1 Eylül 2019 Pazar

Bir Şeftali Bin Şeftali (Samed Behrengi) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Bir Şeftali Bin Şeftali

Kitabın Yazarı : Samed Behrengi

Kitap Özeti :

Köylerden bir köy vardı. O köyün başlıca sorunu susuzluk ve yoksulluktu. Fakat köyün hemen yamacında uçsuz bucaksız bir bahçe vardı. Bu bahçede bol meyveli ağaçlar vardı. Tam ortasından gürül gürül akan bir dere geçiyordu.

Birkaç yıl önce köyün sahibi olan ağa, köyün tüm topraklarını köylü ailelere paylaştırıp satmıştı. Bol meyveli bahçeyi ise kendine ayırmıştı. Satılan topraklar ağaçsız, susuzdu. Üstelik bu topraklar taşlık ve kayalıktan ibaretti. Köylüler buralara ancak arpa ve buğday ekebiliyordu.

Bol meyveli bahçede iki şeftali ağacı vardı. Biri çok büyük, öteki küçüktü. Yaprakları,çiçekleri onların kardeş olduklarını gösteriyordu. Büyük şeftali ağacı aşısını olmuştu. Meyve zamanı iri iri, tatlı mı tatlı supsulu şeftaliler dallarda olgunlaşır, hatta ağırlaşan dallar yerlere kadar eğilirdi. Bahçeye bakan bahçıvana göre yabancı bir ülkeden getirtilmişti aşısı. Çok para harcanmıştı. İki şeftali ağacının boyunlarında da birer nazar boncuğu asılıydı.

Küçük şeftali ağacı, her yıl binlerce rengarenk çiçek açar ama bir tane bile olgun meyve vermezdi. Tam meyveye duracağı zaman bütün çiçeklerini dökerdi.

Bahçıvan küçük şeftali ağacına yeni bir aşının iyi geleceğini düşündü. Ama bu yarar sağlamadı. Artık bıkan bahçıvan ağacı korkutmaya karar verdi. Eve gidip testeresini aldı. Karısıyla birlikte şeftali ağacının altına geldiler. Bahçıvan testerenin dişlerini elindeki eğe ile biledi. Karısı heyecanla sarıldı ona, tuttu elini. “ Onu kesersen beni ölmüş bil. Eğer önümüzdeki mevsim de meyve vermezse beraber keseriz. Odun yaparız ve kış gelince ocakta yakar ısınırız.” Dedi.
Ama sonraki mevsim şeftali ağacı yine çiçek açtı ve döktü tüm çiçeklerini.
Neydi bu şeftalinin derdi?

Bu konuşmaları dinleyen küçük ağaç başladı konuşmaya:
- Bahçıvanın sepetinde bir düzine şeftaliydik. Çok güzeldik. Bahçıvan şeftalileri toplar, sepete doldurur kentin yolunu tutardı. Kentte bahçenin sahibi ağa oturuyordu. Ben oraya gitmek istemiyordum. Ağanın kızı şımarıktı. Bir ısırık alıp beni çöpe fırlatacaktı. Ağa biricik kızının ağzı tatlansın diye yurt dışından günübirlik taze portakallar, muzlar, üzümler getirtiyormuş. O mutlu olsun diye her gün taze güller geliyormuş Avrupa’dan. Hekimler, bakıcılar, giyim kuşam, oyuncak ve geziler derken dünyanın parasını döküyormuş.

Oysa Sahip Ali ve Polat öyle mi? Onların sofrasına şimdiye dek meyve girmemiş ki. Annecim bir gün bana “ Benim cici kızım, güneşten sakınma yüzünü. Güneş olmazsa tüm canlılar yok olur.” Dedi. Hep aklımda tutuyorum bu sözü.
… Bahçıvan sepette bizi taşırken, köstebek yuvasına bastı. En üstte ben vardım. Yere düştüm. Bahçıvan fark etmedi. Sepetten düşünce bir yanım ezildi, biraz da öz suyum aktı toprağa. Az sonra atlıkarınca geldi yanıma.

Öz suyumdan koparmak için çok uğraştı, başardı da. Gitti sonra hızlı adımlarla.
Sonra Sahip Ali ve Polat geldi. Onların hiç korkuları yoktu. Bekçinin tüfeğinden bile korkmuyorlardı. Üstlerinden belliydi yoksul oldukları. Giysileri yamalı bohça gibiydi. Yedi sekiz yaşlarında ya var ya yoklardı. Annem olan şeftali ağacına koştular üstümden atlayıp ama orada şeftali bulamadılar, bahçıvan hepsini toplamıştı. Çok sinirlendiler. Bahçeyi yakmaya karar verdiler. Tam önümden geçiyorlardı. Polat’ın yüzü birden acıyla değişti. Ayağına diken batmıştı. Tam dikeni çıkarmak için eğilmişti ki beni gördü. Ellerine alıp okşadılar beni. Çok mutluydum. Onlar beni iştahla yiyeceklerdi.

Havuza kadar dikkatle taşıdılar beni. Havuz, söğüt ve kavak ağaçlarıyla çevriliydi. Bu gölgeliklerden havuz başı oldukça serindi. Suya daldırdılar beni, biraz serinleyip daha güzel olmam için. Orda bile kaybolurum diye bırakmadılar beni. İyice serinlemiştim. Önce Polat açtı ağzını, kocaman bir ısırık aldı. Sahip Ali’de ısırdı. Polat şeftalinin son parçasını da attı ağzına. Sonra havuza girdi onlar. Beni de söğüt ağacının altına bıraktılar.

Köyün sokakları ıssızdı, yoksul köyde gübre kokusu eksik olmazdı. Bir de her yanı kaplayan sinekler. Sahip Ali beni götürürken beline kadar tezeğin içine gömüldü. Ama annesi kızmadı ona. Ahıra girdi. Beni gübre yığınının içine gömdü. Karanlıktı, gübre kokusundan başka bir şey yoktu, soluk alamıyordum. Epey bir süre geçti. Sahip Ali çıkardı beni oradan, üfledi ve sildi.

Polat keçiyi otlatmaya gitmişti. Bulduk onu, beraber bahçenin öbür ucundaki tepenin arkasına ekeceklerdi beni. Kimse görmesin, suya da yakın olsun diye oraya ekeceklerdi. Ektiler, derin bir uykuya daldım kış boyu. İki rüya görmüştüm. Badem çiçeğinin sesi ile uyandım. İlkbaharda uyandım uykumdan, yanımda küçük kökleri olan bir bitki vardı. O kıpırdandıkça ben gıdıklanıyordum. Karınca sürüsü geldi yanıma, kabuğumdan ısırıp diş geçiremeyeceklerini anlayınca bıraktılar. Bir süre sonra filizlendim, sonunda gün ışığına kavuşmuştum.

Gelin gibi badem çiçeğini gördüm. Kökleriyle beni gıdıklayanlar onlarmış. Sonra yanımda ince kökleri olanları gördüm, onlar da papatyalarmış. Çok uzunlardı, bense onların yanında kısacıktım. Sahip Ali ve Polat ‘ta yanıma geldiler. Çok sevinçliydiler. Beni gördükleri için. Sonra sık sık yanıma uğradılar. Bir gün yanıma, sopanın ucunda iri bir yılan ölüsü getirdiler. Kıpkızıl ve parlaktı. Yanımda çukur kazıp yılanı gömdüler. Meğer birkaç sepet gübre değerindeymiş yılan ölüsü.

Zaman geçti, büyüdüm geliştim. Soğuklar başlayınca eski püskü bezlerle ve hasır parçalarıyla sardı çocuklar beni üşümeyeyim diye. Bir gün de irice uzun bir sopa getirdiler. Benim yanıma dik olarak sapladılar. Gövdemi ona bağladılar. İyi ki de bağlamışlar. Çıkan fırtınadan o sopa korudu beni. 3 tane tohumum çıktı, sadece bir tanesi kaldı. Çocuklar ve ben birbirimize çok bağlanmıştık. Onların kardeşi gibi olmuştum ben. Bu yüzden o tohuma bir şey olmasını istemiyordum. Onu çocukların yemesini istiyordum.

Bir gün Polat geldi yanıma yalnızdı. Sahip Ali ölmüş. Bana besin olması için Yılanlı Vadi’ye yılan öldürmeye gitmişler. Orada onu kapkara bir yılan sokmuş. Polat yılanı öldürmüş, kafasını ezmiş ama yılan Sahip Ali’yi sırtından sokmuş. Boncuk Nine, bütün gece başucunda beklemiş, Çeşitli yakılar sürmüş ona. Çeşit çeşit otlardan ilaç yapmış ama hiçbiri fayda etmemiş.

Polat hıçkıra hıçkıra çok ağladı başucumda. Buralarda artık duramayacağını, her yerin ona Sahip Ali’yi hatırlattığını söyledi. Kente gidip bakkallık yapan dayısının yanında çıraklık yapacakmış. Polat giderken tek şeftalimi düşürdüm ayağının önüne. Avuçlarıyla kavradı sevdi onu. Sonra uzaklaştı oradan.

Ben de şeftalilerimi dökmeye karar verdim. Bahçıvan benim yerimi değiştirdi. Ama ben yine aynısını yaptım. O günden bu güne kaç yıl geçti bilmem, hala meyve vermiyorum. Bir tek şeftali bile tadamayacak bahçıvan. Ona boyun eğmeyeceğim. İster korkutsun ister yalvarsın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder