4 Ağustos 2019 Pazar

Kerem ile Aslı Hikâyesi Tam Metni, Özeti, Tahlili


Kitabın Adı : Kerem İle Aslı

Kitabın Yazarı : Anonim

Kitap Hakkında Bilgi :

Kerem ile Aslı, 16. yüzyıl veya daha sonralarında Yusuf ile Züleyha, Hüsrev İle Şirin, Leyla ile Mecnun gibi Arap ve Fars asıllı halk hikâyelerinin etkisi ile oluşan özgün bir Türk Halk Hikâyesidir. Kerem ile Aslı aşk konulu olan hikâyelerimizin ilk oluşanı olarak düşünülmektedir.

Kerem ile Aslı Hikâyesi Tam Metni :

Bir zamanlar İran'ın güzel bir beldesi olan İsfahan şehrin­de çok adaletli, merhametli, güçlü, kuvvetli bir padişah var­mış. Hazineleri altınlarla dolu olan bu padişahın çocuğu ol­muyormuş. Gece gündüz evlat hasretiyle yanıp tutuşan bu padişah, derdini kederini biraz olsun unutabilmek için İsfahan’ın en güzel yerine eşi benzeri olmayan bir saray yaptır­maya karar vermiş.

Hazinedarı olan Keşişi bir gün huzura çağırtmış. Bu Keşiş ’in de hiç çocuğu yokmuş. Padişahla Keşiş aynı dertle ya­nıp tutuşurlarmış. Huzura gelen Keşişle birlikte sarayın pla­nını yapmışlar. Daha sonra zamanın bütün mimarlarını, usta­larını ve bahçıvanlarını saraya toplamış ve nasıl bir saray is­tediğini onlara da anlatmış.

İsfahan beldesinin en güzel yerine harikulade bir saray yapılmış. Sarayın bahçesi cennet bahçesi gibi olmuş. Bahçe­nin ortasına pembe mermerlerden bir havuz, havuzun o bil­lur sularında kumrular oynaşıp duruyormuş. Bülbüller gülle­rin etrafında şarkılar söylüyor, tavus kuşları ise dört bir yanı süslüyormuş. Yine bu bahçenin içine beyaz mermerlerden bir saray kurulmuş. Eşi benzeri olmayan bu sarayda padişah eğ­lenceler düzenleyerek kederini unutmaya çalışıyormuş.
Günlerden bir gün yine o güzel sarayda eğlence düzen­lenmiş. Padişahın karısı Hanım Sultan ve Keşişin karısı da eğlenceye katılmak üzere yola koyulmuşlar. Tam saraya var­mak üzereyken karşılarına aksakallı, nur yüzlü bir ihtiyar çık­mış. Hanım sultana bir elma fidanı, Keşişin karısına da bir armut fidanı vermiş ve bunları sarayın en nadide köşesine dikmelerini söylemiş.

Hanım Sultan ve Keşişin karısı hemen fidanları dikmiş­ler. Kendi elleriyle suluyor ve özenle bakıyorlarmış. Hanım sultan; dünyada bir evladım olmadı, bari dikili bir fidanım olsun, diye düşünüyormuş. Aylar geçmiş fidanlar ağaç olmuş. Yemyeşil yaprakları, güçlü dallan olmuş ancak hiç meyve vermiyorlarmış.

Hanım sultan ağlamaya ve üzülmeye baş­lamış: Diktiğim fidan bile meyve vermiyor, ben ne talihsiz bir kadınım, diyormuş.

Bir gün yine böyle düşünerek ağlayan Hanım Sultan, sa­rayın salonunda uyuyakalmış. Rüyasında kendisine ve keşi­şin karısına fidan veren nur yüzlü ihtiyarı görmüş.

Gözyaşları içinde ihtiyarın ellerine sarılan Hanım Sultan: Ey mübarek insan! Ne olursa senin duanla olur. Yıllar­ca evlat hasretiyle yanıp tutuştum. Şimdi de bir fidan diktim, o bile meyve vermedi. Ne olacak benim bu hâlim, diye ağla­maya başlamış.

Nur yüzlü ihtiyar: Sen hiç merak etme. Senin dualarının kabulü için ben de dua ettim. İnşallah duaların kabul olacak ve sen de mu­radına ereceksin. Senin ağacın meyve verdi. Eğer onu yersen dileğin kabul olur, demiş.

İhtiyarın bu sözlerinden sonra, korku ve heyecanla uya­nan Hanım Sultan, Keşişin karısını da yanına alarak bahçe­ye koşmuş. Gerçekten de kendisinin diktiği elma ağacının ü-zerinde bir tane ama çok güzel görünen bir elma varmış. Keşişin karısının diktiği armut ağacında ise hiç meyve yokmuş.

Hanım sultan, Keşişin karısı üzülmesin diye elmayı ikiye böl­müş ve ona dönerek:
Bu elmanın yarısını sana veriyorum ama bir şartla. Eğer kızın olursa benim oğluma vereceksin. Yok eğer oğlun olursa benim kızımı alacaksın demiş.

Keşişin karısı bu teklifi hemen kabul etmiş ve elmaları yemişler. Bir süre sonra Keşişin karısı da Hanım Sultan da hami­le kalmışlar. Zamanları dolunca da Keşişin karısının bir kızı, Hanım Sultan’ın ise bir oğlu olmuş. Oğlanın adını, Ahmet ve Mirza, kızın adını ise Kara Sultan koymuşlar.

Aylar yıllar geçtikçe yavrular da büyüyorlarmış. Keşişin kızı bir ay parçası kadar güzelmiş. Kızını padişaha vermek is­temiyormuş. Çünkü padişahla aynı dinden değillermiş. Padi­şaha verdikleri sözden nasıl döneceklerini düşünmeye başlamışlar.

Keşiş: Eğer şehri terk etmezsek padişahtan bize rahat yok, de­miş. Fakat karısının aklına daha iyi bir fikir gelmiş.

Keşişe dö­nerek: Bir süre sonra kızımızın öldüğünü söyleriz ve buralar­dan bu nedenle uzaklaşmak isteriz, demiş.

Aradan bir yıl gibi bir zaman geçince Keşiş hemen padi­şahın huzuruna varmış ve kızının öldüğünü, bu üzüntüyle ar­tık buralarda yaşayamayacağını anlatmış.
Bunun üzerine padişah keşişe biraz altın vererek azat etmiş.

Arzularına muvaffak olan keşişle, karısı derhâl vakit ge­çirmeden İsfahan’a üç günlük uzaklıkta olan bir köye gitmiş­ler. Güzel bir köşk yaparak orada yaşamaya başlamışlar.

Diğer taraftan padişahın oğlu Mirza Bey 13-14 yaşlarına gelmiş. Babası onu en iyi hocalarda okutuyormuş. Mirza Beyin çok kurnaz ve zeki bir arkadaşı varmış.

Adı Sofi olan bu arkadaşı bir gün Mirza Beye: Bak Mirza Bey! Bu kadar okuduğumuz yeterli. Bu gençlik bir daha elimize geçmez. Biraz da eğlenelim, avlan­maya gidelim, seyahatlere çıkıp dünyayı dolaşalım, demiş.

Sofinin bu söylediklerini haklı bulan Mirza Bey öncelik­le av hazırlıklarını başlatmış. Bu arada Mirza Bey bir gece rü­yasında “Kara Sultan’ı görmüş ve âşık olmuş. Uyandığında yüreğinin cehennem ateşi gibi yandığını hissediyormuş. Yerinde duramaz bir hâl almış. Ancak aşk şerbetini kimin elinden içtiğini bilmiyormuş. Hayalinde tek kalan ay kadar güzel bir simaymış. Kalbi aşk ateşiyle yanan Mirza Bey, babasından izin alarak arkadaşı Sofi ile birlikte avlanmaya çıkmış.

Gide gide Keşişin yaşadığı köye varmışlar. Padişahın oğ­lu Mirza Bey av sırasında çok güzel bir şahine rastlamış. Şa­hini yakalamaya karar vermiş. Atını arkadaşı Sofi’ye bırakmış ve şahinin peşinden gitmiş. Şahin çok güzel bir bahçeye gir­miş. Mirza Bey de peşinden girmiş. O güzel bahçede şahini ararken karşısına çok güzel bir köşk çıkmış. Mirza Bey gülle­rin, sümbüllerin ve yaseminlerin arasında kurulmuş olan bu muhteşem köşkün pencerelerine bakarken olduğu yerde do­nup kalmış. Aklını kaybetmek üzereymiş. Çünkü tam karşı­sındaki pencerede ay parçası gibi bîr kız oturmuş, gergef dokuyormuş. Padişahın oğlu yalnız bir kez bakabilmiş bu güzel kıza. O anda aklı başından gitmiş. Rüyasında ona aşk şerbeti içiren dilberin o olduğunu fark etmiş.

Ona doğru ilerlemiş ve ona hitaben:
Başı yastık göre mi?
Gözü dilber görenin
Gözüne uyku gire mi?
Zülfüne berdar olanın demiş ve kollarından yakalayarak kendine doğru çekmiş. Sonra da : Ey güzel, sen hangi bahçenin sümbülüsün, deyince,

- Babam İsfahan şahının eski hazinedarı Keşiştir. Kerem eyle Görmesin Beni salıver gideyim, diye yalvarmış.

Delikanlı: Aslı nedir, salıvereyim?

Kız: Kerem eyle, diyerek yalvarmış.

Delikanlı aslı nedir? Derken birden bire aklına gelmiş ve kıza şunları söylemiş:
- Seni bırakırım ama bir şartım var. Benim adım Kerem, senin adın da Aslı olacak ve bundan sonra birbirimizi böyle çağıracağız, demiş.

Bunun üzerine güzel kız, Kerem’in ateş ve aşk dolu gözle­rine bakarak: Peki, kabul ediyorum. Bundan sonra benim adım Aslı senin adın ise Kerem olsun.

Böylece kendi kendileri­ne isimlerini koymuşlar. Bu zaman içinde genç kızın kalbi de alev alev yanmaya başlamış.

Aslı’nın böyle yalvarmalarına dayanamayan Kerem onu bırakmış. Kerem’in kollarından kurtulan genç kız köşkün için­de kaybolmuş. Kerem de Aslı’nın işlediği gergefin üzerindeki çevreyi alıp koynuna koymuş ve koşarak arkadaşının yanına gitmiş. Arkadaşı Sofi ile birlikte İsfahan’a dönmüşler. Ama Kerem artık eski Kerem değilmiş. Hiç konuşmuyor ve hiç yemiyormuş.

Oğlunun bu hâlini gören padişah bir gün Kerem’i karşısına alarak: Oğlum ben senin babanım. Niçin derdini anlatmıyorsun, diye sorunca

Kerem: Baba benim derdim bu şekilde anlatılmaz. Bana bir saz getirin size derdimi anlatayım, demiş.

Bu söz üzerine padişah hemen bir saz getirmelerini em­retmiş. Kerem ise sazının tellerine dokunarak derdini dökme­ye başlamış.
Kerem bunları söyledikten sonra susmuş.

Babası: Oğlum bu türkü bana bir şeyler anlattıysa da tam ola­rak ne demek istediğini anlayamadım, demiş.

Bunun üzerine Kerem yerinden kalkmış ve bir tek kelime bile söylemeden odadan çıkmış. Onun bu hâli padişahı fena hâlde düşünceye salmış. Günler geçiyormuş ama Kerem hiç konuşmadan sa­rayın penceresinden etrafı seyrediyormuş. Padişah Kerem’in derdini anlayanı ödüllendireceğini bildirmiş. Nihayet bir gün uyanık bir kadın kurnazlıkla Kerem’in Aslı’yı sevdiğini öğrenerek padişaha haber vermiş.

Bunun üzerine padişah derhâl Keşişi çağırtmış ve ona kızının öldüğüne dair yalan söyleyerek hainlik yaptığını, an­cak ne olursa olsun kızını alacağını söylemiş. Padişahın, kızı zorla alacağını anlayan Keşiş bir kurnazlık daha düşünmüş ve beş ay süre istemiş. Bunun üzerine padişah beş ay bekleyebileceğini ancak ilk önce onları nişanlayacağını söylemiş.

Keşiş padişahın elinden kurtulmak için kızının namına Kerem’e bir nişan yüzüğü bırakmış. Kızının takması için de padişahtan bir nişan yüzüğü almış ve sarayı terk etmiş. Bu müjdeli haberi duyan Kerem bir deli gibi yerinden fırlamış. Duvarda asılı olan. sazını eline almış coşkulu bir sesle türkü söylemeye başlamış. Kerem’in günleri artık zevk ve sefa içinde geçiyormuş. Ancak bu beş aylık süre Kerem’e çok uzun gelmiş sazını eline alarak babasını huzuruna çıkmış ve bir türkü söylemiş.

Kerem’in böyle üzüldüğünü gören babası: Oğlum ben Keşişe beş ay süre verdim, bu süre de dol­du. Artık düğün hazırlıklarına başlayabiliriz, demiş.

Diğer taraftan Keşiş, padişahın yanından ayrıldıktan son­ra kendi köşküne dönmüş ve padişahtan kurtulma planları yapmaya başlamış. Bir gece yarısı kıymetli eşyalarını toplayıp köyünü terk etmiş, tabi bu olanlardan padişahın haberi yok­muş. O, düğün hazırlıklarını tamamlayıp büyük bir kafileyle yola çıkmış. Kafilenin en önünde olan Kerem köye yaklaşın­ca görmüş ki her kez köyü terk ediyor. Oradan geçen yaşlı bi­rine neden köyü terk ettiklerini sormuş. Yaşlı adam da köyde bulunan bilgili bir keşişin köyü terk ettiğini bundan korkarak onların da köyü terk etmeye karar verdiklerini söylemiş. Yaşlı adam sözlerini bitirince Kerem, Keşişin kızını alarak kaçtığını anlamış. Gözlerinden yağmur gibi yaşlar dökülmeye başla­mış eline sazını alarak bir türkü söylemiş.

Kerem gözyaşları içinde bunları söyledikten sonra doğru­ca Aslı Han ile buluştukları bahçeye girmiş. Ancak orada kı­zın işlediği gergeften başka bir şey kalmadığını görmüş. Yüre­ğinden aşkın alevleri yükseliyormuş. Gözyaşlarını aslının el­lerinin değdiği gergefe dökerek bir türkü söylemiş.

Bunları ah vah içinde söyleyen Kerem şehrin içinde ge­zerken birisini Aslı Han’a benzetmiş ve eyvah sevgilim beni unutmuş, burada eğlenmekte, diyerek yine almış eline sazı ve bir türkü söylemiş.

Bu türküyü işiten kız: Bak beyim, ben Aslı Han değilim sen beni ona benzet­miş olacaksın. Senin aradığın kız Hoy şehrine gitti demiş.

Kerem arkadaşı Sofi’yi de yanına alarak Aslı’nın peşine düşmüş. Gide gide Hoy şehrine varmışlar. Orada bulunan bi­rilerine bu taraftan bir keşişle ailesi geçti mi, diye sormuş.

On­lar da: Geçti ama onlar Şuşi köyüne gitti demişler. Kerem ile Sofi ertesi gün Şuşi köyüne doğru yol almışlar. Yolda bip yaylada bulunan yolcuları görmüşler ve onlara Aslı’yı görüp görmediklerini sormuşlar. Onlar da, Aslı’yı gördüklerini an­cak bir türkü söylemesi karşılığında yerini bildireceklerini söy­lemişler.

Kerem almış sazı eline ve bir türkü söylemiş. Türküyü çok beğenen yolcular: Senin aradığın keşiş buradan geceli otuz gün oluyor. Onlar Kelb’e gitti, demişler.

Bundan sonra Kerem ile Sofi Kelb’e doğru yol almaya başlamış. Kelb’e vardıklarında bu defa da Kars’a gittiklerini öğrenmişler. Oradan tekrar Hoy’a gitmişler. Kerem Aslı’nın peşinde perişan bir vaziyette iken padişaha haber gitmiş.

Bu­nun üzerine padişah: Eyvah! Biricik oğlum mahvolacak, diyerek hemen Kerem’i aramaya koyulmuş. Nihayet onu Aslı’nın bahçesinde ah vahlar içinde bulmuş.

Koşarak Kerem’in yanına gelmiş ve ona: Ey oğul Bu ne hâl? Hele sabret, bir çaresini bulacağız, diye teselli etmeye başlamış.

Ancak aşk ateşiyle yanan Kerem eline sazını alarak derdini dökmeye başlamış.

Oğlunun üzüntüden öleceğini düşünen padişah onu Aslı’dan vazgeçirmeye çalışmış ama bağrı yanan Kerem bu sözleri dinlememiş. Anasıyla ve babasıyla helalleşerek tekrar So­fi ile birlikte Aslı’yı aramaya koyulmuş. İlk önce Gence’ye oradan, Revan’a, Çıldır’a, Ahıska’ya, Şeki’ye, Orhan’a, Oltu’ya, Narman’a, Bayat’a, Ürgüp’e, Tiflis’e, Ahlat’a, Muş’a, Malazgirt’e, Pasin Ovası’na, Uzun Ahmet’e, Hasan Kalesi’ne, Erzurum’a, Eşen Kalesi’ne, Varbik’e, Tercan’a, Cinci Beline, Eşbat’a, İbrit’e, Ayaş, Zile, Sivas, Parmak Ovası, Kayseri ve Antakya’ya gitmişler.

Bu arada Keşiş Halepçe gelip bir Ermeni evine misafir ol­muş. Ev sahibi onun yabancı olduğunu anlayınca nereden geldiğini sormuş.

O zaman Keşiş bir ah çekip: Hâlimi hiç sorma! Ne kadar kaçtıysam Kerem peşimi bırakmadı. Kaça kaça nihayet buralara geldim. Neredeyse burayı da bulur. Bir türlü elinden kurtulamıyorum, demiş,

Ev sahibi: O gelmeden kızı buradan birine verelim, bakar ki kızı başkaları almış, o zaman vazgeçer, sen de kurtulursun, de­miş. Keşiş de hemen alelacele kızı nişanlayıp düğün hazırlık­larına başlamış.

Gelelim Aslı Han’a: Ah edip, gece gündüz: İlahî, babamın iki gözlerini kör eyle! diyerek ağlayıp dururmuş.

Kerem ile Sofi Halep’e varmışlar. Oradaki bir kah­veye oturmuşlar. Halep Paşa’sının külhanbeyi kol gezerken Kerem’i görmüş o da kahveye girmiş.

Bakalım Kerem külhan­beyine ne söylemiş:
Ela gözlüm sana meftun olalı,
Benim çektiğimi bir Mevla bilir.
Yay niçin açılmaz gülün dehan
Gönül ne yaz bilir, ne şita bilir.
Mecnun olur gezerim dağlar yolunu
Deremedim şu cananın gülünü
Aşık olan anlar aşkın hâlini
Yalandır, doğrudur pek ala bilir.

Külhanbeyi: Ey âşık, hangi bağın gülü, hangi bahçenin sümbülü­sün? Nereden gelir nereye gidersin, demiş.

Kerem: Buralardan bir Keşiş geçti mi? Kendisi Isfahanladır, diye sormuş.

Külhanbeyi: Onlar buradadır, deyince,

Kerem öyle bir ah etmiş ki ağzından alevler yükselmiş. Bu alevler neredeyse külhanbeyini yakacakmış.

Kerem’in derdini anlayan külhanbeyi: Sen merak etme, ben seni kıza kavuştururum; ama kız da seni istiyor mu, deyince Kerem evet demiş.

Bu arada Aslı Han’ın düğünü olmaktaymış. Külhanbeyi hemen bir kadın bularak Aslı Han’ın yanma göndermiş. Ka­dın Aslı Han’ı bulmuş ve Kerem’in geldiğini söylemiş. Gizlice birlikte Kerem’in yanma gelmişler. Uzun ayrılıktan sonra ka­vuşan âşıklar bir süre hasret gidermişler.

Kerem’in geldiğini haber alan Keşiş: Bizi burada da buldu bundan kurtulmanın çaresi yok­tur. İyisi mi kızı vereyim; ama bir oyun edeceğim ki kıyame­te kadar söylensin, demiş. Kızı Kerem’e vermiş ancak kızının elbisesini kendisi yapmak istemiş.

Elbiseyi yapmış, boydan boya sihirli düğmeler koymuş, kızına da:
- Bak kızım muradına ereceksin ama bir şartım var, eğer bu şartımı yerine getirmezsen hakkımı sana helal etmem, düğün gecesi bu elbisenin düğmelerini Kerem’e açtıracaksın demiş.

Bir mübarek gecede Aslı ile Kerem’i gerdek odasına koy­muşlar.

Kerem: Ey sevdiğim Hakk Teâlâ’ya şükür bizi yine kavuşturdu, deyince

Aslı: Ey sevdiğim, sana bir şey söyleyeceğim ama sakın gü­cenme. Babam yemin verdirdi, elbisemin düğmelerini sen çözeceksin, yeminimin yerine gelmesini isterim.

Kerem düğ­meleri çözmeye başlamış; ama son iki tanesine gelince bak­mış ki düğmeler yeniden iliklenmiş. Yine çözmeye başlamış, yine son iki tanesine gelince hepsi iliklenmiş. Böylece devam etmiş. Nihayet sabah namazı olmuş. Muradına eremeyen Ke­rem bunun bir oyun olduğunu anlamış, öyle bir ah etmiş ki ağzından çıkan alevler tepesinden başlayarak onu yakmaya başlamış.

Aslı Han bir de bakmış ki Kerem’i ateş bürümüş, yaptığına pişman olup:
-Vay baba, ocağım söndü, diyerek başlamış Kerem’in üstüne su dökmeye. Bu sırada Kerem yine sazına sarılıp alev­ler arasında bakalım ne demiş:

Isfahandır bizim asıl ilimiz
Sunam uçtu viran kaldı yurdumuz
Ya böyle nice olur halimiz
Çöz Aslım çöz göğsün düğmelerini.

Aşıp geldim nice dağlar belinden
Neler çektim ben bu aşkın elinden
Kurtulamam elalemin dilinden
Çöz Aslım çöz göğsün düğmelerini.

Felek bizi ne günlere yetirdi
Ömrümü günümü yedi bitirdi
Süre süre bu diyara getirdi
Çöz Aslım çöz göğsün düğmelerini.

Derdimi duyanlar cümle ağladı
Beyler tuttu kollarımı bağladı
Yüreğimi firkat odu dağladı
Çöz Aslım çöz göğsün düğmelerini.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder