Büyülenmiş Genç Adam ile Balıkların Öyküsü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ekim 2019 Salı

thumbnail

Büyülenmiş Genç Adam ile Balıkların Öyküsü 2 - Binbir Gece Masalları


Masalın Adı : Büyülenmiş Genç Adam ile Balıkların Öyküsü

Masalın Yazarı : Binbir Gece Masalları

8. Gece
Şehrazâd, söze başlamış: İşittim ki, ey bahtı güzel şahım, büyülenmiş genç, Sultan'a şöyle demiş:

Kafasını kesmek üzere zenciye vurunca, aslında boğazını deri ve et olarak kesmişim. Korkunç bir sesle haykırınca onu öldürdüm sandım. Karım, bu sırada derin uykulardaydı. Benim oradan ayrılmamdan sonra, uyanmış ve kılıcını alıp kınına sokmuş, kente dönmüş. Sabaha kadar benim yanımda yatmıştı. Ertesi gün karımın saçlarını kestiğini ve matem giysilerine büründüğünü gördüm. Sonra bana, "Ey amcamın oğlu, bu halime bakıp beni suçlama! Annemin öldüğünü, babamın da kutsal savaşta şehit düştüğünü yeni öğrendim. Kardeşlerimden birini akrep sokarak öldürmüş, diğeri de yıkılan bir binanın altında kalarak canlı canlı toprağa gömülmüş, bunları duyunca, ağlayıp sızlamaktan kendimi alamadım." dedi. Onun bu sözlerini duyunca, bir şey görmemiş gibi davranarak "Ne yaparsan yap, seni durduracak değilim." dedim. O da matemine bürünüp, bir yıl boyunca, derdini boyna yenileyip gözyaşlarıyla ve çılgın bir kederle kahrolarak ömrünü sürdürdü. 1 yıl dolunca, bana "Sarayının bahçesinde, türbe şeklinde bir mezar yaptırmak istiyorum. Orada yalnız başıma kalarak ağlayacağım ve bu yere Matem Evi adım vereceğim." dedi. Ben de "Gerekli gördüğün neyse, yap?" dedim. Bu Matem Evi'ni yaptırdı: üstü kubbe, altı çukur olarak... Sonra da aslında ölmemiş olan, fakat iyice hasta düşüp halsiz kalan ve artık karıma hiçbir yararı dokunmayacak durumdaki zenciyi taşıtıp buraya yerleştirdi. Fakat bu durumu, onun sürekli şarap ve boza içmesine engel değildi. Fakat yaralandığı günden sonra hiç konuşamadı ve vadesi dolmadığı için yaşamını sürdürdü.

Ve karım, her gün sabah ve akşamlan, türbede onun yanına gidip çılgınca gözyaşları dökerek dövünmesini sürdürdü, ona, içsin diye içki ve et suyu verdi. 1 yıl daha sabah akşam, bu tutumunu terk etmedi ve ben sürekli olarak ona katlandım. Ancak birgün ansızın yanına girince, karımı ağlayıp ellerini yüzüne çarparken buldum ve üzgün bir sesle şu dizeleri okuduğunu duydum:

"Sen gittin gideli ey sevgili, insanlardan soğudum, yapayalnız yaşadım. Çünkü sen gittin gideli kalbim sevmeyi unuttu. Fakat birgün döner de sevgilini ararsan, yalvarırım bedenimi kollarına al ve mezarının yanı başında bana da bir yer ayır! Eğer birgün dönersen ey sevgili! Sesin, eskisi gibi adımı sevgiyle ansın! Mezarımda bana seslen! Fakat sen yanıt olarak kemiklerimin birbirine çarpmasından doğan hazin sesten başkasını duyamazsın!"

Sızlanmalarını bitirince, elimde kınından sıyrılmış kılıçla, ona "Ey Haine! Geçmiş ilişkileri inkâr eden ve dostluğu çiğneyen nankörce sözlerini duydum." deyip kolumu kaldırarak ona vurmaya hazırlanınca, birden ayağa fırladı ve zenciyi benim yaraladığımı anlayarak anlamını kavrayamadığım sözler sarf ettikten sonra, "Büyünün faziletiyle, yarı taş, yarı insan ol!" diye beni lanetledi. Ve hemen o anda, efendim, bu gördüğün hale geldim! Ne kıpırdayabiliyorum, ne bir harekette bulunabiliyorum. Böylece ne ölü ne de canlı sayılırım artık. Beni bu hale koyduktan sonra, hükmettiğim 4 adayı da büyüledi ve onları ortasında göl bulunan 4 dağa dönüştürdü, tebaamı da balığa çevirdi. Hepsi bu kadar değil! Her gün bana işkence ediyor, deriden bir kemerle beni kamçılıyor, kanım sızıncaya kadar yüz kere vuruyor. Sonra da, giysilerimin altına, çıplak bedenimin tüm üst bölümünü kapsayan kıllı bir giysi koyuyor.

Öyküsünün burasına gelince genç adam ağlamaya başladı ve şu dizeleri söyledi:

"Adaletini beklerken Yüce Rabbim ve de vereceğin hükmü; sabırla susuyorum, iradenin böyle olduğuna inanarak... Fakat felaketimin içinde boğuluyorum; senden başka sığınacak limanım yok Rabbim! Ey Kutsal Hz. Muhammed'in tapındığı Allah'ım!"

Bunu duyan Sultan, genç adama dönerek, "Sen benim dertlerime dert kattın! Söyle bana bu kadın nerededir?" diye sordu. Genç adam, "Kubbenin altında yatan zencinin yanında! Her gün buraya geliyor. Bana yaklaşıyor, beni soyuyor, beni kamçılıyor. Bense ağlıyor, haykırıyorum, fakat ona karşı kendi mi savunmak için bir hareket yapamıyorum. Beni böylece cezalandırdıktan sonra, yeniden zencinin yanına dönüyor. Ona sabah akşam şaraplar, et suları götürüyor." diye yanıt verdi. Sultan, "Aman yarabbi! Benim sana unutulmayacak, benden sonra da tarihe geçecek bir hizmette bulunmam kaçınılmaz oldu artık!" demiş ve akşam saatinin yaklaşmasına kadar genç adamla konuşmasını sürdürmüş. Sonra hükümdar ayağa kalkmış ve büyücülerin gece ayinlerinin vakti olan geceyarısı gelinceye kadar beklemiş, tam o saatte soyunmuş ve kılıcını kuşanarak zencinin bulunduğu yara doğru yollanmış; orada mumları ve asılı lambaları görmüş. Ödağacı, koku ve merhemlerin yayıldığı havayı koklamış; sonra doğruca zencinin yanına ulaşmış ve kılıcını çarpıp onu öldürmüş. Sonra onu sırtına alıp sarayda bulunan bir kuyunun dibine atmış. Sonra da geri dönmüş, zencinin giysilerini giymiş; bir süre uzun ve yalın kılıcını savurarak türbede gezinmiş.

Bir saat sonra sefil büyücü kadın, genç adamın yanına gelmiş. İçeri girer girmez, kocası olan yeğenini soymuş ve kamçısını alıp onu dövmüş. Delikanlı, "Ay, ay! Yeter! Zaten felaketim yeterince çekilmez! Ah! Acı bana!" diye haykırmış. Kadın, "Peki, sen bana acıdın mı?" diye yanıt vermiş; "Bana sevdiğimi bağışladın mı? Hayır, değil mi? Öyleyse katlan!" Sonra da keçi kılından yapılmış giysiyi çıplak bedenine giydirmiş; sonra onu bırakıp yanında şarap ve kaynamış bitki suyuyla zencinin yanına seğirtmiş. Türbeye girince ağlamış; "Uh, uh!" diye haykırarak sızlanmaya başlamış ve de "Ey efendim, ne olur konuş benimle! Sesini duyur bana ey efendim!" deyip acı dolu bir sesle şu dizeleri okumuş:

"Ey kalbimin sahibi! Bu katı uzaklaşma böyle sürüp gidecek mi? İçime soktuğun sevgi dayanılmayacak kadar ağır bir işkence! Ah, daha ne zamana kadar benden kaçıp duracaksın? Eğer üzüntümden, acı sefaletimden başka bir şey istemiyorsan öyle olsun! Git! Mutlu ol! Dileğin yerine getirilecektir."

Sonra hıçkırıklarla boğulmuş ve tekrarlamış, "Ey efendim, konuş benimle, sesini duyayım!" diye. Bunun üzerine zenci kılığındaki Sultan, dilini ağzında dolaştırarak, zenci taklidiyle, "Ha! Ha! Allah'ın inayetinden gayrı kuvvet ve kudret yoktur." demiş. Kadın, sevgilisinin bu sözlerini duyunca, neşeden haykırmış ve bayılmış. Sonra kendine gelerek, "Oh, efendim artık iyileştin mi?" diye sormuş; hükümdar sesini değiştirerek zayıf bir tınıyla, "Ah alçak. Sana seslenmeye hiç de layık değilsin!" demiş; kadın, "Neden ama?" diye sorunca, "Çünkü gün boyunca kocanı cezalandırmaktan başka bir şey yapmıyorsun. O da bağırıp yardım istiyor ve bütün bunlar sabahlara kadar geceleri uykumu dağıtıyor. Kocansa durmadan yalvarmaktan ve bağışlanma dilemekten kendini alamıyor. Öylesine ki, sesi, tüm uykumu alıp götürüyor. Bunlar olmasaydı çoktan gücümü toplardım. İşte sırf bu neden, seni yanıtlamaktan beni alıkoydu." demiş. Kadın, "Madem ki sen emrediyorsun, onu bulunduğu durumdan kurtarırım." demiş. Sultan da, "Evet, onu kurtar! Bana da huzur ver!" diye yanıt vermiş. Kadın, "Emrin başım üstüne!" deyip ayağa kalkarak türbeden çıkmış. Saraya gelince, su dolu bakır bir kabı alıp onun üzerine sihirli sözcükler okumuş. Ve su, tencerede kaynayan su gibi kaynamaya başlamış. Bunu üzerine suyu genç adamın üstüne serpmiş ve "Söylenen sözlerin yüzü suyu hürmetine ilk halini alman için seni bu durumdan kurtarıyorum." demiş, Genç adam silkinip ayaklarının üzerine durmuş, kurtuluşuna sevinerek Allah'tan başka tanrı olmadığına ve Muhammet'in Allah'ın Peygamberi olduğuna tanıklık ederim!" demiş; "Allah'ın inayeti ve selameti senin üzerine olsun!" diye eklemiş; kadın da ona, "Defol! Ve bir daha da buraya gelme! Yoksa seni öldürürüm." diyerek yüzüne haykırmış. O zaman genç adam 2 elini havaya kaldırarak kaçıp gitmiş.

Kadın türbeye dönmüş, çukura inerek, "Ey efendim, ayağa kalk, seni göreyim!" demiş. Ötekiyse çok zayıf bir sesle, "Daha bir şey yapmış değilsin! Huzurumun ancak bir parçasını sağladın. Fakat derdimin asıl nedenim ortadan kaldırmadın!" demiş. Kadın, "Ey sevdiceğim, bu esas neden nedir?" diye sormuş; sahte zenci de, "Önceleri eski kentin ve 4 adanın halkından başkası olmayan göldeki balıklar, bütün gece, sudan başlarını çıkarıp bana ve sana lanetler yağdırıyorlar. İşte yeniden kuvvetlenmemi engelleyen neden budur. Onları kurtarmak sana düşer! Sonra da gel elimden tut, ayağa kalkmama yardım et! Çünkü o zaman mutlaka sağlığıma kavuşmuş olacağım!" demiş. Kadın, zenci olduğunu sandığı hükümdarın bu sözlerini duyunca, neşeyle ona, "Ey efendim, senin emrin başım üstünedir" demiş; ve de "Bismillah" diyerek mutlulukla ayağa kalkmış ve koşmaya başlamış; göle gelince, eline bir parça su almış ve.......

O anda Şehrazâd, şafağın söktüğünü görmüş ve yavaşça sesini kesmiş. ....devamı Hamal ile Genç Kızların Öyküsü
thumbnail

Büyülenmiş Genç Adam ile Balıkların Öyküsü - Binbir Gece Masalları


Masalın Adı : Büyülenmiş Genç Adam ile Balıkların Öyküsü

Masalın Yazarı : Binbir Gece Masalları

7. Gece
Şehrazâd, Söze başlayarak:

Ey bahtı güzel şahım, işittiğime göre, balıklar konuşmaya başlayınca genç kız, değneğiyle tavayı devirmiş ve girdiği yerden çıkıp gitmiş, duvar da kapanmış. Bunu gören vezir, ayağa kalkmış ve "Bu işi Sultan'dan saklamam imkansız!" demiş. Sonra Sultan'ın huzuruna çıkarak gördüklerini anlatmış. Sultan da, "Bunu kendi gözlerimle görmem gerek!" demiş ve adam gönderip balıkçıyı aratmış ve öncekilere benzer dört balıkla gelip kendisini görmesini buyurmuş. Bu maksatla da kendisine 3 gün süre tanımış. Fakat balıkçı hemen göle gitmiş ve dört balık alıp getirmiş. Bunun üzerine Sultan kendisine 4 yüz dinar verilmesini emretmiş ve vezire dönerek, "Bu balıkları benim önümde sen kendin hazırla!" demiş. Vezir, "Duyduk ve itaat ettik." demiş ve balıkları iyice temizledikten sonra, tavayı Sultan'ın huzuruna getirmiş ve kızarmak üzere balıkları içine koymuş. Bunu izleyerek, bir yanlarını kızarttıktan sonra, öbür yanlarını çevirmiş ve birdenbire mutfağın duvarı yıkılmış ve buradan mandalardan bir mandaya ya da Had Kabilesindeki devlerden birine benzer bir zenci çıkmış, elinde yeşil bir ağaç dalı tutuyormuş; açık-seçik ve müthiş bir sesle, "Balıklar, hey balıklar! Eski vaadinizi her zaman tutuyor musunuz?" demiş. Balıklar da tavanın içinden başlarını çıkararak, "Evet, evet, kuşkusuz!" demişler ve hep bir ağızdan şu dizeleri okumuşlar:

"Sen geriye dönersen, biz de döneriz; sen vaadini tutarsan, biz de bizimkini tutarız. Fakat sen yan çizersen, vaadini yerine getirinceye kadar haykırırız."

Sonra zenci, ocağa yaklaşmış, elindeki dalla tavayı devirmiş, balıklar yanmışlar; kömüre dönmüşler. Bunun üzerine zenci içeri girdiği yerden çekip gitmiş.

Zenci herkesin gözü önünde kaybolunca, Sultan etrafındakilere, "Gerçekten görüp de suskun kalmamız mümkün olmayan bir durum karşısındayız" demiş; "Ve de hiç kuşkusuz bu balıkların garip bir öyküsü olmalıdır." diye eklemiş. Bunun üzerine balıkçıyı getirtmiş; balıkçı gelince de, "Bu balıkları nereden tuttun?" diye sormuş; o da, "Kente egemen olan dağın ardındaki 4 tepe arasında bulunan bir gölden!" yanıtını vermiş. Sultan, balıkçıya dönüp, "Oraya gitmek için kaç gün gerek?" diye sormuş. Balıkçı, "Sultanımız efendimiz! Sadece yarım saat yeter!" demiş. Sultan çok şaşırmış ve askerlerine hemen balıkçıya yoldaşlık etmelerini emretmiş. Balıkçı da, çok kızarak, içinden ifrite küfretmeye başlamış ve Sultanla herkes yola koyulmuş.

Dağa çıkmışlar, sonra da daha önce hiç görmedikleri geniş bir boşluğa inmişler. Sultan ve askerleri 4 tepe arasında bulunan bu uçsuz bucaksız çölü ve 4 ayrı renkten, kırmızı, beyaz, sarı ve mavi balıkların oynaştığı golü görünce şaşırıp kalmışlar. Sultan durup askerlerine ve orada bulunan herkese, "İçinizde, daha önce burada bir göl olduğunu bilen var mı?" diye sormuş. Hepsi birden, "Yo, hayır" diyerek yanıt vermişler. Sultan da, "Vallahi! Bu göl ve içindeki balıklar hakkında gerçeği öğrenmeden kente dönmem ve tahtıma oturmam!" demiş ve askerlerine çevredeki tepeleri çember içine almalarını emretmiş. Onlar da bu emri yerine getirmişler.

Bunun üzerine Sultan, vezirini çağırmış, Bu vezir, ağzı iyi laf yapan, tüm bilimleri öğrenmiş, bilgili bir adam, bir bilge imiş. Sultan'ın huzurunda eğilip 2 eli arasından yeri öpünce, Sultan ona "Bir şey yapmak, ancak ilkin seni haberli kılmak istiyorum. Bu gece kendi başıma yola çıkıp bu göl ve içindeki balıkların sırrını kendi başıma aramak niyetindeyim. Sen benim otağımın kapısını tutacak ve emirlere, vezirlere ve mabeyincilere, 'Sultan rahatsız, yanına hiç kimsenin girmemesi için emir verdi!' diyeceksin ve benim niyetimi kimseye açıklamayacaksın!" demiş. Sultan, bunu izleyerek kılık değiştirmiş; kılıcını kuşanmış ve görünmeden, çevresinde bulunanlardan uzaklaşmış. Sonra yola koyulup sıcaktan bunalıp dinlenmek zorunda kalasıya kadar durmaksızın, bütün gece, sabaha kadar yürümüş. Bundan sonra, yeniden yola koyulup günün geri kalan bölümünü ve ertesi geceyi yürüyerek geçirmiş.

İşte o sırada ufuklarda siyah bir şey görmüş; buna sevinerek kendi kendine, "Orada beni bu göl ve içindeki balıklar hakkında aydınlatacak birini bulmam mümkün!" demiş. Bu siyah şeye yaklaşırken, bunun çelik levhalarla pekiştirilmiş ve tamamıyla siyah taşlarla inşâ edilmiş bir saray olduğunu ve de kapısının bir kanadının açık, ötekinin kapalı olduğunu görmüş. Buna sevinmiş; kapının önünde durarak yavaşça çalmış. Yanıt alamadığından 2. ve 3. kez çalmış, yine yanıt alamamış. Bu kez 4. kez ve daha kuvvetli çalmış fakat ona kimse yanıt vermemiş. O zaman kendi kendine, "Bu sarayın boş bulunduğuna kuşku yok!" demiş. Bunun üzerine cesaretini toplayarak sarayın kapısından içeri sızmış. Orada, yüksek sesle, "Ey sarayın sahipleri, ben bir yabancıyım, yoldan geçen biri ve sizden yolculuk için biraz yiyecek istiyorum." demiş. Sonra dediklerini 2. ve 3. kez tekrarlamış fakat yanıt alamamış. Yüreğini pekiştirmiş ve cesaretini toplamış ve koridordan geçerek sarayın ortasına kadar gelmiş, orada da hiç kimseyi bulamamış. Fakat sarayın her yanının değerli halılar ve perdelerle süslenmiş olduğunu ve sarayın iç avlusunun ortasında, göz kamaştıran inciler ve değerli taşlarla işlenmiş, ağızlarından suların boşaldığı, kırmızı altından 4 aslanın çevrelediği bir havuz bulunduğunu görmüş. Havuzun yöresinde, sarayın üstüne gerilmiş geniş bir ağın engellemesiyle dışarıya uçamayan birçok kuş varmış. Sultan, bütün bunlara şaşıp kalmış. Fakat gölün ve balıkların, dağların ve sarayın sırrını kendisine açıklayabilecek hiç kimse görmediğine de üzülmüş. Sonra 2 kapı arasına oturup derin derin düşünmeye başlamış. Fakat birdenbire kederli bir yürekten kopar gibi hafif bir şikâyet ve de kısık bir sesin şu dizeleri okunduğunu duymuş:

"Çektiğim acılar! Ah onları gizleyemiyorum ve de aşktan yana derdim ortada. Ve şimdi gözlerimdeki uyku gecenin karanlığında uykusuzluğa döndü. Ah, aşk! Beni görmeye geldi! Fakat düşüncelerime de ne işkenceler getirdi. Acıyın, bana! Bırakın huzuru tadayım! Ve, ona acı çektirmek için tüm ruhum olan o sevgiliyi ziyaret etmeyin! Çünkü acılar ve belalar içinde, benim tesellimdir o!"

Sultan, mırıltı halindeki bu şikâyetleri işitince, ayağa kalkıp sesin geldiği yana yönelmiş. Orada, üzerine perde gerilmiş bir kapı bulmuş. Bu perdeyi kaldırmış ve büyük bir salonda bir karış yükseklikteki bir yatakta oturan genç bir adam görmüş. Bu genç adam, ince yapılı ve yakışıklıymış, tatlı ve akıcı bir konuşması varmış, alnı çiçek, yanakları gül yaprağı gibiymiş, yanaklarından birisinin ortasında, bir siyah amber damlası gibi bir ben varmış. Hani şair ne demiş:

"Çocuk ki, tatlı ve narin karanlıklardan süzülür. Saçları öylesine siyahtır ki geceyi oluşturur. Aydınlık alnı öylesine beyaz ki geceyi ışığa boğar. Zarafetinin temaşası, insan gözünün hiç görmediği bir şenliktir. Gözünün birinin hemen altında pembe yanağının üstünde tüm gençler arasından onu hemen fark ettiren eşsiz bir beni vardır."

Onu görünce Sultan sevinmiş ve "Barış seninle olsun!" demiş; Genç adam yatağının üstünde oturmayı sürdürmüş. Ama tüm kişiliğine yayılmış kederli bir sesle Sultan'ın selamını yanıtlamış ve ona, "Efendim, yerimden kalkamadığım için beni bağışla!" demiş. Şah da ona, "Ey delikanlı, bana bu gölün ve renkli balıklarının ve de bu saray ile yapayalnızlığının ve gözyaşlarının sırrını açıkla!" demiş. Bu sözleri duyunca, genç adam, yüzünden süzülen bol gözyaşlarıyla ağlamış. Sultan şaşırıp kalmış ve, "Ey delikanlı! Seni böyle ağlatan nedir?" diye sormuş. Genç de, "Bu durumda olup da nasıl ağlamam?" demiş ve de ellerini uzatarak giysisinin uzun eteklerini tutup kaldırmış. Şâh bakmış ki, gencin gövdesinin altı tümüyle mermer kesilmiş; öteki yarısıysa, göbek deliğinden saçlarına kadar canlı bir insanınki gibiymiş. Genç adam Sultan'a, "Bil ki, efendim balıkların öyküsü öylesine gariptir ki herkes öğrensin diye, iğneyle gözün iç köşesine yazılsa, uyanık gözlemci için bir ders olurdu." demiş. Ve delikanlı bu öyküyü şöyle anlatmış:

BÜYÜLENMİŞ GENÇ ADAM İLE BALIKLARIN ÖYKÜSÜ

Efendim, bilesiniz, benim babam bu diyarın hükümdarıydı. Adı Mahmut'tu ve Kara Adalar'ın ve bu 4 dağın efendisiydi. Babam yetmiş yıl saltanat sürdü, sonra da Tanrı'nın rahmetine kavuştu. Ölümünden sonra, saltanata ben sahip oldum ve amcamın kızıyla evlendim. Karım beni öylesine bir aşkla seviyordu ki, yanından ayrılsam, beni yeniden görünceye kadar ne yer ne de içerdi. 5 yıl benim korumam altında kaldı. Sonra birgün, aşçıya, akşam yemeği için hazırlık yapması talimatını verdikten sonra hamama gitmiş. Ben saraya geldim, her zaman uyumayı âdet ettiğim yerde uzandım. 2 esireden de bir yelpazeyle beni serinletmelerini istedim. Biri baş ucumda, ötekiyse ayak ucumda duruyordu. Karımın yokluğunu düşünerek uykum kaçmıştı, ruhum uyanıktı ama, gözlerim kapalıydı.

O sırada başucumdaki esirenin, beni uyur sanarak ayak ucumdakine şöyle seslendiğini duydum: "Mesude, efendimiz ne kadar talihsiz bir genç değil mi? Onun eş olarak hanımımız gibi böylesine hain, böylesine cani birine sahip olması ne kadar yazık!" Öteki de, "Allah zina yapan kadınların belasını versin! Böylesine bir zâniye, efendimiz gibi güzel huylu biriyle evlenmemeliydi. Tüm gecelerini başka başka yataklarda geçiriyor!" diye yanıt verdi. Başucumdaki esire de buna karşı, "Gerçekten bu kadının yaptıklarına aldırmamak için efendimiz epeyce kaygısız olmalı!" dedi. Öteki de, "Bunu nasıl söylersin? Efendimiz onun yaptıklarından kuşku duymuyor ki! Yoksa onu bu denli özgür bırakır mıydı sanıyorsun? Sen bilmiyorsun, bu nankör, her gece yatmadan önce efendimizin içtiği şaraba bir şeyler, sanırım bhank karıştırıyor, o da derin uykulara dalıyor. Bu durumdayken, ne olup bittiğini, onun nereye gittiğini, ne yaptığını bilemiyor. Böylece, efendimize şarap içirdikten sonra giyinip onu yalnız bırakarak gün doğuncaya kadar ortadan yok oluyor. Geri döndüğünde, kocasının burnuna yanık bir şey uzatarak koklatıyor ve onu uyandırıyor" yanıtını verdi.

Esîrelerin bu sözlerini duyunca, efendim, gözümün nûru karardı. Amcamın kızı, yani karımla yeniden birlikte olacağım akşamın gelişi âdeta gecikti. Sonunda karım hamamdan döndü. Sofrayı serdik ve âdet edindiğimiz tarzda, karşılıklı içki ikramında bulunarak bir saat kadar yemek yedik. Bunu izleyerek yatmadan önce her gece içtiğim şarabı istedim, bana bardağı verdi. Onu her zamanki gibi dudaklarıma götürür gibi yaptım ve çabucak giysimin üst kısmındaki kıvrıma döktüm ve hemencecik yatağa girerek uyur gibi yaptım. Bunun üzerine karım, "Uyu! bir daha inşallah hiç uyanmazsın! Allah da biliyor ya, senden nefret ediyorum. Seni görür görmez tüylerim diken diken oluyor, sen yakınımdayken ruhum bunalıyor" dedi. Sonra kalktı, en güzel giysilerini giydi, koku süründü, beline bir kılıç taktı. Sarayın kapısını açtı, çıkıp gitti.

Bunun üzerine kalktım ve onu saraydan çıktığı andan başlayarak izlemeye koyuldum. Kentin bütün çarşılarını geçti. Sonunda kentin kapılarına ulaştı. Kapılara doğru hiç anlayamadığım bir dilde seslendi; kilitler düştü ve kapılar açıldı. Ve karım kentin dışına çıktı. Ben de kendimi fark ettirmeden ardına düştüm. Sonunda harabe yığınlarından oluşmuş tepelere ve bunların ortasında bulunan tuğladan örülmüş, kubbesi bulunan yarı yıkık bir kaleye ulaştı. Kapıdan girdi, bense, kubbenin üstüne çıktım ve yukarıdan gözetlemeye koyuldum.

Karım, bir zencinin yanına girdi. Bu zencinin üst dudağı bir tencere kapağı gibi idi; alt dudağı da tencerenin ta kendisiydi; 2 dudağı da o denli aşağı sarkıyordu ki, bunlarla kumlardaki çakılları ayıklayabilirdi. Her yanı hastalıktan çürümüştü ve şeker kamışından yolunmuş kuru yapraklar üstünde yatıyordu. Onu görünce, karım, yere kadar eğilerek, 2 eli arasında toprağı öptü. O da başını kaldırıp ona çevirdi ve "Allah belanı versin! Bu saatlere kadar niye geciktin? Buraya içmeleri ve sevgilileriyle birbirine katılmaları için zencileri çağırdım, Bense, senin yüzünden içmeye hiç heves duymadım" dedi. Karım, "Ey efendim, ey kalbimin sevgilisi! Bilmez misin ki, ben amcamın oğluyla evliyim ve onu görür görmez nefretle doluyorum. Birlikte olmaktan dehşet duyuyorum. Eğer sana zarar vermeyeceğini bilsem, kenti çoktan tepeden tırnağa harabeye çevirir, taş üstünde taş koymazdım. Orada baykuş ve karga sesinden başka ses duyulmazdı; harabelerin taşlarını da Kaf Dağı'nın ötesine fırlatırdım!" dedi. Zenci, "Yalan söylüyorsun, ey alçak kadın! Bak, şerefim, zencilerin erkek olarak üstün niteliği ve insan olarak beyazlardan sonsuz üstünlüğümüz üzerine yemin ediyorum ki, bugünden sonra, bir kez daha geç kalırsan, artık senin dostluğunu reddeder ve vücudunu bir daha vücudumun üstüne çekmem! Ey nankör hain! Sen kadınlık arzularını başka yerlerde doyurduğun için geç kalmadın mı yani? Ey pislik, ey beyaz kadınların en aşağılığı!" diye yanıt verdi.

Şehzade hükümdara yönelerek böyle konuşmuş ve sözünü sürdürmüş:

Bu konuşmayı duyup aralarında geçenleri gözlerimle görünce dünya gözümde karanlığa dönüştü, artık nerede olduğumu bilemedim. Bunu izleyerek karım, ağlamaya ve zencinin önünde alçalarak yalvarmaya başladı: "Ey sevgilim, ey yüreğimin meyvesi! Benim senden başka kimim var? Beni kovarsan, felaketim olursun! Ey sevdiceğim, ey gözümün nûru!" dedi ve ağlamayı, yalvarmayı, bağışlanıncaya kadar sürdürdü ve bağışlanınca da çok mutlu oldu. Ayağa kalktı ve tüm giysilerinden soyundu ve donunu da çıkararak çırılçıplak kaldı. Sonra da, "Ey efendim, esireni besleyecek neyin var?" diye sordu. Zenci de "Tencerenin kapağını kaldır, orada kaynatılmış fare kemiği bulacaksın, şu küpte de boza var, içersin!" dedi. Karım ayağa kalktı, yiyip içti, ellerini yıkadı ve kamış yapraklarından oluşan yatakta zenciyle yattı ve çırılçıplak, iğrenç paçavralar altında zenciye sarıldı.

Karım olan yeğenimin yaptığı her şeyi görünce, artık kendimi tutamadım ve kubbeden aşağı inerek salona saldırdım ve karımın getirdiği kılıcı ele alarak ikisini de öldürmeye karar verdim. İlkin zencinin boynunu vurdum ve öldüğüne inandım.

Bu anda, Şehrazâd, sabahın yaklaştığını görmüş ve yavaşça sesini kesmiş. Sabah olunca şâh Şehriyâr, hükmettiği divana girmiş ve günün sonuna kadar divan toplantısında bulunmuş. Sonra Şah, sarayına dönmüş: ve Dünyazâd, kız kardeşine, "Öyküne devam etmeni rica ediyorum" demiş; o da "Gerekli saygıyla ve bütün kalbimle!" demiş. ....devamı Büyülenmiş Genç Adam ile Balıkların Öyküsü 2

About