Hans Christian Andersen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Eylül 2019 Pazar

thumbnail

Kibritçi Kız Masalı - Hans Christian Andersen


Masalın Adı : Kibritçi Kız Masalı

Masalın Yazarı : Hans Christian Andersen

Dondurucu ve kavurucu bir yılbaşı gecesiydi. İnsanın iliklerine kadar üşüdüğü gecelerden biriydi. Yoldan geçenler paltolarının yakasını kaldırmışlar, atkılarına bürünmüşler, hızlı hızlı yürüyorlardı. Kimi evine geç kalmış, acele ediyor, kimi bir eğlence yerine gidiyordu. Herkesin gidecek ve ısınacak bir yeri vardı.

Çocuklar annelerinin babalarının yanında koşturuyorlar, fırsat buldukça birbirlerine kartopu atıyorlardı. Gecenin zevkini en çok onlar çıkarıyorlardı. Kahkahalarla gülüyorlar, sevinçle haykırıyorlardı. Yalnız bir çocuk vardı ki gelip geçenler onun farkında değillerdi. Ufak bir çocuk. Mini minnacık bir kız çocuğu. Başı açık, elbisesi yama içinde, yoksul bir kızcağız. Bir kapının önüne büzülmüş, çıplak ayaklarını altına almıştı. Soğuktan morarmış tir tir titriyordu. Üzerinde oturduğu taş basamakta buz gibiydi. Sanki gecenin bütün soğuğunu iliklerinde hissediyordu.

Sanki donmuş, bir buz parçası kesilmişti. Geniş bir mukavva kutunun içine sıralanmış kibrit kutularına bakarken gözleri yaşarıyordu. O gün bir tek kutu kibrit bile satamamıştı. Satsa, bir kaç kuruş para kazansa, kalkıp evine gider, annesiyle birlikte hiç olmazsa bir kâse sıcak çorba içerdi. Gidemiyordu, çünkü o gün hiç kibrit satamadığını annesine söyleyemezdi. Soğuktan, üzüntüsünden titreyen kısık, incecik sesiyle `Kibrit var, kibrit` diye bağırıyordu. Sokaktan geçenlerin hiçbiri başını çevirip bakmıyordu... Herkes o kadar kendi derdindeydi ki, bizim kızı gören bile olmuyordu.

Ayakları o kadar üşüyordu ki, şimdi ayaklarında terlikleri olsaydı! Biraz önce, sokak sokak dolaşırken, hızla geçen bir arabanın önünden kaçmış, kaçarken terlikleri ayağından fırlamıştı. Karşı kaldırıma geçtikten sonra, dönüp bakmıştı ama yaramaz bir çocuk terliklerini alıp kaçmıştı işte. Neden almıştı ki terliklerini. Neden? Bunun üzerine bir kapının girintisine sığınmış, oracığa kıvrılıp oturmuştu. Parmakları donmuş, sızlamaya başlamıştı. Kızcağız bu acıya dayanamadı, kutulardan birini açıp bir kibrit çıkardı. Parmakları uyuşmuştu, kibrit çöpünü elinde güçlükle tutuyordu. Eli titreye titreye çöpü duvara sürttü. Kibrit birden alev aldı; tatlı, yumuşacık, küçük bir alev.

Kibritçi kız, kibriti bir elinden öbür eline geçirerek, parmaklarını ısıttı. İçi de ısınmıştı. Sanki gürül gürül yanan bir ocağın karşısındaydı. Gözleri aleve dikildi ve sanki ayaktayken rüya görmeye başladı. Kocaman bir oda vardı ve o sıcacık odanın içinde yanan şöminenin karşısında oturuyordu. Arkasında kalın bir yünlü hırka, ayaklarında kürklü terlikler vardı. Isındı. İliklerine kadar sıcacık olmuştu sanki. O sırada kibrit sönüverdi. Kızcağızın parmakları yeniden donmaya, sızlamaya başlamıştı.

Kibritçi kız, bir kibrit daha yaktı. Bu sırada soğuk bir rüzgâr esti. Aleve bakarken, karşısındaki duvar sanki eridi, birden açıldı, içerisi göründü. İçeride geniş bir oda vardı. Kar gibi bembeyaz örtünün serili olduğu bir bir masanın üzerine tabak tabak yiyecekler vardı.. Sofrada gümüş şamdanlar yanıyor, odayı gündüz gibi aydınlatıyordu. Kibritçi kızın gözleri sofranın ortasında, büyük bir tabağa konulmuş, nar gibi kıpkırmızı kaz kızartmasına dikilmişti. Ağzı sulandı. Elini oraya doğru uzattı. Kibrit yana yana sonuna gelmişti, parmağını yakıyordu. Kızcağız çöpü yere atıverdi. Atmasıyla birlikte, yılbaşı sofrası siliniverdi, gözlerinin önüne taş duvar yeniden dikildi.

Kibritleri bitiyordu ama o ısınmak için bir tane daha yaktı. Bir yaz gecesine gitti aniden. Altındaki toprak, gündüz güneşten ısınmış, fırın gibi yanıyordu ve kız iliklerine kadar ısındığını hissediyordu.

Derken bir yıldız kaydı, gökyüzüne geniş bir yay çizerek uzaklaştı, söndü. Kızcağız: `işte, biri daha öldü` diye mırıldandı. Bir gün, ninesi söylemişti: Her yıldız düştükçe yeryüzünden biri ölürmüş... Ninesini bir daha görebilmek için bir kibrit daha çaktı. Soğuktan kaskatı kesilmiş, beyni durmuştu. O şimdi sokak ortasında olduğunu unutmuş, düşler dünyasına dalmıştı. Kibritin alevinde yine ninesini görüyor, onun sesini işitir gibi oluyordu. İşte ninesi geliyordu. Lapa lapa yağan karların arasından bir melek gibi iniyordu... Geldi, geldi... Kollarını açtı, torununu kucakladı, aldı göklere doğru götürdü...

Ertesi sabah, yoldan geçenler, bir evin basamağında donmuş kalmış kızcağızın ölüsünü buldular. Yanı başında bir sürü boş kibrit kutusu vardı.

-Zavallıcık ısınmak için bütün kibritlerini yakmış dediler... Bu kibritlerin alevinde onun ne düşler gördüğünü bilemezlerdi ki.

14 Eylül 2019 Cumartesi

thumbnail

Kurşun Asker Masalı - Hans Christian Andersen


Masalın Adı : Kurşun Asker Masalı

Masalın Yazarı : Hans Christian Andersen

Bir zamanlar, uzak bir ülkede, bir oyuncak evinin içinde tam altı tane kurşun asker yaşarmış. Bunları bir gün alıp bir oyuncakçı dükkanının vitrinine koymuşlardı. Altısı da tüfekleri omzunda esas duruşta duruyordu. Yalnız içlerinden birinin tek ayağı yoktu. Oğlunun doğum günü için armağan almaya çarşıya çıkan bir baba, askerleri görünce çok beğenmiş, hemen dükkana girip onları satın almış, satıcı, askerleri kutuya yerleştirirken birinin tek bacaklı oluşunun nedenini açıklamış babaya. Bunları yapan ustanın kurşunu son askere yetmeyince o da topal kalmış. Baba şaşırmış bu duruma ama bir şey dememiş, kurşun askerleri alıp çocuğuna götürmüş. Doğum gününde eğlenen çocuklar, askerlerle oynayıp eğlenmişler. Oyun oynamaları bitince altı tane kurşun askeri kutularına yerleştirmişler. rafa kaldırıldı. Yarı karanlık kutunun içinde askerlerin canı sıkılıyormuş, Yalnız topal olan kurşun asker kutunun kapağının aralığından dışarıyı görebiliyormuş ve bunu kendisi için bir eğlence gibi görüyormuş.

Bizim topal kurşun askerin gözüne ilk çarpan, masanın üstündeki oyuncak bir kaleyle kalenin içindeki şato oldu. Şatonun önünde güzel bir prenses heykeli duruyordu. Prenses, kollarını iki yana açıp bir ayağını kaldırmış, aynı dans eder gibiymiş. Topal kurşun asker prensese aşık olmuş. Ağzını bıçak açmaz, bir söz söylemez hale gelmiş. Tek isteği prensesin yanına gitmek, ona kavuşmakmış, başka hiçbir şeyi gözü görmez olmuş. Ertesi gün oyuncakların sahibi olan küçük çocuk, bizim küçük kurşun askeri kutusundan çıkarıp oynamaya başlamış.

Şimdi hem prensesi daha iyi gören kurşun asker, gözünü ondan ayıramıyormuş. Kurşun askeri prensese bir şey olacak diye o kadar korkuyormuş ki… O sırada hava birden kararmış, şimşekler ve ardından sert bir rüzgâr çıkmış. Rüzgar o kadar Kuvvetli esiyormuş ki, pencerenin yakınında duran kurşun askeri savurup pencereden sokağa yuvarlayıvermiş sokağın bir köşesindeki kaldırımın kenarına düşmüş. Onu kimse görmemiş hatta gelip geçenler, üstüne basacak gibi oluyor,kurşun askerin korkudan yüreği ağzına geliyormuş.

Rüzgarın ardından yağmur yağıp çukurlara sular birikmiş, sel olup akmaya başlamış. Hava açtığında su birikintisinin başına oynamaya gelen iki çocuk onu görünce o kadar sevinmişler ki. Biri kağıttan bir kayık yapmış, Öteki bizim askeri içine bindirmiş ve iki çocuk sularla oynamaya dalıp bir süre sonra kayıkla askeri unutmuşlar. Kayık suyun içinde yavaş yavaş hareket ederek sürüklenmeye başlamış ve bizim asker yüzen kayığın içinde, silahı omuzunda dimdik duruyormuş. Korkuyu aklından bile geçirmiyormuş, akıp giden yağmur suları sonunda büyük bir ırmağa ulaşınca, kurşun asker , koskoca ırmağın ortasında bir nokta kadar kalmış ve bir süre dalgalara kapılıp ilerlemiş.

Bu arada yağmur daha hızlı yağmaya başlamış ve kağıttan kayık ıslanınca da içine sular dolmaya başlamış. Böylece ırmağın azgın sularına gömülüvermiş.. Kurşunun ağırlığı onu ırmağın en dibine itiyormuş ve bu karanlık, ıssız soğuk yer artık onu korkutmaya başlamış. Işığa yeniden kavuştuğunda bir evin sıcacık mutfağında ocağın yanında durduğunu görmüş. O sırada sahibi olan çocuk gelip onu bulmuş ve alıp odasındaki yerine koyuş. Kurşun asker oraya geldiği için o kadar mutluymuş ki, ilk işi, prensesi araştırmak olmuş.

Bir bakmış ki, Prenses, bıraktığı yerde ve iki kolu iki yana açık, bir ayağını kaldırmış dans ediyormuş gibi duruyor ve ona bakıyormuş.Kurşun asker çok mutlu olmuş ki, prensesle bütün gece boyunca birbirlerine sevgiyle bakışıp durmuşlar. Üzerinden birkaç gün geçmiş ama mutluluğu çok uzun sürmemiş. Sahibi olan çocuk bizim kurşun askerden sıkılmış ve artık onunla oynamaz olmuş. Bununla da kalmamış, bizim kurşun askeri alıp alev alev yanan şöminenin içine atmış. Kurşun askerin alevlerden canı çok yanmış ve bir süre sonra erimeye başlamış.

Yine sevgilisi prensesten ayrılıyormuş işte, en çok da buna üzülüyormuş doğrusu. Tam o sırada açık pencereden giren güçlü bir esinti, prensesi uçurup ateşin içine düşürüvermiş. Bizim kurşun asker, sevinçle kollarını açıp prensesi kucaklamış. Artık onun için yeni bir hayat başlıyormuş.
thumbnail

Fareli Köyün Kavalcısı Masalı - Hans Christian Andersen


Masalın Adı : Fareli Köyün Kavalcısı Masalı

Masalın Yazarı : Hans Christian Andersen

1283 yılında, Almanya’nın Hamelin kasabasını fareler basar. Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde develer tellal iken, fareler berber iken, ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallarken; ülkenin birinde bir köy varmış. Halkı mutluluk içinde yaşarmış. Günlerden bir gün köyün bütün evlerine fareler dolmuş. Binlerce fare köyün sokaklarında, evlerde dolaşıyorlarmış. Yatak odasına gitseler, mutfağa girseler farelerden geçilmiyormuş. Ne bulurlarsa yiyorlarmış. Halk ne yapacağını şaşırıp kalmış.

Köy muhtarından bu işe bir çare bulmasını istemişler. Muhtarın da elinden bir şey gelmiyormuş. Böylece köyün adına fareli köy denmiş. Fareli köyün çocukları da, bu pis yaratıklarda bıkmışlar. Bir gün fareli köye bir çalgıcı gelmiş. Muhtara:

“Eğer bana bir kese altın verirseniz, köyü farelerden temizlerim.” demiş. Bütün köy halkı bu habere sevinmişler. Aralarında hemen çalgıcının istediği bir kese altını toparlamışlar ve muhtara teslim etmişler. Halkın tek istediği bu farelerden kurtulmakmış. Çalgıcı isteğinin kabul edildiğini öğrenince başlamış kavalını çalmaya. Kavaldan öyle tatlı, öyle güzel sesler çıkıyormuş ki, fareler saklandıkları yerlerden akın akın çıkarak çalgıcının yanına geliyorlarmış.

Kısa bir sürede çalgıcının etrafı binlerce fare ile dolmuş. Köydeki bütün farelerin çalgıcının etrafında toplandığı sırada çalgıcı yürümeye başlamış. Köye gelirken gördüğü dereye doğru yürümüşler. Çalgıcı önde kavalını üflüyor, fareler peşinden geliyormuş. Çalgıcı dere kenarına gelince suyun içine yürümüş. Derede o kadar çok su varmış ki ama çalgıcı karşı kıyıya geçmiş. Farelerde peşinden gelmek isteyince dereye düşen fare suda boğulup ölmüş. Bütün fareler ölünceye kadar çalgıcı kavalını öttürmeye devam etmiş. Çalgıcı bütün farelerin öldüğünü görünce ödülü olan bir kese altını almak için hemen köye geri dönmüş. Fareleri yok eden başarısından sevinç duyduğu için, emin adımlarla yürüyormuş. Sonunda köye varınca:

“Bir kese altınımı alırım. Bu altınlarla şehre gider, işimi kurarım. Bende zengin insanlar arasına katılır ve rahat yaşamaya başlarım” diye düşünmüş. Bu düşüncelerle muhtarın yanına varan çalgıcı muhtardan ödülünü istemiş. Muhtar oyun bozanlık yapmış.

“Nasıl olsa farelerden kurtulduk, bir kese altını vermesem olur” diye düşünmüş. Çalgıcıya çeşitli nedenler göstererek altınlarını vermemiş. Çalgıcı kandırıldıgını anlayınca:

“Ben size bir oyun oynayayım da görün” demiş. Başlamış kavalını çalmaya. Kavalın sesini duyan bütün çoçuklar çalgıcının yanına koşmuş. Çocukların sayısı 135 civarı vardı. Çalgıcı da hem kavalını üflüyor, hemde yürümeye başlamış. Köyün bütün çocuklarıda kavalcının peşinden gitmişler. Köyde hiç çocuk kalmamış. Analar babalar kara kara düşünmeye başlamışlar. Köylüler muhtara gidip:

“Ne yapacağız, ne edeceğiz. Sen çalgıcının hakkı olan bir kese altını vermeliydin. Bak şimdi çocuklarımızı aldı götürdü” demişler. Kavalcı kızgın kızgın, peşinde çocuklarla birlikte ormana varmışlar. Ormanda bir ağacın altında dinlenirken aklına tekrar muhtara gitmek altınlarını bir daha istemek gelmiş. O sırada telaşla yerinden kalkınca kavalını almayı unutmuş. Sihirli kavalı bulan bir çocuk, arkadaşlarının yanına gelmesi için başlamış çalmaya. Kavalın sesini duyan çocuklar hemen ormanda toplanmışlar. Hemen köye, annelerinin babalarının yanına dönmeyi düşünmüşler.

Kavalı bulan çocuk köyün yolunu biliyormuş. Kavalı çalan çocuk önde diğerleri arkasında köye geri dönmüşler. Anneleri, babaları çok sevinmişler. Şenlikler düzenlemişler. Kırk gün kırk gece bayram etmişler. Tabi bu sırada da köylüler muhtarı azarlamışlar. Çalgıcının hakkını vermesini söylemişler. Hakkını alan çalgıcı da hayallerini gerçekleştirmek için köyden ayrılmış.
thumbnail

Sihirli Fasulye Masalı - Hans Christian Andersen


Masalın Adı : Sihirli Fasulye

Masalın Yazarı : Hans Christian Andersen

Bir zamanlar yoksul ve dul bir kadın varmış. Oğlu çok tembel bir delikanlı olduğu için paraları yok denecek kadar azmış. Bir gün o kadar zor bir duruma düşmüşler ki, kadıncağız ellerinde kalan tek mal varlığını, Süt Beyazı isimli ineklerini satmaya karar vermiş. Oğluna ineği pazara götürüp satabileceği en iyi fiyata satmasını söylemiş.

Delikanlı pazara giderken yolda tuhaf bir yaşlı adama rastlamış. Yaşlı adam ineğe bir göz atmış ve delikanlıya, “Bak çocuğum, bana bu ineği verirsen karşılığında sana çok değerli şeyler veririm,” demiş. Sonra cebinden beş fasulye tanesi çıkarmış.

“Fasulye tanesi mi?” demiş delikanlı tereddütle.”

“Ama bunlar sihirli,” demiş yaşlı adam. Adam öyle deyince bu iş delikanlının aklına yatmış ve fasulyeler karşılığında Süt Beyazı’nı yaşlı adama vererek yaptığı değiş tokuştan memnun, eve dönmüş.

“Anne! Bak elimde ne var!” diye seslenip olanları anlatmış delikanlı eve dönünce. Ama annesi ona çok kızmış. Fasulye tanelerini dışarı, eline geçirdiği tavayı da delikanlıya fırlatmış. Sonra da ceza olsun diye onu odasına yollamış ve ona yemek vermemiş.

Sabah olunca delikanlı gözlerine inanamamış. Yatak odasının penceresinden, dışarıda bir bitkinin hızla büyüdüğünü görmüş. Bu ne bir ağaç, ne de dev bir ayçiçeğiymiş; göğe doğru büyümüş sihirli bir sırık fasulyesiymiş. Delikanlı hemen pencereden sarkıp sihirli fasulyeye tutunmuş ve tırmanmaya başlamış.
Yarım saat sonra kendini, her şeyin normalden daha büyük olduğu garip bir ülkede bulmuş. Tarlaların ötesinde çok büyük bir ev varmış. Delikanlı evin yanına gidip kapıyı çalmış. Kapıyı bir kadın açmış.

“Yiyecek bir şeyiniz var mı?” diye sormuş delikanlı.

“Var,” demiş kadın. “Ama dev kocam gelince ortadan kaybolman gerek. Çünkü çocuklara hiç dayanamaz, onları hemen yer.”

Delikanlı tam bir şeyler yemek üzere sofraya otururken dışarıdan birinin gür bir sesle şunları söylediğini duymuş:
“Fee-fi-fo-fum,
işte bir çocuk kokusu duydum.
Ölü de olsa, diri de olsa güzeldir onları yemek.
Kemiklerini öğütür, yaparım kendime ekmek.”

“Fırına saklan. Hemen!” demiş kadın delikanlıya. Sonra da kocasına, “Ne çocuğu hayatım, dün kediye verdiğim et parçalarının kokusunu aldın herhalde,” diye seslenmiş.

Yemekten sonra dev kese kese altınlarını saymaya başlamış. Kısa bir süre sonra altın saymaktan yorulup uykuya dalmış. Delikanlı saklandığı yerden çıkıp bir kese altın almış. Keseyi sihirli fasulyesinden aşağıya atmış, ardından fasulyenin sırığına tutuna tutuna aşağıya inmiş. Annesi artık şanslarının döndüğüne bir türlü inanamamış.

Ama birkaç ay sonra ellerindeki tüm altınlar bitmiş. Delikanlı tekrar sihirli fasulyesine tırmanarak devin yaşadığı ülkeye gitmiş. Devin karısı bu kez ona kuşkucu bir şekilde davranıyormuş.

“Geçen gelişinde bir kese altınımız kayboldu,” diye iğnelemiş onu. Ama yine de delikanlıyı içeri almış.

Çok geçmeden dev çıkagelmiş. “Fee-fi-fo-fum,” diye bir şarkı söylüyormuş. Bunu duyan delikanlı hemen yine fırına saklanmış.

“Ne çocuğu, hayatım,” demiş devin karısı. “Dün yediğin piliç haşlamanın kokusunu duydun herhalde. Sen etli böreğini yemene bak!”

Yemeğini bitirdikten sonra dev, karısına, “Kadın, bana tavuğumu getir,” demiş. Karısı hemen tavuğu getirmiş. “Yumurtla!” diye emretmiş dev ve delikanlının hayret dolu bakışları altında tavuk altın bir yumurta yumurtlamış. Tabii delikanlı tavuğu da alıp evine götürmüş.

Delikanlı ile annesi böylece zengin olmuşlar. Ama bir yıl sonra çocuk şansını bir kez daha denemeye karar vermiş ve tekrar sihirli fasulyesine tırmanmış. Bu sefer eve, devin karısına görünmeden girip, bir bakır tencerenin içine saklanmış.
Dev girmiş içeri. “Fee-fi-fo-fum,” diye başlamış yine tekerlemesine.

“Eğer bu yine o lanet olası çocuksa, fırına bak hayatım, kesin oradadır,” demiş karısı.

Delikanlı orada değilmiş tabii ki.

“Buralarda bir yerde, eminim,” diye gürlemiş dev, ama karısıyla birlikte evin altını üstüne getirmelerine rağmen onu bulamamışlar.

Bu sefer dev yemekten sonra altın bir harp çıkarmış ortaya. “Söyle!” diye emretmiş ve harp ninniler söyleyip onu uyutmuş. O an delikanlı bu harpı her şeyden çok istediğini anlamış. Horlamakta olan devin dizine tırmanmış, masaya atlamış ve harpı kapmış.

“İmdat!” diye bağırmış harp. Delikanlı, sırtında harp, masadan aşağıya atlamış. Dev peşine takılmış. Delikanlı sihirli fasulyesini yarıladığında harp, “İmdat!” diye bağırmış yine. Dev delikanlının peşinden sırık fasulyesine atlamış.

Delikanlı aşağıya ulaşınca, “Anne! Çabuk bir balta getir,” diye bağırmış. İkisi birlikte sihirli fasulyeyi baltayla kesmeye başlamışlar. Bir süre sonra sihirli fasulyeyle birlikte dev de yere düşmüş ve anında ölmüş.

“Üf!” demiş çocuk. “Az kalsın gidiyorduk!”

O günden sora delikanlıyla annesi zenginler gibi yaşamışlar. Onlar söyledikçe tavuk altın yumurta yumurtluyormuş. İnsanlar altın harpı dinlemek için onlara para ödüyorlarmış. Delikanlının güzel bir prensesle evlendiği de söyleniyor. Kim bilir belki de gerçekten evlenmiştir.

27 Mayıs 2019 Pazartesi

thumbnail

Andersen Masalları (Hans Christian Andersen) Kitap Sınavı Yazılı Test Soruları ve Cevap Anahtarı


1- "Karlar Kraliçesi" masalında aşağıdaki kahramanlardan hangisi yoktur?

A- Gerda
B- Kay
C- Kral
D- Eşkiya Kız

2- "Karlar Kraliçesi" masalında aşağıdaki yerlerden hangisinin ismi geçmektedir?

A- Fransa
B- Estonya
C- Brezilya
D- Japonya

3- "Karlar Kraliçesi" masalının ana fikri nedir?

A- Yardımsever insanların her zaman kazanacağı
B- Dostluk ve arkadaşlığın ne kadar değerli olduğu
C- Kötü insanların sonunun ne olacağı
D- Çok çalışmanın ne kadar önemli olduğu

4- "Bülbül" masalında anlatılan olay nedir?

A- Çim imparatoru ile Bülbül arasında geçenler
B- Bülbül'ün sesinin ne kadar güzel olduğu
C- Çin imparatorunun halkına yaptıkları
D- Bülbül ile Karganın arasında geçenler

5- "Bülbül" masalındaki olay nerede geçmektedir?

A- Çin-Saray
B- Hindistan-Saray
C- Japonya-Orman
D- Çin-Orman

6- "Kibritçi Kız" masalında anlatılan olay ne zaman olmaktadır?

A- Bir bayram gününde
B- Yaz tatilinde
C- Yılbaşı gecesinde
D- Sonbahar mevsiminde

7- "Kibritçi Kız" masalındaki kahraman ne yaparken hayallere dalıyordu?

A- Yatağında yatarken
B- Kibritlerini satarken
C- Sokakta yürürken
D- Her bir kibrit tanesinin yakarken

8- "Küçük Deniz Kızı" masalında deniz kızlarına kim masal anlatıyordu?

A- Babaları
B- Nineleri
C- Anneleri
D- Arkadaşları

9- "Çıplak Kral" masalının anlatmak istediği ana fikir nedir?

A- Kendini beğenmenin yanlışlığı
B- Saygılı olmanın faydaları
C- Arkadaşlığın değeri
D- Tembelliğin sonuçları

10- Andersen Masalları kitabında aşağıdaki masallardan hangisi yer almaz?

A- Papatya ile Minik Serçe
B- Bülbül
C- Tilki ile Leylek
D- Karlar Kraliçesi

Cevap Anahtarı :

1-C     2-D     3-B     4-A     5-A
6-C     7-D     8-B     9-A     10-C

About