı binalar, en iyi korumayı sağlar. Engeller, piknik gölgeleyicileri, çadırlar ve kapalı girişler sizi yıldırımdan korumaz. Eğer sağlam bir binadan uzaktaysanız bir araç içine girip tüm camlarını kapatın. Son gök gürlemesinden sonra 30 dakika kadar araç içinde kalın. 

-Gök gürlemesini işitirseniz acil bir durum dışında kablolu telefon kullanmayın.

-Kablosuz telefonları ya da cep telefonlarını kullanmak emniyetlidir. 

-Elektrikli aletler ve tellerden uzak durun. 

-Su boruları elektriği iletir. Banyo ya da duş almayın; ya da bir fırtına boyunca diğer su dağıtım sistemini kullanmayın. 

Bir Oraja Dışarıda Yakalandığınızda Neleri Bilmelisiniz 

Oraj anında dışarıda emniyetli yer yoktur. Dışarıda iseniz ve gök gürültüsünü işitirseniz, yıldırım riskini azaltmak için tek yol, mümkün olduğunca hızlı bir şekilde, sağlam bir binanın ya da sağlam bir arabanın içine girmektir. Ayrıca yıldırım riskini artırabilecek aşağıdaki durumlardan kaçınmalısınız. Emniyetli bir yere ulaşmanın yerine geçecek başka bir yol olmadığı unutulmamalıdır. 

-Açık alanlardan kaçının. Bir alandaki en yüksek şey siz olmayın. 

-Tek başına yüksek ağaçlar, kuleler ya da elektrik direklerinden uzak durun. Yıldırım, alanda bulunan en yüksek nesnelere düşmeye meyillidir. 

- Metal iletkenlerden (elektrik hatları ya da metal çitler gibi) uzak durun. Metal yıldırımı çekmez, fakat yıldırım onun içinden uzun mesafeler kat edebilir. 

-Eğer bir grup insanla birlikteyseniz, ayrılın. Bu gerçekte bir kişinin çarpılma ihtimaline karşılık, çok sayıda insanın çarpılmasını önler ve eğer bir kişi çarpılırsa diğerlerinin yardım etme şansını artırır. 

Yıldırım Çarpması Durumunda Yapılacaklar 

-Yıldırım mağdurları elektrik yükü taşımazlar, dokunmak emniyetlidir ve acilen tıbbi müdahaleye ihtiyaç vardır. Bu şekildeki ani ölümlerin sebebi kalp krizidir. Eğer mağdur uygun ilk yardımı derhal alırsa bazı ölümler önlenebilir. 

-Yardım isteyin. 112'yi ya da özel ambulans servisinizi arayın. 

-İlk yardım hizmeti verin. 

-Mümkünse mağduru daha emniyetli bir yere taşıyın. Yıldırım ikinci kere çarpabilir. Siz de mağdur olmayın.

Kaynaklar ve İlgili Adresler 
https://www.mgm.gov.tr/FILES/genel/brosurler/yildirim.pdf
http://www.lightningsafety.noaa.gov 
http://www.weather.gov/nwr 
http://www.fema.gov 
http://www.redcross.org

10 Ekim 2018 Çarşamba

thumbnail

Yapay zeka: Dost mu, Düşman mı? Faydaları ve Zararları Nelerdir? Esiri mi Olacağız, Efendisi mi?

Yapay Zekâ Çağı’na girmek üzereyiz.

Geleceğe o damga vuracak.

Bizim yerimize araştıran, düşünen, hatta karar veren robotlar yaşamımıza yön verecek.

Fena mı, ne güzel işte diyenler çok fazla!

Akıllı telefonlar sayesinde, okumayı, yazmayı, araştırmayı, konuşmayı unuttuk!

Yapay zekâ ile düşünmeyi de bırakırsak, insanoğlundan geriye ne kalacak?

Gelişen teknolojiler ve yapay zeka hakkında birbirine tezat iki görüş hakim…

Bir görüşe göre, yapay zeka insanlığı uçuracak.

Diğerine göre ise insanın sonunu getirecek.

Bu konuda son fikir beyan edenlerden biri de ABD’ye Başkan adayı olup Trump’a karşı kaybeden dışişleri eski bakanı Hillary Clinton.

“Yapay zeka bizim dostumuz değil, yaşadığımız dünyada ve yaşam biçimlerimizde dramatik ve çok hızlı değişimler yaratacak, bu da ağır sosyal travmalar yaratabilecek. Sürücüsüz araçlar dünya çapında milyonlarca insanı işsiz bırakacak. İnternet nesneleri sayesinde evimize, ofisimize, yatak odalarımıza kadar girip, konuştuğumuz, yazdığımız, yaptığımız her şeyi kaydedecek ve bu yolla çok önemli mahremiyet problemleri doğacak.”

Dijital güvenlik firması Tripwire, internette pek çok önemli web sitesinin bir tür trojana dönüştüğünü ve ziyaretçilerin bilgisayarında bastığı her tuşu kaydetmeye başladığını belirtti.

Ve bu tamamen yasa dışı yapılıyor.

Güvenlik firmasının açıklamasına göre, web sitelerine yüklenen yeni kodlar, onları birer keylogger’a (tuş kaydedici) dönüştürmüş durumda. Tripwire firması, internette bu şekilde ziyaretçilerin bastığı tuşları kaydeden 480 siteyi tespit etmiş.

Üstelik bu keylogger’lar sitelere hacker’lar tarafından değil, ziyaretçilerinin ilgi alanlarını tespit edip onlara paraya dönüşecek reklamlar gösterip daha çok para kazanmak isteyen kurumlar tarafından bilinçli olarak yerleştiriliyormuş.

Normal bir keylogger yazılımı bigisayarlardaki antivirüs yazılımına takılıp engellenebilirken, tarayıcının içine yerleştirilen keylogger’lar ise kullanıcı tarayıcının çalışmasına izin verdiği için, otomatik olarak antivirüs yazılımından geçerek çalışmaya devam edebiliyormuş.

Bu yazılımlar kullanıcıların ilgi alanlarını tespit etmek için kullanılsa da, özel hayat gizliliğini ve iletişim mahremiyetlerini ortadan kaldırdığı için yasa dışı uygulamalar.

Ve elbette ki, istenirse kötü amaçlara da hizmet edebilir.

ABD’li fütürist ve teknoloji uzmanı Ray Kurzweil, insanlığın evrim sürecinde en büyük adımı atmak üzere olduğunu iddia ediyor. Kurzweil'e göre, 2030'da insanlar hafızalarını internete yüklemeye başlayacaklar. 2045’te ise insanlar yapay zekâ ile bütünleşecek.

Ona göre, insan zekası yapay zeka temelli makinelerle birleşerek kendi sınırlarını aşacak ve bugün sorun olarak gördüğümüz tüm bedensel aksaklıklar ve hastalıklar yakın gelecekte tarihe karışacak.

Zeka seviyesi insanın üzerinde olan makinelerin tasarlanmasıyla başlayacak bu dönemde singularity (tekillik), insanlık bakımından da dönüm noktası olacak. Kurzweil, 2045 yılında insanlığın, ilk defa zekasını geride bırakarak yeni bir benlik seviyesine ulaşacağını söylüyor.

Ancak başta İngiliz fizikçi Stephen Hawking olmak üzere birçok bilim insanı tekillik düşüncesinin insanlığın sonu olacağı kanısında. Bu görüşe göre, gelişen teknolojiler sadece insanların işlerini ellerinden alıp robotlara devrederek dünya üzerinde amaçsız milyarlarca insan orduları yaratmakla kalmayacak. Aynı zamanda insanlık tarihinin en karanlık dönemini de başlatacak.

2030’dan itibaren yapay zeka temelli teknolojilerin ekonomiden güvenliğe, eğitimden eğlenceye kadar pek çok alanda kontrolü ele alması bekleniyor.

Kimi bilim adamları ise sorgusuz, tartışmasız ve kontrolsuz ilerleyişin bu şekilde devam etmesi halinde, insanlığın kısa bir süre içerisinde yapay zekanın ev hayvanları haline gelebileceğini ileri sürüyor…
İstanbul’da, dünyanın en saygın kurumlarından biri olarak bilinen, İsviçre’deki Le Rosey okullarının öncülüğünde bir yapay zekâ sempozyumu gerçekleşti ve önümüzdeki on yıl içerisinde eğitimin olmazsa olmazlarından biri haline gelecek olan robot öğretmenlerin artıları eksileri konuşuldu, tartışıldı...

Le Rosey’in patronu Phillippe Gudin.

1880’de kurulan ve yıllık öğrenim ücreti yaklaşık bir milyon lirayı bulan Le Rosey çok uzun süredir yapay zekâyla donatılmış robot öğretmenler üzerinde çalışıyorlar...

Gudin, yapay zekâdan değil, insanlardan korkulması gerektiğini özellikle vurguluyor.

Sonuçta, yapay zekânın da bir insan ürünü olduğunu ve ne yüklenirse, ne görev verilirse, onunla sınırlı kalacağını söylüyor.

Köle mi, efendi mi?

- Eğitimin öncelikli görevi, insanlık değerlerimizi ve sosyal sorumluluklarımızı öğrencilere aktarmaktır. Öğretmen robotlara da bu duyarlılık kazandırılacaktır.

- Bizde “Para, çok iyi bir köle ama çok kötü bir patron” diye bir atasözü var. Robotlar da öyle. Onları efendi yaparsanız olmaz!

- 80’li yıllarda, dünyaca ünlü ressam bir velimiz vardı, o zaman çok gençtim, elini omuzuma koyup, “Rosey’de yapacağınız en kötü şey, çocukları içki ya da uyuşturucuya alıştırmak değil, okula bilgisayarı sokup, onun esiri olmanız” dedi. Şimdi aynı uyarıyı yapay zekâ konusunda siz yapıyorsunuz!..

- Bizim öğrencilerimiz sürekli olarak sokağı, çevreyi temizliyor, sizde böyle bir alışkanlık yok. Müzelere, festivallere, maçlara gidiyor. Dersler kadar, okul dışı etkinliklere de zaman ayırıyorlar. Robot öğretmenler geldiğinde, sırtlarındaki akademik yükü azaltacağı için bu işlere ayıracak daha çok zamanları olacak.

- Robotlardan korkuyoruz da, gözünü kırpmadan katliam gerçekleştiren Amerikan askerleri onlardan daha mı az tehlikeli!

- Yapay zekâ sayesinde farklı kültürden insanlarla rahatlıkla konuşabileceksiniz, yine aynı şekilde, görmeyen ve duymayan iki insan ortak proje yürütebilecek.

- Yapmamız gereken, çocuklarımızın yaratıcı, hayal gücü yüksek, sosyal olarak insanlarla rahat iletişim kurabilmelerini sağlamak. Robot öğretmenler bunu engeller mi? Onlara böyle bir görev vermezseniz, bunu başaramazlar!

Özetin özeti: Teknolojinin esiri mi olacağız yoksa efendisi mi, sanki asıl tartışılması gereken bu!..

About