7 Haziran 2020 Pazar

İnsanlığı Ancak Sen Kurtarabilirsin - Johnny Maxwell 1. Kitap (Terry Pratchett) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : İnsanlığı Ancak Sen Kurtarabilirsin - Johnny Maxwell 1. Kitap

Kitabın Yazarı : Terry Pratchett

Kitap Hakkında Bilgi :

İnsanlığın kaderi bir bilgisayar oyununun ellerine düşünce...

41 kitaplık “Diskdünya” serisinin kült yazarı Sör Terry Pratchett’ın, hayal gücünün sınırlarını zorlayan “Johnny Maxwell” üçlemesi, gözden geçirilmiş baskısı ve Mark Beech’in resimleriyle tekrar raflara geliyor.

Üçlemenin ilk halkası İnsanlığı Ancak Sen Kurtarabilirsin, savaş ve barış kavramları üstüne düşündürürken, etik değerlerle örülü, çarpıcı bir öykü anlatıyor.

"Gerçek olan oyunlar"la ilgili kaleme alınan tüm kitaplar arasından kolayca sivrilen bu eğlenceli roman, bir yandan güldürüyor, bir yandan da ünlü bilimkurgu filmlerine ve tarihî olgulara atıfta bulunarak okurun bilgi dağarcığını körüklüyor.

On iki yaşında, “sıradan” bir çocuk olan Johnny Maxwell’in hayatı son zamanlarda çelişkilerle doludur. Bir yandan ailesinin yaşadığı sıkıntılar, diğer yandan her gece televizyonda seyrettiği Körfez Savaşı haberlerinin etkisiyle zihni bir hayli karışıktır. Tüm bu sıkıcı olaylara rağmen, hayatını renklendiren tek şeyse bilgisayar oyunlarıdır. Günlerden bir gün Johnny’nin eline “İnsanlığı Ancak Sen Kurtarabilirsin” adlı yeni bir bilgisayar oyunu ulaşır ve olanlar olur. Çünkü oyundaki uzaylılar, Johnny ile iletişim kurmaya çalışmakta, hatta ondan yardım istemektedir! Peki, her oyunda yok edilmeye programlı bir uzaylı filosu nasıl olur da bir anda teslim olmaya karar vermiştir? Yoksa artık savaşmayı bir kenara bırakıp konuşmanın, iletişim kurmanın, barışmanın zamanı mıdır?

Okurlarını bilgisayarın günlük yaşamımıza tam olarak hükmetmediği, İnternet’in hayatımızı esir almadığı 90’lı yılların başına doğru gerçeküstü bir yolculuğa çıkaran İnsanlığı Ancak Sen Kurtarabilirsin, gerçekle kurgu arasında gidip gelen bir dünyanın kapılarını aralayarak doğru ve yanlışı baştan aşağı sorgulatan bir öykü anlatıyor.

Unutmayın; siz yapmazsanız, Johnny yapmazsa, kim yapacak?

“Şimdiye kadar, ‘gerçek olan oyun’larla ilgili çok hikâye okuduk. Ama Terry Pratchett’ınki ciddiyetiyle de, mizahıyla da bu alanda kendine çok özel bir yer ayırıyor...” Kutlukhan Kutlu, İyi Kitap

Kitaptan Bir Bölüm :

Birinci Bölüm
FAzlAdAN BİN CANı OlAN KAhrAMAN

Johnny dudağını ısırdı ve odaklandı.
Tamam. Hızla yaklaş, füzelerden biriyle ilk savaş gemisine nişan al. Biip biip biip biibiibiibiip! Füzeyi fırlat! Bammm!
Topları geminin üzerine boşalt!
Pat pat pat pat!
Şimdi ikinci gemiyi vur; lazerle kalkanını yok et! Ciyuvvv!
Yeni füzeyi ateşle: Fişşuvvv!
Birinci gemiyi indir, pike yap, silah değiştir, dönmekte olan üçüncü gemiyi tara...
Pat pat pat!
Yukarı kıvrılırken vizörde ikinci gemiyi yakala, bir füze daha fırlat! Bammm!
Şimdi taramaya başla... Fit fit fit!
İşte dördüncü gemi! Ah, bu hep en son gelirdi ama ilk önce onun peşine
düşerseniz, diğerleri dönüp tekrar gelme fırsatı bulurlardı ve bir anda üçü birden size nişan alırdı...

Johnny şimdiye kadar altı kez ölmüştü bile. Ve saat daha akşamüstü beşti.
Elleri klavyenin üzerinde âdeta uçuyordu. Hızlanarak kargaşadan çıkarken, yıldızlar kükreyerek etrafından geçti. Bu hamle tüm yakıtını tüketecekti, fakat düşman gemiler yetişene kadar kalkanlarını kaldırmasını ve hazır olmasını da sağlayacaktı; hem, iki gemi hasar almıştı bile... Ve işte... geliyorlardı... Füzeler fırladı...

Vay! İlk atışta şansı yaver gitti! Öl, öl, öl! Kırmızı Ateş Topu! Fişşuvvv!
İşte sonuncusu da kaçıyor, ama hâlâ yetişilebilir, gaza bas! GgrrRRRŞŞŞ!
Hiç durmadan ateşle ve sakın gözden kaybetme! Fişşuvvv! Ah!

Amiral gemisinin iri cüssesi ekranın köşesinde belirdi. Onuncu bölüm, işte geliyoruz! Dikkatlice, dikkatlice... Artık başka gemi yoktu, bu yüzden Johnny’nin
tek yapması gereken, amiral gemisinin atış menziline girmemek ve sonra da pike yaparak yaklaşmak ve Konuşmak istiyoruz.

Johnny gözlerini kırpıştırarak mesaja baktı.
Konuşmak istiyoruz.
Gemi kükreyerek geçip gitti. Viiiyooouuunn...
Johnny fren tuşuna uzandı ve yavaşladı, sonra döndü ve büyük, kırmızı şekli yine vizöre aldı.
Konuşmak istiyoruz.
Parmağı Ateş tuşu üzerinde oyalandı. Sonra, hiç bakmadan, elini klavyenin diğer yanına uzattı ve Duraklat’a bastı.

Oyun kitapçığını okumaya başladı. İnsanlığı Ancak Sen Kurtarabilirsin!
yazıyordu kapağında. “Eksiksiz Ses ve Grafiklerle. Bundan İyisi Yok.”
Sayfa 17’de, bir ScreeWee ağır kruvazörünün, yetmiş altı lazer atışı ile yok edilebileceği yazıyordu. Savaş gemilerinden oluşan koruma filosunu temizleyip öteki ScreeWee silahlarının sizi vuramayacağı kullanışlı bir yer bulduktan sonra, gerisi yalnızca zaman meselesiydi.
Konuşmak istiyoruz.
Duraklat’a basmış olmasına rağmen, mesaj ekranda yanıp sönmeye devam ediyordu. Kitapçıkta mesajlar hakkında hiçbir şey yazmıyordu. Johnny sayfaları karıştırdı. Oyuna doldurduklarını iddia ettikleri “Güncellenmiş Özellikler”den biri olmalıydı bu.

Kitapçığı bıraktı, ellerini tuşlara götürdü ve dikkatle yazdı: Öl, uzalyı pislik.
Hayır! Ölmek istemiyoruz! Konuşmak istiyoruz!
Böyle olmaması gerekiyordu, değil mi?
Ona diski veren ve oyun kitapçığını da babasının fotokopi makinesinde kopyalayan Bıngıl Johnson, bir seferinde, onuncu bölümü geçince fazladan 10.000 puan ve Cesaret Ödülü aldığını, sonra da daha fazla sayıda ve çeşitte geminin bulunduğu Arcturus Sektörü’ne geçtiğini söylemişti. Johnny o Cesaret Ödülü’nü istiyordu. Lazeri son bir kez daha ateşledi. Fişşuvvv!

Neden yaptığını bilmiyordu aslında. Sırf, elinde bir oyun kolu ve onun da üzerinde bir Ateş düğmesi olduğu içindi galiba. Sırf, tüm bunlar böyle tasarlandığı içindi. Ne de olsa, Ateş Etmeme düğmesi diye bir şey yoktu, değil mi?
Teslim Oluyoruz! LÜTFEN!
Johnny yeniden klavyeye uzandı ve büyük dikkatle, Kaydet tuşuna bastı. Bilgisayar uğuldadı, tıkırdadı, sonra sustu. Johnny akşam boyunca oyunu tekrar açmadı. Ödevini yaptı. Coğrafya ödeviydi. Dünya haritasında Büyük Britanya’nın yerini işaretlemesi ve sonra da içini boyaması gerekiyordu. ScreeWee’nin kaptanı, ön bacaklarından birini masaya indirdi.
“Evet?
”İkinci kaptan yutkundu ve kuyruğunu saygılı bir açıda tutmaya çalıştı.
“Yine ortadan kayboldu, hanımefendi,” dedi.
“Peki kabul etti mi?”
“Hayır efendim.”
Kaptan, üç elinin parmaklarını masanın üzerinde tıkırdattı. Semender hayvanına benziyordu birazcık; ama en çok benzediği şey, timsahtı.
“Fakat ona ateş etmedik!” dedi.
“Etmedik efendim!”
“Mesajımı gönderdin, değil mi?”
“Evet efendim!”
“Ve onu her öldürdüğümüzde, usanmadan geri geliyor...”

Johnny teneffüste Bıngıl’a yetişti. Takımlar seçilirken Bıngıl hep en sona kalırdı. (Gerçi şu anda bu pek de sorun değildi, çünkü beden öğretmeni, rekabeti körüklediği inancıyla, takımlara karşıydı.) Bıngıl, bıngıl bıngıl bıngıldıyordu. “Hormonlarlailgili bir şey,” diyordu. Özellikle koşarken bıngıldıyordu, farklı kısımları farklı yönlere gitmeye çalışıyordu. Bıngıl’ın belli bir yöne, ancak
ortalama olarak gittiği söylenebilirdi. Oyunlar konusunda iyiydi ama. Her ne kadar, bilindik türde bir “iyilik” olmasa da bu, iyiydi. Mesela, tüm okullar arasında bir “Galaktik-Gemiler’in -Kopyalamaya-Karşı-Kırılması-İmkânsız-Koruma-Sistemini-İlk-Kıran-Kişi-Olma” yarışması düzenlenecek olsa,
Bıngıl yalnızca takıma girmekle kalmaz, takımı seçen kişi olurdu.
“Yo! Bıngıl!” dedi Johnny.
“Artık ‘Yo’ demek havalı değil,” dedi Bıngıl.
“‘Havalı’ demek fiyakalı mı peki?” dedi Johnny.
“Havalı her zaman havalıdır. Ve artık kimse ‘fiyakalı’ da demiyor.”
Bıngıl, bir sırrı varmışçasına çevresine bakındı, sonra da çantasından bir torba çıkardı.
“İşte asıl bu havalı. Şunu bir dene.”
“Bu ne ki?” dedi Johnny.
“Savaşçı Yıldız TeraBombacı’yı kırdım,” dedi Bıngıl.
“Ama kimseye söyleme. Klavyede ‘SYB’ yaz, yeter. Aslında pek de iyi bir oyun değil. Boşluk tuşu bomba bırakıyor ve... Eh, tuşlara bas ve ne yaptıklarını gör işte...”
“Tamam... Bir şey diyeceğim, İnsanlığı Ancak Sen Kurtarabilirsin’i biliyorsun ya...”
“Hâlâ onu mu oynuyorsun?”
“Sen ona... şey... bir şey yapmadın, değil mi? Yani, bana kopyasını vermeden önce?”
“Yoo. Korumalı bile değildi ki o. Kitapçığı kopyalamak dışında hiçbir şey yapmadım. Neden?”
“Ama oynadın, değil mi?”
“Biraz.” Bıngıl, oyunları yalnızca bir kere oynardı. Bir oyunu birkaç dakika izledikten sonra, oyun kolunu eline alıp puan rekorları kırabilirdi. Sonra da zaten o oyunu bir daha oynamazdı.
“Peki, tuhaf bir şey olmadı mı?”
“Nasıl yani?” dedi Bıngıl.
“Şey...” Johnny duraksadı. Bıngıl’a söyleyebilirdi tabii. Ama sonra Bıngıl ya gülerdi, ya ona inanmazdı ya da yalnızca bir tür hata, bir tür numara falan olduğunu söylerdi. Ya da virüs. Evet. Bıngıl’ın diskler dolusu bilgisayar virüsü vardı. Galiba koleksiyon yapıyordu. Pul koleksiyonu falan gibi. Johnny, Bıngıl’a söylerse, bir şekilde gerçek olmaktan çıkardı.
“Şey... ne bileyim, tuhaf bir şeyler işte.”
“Ne gibi?”
“Garip. Şey... sanırım, gerçek gibi.”
“Öyle olması gerekiyor zaten. ‘Tıpkı gerçek gibi,’ yazıyor kutusunda da. Umarım kitapçığı doğru düzgün okumuşsundur, babam onu kopyalamak için koca bir
kahve molasını harcadı.”
Johnny rahatsızca sırıttı.
“Ah, evet. Doğru. Okusam iyi olacak. Yıldız Savaşçısı Pilotu için de teşekkürler...”
“TeraBombacı. Bu arada, babam Amerika’dan ne getirdi, biliyor musun?
Alabama Smith ve Kader Mücevherleri.* Diski sonra geri getir de onu da kopyalayayım.”
“Tamam,” dedi Johnny.
“Sorun değil.”
“Tamam,” dedi Johnny.
Johnny’nin, Bıngıl’ın verdiği oyunların büyük çoğunluğunu hiç oynamadığını söyleyecek cesareti yoktu. Oynayamazdınız ki çünkü. Uyuyacak ve yemek yiyecek zaman istiyorsanız, oynayamazdınız. Ama bu da pek sorun değildi, çünkü Bıngıl asla sormazdı. Bıngıl’ı ilgilendirdiği kadarıyla bilgisayar oyunları, oynamak için değildi. Oyunlar, koruma programını kırmak, yazılımına müdahale edip fazladan can falan kazanmak ve sonra da kopyalayıp herkese dağıtmak içindi.

*Indiana Jones ve Kutsal Hazine Avcıları (Indiana Jones and the Raiders of the Lost Ark) filmini bilirsin ya? Bir zamanlar, onun oyunu da vardı. Indiana Jones ve Atlantis’in Kaderi (Indiana Jones and the Fate of Atlantis) adındaki oyun büyük ses getirmişti. [E.N.]

Temel olarak, dünyada yalnızca iki taraf vardı: bilgisayar korsanlığını yok etmek için muazzam bir çabaya girişmiş koca bir oyun sektörü, bir de Bıngıl. Ve şu
anda, Bıngıl öndeydi.
“Tarih ödevimi yaptın mı?” dedi Bıngıl.
“Al,” dedi Johnny.
“‘İngiliz İç Savaşı Sırasında Köylü Olmak Nasıl Bir Şeydi?’ Üç sayfa.”
“Sağ ol,” dedi Bıngıl. “Çabuk yapmışsın.”
“Ah, geçen dönem coğrafya dersi için, ‘Bolivya’da Köylü Olmak Nasıl Bir Şeydir?’ diye bir ödev yapmıştık. Onu kopyaladım. Yalnızca lamaları çıkardım, yerine de kralların kelle uçurmasıyla ilgili şeyler ekledim. Köylü ödevlerinde bu tür şeyler eklemen gerekiyor. Sonra da hava durumu ve ekinler hakkında şikâyet edip duruyorsun. Köylü ödevleri kolay iş...”

Johnny, yatağına uzanmış, İnsanlığı Ancak Sen Kurtara bilirsin’in kitapçığını okuyordu. Kitapçıklarının, basitçe, “Sola gitmek için < tuşuna, sağa gitmek için > tuşuna, ateş etmek için Ateş tuşuna basın,” gibi şeyler söylediği oyunları daha dün gibi hatırlıyordu... Oysa artık, oyun hakkında yazılmış küçük bir kitabın tamamını okumak gerekiyordu. Basit bir kitapçıktı, fakat adına “Roman” diyorlardı. Aslında bu kitapçıklar bir tür “anti-Bıngıl” önlemiydi. Amerika’daki ya da öyle bir yerdeki birisi, oyunun size, “Kitapçığın 19. sayfasının 23. satırının 1. sözcüğü nedir?” gibi küçük sorular sormasının ve doğru yanıtı vermezseniz bilgisayara reset atılmasının çok akıllıca olacağını düşünmüştü. Demek ki, muhtemelen, Bıngıl’ın babasının ofisindeki fotokopi makinesini hiç duymamışlardı...

Her neyse, sonuçta bu kitapçık vardı. Kitapçığa göre, ScreeWeeler yok yerden ortaya çıkmışlardı ve üzerinde insanlar yaşayan bazı gezegenleri bombalamışlardı. Neredeyse tüm yıldızgemileri havaya uçmuştu ve geriye bir tek bu deney gemisi kalmıştı. ScreeWee sürülerine karşı bir tek o direniyordu. Ve insanlığı ancak sen kurtarabilirdin. Sen. Yani, o. On iki yaşındaki John Maxwell.
Hem de okuldan eve gelip bir şeyler atıştırdıktan sonra, ödev zamanına kadar.
Fakat, savaşmak istemeyen ScreeWee sürülerine yönelik hiçbir şey yazmıyordu...
Johnny önce bilgisayarı, sonra da oyunu açtı. Gemi, vizörün tam ortasında yeniden belirdi.

Johnny, düşünceli düşünceli, oyun kolunu eline aldı. Ve ekranda hemen yeni bir mesaj belirdi. Yani... tam olarak mesaj değildi aslında. Daha çok, bir tür resimdi. Yumurta şeklinde, yarım düzine kadar leke. Hem de kuyruklu. Hareket etmiyorlardı. Bu ne biçim mesaj? diye düşündü Johnny. Belki de göndermesi gereken özel bir mesaj vardı?
“Öl, seni pislik” şu anda pek uygun gelmiyordu çünkü.
Johnny yazdı: Neler olyor?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder