23 Ekim 2019 Çarşamba

İkinci Kalenderin Öyküsü 1 - Binbir Gece Masalları


Masalın Adı : İkinci Kalenderin Öyküsü

Masalın Yazarı : Binbir Gece Masalları

Gerçekten, ey hanımım, kör olarak doğmadım. Ama şimdi size anlatacağım öyküm, öylesine şaşırtıcıdır ki, iğneyle gözün iç köşesine yazılsaydı, eğitme bakımından değerli bir ders oluştururdu. Bu karşınızda duran, bir şahın oğlu şahtır aslında... Yine bilin ki, asla bir cahil değilim: Kur'an okurum, hem de yedi çeşit kaleme alınışıyla...

Belli başlı kitapları da okurum, bilim üstatlarının temel kitaplarını da... Yıldız bilimi üstüne kitaplarla şairlerin yazdıklarını da. Sonunda, tüm bilimlerin incelemesine kendimi öylesine verdim ki, çağımın tüm yaşayanlarını geçtim. Adım hattatlar nezdinde saygıyla anıldı dahası tüm bölgeler, tüm ülkelerde şöhretim yayıldı, tüm hükümdarlar nezdinde değerim kabul edildi. Bu sırada Hint hükümdarı benden söz edildiğini duymuş babamdan beni kendisine yollamasını, göz kamaştırıcı hediyeler ve şahlara yaraşır armağanlar göndererek, rica etmişti. Babam buna rıza gösterdi ve içi her şeyle dolu altı gemi hazırlatarak beni yola çıkardı. Deniz yoluyla yaptığımız bu yolculuk tam bir ay sürdü, bunu izleyerek bir kıyıya yaklaştık. Orada bizimle birlikte gemilere yüklenen develerimizi ve atlarımızı karaya çıkardık. Hint hükümdarına sunulmak üzere on deve hediye yükledik. Ancak, daha yeni yola koyulmuştuk ki, bir toz bulutu yükselerek bize doğru yaklaştı. Yerin ve göğün tüm bölgelerini örttü ve yolculuğumuzun bir saatini kapladı. Sonradan dağıldı, arasından gazaba kapılmış arslanlara benzer kırk atlı belirdi. İyice bakınca, bunların çöl Arapları, yol kesen haydutlar olduğunu gördük.

Onlar da bizi fark edince, yanımızdaki, Hint hükümdarına sunulacak on deve yükü armağanı da düşünerek kaçmaya başladık. Bizim ardımıza düştüler, dört nala ve dolu dizgin... O zaman biz, işaretler yaparak onlara, "Kudretli Hint hükümdarına yollanan elçiler olduğumuzu, kötülük yapmamalarını" anlatmaya çalıştık. Onlar da bize, "Biz ne onun toprağında yaşıyoruz ne de onun tabileriyiz!" diye yanıt verdiler. Oracıkta benim genç hizmetçilerimden bazılarını öldürdüler, öteki hizmetçilerle ben çeşitli doğrultularda kaçarak kurtulduk. Ancak ben oldukça derin bir yara aldıktan sonra kaçabildim.

Bu sırada, çöl Arapları bizim tüm servetimizi ve develerin sırtında olan hediyeleri yağma etmişlerdi. Bana gelince, kaçışım sırasında nereye yöneldiğimi de ne yapacağımı da bilmez hale gelmiştim. Kaçışımı, bir dağın tepesine ulaşıncaya kadar sürdürdüm orada bir mağara buldum, sonunda istirahat edecek ve geceyi geçirecek bir yer edinmiştim.

Sabahleyin, mağaradan çıktım, şahane ve zengin görünüşlü bir kente ulaşıncaya kadar yürümeyi sürdürdüm. Buranın iklimi öylesine harika idi ki, kış orada hükmünü icra edemiyor, bahar her yanı güllerle kaplıyordu. Bu kente girişimden çok sevinç duymuş, özellikle kaçış ve yürüyüşle yıpranmış bedenimde bir ferahlık hissetmiş­tim. Gerçekten hüzünle sararmış, epeyce değişmiştim. Bu kentte, ne yana yöneleceğini bilemediğim bir sırada, dükkanında dikişle uğraşan bir terzinin önünden geçiyordum, yanına vardım terzinin, selam verdim. Selamımı iade etti ve beni samimiyetiyle oturtmaya çalıştı, kucakladı ve iyi davranışıyla beni, ülkemden ayrılmanın nedenini anlatmaya yöneltti. Bunun üzerine başıma gelen her şeyi, başından sonuna kadar, ona anlattım. Anlattıklarıma çok üzüldü ve bana, "Ey yumuşak yürekli genç adam, kime olursa olsun, bütün bu öyküyü anlatmana gerek yok. Yoksa bu kentin hü­kümdarından sana zarar gelmesinden korkarım çünkü bu zat, babanın en büyük düşmanıdır, ona karşı eski bir intikamı vardır" dedi. Bunu izleyerek, benim için yiyecek içecek hazırladı, ben de yiyip içtim.

O da benimle yedi, içti. Geceyi konuşarak geçirdik bana dükkânında bir köşe ayırdı. Sonra ihtiyacım olan bir şilte ve örtü getirdi. Orada, o da ben de uyumak üzere uzandık. Bu şekilde onun yanında üç gün misafir kaldım bu sürenin sonunda bana, "Senin yaşamını kazanabileceğin bir mesleğin var mı?" diye sordu. Ona, "Tabii! Ben hukuktan nasibini almış bir bilgin, geç­mişin bilimlerinde bir üstat sayılırım. Edebiyat ve muhasebeyi de bilirim!" dedim.

Bana, "Dostum, bütün bunlar bir meslek oluşturmaz" dedi. Beni üzgün görerek, "Ya da belki bir meslektir ama, bizim kentin piyasasında hiç geçerliği yoktur. Burada, bizim kentte, hiç kimse inceleme, yazma, okuma ve hesap yapma nedir bilmez. Sadece yaşamını kazanmaya bakar." Bunu duyunca, çok pişman oldum ve ona, "Gerçekten, vallahi, sana anlattıklarımdan başka yapacak hiçbir şey bilmiyorum" diye tekrarlamaktan başka bir şey söyleyemedim. "Öyleyse, çocuğum, kendini toparla! Bir balta ile bir urgan al! Allah sana daha iyi bir baht hazırlayasıya kadar ormana gidip ağaç keserek geçimini sağla!" dedi.

Bu sözler üzerine, gidip bana bir balta ve bir urgan satın aldı ve beni, onlara emanet ederken iyi tanıtmaya gayret göstererek öteki oduncularla ormana odun kesmeye yolladı. Bunun üzerine oduncular ile yola koyularak ormana vardım. Kestiğim odunları omzuma vurdum, onları kente götürerek yarım dinara sattım. Biraz para harcayarak yiyecek satın aldım, paranın geri kalanını özenle sakladım. Böylece bir yıl boyunca çalışmayı sürdürdüm ve her gün dostum terziyi dükkanında ziyarete gittim. Kö­şemde, bağdaş kurarak dinlendim.

Bir gün, adet edindiğim gibi, ormana gitmiş bir ara öteki odunculardan uzak düşerek, sık ağaçlıklı bir yöreye gelmiştim, orada kendime kuru bir ağaç seçtim ve kökü yöresindeki tüm toprağı kaldırmaya koyuldum. Açtığım yerde bakırdan bir halkası olan bir tahta kapak gördüm. Kapağı kaldırdım. Altında, bir merdivenin uzandığını gördüm, merdivenin dibine kadar indim. Orada bir kapı buldum. Kapıdan girdim ve kendimi göz kamaştıran ve güzel inşa edilmiş bir sarayın salonunda buldum. İçerde en güzel incilere denk gü­zellikte bir kız vardı. Öyle güzeldi ki, onu görür görmez yüreğimin tüm kaygısı, tüm hüznü ve tüm felaketi silindi.

Ona baktım ve hemen böylesi bir güzelliğin ve mükemmelliğin yaratıcısı önünde dize geldim. Bunun üzerine o da bana bakıp, "Sen bir insan mısın, yoksa bir ecinni mi?" diye sordu. Kendisine, 'Bir insanım" diye yanıt verdim. O da bana, "Ama yirmi yıldır insan yüzü görmeden yaşadığım bu mevkie seni kim getirebildi?" dedi. Tatlılık ve zevkle dolu buldu­ğum bu sözlere karşı, "Efendim, beni buraya sevkeden Allah'tır, tüm dertlerimden ve acılarımdan arınayım diye herhalde!" şeklinde yanıt verdim. Sonra da oturup başıma gelenleri, başından sonuna kadar ona anlattım.

Bunları duyunca çok üzüldü ve ağlamaya başladı ve bana, "Ben de sana kendi öykümü anlatayım!" dedi. "Bilesin ki, ben Hint şahlarının sonuncusu olan Abanoz Adası'nın hakimi Şah Aknamus'un kızıyım. Babam beni amcamın oğluyla evlendirmişti. Ama evliliğimin ilk gecesinde, daha bekaretimi yitirmeden, bizzat İblis'in oğlu Racmus'dan olma Cerceris denen ifrit beni kaçırdı. Beni uçurarak getirip bu mevkie bıraktı. Buraya arzu duyabileceğim tatlılar, giysiler, değerli kumaşlar, mobilyalar, yiyecekler ve içecekler taşıdı. O zamandan bu yana, her on günde bir gelip beni görüyor ve bir gece benimle yatıyor, sonra da sabahleyin çekip gidiyor. Bana, bu on gün içinde, kendisinden herhangi bir şey isteyecek olursam, gece olsun gündüz olsun, bu salonun kubbesi altındaki şu tablette yazılı olan iki satıra el değdirmenin yeterli olduğunu bildirdi. Ve gerçekten, o zamandan bu yana, ne zaman bu yazıya dokunsam, onu karşımda görüyorum. Bu kez, onun ayrılmasından buyana dört gün geçti. Daha altı gün burada olmayacak. Acaba sen burada benimle beş gün kalabilir misin? Böylece onun gelişinden bir gün önce buradan ayrılmış olursun!" diye sözünü bitirdi. Kendisine, "Kuşkusuz! Bunu yapabilirim" diye yanıt verdim.

Bunu duyunca çok sevindi ayağa kalktı, elimi tuttu, kemerli bir kapıdan geçirdi, oradan sıcacık ve hoş bir hamama götürdü. Tatlı bir havası vardı, buranın... Orada, çabucak soyundum, o da soyundu,  ikimiz birlikte yıkandık. Banyodan sonra, hamamın serinliğindeki yatağa uzandık bana içmek için miskle karılmış şerbet sundu ve önüme pastalar koydu. Sonra zarif bir konuşma tutturduk, onun tutkunu olan ifritin sağladığı şeyleri yedik, Bunu izleyerek bana, "Bu gece sen uyu, yorgunluğunu gider, yarına iyice dinlenmiş olursun!" dedi. Ben de, hanımım, ona teşekkür ettikten sonra iyice uyumak istiyordum. Ve gerçekten, hemen tüm dertlerimi unutmuş gibiydim.

Uyanınca onu yanımda oturur buldum, bedenimi ve ayaklarımı tatlı tatlı ovuyordu. Allah'a tüm iyiliklerini ona bağışlaması için dualar ettim, sonra oturup bir saat kadar konuştuk. Bana çok tatlı şeyler söyledi. Sonra dedi ki, "Vallahi! Önceleri, bu yeraltı sarayında tek başıma, hüzünle yaşıyordum ve göğsüm daralıyordu. Çünkü konuşacak kimse bulamıyordum ve bu, yirmi yıl sürdü. Ama Allah'a şükürler olsun ki, seni bana yollamakla yüceliğini gösterdi." Sonra o tatlı sesiyle, bana şu dizeleri okudu: Eğer gelişinden biz daha ünce haberli olsaydık halı diye ayaklarının altına yüreğimizin temiz kanını ve gözlerimizin siyah kadifesini sererdik! Yanaklarımızın tazeliğini sererdik ve ipek oyluklarımızın etini yatacağın yere, ey gece yolcusu! Çünkü senin yerin güz kapağımızın üstündedir. Bu dizeleri duyunca, ona elim yüreğimde teşekkür ettim; sevdası yüreğimin daha derinlerine takıldı. Tüm kaygılarım, tüm ıstı­raplarım yok oldu. Sonra oturup aynı bardaktan içmeye koyulduk, bu böylece geceye kadar sürdü, işte o gece, mutluluklar içinde onunla yattım. Ve yaşantımda, o geceye benzer hiçbir gece geçirmedim. Sabah olunca, yeniden yıkandık, birbirimizden çok hoşnut olarak ve de gerçek bir mutluluğun tanığı olarak... Ben, hâlâ çok ateşli idim ve mutluluğumu uzatmak istiyordum; ona, "İster misin, seni yeryüzüne çıkarayım ve seni bu ecinniden kurtarayım?" diye sordum. Bunu duyunca, gülmeye başladı ve bana, "Sus Allah aşkına! Ve sahip olduğunla yetin! Şu zavallı ifrit, on günde ancak bir gün benimle olacak, oysa ben sana her seferinde geriye kalan dokuz günü vaat ediyorum" dedi. Bense şarabın esrikli­ği ve tutkunun ateşiyle sürüklenerek sözden yana ileri gittim ve ona, "Asla! Şimdi duvarında esrarlı yazıt bulunan bu kubbeyi derhal yıkacağım. Bırak ifrit gelsin, onu da mahvedeceğim! Zaten çoktandır yerin üstündeki, yerin altındaki tüm ifritleri yakalayarak öldürmek benim en eğlenceli oyunum olmuştur" dedim.

Bu sözleri duyunca, kız beni yatıştırmak için şu dizeleri okumaya başladı: Ayrılmadan önce süre isteyen sen! Uzaklaşmayı dayanılmayacak kadar katı bulan sen! Asla bağlanmanın, fakat sadece sevmenin güvenli bir yol olduğunu bilmiyor musun? Düşünmeyi ve kendi kendine bıkkınlığın tüm bağlantıların şaşmaz kaidesi ve kopukluğun tüm dostlukların sonucu olduğunu söylemeyi bilmiyor musun? Ama ben, onun bana okuduğu bu dizelerin farkına varmadan, kubbeye şiddetli bir tekme attım!

Öykünün burasında, Şehrazat sabah olduğunu görmüş ve yavaş­ ça susmuş,

On Üçüncü Gece Gelince Demiş ki:

Ey bahtıgüzel şahım, işittim ki, ikinci kalender, evin genç hanı­mına öyküsünü şu şekilde anlatmayı sürdürmüş: Ben kubbeye bu şiddetli tekmeyi indirince, hanımım, kadın bana, "İşte ifrit! Bize ulaştı. Sana daha önce söylememiş miydim? Ben mahvoldum! Bari sen kaç kurtul! Geldiğin yerden çık, git!" dedi. Bunun üzerine merdivene doğru atıldım. Ama, ne yazık ki korkunun şiddetinden aşağıda sandallarımı ve baltamı unuttum. Böylece, merdivende henüz birkaç basamak çıkmışken, sandalıma ve baltama bir göz atmak için dönüp geriye son bir kez bakınca, yerin varıldığını ve oradan korkunç bir ifritin çıktığım ve kadına, "Bütün bu şiddetin anlamı ne? Başına bir felaket mi geldi?" diye sorduğunu duydum.

Kadın ona, "Hiçbir felaket yok! Birdenbire yalnızlıktan ötürü göğsümün sıkıştığını duydum, göğsümü ferahlatmak için serin bir içki almak üzere ayağa kalktım. Bunu yaparken biraz şiddetle davranmışım ki, kaydım ve kubbenin üstüne düştüm." dedi. Ama ifrit, ona, "Ey alçak Fahişe! Nasıl da yalan söylüyorsun!" Sonra sarayın içine göz gezdirdi, sağa, sola baktı ve benim sandallarım ile baltamı bulmakta gecikmedi. O zaman, "Bu âletlerin burada işi ne? Ha! Söyle! İnsanoğluna ait bu gereçler nereden geldi buraya?" deyince, kadın, "Şimdi senin elinde gördüm bunları... Daha önce hiç fark etmemiştim. Her halde senin sırtında asılı idi ve sen bunları kendin getirmiş olmasın buraya!" dedi. Bunun üzerine ecinni, hiddetinin son derecesine ulaşarak, "Ne saçma sözler bunlar! Çarptırılmış ve saptırılmış!.. Ey sefih kadın, onlar benîm üzerimde falan değildi!" diye haykırdı. Bu sözlerden sonra, onu soydu, çarmıha gerdi, işkence yaparak olup biteni anlatması için sorular sormaya başladı. Ama, ben artık bu kadarına ve kadının döktüğü gözyaşlarına dayanamadım, korkudan titreyerek merdivenden yukarı çıktım. Dışarıya çı­kınca kapağı önceki gibi yerleştirdim, üstünü de toprakla örterek gözlerden gizledim. Yaptığım harekete pişmanlığın son kertesinde pişman oldum. Ve genç kadını, onun güzelliğini ve bu alçak ifritin yirmi yıldır onunla birlikte kalan bu kadına uyguladığı işkenceleri düşünmeye koyuldum. Ve özellikle benim yüzümden de işkenceye uğradığını düşünerek acı duydum. Ve, o anda kendi babamı da, onun ülkesini de, şimdiki oduncu olarak yaşadığım sefil koşulları da düşündüm ve ağlayarak bu hüzünlü konuda bir şiir okumaya koyuldum. Bunu izleyerek, dostum terzinin dükkânına ulaşıncaya kadar yürüdüm ve onu, birkaç günlük yokluğumdan dolayı, yanan bir sobanın üzerinde oturur gibi telaşlı buldum. Orada beni merakla bekliyormuş. Bana, "Dün, her zamanki gibi dönmediğini görünce yüre­ğim senin için sızlayarak geceyi geçirdim. Ormanda vahşi bir hayvanın seni parçaladığından ya da başına benzer bir felaket geldiğinden korktum, Ama Tanrı 'ya şükürler olsun ki, dönüp geldin!" dedi. Bunu duyunca, gösterdiği ilgiden dolayı teşekkür ettim dükkâna girdim, köşeme oturdum ve başıma gelenleri düşünmeye başladım, kubbeye attığım tekmeden dolayı kendimi suçladım.

Birden bire dostum terzi içeri girdi ve bana, "Dükkanın kapısında biri var, bir tür Acem diyeceğim, seni soruyor elinde de senin baltan ve sandalların var. Kentteki tüm odunculara bunları göstererek ve de 'Sabahleyin ezanı duyunca namaz kılmak üzere camiye giderken yolda bunları buldum, kimin olduğunu bilmiyorum, acaba siz biliyor musunuz?' diyerek dolaşmış. Oduncular, baltayı ve sandalları görünce, bunların sana ait olduğunu bildiklerinden bu Aceme, hemencecik burayı tarif etmişler. Şimdi orada duruyor, dükkanın kapısında seni bekliyor. Haydi, çık da zahmetlerinden ötürü teşekkür edip baltanı ve sandallarını al!" dedi. Ama ben, bu sözleri duyunca, sarardığı­ mı ve korkudan tüm bedenimin çöktüğünü hissettim. Bu bitkin haldeyken, birdenbire, oturduğum yerde toprak yarıldı ve söz konusu Acem ortaya çıktı. Bu, o ifritti.

Bütün bu sürede genç kadına işkence etmişti, hem de ne işkence! Ama kadın hiçbir şey itiraf etmemiş­ ti. Bunun üzerine balta ve sandalları almış ve ona, "Sana İblis'in soyundan gelme Cerceris olduğumu kanıtlayacağım! Bu balta ile bu sandalların sahibini buraya getirip getiremeyeceğimi göreceksin!" demiş. İşte buraya, bu hileyi kullanarak, size söylediğim tarzda, odunculardan soruşturarak gelmiş. Böylece toprak yarılarak şiddetle yanıma geldi ve bir an bile kaybetmeden, beni alıp kaçırdı! Uçup göklere yükseldi, sonra inip toprağa gömüldü! Bana gelince, tüm ayırt etme yeteneğimi kaybetmiştim. Tam o sırada şehvetin tadını tattığım yeraltı sarayına girdik. Orada genç kadını gördüm, böğründen kan akıyordu. O zaman gözlerim yaşla doldu. Ama ifrit ona yöneldi, kolunu sıkıp, Ona "Ey sefihe! İşte dostun karşında!" dedi. Bunun üzerine genç kadın bana baktı ve "Ben onu hiç tanımıyorum onu sadece şu anda, şimdi gördüm" dedi. İfrit de ona, "Nasıl? Suçun kanıtı karşında duruyor ve sen hâlâ itiraf etmiyor musun?" diye haykırdı. O zaman kadın, "Onu tanımıyorum, ben. Ömrümde onu görmedim. Ve Tanrı huzurunda yalan söylemek bana yakışmaz" dedi. Bunun üzerine ifrit, ona "Eğer gerçekten tanımıyorsan, al şu kılıcı, onun başını vur!" dedi. Bunun üzerine kadın kılıcı aldı, bana doğru geldi, kar­şımda durdu. O sırada, korkudan sapsarı, merhamet diler gibi ona kaşlarımla olumsuz bir işaret yaptım ve gözyaşlarım yanaklarımdan aşağı akmaya başladı.

O da bana göz kırptı ama yüksek sesle "Tüm felaketlerimizin nedeni sensin!" dedi. Bunu duyunca yeniden kaşlarımla işaretler yaptım ve ifrit anlamasın diye ona iki anlama gelebilecek dizeler okumaya başladım: Gözlerim, dilimi gereksiz bıraktıracak kadar seninle konuşmasını biliyor. Yüreğimdeki gizli sırları sadece gözlerim açıklar sana! Suni görünce tatlı gözyaşlarım akar durur ve ben susarım. Çünkü gözlerim içimdeki ateşten yeterince söz eder. Kirpikler kırpışarak, tüm duyguları anlatır bize, anlayışlı olanlar için parmakların kullanılması hiç gerekmez. Kaşlarımız tüm öteki şeylerin yerini tutar. Susalım öyleyse! Ve sözü sadece aşka bırakalım! Genç kadın, benim işaretlerimin ve dizelerimin anlamını kavradı ve ifritin kılıcını fırlatıp attı. Bunun üzerine ifrit kılıcı aldı, bana verdi ve "Uçur şunun boynunu, seni bırakırım, hiçbir kötülük yapmam" dedi. Ben "Peki!" dedim ve kılıcı alarak cesaretle ilerledim ve kolumu kaldırdım. Bunu gören kadın, kaşlarıyla işaret yaparak, haliyle, "Ben sana haksızlık ettim mi?" demek istedi. Gözlerim yaşla doldu, ben de elimden kılıcı attım ve ifrite "Ey kudretli ifrit, ey güç­lü ve yenilmez kahraman! Eğer bu kadın, sence, inanç ve akli fukarası olsaydı, kafamın kesilmesini haklı bulması gerekirdi; oysa, kafamı kesip atmamış, bunun yerine kılıcı fırlatıp atmıştır. Böyle olunca, ben nasıl olur da onun başını kesme hakkını kendimde bulurum? Özellikle daha önce hayatımda hiç görmediğim bir kimseye bunu nasıl yapabilirim? Dolayısıyla, bu işi kesinlikle yapamam ben, kötü ölümün zehrini senin elinden içsem bile!" Bu sözlerim üzerine, ifrit "Hah! Şimdi aranızdaki aşkın ne olduğunu anladım" diye haykırdı. Ve o zaman, hanımım, bu alçak kılıcı aldı, vurarak genç kadı­nın elini kesti, sonra yeniden vurarak öteki elini kesti, sonra da sağ ayağını ve sol ayağını kesti. Ve böylece dört vuruşla, dört organını kesiverdi. Ve ben bunları gözlerimle izledim ve ölecekmişim gibi bir duyguya kapıldım.

Bu anda genç kadın bana kaçamak bir bakış fırlattı ve göz kırptı. Ancak, ne yazık ki, ifrit bunu gördü ve "Ey orospunun kızı! Gözlerinle bile zina işlemektesin!" diye haykırdı. Bunun üzerine kadının boynuna vurarak kafasını uçurdu. Sonra bana döndü ve "Bil ki ey insanoğlu! Biz ecinnilerin yasasında zina yapan eşin öldürülmesine izin verilmiş, hatta teşvik edilmiştir. Böylece, bu genç kadını, dü­ğün gecesinde, başkası ona sahip olmadan, henüz on iki yaşındayken kaçırmıştım, ben...

Onu buraya getirdim, on günde bir gelip onu görüyor, geceyi onunla geçiriyor, bir Acem kılığına girerek onunla oluyordum. Ama, onun beni aldattığını anladığım gün, onu öldürdüm. Zaten o beni sadece gözleriyle aldatmıştı, sana bakarak kırptığı gözleriyle... Sana gelince, onunla zina yaptığından emin olmadığımdan, seni öldürmeyeceğim. Ama ardımdan gülmemen ve gururunu kırmak için sana bir ceza vermek, ama bu cezanın çeşidini sana seçtirmek istiyorum. Haydi seç bakalım!" dedi. Bunu duyunca, hanımım, ölümden kurtulacağımı görerek sonsuz bir sevince kapıldım. Bu da beni, bu bağışlamayı kötü kullanmaya yöneltti. Ona, "Tüm cezalar içinden nasıl bir ceza seçileceğini bilemiyorum. Hiç verilmemesini yeğlerdim!" dedim. Öfkelenen ifrit, ayağını yere vurarak, "Sana seç dedim! Seni hangi kılığa sokarak büyüleyeyim, onu seç! Bir eşek kılığına mı dönüştüreyim? Yoksa bir köpek kılığına mı sokayım seni? Bir katır kılığına mı? Yahut ta bir karga kılığına? Yoksa bir maymun kılığına mı soksam?"

Bunu duyunca, tam bir bağışlanma umduğumdan, daima işin kaçamağına giderek, "Allah aşkına! Ey kudretli İblissin soyundan gelen Cerceris üstat, sen beni bağışlarsan, Tanrı da seni bağışlar. Çünkü sana hiç bir zarar vermemiş olan zavallı bir Müslümanı bağışlarsan, Allah da seni nasıl ödüllendireceğini pekâlâ bilir." Ve dua üzerine dualar okuyarak, kendimi alçakgönüllülükle ellerine terk ederek yalvarmayı sürdürdüm ve ona, "Beni haksız yere mahkıım ediyorsun!" dedim.

O da bana, 'Ölmek istemiyorsan, sus artık! İyi niyetimi kötüye kullanma, çünkü mutlaka seni büyülemem gerek!" dedi. Bu sözler üzerine beni kaldırdı, üzerimizdeki kubbeyi ve tüm sarayı yıktı, benimle birlikte göklerde uçtu. Öyle yükseldik ki, yeryüzünü bir su çanağı şeklinde gördüm. Bundan sonra bir dağın tepesine indik ve beni oraya bıraktı, eline bir parça toprak aldı, üzerine, "Ham, hum, ham!" diye homurdanarak bir şeyler okudu, sonra birkaç kelime telaffuz etti, sonra bu toprağı, "Bulunduğun halden çık, bir maymun ol!" diye haykırarak, üzerime serpti. O anda, hanımım, bir maymun oldum. Hem de nasıl bir maymun! En az yüz yaşında ve oldukça çirkin! Kendimi, bu halde görünce, ilkin hiç hoşlanmadım ve sıçramaya başladım, gerçekten maymun gibi sıçrıyordum. Sonra, bunun bir şeye yaramayacağını düşünerek, kendi halimi ve geçmişimi düşünerek ağlamaya başladım. İfrit korkunç bir neşeyle gülüyordu, sonra da gözden kayboldu.

Bunun üzerine bahtın haksızlıklarını düşünmeye koyuldum ve bahtına sahip olmanın insanın elinde olmadığını anladım. Bundan sonra, dağın tepesinden, ta dibine kadar yuvarlana yuvarlana indim. Ve geceleyin ağaçlar üzerinde uyuyarak yol almaya başladım. Bu yolculuk, Tuzlu Deniz'in kıyılarına ulaşıncaya dek bir ay sürdü. Orada bir saat kadar eyleştim. Sonunda, denizin ortasında, uygun rüzgarla kıyıya yaklaşmakta olan bir gemi gördüm. Bunun üzerine, bir kayanın arkasına saklanıp bekledim. Gemiden çı­kan adamların oraya buraya gidip geldiğini gördükten sonra, cesaretimi topladım ve gemiye sıçradım. Bunu gören adamlardan biri, "Bu kötü görünüşlü yaratığı kovun buradan!" diye haykırdı. Bir di­ğeri, "Yo, onu öldürün!" diye bağırdı.

Bir üçüncüsü, "Evet! Şu kılıçla onu öldürelim!" diye bağırdı. Bunu duyunca, ağlamaya başladım ve pençemle kılıcın ucunu tuttum, gözyaşlarını akıp duruyordu. Bunu gören kaptan bana acıdı ve onlara, "Ey tacirler, bu maymun bana yalvarıyor, yalvarışını duyuyorum, korumam altına alıyorum onu. Kimse ona dokunmasın, kovmasın ve de tedirgin etmesin!'' dedi. Sonra bana seslenerek tatlı ve güzel sözler söylemeye başladı ve ben, onun tüm sözlerini anlıyordum. Böylece beni hizmetçi olarak yanına aldı, ben onun her türlü işini görüyor ve gemide hizmetinde bulunuyordum. Elli gün boyunca rüzgâr uygun esti. Sonunda içinde oturanların sayısını ancak Tanrı'nın bilebileceği büyük bir kente ulaştık. Oraya ulaştığımızda, kentin hükümdarı tarafından bize yollanan köleleri gördük. Bunlar yaklaşarak tacirlere, "Hoşgeldiniz!" dediler. "Hükümdarımız sizin teşrifinizle memnunluklarını bildirdi ve şu parşömen tomarım size vermekle bizi görevlendirdi ve de, her birinizin hüsnü hatla birer satır yazı yazmanızı diledi" dediler. Bunun üzerine, ben, her zamanki maymun kılığım altında, kalktım ve ellerinden şiddetle parşömeni kaptım ve onlardan biraz uzağa doğru sıçrayarak uzaklaştım.

Bunu görünce parşömeni yutacağımdan ya da suya atacağımdan korktular. Bunun üzerine işaretle onlara yazı yazmayı bildiğimi ve yazmak istediğimi anlattım. Kaptan onlara, "Bırakın yazsın! Çiziktirdiğini görürsek, yazmasını engelleriz ama, gerçekte, hüsnü hat biliyorsa, onu oğlum olarak kabulleneceğim. Çünkü ömrümde bundan akıllı maymun görmedim" dedi. Bunun üzerine kalemi elime aldım, hokkaya daldırarak iki yanının da iyice mürekkebe bulanmasını sağladım ve yazmaya başladım. Böylece içimden geldiği gibi dört kıta yazdım; bunların her biri ayrı üsluplara göre, ayrı tarzlarda idi: İlk kıt'a rika'a tarzına göre, ikincisi reyhani, üçüncüsü sülûsi, dördüncüsü de mûşik tarzlarında idi. Zaman cömert kimselerin hayırlı işlerini ve bağışlarını çoktan belirlemiştir ama, seninkileri sayıp dökmekte asla taşan sağlayamamış, umutsuzluğa düşmüştür. Tanrıdan sonra, insanoğlu senden başkasına başvurma? çünkü sen tüm iyilikseverlerin babasısın! Sana onun kaleminden söz edeceğim: Onun kalemi! Kalemlerin îlki ve kökenidir! Kudreti şaşırtıcıdır, ünlü bilginlerin birçokları onun sayesinde payidar olmuşlardır. Bu kalemden, onu tuttuğum parmak uçlarından başlayarak beş hitabet ve şiir dünyaya, ırmağa akar. Sana onun ölmezliğinden söz edeceğim, ölmeyen yazar yoktur elbet! Ama zaman onun ellerinden çıkan yazıyı ölümsüz, kılar! Bundan dolayı, kaleminin. Diriliş gününde, seni gururlandıracak şeylerden başkasını yazmasına izin verme! Eğer hokkayı açarsan, oraya kalemini, bağışçıya özgü satırlar, iyilikle dolu satırlar yazmaktan başka maksatla batırma! Ama, onu bağış uğrunda kullanamayacaksan, hiç değilse güzellik uğrunda kullanmak için batır! Ve, böylece, en büyük yazarlar aracında sayılanlardan olursun!

Yazma işini bitirince, parşömen tomarını ona uzattım. Hepsi büyük bir hayranlık duydular, sonra her biri sırayla en güzel yazılarıyla birer satır yazdılar. Bundan sonra köleler, tomarı hükümdara götürmek üzere uzaklaştılar. Hükümdar tüm yazıları inceledikten sonra, dört ayrı tür ve üslupta yazılmış olan benimkinden başkasını beğenmemiş. Zaten ben bir şahın oğluyken, bu marifetimle bütün dünyada ün sağ­lamıştım. Bunun üzerine hükümdar, yöresinde bulunan tüm dostlarına ve kölelerine, hepiniz gidip bu güzel yazının sahibini görün! Ve de giyinsin diye bu hilatı kendisine verin! Ve onu benim katırlarımın en güzeline bindirerek çalgılı bir alayla buraya, yanıma getirin!" demiş. Bu sözleri duyunca hepsi gülmeye başlamışlar. Ve hükümdar, bunu fark edince, çok kızmış ve "Nasıl! Size bir emir veriyorum ve siz bana gülüyorsunuz ha!" diyerek haykırmış, Ona, "Ey çağımızın hükümdarı, sizin sözlerinize gülmek ne haddimize! Ancak size, bunca güzel yazıyı yazanın bir âdemoğlu olmadığını, gemi kaptanının maymunu olduğunu söylemek zorundayım" diye yanıt vermişler. Bunun işiten hükümdar son derece şaşırmış, sonra neşeli kahkahalar koparak, "Bu maymunu satın almak isterim" diye haykırmış. Sonra da, tüm saray halkına gemiye gidip bu maymunu görmelerini, yanlarına da katırı ve hilatı almalarını emretmiş ve onlara, "Onun kesinlikle bu hilata bürünmesini ve katıra bindirilerek buraya getirilmesini istiyorum" demiş. Bunun üzerine hepsi gemiye geldiler ve beni kaptandan, baş­tan satmak istememesine karşın, çok yüksek bir fiyatla satın aldı­ lar. Sonra, ben, kaptana işaretle ondan ayrıldığımdan dolayı çok üzgün olduğumu anlattım. Sonra da beni alıp götürdüler, hilatla donatarak ve katıra bindirerek... O kentin uyumlu çalgılarının sesine uyarak yola koyulduk, tüm kentte oturanlar ve tüm orada yaşayan insan varlıkları, şaşkınlık içinde, bu görülmedik manzarayı büyük bir merakla izliyorlardı. Beni hükümdarın huzuruna götürdüklerinde, onu görünce, ayaklarının ucundaki toprağı üç kez öptüm, sonra da hareketsiz kaldım. Kral beni oturmaya davet etti bense dizüstü kaldım.

Bunun üzerine orada bulunan herkes, benim yüksek terbiyeme ve davranı­şımın kibarlığına hayran oldu. En büyük hayranlığı da hükümdar duydu. Ben böyle dizüstü durur durmaz, hükümdar, orada bulunanların hepsinin ayrılmalarını buyurdu ve herkes çekip gitti. Sarayda, hükümdar, baş haremağası, bir gözde köle ve benden başka kimse kalmadı, hanımım! Bunun üzerine hükümdar, yiyecek bir şeyler getirilmesini emretti. Bir sofra yaydılar ve üzerini canın çekebileceği, gözün zevkine varacağı her şeyle donattılar ve hükümdar bana bunlardan yememi işaretle anlattı.

Bunun üzerine ayağa kalktım ve ayaklarının ucundaki toprağı yedi kez öptüm ve büyük bir nezaketle sofraya oturarak ve de geçmiş eğitimimi hatırdan çıkarmayarak yemeye başladım. Sofrayı kaldırdıklarında, ben de ayağa kalktım, gidip ellerimi yıkadım sonra da mürekkep hokkasını, kalemi ve bir parşömen parçasını alarak Arap mutfağının yüceliğini öven şu dizeleri yazdım: Ey tatlılar, parmakla sarılmış ince, lezzetli, hoş tatlılar! Sizler tiryakisiniz, panzehirisiniz tüm zehirlerin! Siz olmasanız tatlılar, asla hiçbir şeyi sevemezdim sizler benim tek ümidim, tüm ihtirasımsınız! Serilmiş bir sofranın ortasındaki büyük bir tepside, yağ ve bal içinde yüzen nefis kokulu bir künefeyi gören yüreğim nasıl titrer! Ey künefe! Sevindirici, iştah verici bir saç demeti halinde inceltilmiş künefe! Arzum, sana duyduğum arzumun haykırışı, ey künefe, ne yücedir! Seni soframda görmeden bir gün geçeceğine, ey künefe, ya künefe! Ölümü göze alsam yeridir! Hele şurubun! Tapılası, nefis şurubun! Onu yiyip, onu içip gece gündüz, öteki dünyada da aynı zevki alırdım!

Bunu izleyerek, kalemi ve yaprağı yerine koydum ve ellerimi yı­kayarak uzak bir yerde saygıyla oturdum. O zaman hükümdar yazdıklarıma baktı ve okudu; okuduklarına son derece hayranlık duydu ve "Bir maymunun böylesine belagat sahibi olması ve bu kadar güzel yazı yazması mümkün müdür? Yarabbi! Bu harikaların da ötesinde bir harika!" diye haykırdı. Bu sırada hükümdarın önüne bir satranç tahtası getirildi, hü­kümdar işaretle bana, "Oynamasını bilir misin?" diye sordu. Ben de başımı sallayarak, "Evet, bilirim" işareti verdim. Bunun üzerine satranç tahtasının başına geçerek oyunu düzenledim ve hükümdarla oynadım. Onu iki kez yendim. Hükümdar buna ne diyeceğini bilemiyor, zihni karma karışık düşünüyordu.

Sonra, "Bu bir âdemoğlu olsaydı, bilgiden yana çağının tüm yaşayanlarını geçerdi" dedi. Bunun üzerine hükümdar, haremağasına, "Kızım olan genç hanımının yanına git! ve ona, "Ey hanımım, çabucak hükümdarın yanı­ na gel!' de! Zira, kızımın bu olup biteni izlemesini ve bu harika maymunu görmesini istiyorum" dedi, Bunun üzerine haremağası gitti ve biraz sonra hükümdarın kı­zı olan genç hanımıyla birlikte geri döndü. Kız beni görür görmez, örtüsünün ucuyla yüzünü kapatarak, "Babacığım, nasıl oluyor da, burada yabancı erkekler varken, beni huzurunuza çağırıyorsunuz?" diye sordu. Hükümdar, ona, "Kızım, burada, benden, gördüğün şu genç köleden ve seni çağıran harem ağasından, bir de şu maymundan başka kimse yok ki! Öyleyse kimden yüzünü gizliyorsun?" diye sordu.

Bunun üzerine genç kız, "Bil ki, babacığım, bu maymun bir şahın oğludur. Babası Aymarus adlı bir şahtır. Uzaktaki bir kara ülkesinin sahibidir, bu şah... Bu maymun onun oğlunun büyülenmiş halidir. İblis'in soyundan gelme ifrit Cerceris, Abanoz Adaları'nın şahı Aknamus'un kızı olan kendi eşini öldürdükten sonra, onu bu hale sokmuş. Senin gerçek bir maymun sandığın bu yaratık aslında bir erkektir hem de bilgili, iyi eğitilmiş ve çok akıllı bir erkek!" dedi. Bu sözleri duyunca, hükümdar çok şaşırdı ve bana, "Kızının söyledikleri doğru mu?" diye sordu. Bunun üzerine başımla, "Evet! Doğrudur!" işareti verdim ve ağlamaya başladım. Bunun üzerine hükümdar kızına, "Fakat sen onun büyülendiğini nasıl anladın?" diye sordu. Kız, "Babacığım, ben küçükken, annemin hizmetinde bulunan yaşlı hanım birçok hileler bilen ve büyü konusunda çok bilgili biriydi. Bana büyücülüğü o öğretti.

O zamandan bu yana, bu konuda, daha da derinleştim. Kendimi yetiştirdim ve hemen hemen yüz yetmiş türlü büyü öğrendim. Bu büyülerin en önemlilerinden biri olarak bende, senin sarayını bütün taşlarıyla ve kentle birlikte oldu­ğu gibi Kaf Dağı'nın ardına taşıma ve de bu ülkeyi ayna gibi bir deniz, içinde yaşayanları da balık haline sokma kabiliyeti de var!" dedi. Bunu duyan babası, "Öyleyse, kızım, Allah'ın inayetiyle bu genç adamı kurtar da ben onu vezirim yapayım! Sen böylesine yeteneklere sahip olasın da, ben bilmeyeyim ha! Kurtar onu kızım, kurtar da vezir yapayım! Herhalde kibar ve zeki bir genç olmalı bu!" dedi. Ve genç kız, "Tüm dost ve cömert yüreğimle ve gerekli saygıyla" diye yanıt verdi. Öyküsünün tam burasında, Şehrazat, sabah olduğunu görmüş ve yavaşça susmuş. .....devamı İkinci Kalenderin Öyküsü 2

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder