Değerli okurlarım,
Emre Pekçetinkaya benim asistanım. Bir yazı gönderdi, izniyle paylaşıyorum. Yorum ve görüşlerinizi eminim o da benim kadar merak ediyordur. Sağlıklı günler dileğim ve sevgimle.
***
On beş yılı aşkın bir sürenin ardından ilk okul arkadaşlarımın bir kısmının adı artık aklımda değil, yüzlerini ise hayal meyal hatırlıyorum. Ara sıra yazıştığım birkaçı dışında zihnimde yer tutmaya devam eden öğrencileri ise bazı öne çıkan yönleriyle anımsıyorum. Türkçe kitabındaki okuma parçalarını güzel bir diksiyonla okuyan Betül, bitki yetiştirme ödevi olarak saksıda harika bir süs biberi yetiştirip öğretmenden hediye kazanan Hatice, karate kursuna giden aynı zamanda sınıftaki tek sarışın çocuk olan Okan gibi. Aklımda kalan bu öğrencilerin çoğu ön ve orta sıralarda oturuyorlardı. Arka sıralarda oturanlardan ise aklımda sadece birkaç isim ve yüz kaldı. Bu öğrencilerden ilk aklıma geleni Seda.
Seda sınıfımıza ilk okul üçüncü sınıfın başında geldi. Onunla ilgili gözümün önüne hemen gelen iki hatıra var. Birincisi, sınıftaki ilk gününden.
Emre Pekçetinkaya benim asistanım. Bir yazı gönderdi, izniyle paylaşıyorum. Yorum ve görüşlerinizi eminim o da benim kadar merak ediyordur. Sağlıklı günler dileğim ve sevgimle.
***
On beş yılı aşkın bir sürenin ardından ilk okul arkadaşlarımın bir kısmının adı artık aklımda değil, yüzlerini ise hayal meyal hatırlıyorum. Ara sıra yazıştığım birkaçı dışında zihnimde yer tutmaya devam eden öğrencileri ise bazı öne çıkan yönleriyle anımsıyorum. Türkçe kitabındaki okuma parçalarını güzel bir diksiyonla okuyan Betül, bitki yetiştirme ödevi olarak saksıda harika bir süs biberi yetiştirip öğretmenden hediye kazanan Hatice, karate kursuna giden aynı zamanda sınıftaki tek sarışın çocuk olan Okan gibi. Aklımda kalan bu öğrencilerin çoğu ön ve orta sıralarda oturuyorlardı. Arka sıralarda oturanlardan ise aklımda sadece birkaç isim ve yüz kaldı. Bu öğrencilerden ilk aklıma geleni Seda.
Seda sınıfımıza ilk okul üçüncü sınıfın başında geldi. Onunla ilgili gözümün önüne hemen gelen iki hatıra var. Birincisi, sınıftaki ilk gününden.
Öğretmenimiz tanışma için;
“Hangi okuldan geldin? Nerelisin? Baban-annen ne iş yapıyor?”
gibi bildik soruları ardı ardına sıralarken Seda’nın verdiği bir cevapla sınıf bir anlığına buz kesmişti;
“Babam öldü!”
Küçük bir yer olmasından ötürü hepimiz birbirimizi az çok biliyorduk; sınıfımızda o güne değin babasını kaybetmiş bir öğrenci yoktu. Sonrasında
“Annem çalışıyor” dedi ve diğer sorulanları cevaplayıp oturdu.
Aynı sınıfta okuduğumuz yaklaşık bir buçuk yılda onunla çok sohbetimin olduğunu hatırlamıyorum, fazlasıyla ürkek bir hali vardı ve diğer öğrencilere çok yaklaşan bir çocuk değildi. En arka sıranın bir önünde yine kendisi gibi sessiz bir kızla birlikte oturan Seda’nın yüzünde her daim biraz şaşkın ama şirin bir ifade bulunurdu. Bu şaşkınlık, içinde olduğu ortama ve belki de yaşamın tümüne karşı bir acemilik çektiği duygusu verirdi. Omuzları hizasına gelen simsiyah ve dümdüz saçları ise bir çocuk olarak gözüme sanki perukmuş gibi görünürdü. Konuştuğu nadir anlardaysa hafif peltekliği dikkatimi çekerdi. Ders durumu ise yakınında bulunan öğrencilerin çoğu gibi kötüydü. Bu sebeple yine etrafındaki öğrenciler gibi öğretmenden sık sık azar yerdi.
Onunla ilgili aklımda yer eden ikinci hatıra ise yine üzücüydü ve o yılın ikinci döneminde yaşandı. Aslında daha doğru bir ifadeyle okul hayatımda tanık olduğum en üzücü ve çarpıcı anlardan biriydi. Sıcak bir bahar günü, dersin akışının olağan şekilde devam ettiği bir sırada öğretmenimiz birdenbire Seda’ya, “Bu sıcak havada neden hala mont giyiyorsun?” diye bir soru yöneltti.
Bir anda sınıftaki tüm gözlerin üzerine toplandığı Seda, utangaç ve gergin bir ifadeyle “üşüyorum öğretmenim” gibi bir söz mırıldandı. Bu cevabı inandırıcı bulmayan öğretmenimiz sesini yükselterek “Kızım bu havada üşünür mü! Çıkar o üstündeki montu!” diye öfkeyle çıkıştı.
Seda duyulması güç birkaç kelime daha mırıldandı ve montu yine çıkarmadı. Bunu bir karşı gelme, itaatsizlik olarak gören öğretmenimiz bu sefer iyice artan hiddetiyle onu tahtaya çağırdı ve küçük kızın tüm direnişine rağmen yakasına yapışıp montun fermuarını zorla araladı. Ve o anda Seda’nın gözlerinden boşalan yaşlarla birlikte montunun altından üzerinde büyükçe beyaz lekelerin olduğu mavi önlüğü göründü. Tüm sınıf yine bir anlığa sessizliğe boğuldu…
Elleriyle yüzünü kapatıp içini çeke çeke ağlayan Seda’nın ağzından güç bela, “öğretmenim annem çalıştığından yıkayamadı” sözleri duyuldu. Şaşkınlığı ve üzüntüsü belli olan öğretmenimiz “Tamam kızım ağlama tamam, biz yıkattıralım” deyip küçük kızı yerine gönderdi. Seda yüzünü sıraya koyup ağlamaya devam ederken, öğretmenimiz de bir yandan “baba yok, anne doğru düzgün ilgilenmiyor, yazık değil mi bu kıza” diye söyleniyordu. Sonra ön sırada oturan bir kız öğrenciye Seda’nın önlüğünü yıkatmak için eve götürüp götüremeyeceğini sordu. Olumlu cevapla birlikte Seda’ya çıkışta önlüğünü arkadaşına vermesi için tembihledi ve böylelikle olay noktalandı. Bunların hepsi en fazla bir dakika içinde yaşandı ve bitti.
Seda, sonraki günlerde okula temiz önlükle geldi. Fakat tanık olduğum bu sıra dışı ve üzücü olay yıllardan beri sık sık aklıma geliyor. Seda sonrasında temiz önlükle geldi gelmesine ama o gün niçin bu kadar travmatik bir yaşantının içinde buldu kendini? Temiz bir önlükle gelebilmenin bedelini niye bu kadar büyük ödedi?
Düşünüyorum, bu olayın yaşandığı o gün sabah evden nasıl çıkmıştı acaba? Öyle ya herhalde her günkü gibi okula gitmek için erkenden uyandı, önlüğüne şöyle bir baktı, kirli olduğunu gördü. “Kirli önlükle okula gidemezdi!” Belki annesine söyledi ama artık çok geçti, okul vakti gelmişti ve yıkamaya zaman yoktu. Ya da söyleyemeyip şöyle bir iç sıkıntısıyla evin içinde dolandı. Yahut annesi çoktan işe gitmişti bile. Yapacak bir şey yok, havanın montluk olmadığını bile bile, giydi üstüne, çekti fermuarını. “Kirli önlükle okula gidemezdi!” ama en azından artık kirler ortalıkta değildi. Sınıfta oturduğu yerde sıcaklasa da çıkaramadı, hatta bunu aklından bile geçirmedi. Dokuz yaşındaydı, ama içindeki sıkıntıları, utanıp çekindikleri, hissettikleri gerçekti ve tüm bunlarla pekâlâ bir insandı.
Ve diğer yanda öğretmenimiz…
Onun da küçük kızı montla gördüğündeki şaşkınlığı, sözü dinlenilmediğindeki öfkesi ve en sonunda montun neden giyildiğini anladığındaki üzüntüsü yani her bir duygusu sahiciydi. Eminim ki sonunda böyle bir durumla yüzleşeceğini bilse bu şekilde davranmazdı, yani esasında kötü niyetli denilemezdi. Fakat çok açık görünüyordu ki öğrencisine karşı davranışları paldır küldürdü. Seda’nın duygu ve düşünceleriyle bir insan olduğunu göremiyor, varlığına saygı duymuyor, içinde neler taşıyabileceğini önemsemiyordu. Yani empati/halden anlama duygusu ve ilişki bilinci zayıftı. Ve empati olmadığında, bırakın kötü niyetleri en büyük iyi niyetler bile karşıdakine zarar verebilir…
Ayrıca öğrenciler olarak hepimiz biliyorduk ki öğretmenimiz sınıfımızdaki her öğrenciye böyle bir davranışta bulunmazdı, bulunamazdı. Onun gözünde Seda, üzerine uzun uzun düşünülüp hassasiyetle davranılacak öğrencilerden değildi…
Sonuç olarak empatinin, insan onuruna saygının var olmadığı her ortam haksızlığı ve incinmişliği beraberinde getiriyor. Umarım aradan geçen yıllar Seda’ya güzellikler getirmiş ve kalbi bu yaşantıyı en az zararla atlatmıştır…
Emre Pekçetinkaya