3 Aralık 2019 Salı

Altın Işık (Ziya Gökalp) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Altın Işık

Kitabın Yazarı : Ziya Gökalp

Kitap Hakkında Bilgi :

Ziya Gökalp, "Altın Işık" kitabında topladığı halk masallarında, çocuklara iyi bir karakter aşılamaya çalışır. Edebiyatı bir eğitim aracı olarak gördüğü için, çocuklara Türk kültürünün küçük yaşlarda verilmesi gerektiğini savunur.

"Tembel Ahmet ile Küçük Şehzade"de çalışkanlık ve dürüstlüğün önemini; "Keloğlan ile Kuğular"da eninde sonunda haklı olanın kazanacağını vurgular. "Pekmezci Anne"de sabrın; "Keşiş"; "Ne Gördün?" de iyi kalpliliğin yararlarını anlatır. "Aslan Basat"ta Oğuz ilinin Tepegözden kurtulması ile Kurtuluş Savaşı; Aslan Basatın kahramanlığı ile de Türk kahramanları ve Atatürk arasında ilişki kurar.

Ziya Gökalp, yazdığı bu masallarla hem kültürel kaynakların nasıl değerlendirilebileceğini gösterir hem de çocukların ulusal kültür değerleriyle nasıl yetiştirilmesi gerektiğini ortaya koyar.

Kitaptaki on iki metinden yedisi manzum, dördü düzyazı ve biri sahne oyunu biçimindedir. Gökalp’ın ulusal Türk düşüncesini yeniden kurmanın, ancak halk yazım dil ve anlatım özelliklerini belirlemekle mümkün olacağı düşüncesidir.

Türkçeyi en güzel şekilde kullanan yazarlardan biri de Ziya Gökalp’tir.

Ziya Gökalp, tarih bilincini yerleştirmek ve kültürümüzü sevdirmek için planladığı bu eserinde, Türkçeyi en sade şekilde kullanarak bir masal şenliği sunuyor. Bu kitapta masallarımızın tatlı dilini ve anlatımını bulacaksınız.

Kitabın Özeti :

Tembel Ahmet:
Bir Padişah’ın aşk yüzünden delirmiş bir oğlu ile üç kızı vardı. Kızlarını evlendirecekti. Teker teker sordu. Büyük ve ortan­ca kız “Siz kimi münasip görürseniz” dediler. Küçük kız ise “Bir genç ile evlenmek isterim” deyince, kızdı ve onu memleketin en tembeli olan “Tembel Ahmet’ ile evlendirdi. Oğlanın tembelliği bir gün kızın iyice tepesini attırınca, başladı odunla kovalamaya. Oğlan evden kaçtı, gitti çalışmaya. Her gün kazancını getirip ka­pıdan veriyor, karısının korkusundan içeri giremiyordu. Bir gün bir kervanda iş bulup, yola çıktı. Yolda bir kuyunun başında su için durdular. Tembel Ahmet kuyuya inip yukarıya su veriyordu. Bu esnada bir kapı görüp içinden girdi. İleride bir köşk, köşkün içinde mahzun mahzun oturan, hapsedilmiş bir kız vardı. Kızı dönüşte kurtarmak üzere anlaştı. Kız ona parmağındaki yüzüğü çıkarıp verdi. Tembel Ahmet, yukarıdaki bahçeden de heybesini nar ile doldurdu. Sonra heybesini eski bir arkadaşı ile evine gön­derdi. Annesi ve karısı narı kesince içinden mücevher çıktı. Bütün narlar öyleydi. Gelin kaynana mücevherleri satıp, çok güzel bir saray yaptırdılar. Padişah, kılık değiştirip bu saraya geldi. Bura­daki adamların hiç birini tanımayamadı.

Kervan sahibi Tembel Ahmet’e bir tepsi verip, Musul Kralına götürmesini söyledi. Kral, Tembel Ahmet’in parmağındaki yüzü­ğün, dört yıldır kayıp kızma ait olduğunu görünce gerçeği öğren­di. Tembel Ahmet'in yanına asker vererek kızını kurtarmasını söyledi. Tembel Ahmet kızı kurtarıp babasının yanına getirdi. Meğer kız, Tembel Ahmet’in kayınbiraderinin nişanlısı imiş. Onu da yanına alıp memleketine Kervanı biraz geride bırakıp, evine geldi. Baktı ki evi bir sa­ray olmuş. Üstünü değiştirip, saraya gitti. Padişah’a durumu bir bir anlattı. Kızı alıp saraya getirince aşk yüzünden delirmiş olan şehzade iyileşti. Düğün dernek oldu, herkes mutlu mesut yaşadı.

Kuğular:
Bir padişahın Nilüfer isimli bir kızı vardı. Hanımı ölünce, bilmeden büyücü bir kadınla evlendi. Kadın kızın yüzüne vücu­duna çıkmaz, siyah bir boya sürdü. Kız çok çirkin oldu. Babası bile yüzüne bakmaz oldu. Büyücü kadın bununla yetinmeyip, kızın on bir erkek kardeşini de kuğu haline soktu. Kuğular saray­dan uçup gittiler. Kardeşleri var diye her zulme katlanan Nilüfer, saraydan ayrılıp yollara düştü. Gide gide bir göl kıyısına geldi, Baktı gölde kuğular yüzüyorlar. Kuğular Nilüfer’i tanıyıp, ona sokuldular. Gece olunca da hepsi eski hallerine döndüler. Kız o zaman bütün kardeşlerini tanıdı. Sabah olunca kardeşler tekrar Kuğu haline döndüler. Aylarca, karşı göl ile diğer göl arasında gidip geldiler. Bir gün rüyasında yaşlı bir kadın Nilüfer’e, “Bir süt golü bulunduğunu, bu gölde yıkanırsa eski haline dönebileceğini söyle­di ” Kız, kardeşlerine rüyasını anlattı. Kızı süt gölüne götürdüler. Yıkanınca eskisinden daha güzel oldu.

Yine bir gece aynı yaşlı kadın rüyasına girerek, “Kardeşlerinin de eski haline dönmesini istiyorsan, mezarlıklardaki ayrık otlarından on bir gömlek örmeli, bu gömlekler bitinceye kadar en ufak bir kelime ko­nuşmamalısın” dedi. Kız başladı gömlekleri örmeye. Bir gün o ülkenin padişahının oğlu gezerken Nilüfer’i görüp, güzelliğine vuruldu. Kız hiç konuşmuyordu. Saraya getirip, kırk gün kırk gece düğün yaptılar. Kız yine susuyor ve durmadan gömlek örü­yordu. Kızın büyücü olduğuna hükmedip, asılmasına karar verdi­ler. Cellat hazırlık yaparken dahi kız son gömleğin son ilmiklerini atıyordu. Nihayet bitirdi. Bu arada on bir kuğu gelip etrafına dizildiler. Kız gömlekleri birer birer onlara giydirince, on bir tane genç babayiğit delikanlı ortaya çıktı. Kız padişaha durumu anlattı. Babaları durumdan haberdar edilince, gelip evlatlarını bağrına bastı. Kız ile diğer ülkenin padişahının oğlu ile kırk gün kırk gece düğün yaptılar.

Keşiş Ne Gördün?
Yoksul bir kadının iplik eğirip satarak geçinen üç kızı vardı. O gün en küçük kız iplikleri pazarda beş kuruşa sattı. Dört kuruşa bir tavuk, bir kuruşa da bir mum aldı. Ablaları ona çok kızdılar. Bu arada tavuk ellerinden kaçtı, küçük kız da peşinden koştu. Tavuk kaçtı, kız koştu, nihayet tavuk bir kapıdan içeri girdi. Kız da arkasından. Bir de ne görsün, bağlar, yeşillikler, cennet gibi bir yer. Az ilerde üç çadır. Biri elmaslı, biri incili, biri zümrütlü. Kim­secikler yok. Kız, sağı solu temizledi, yemekleri yaptı, sofraları dizdi, sonra da bir köşeye saklandı.

Üç şehzade geldiler, çadırda düzeni görünce, bir diğerinin yaptığını zannettiler. Sabah oldu yine gittiler. Kız yine aynı işleri yapıp saklandı. Birkaç gün böyle geçinde, şehzadeler bu işleri yabancı birisinin yaptığını anladılar. Nöbet tuttular. En sonunda küçük oğlan kızı yakaladı. Onunla anlaşınca, kendi çadırında sakladı.

Bir gün baba padişah başka ülkelere savaş ilan etti. Bu ne­denle oğullarını da çağırdı. Küçük şehzade, kız uyurken bir mek­tup bırakıp ayrıldı. Kız uyanıp mektubu okuyunca, hemen peşle­rinden gitti. Yolda, rast geldiği bir keşişe mücevherlerini vererek, elbisesini aldı. Keşiş kılığına girerek yoluna devam etti.
Sonra da şehzadelere kavuştu. Küçük şehzadenin içi yanı­yordu. Keşişe sual etti. Keşiş ona güzel cevaplar verince, onu yanına aldı. Birlikte ülkelerine vardılar. Küçük şehzade keşişe bir antikacı dükkânı açtı. Her gün yanına gelip gidiyordu.
Sonra, harp olmadan barış sağlanınca, padişah oğullarını ev­lendirmek için her birine bir vezirinin kızını aldı. Küçük şehzade gelip, keşişe haber verdi. Kız düğüne, keşişin kız kardeşi diye katıldı. Lakin bütün gözler, kızın üzerinde idi. Vezirin çirkin kızı diye, bu kızı gelin odasına koydular. Şehzade geldi, kızı çok be­ğendi. Sabahleyin şehzade keşişin dükkânına gelince, parmağında kendi verdiği yüzükleri gördü. Kız her şeyi anlatınca, saraydaki vezirin kızını evine gönderdiler. Kırk gün kırk gece düğün yaptı­lar…

Pekmezci Anne:
Bir tüccarın tek bir kızı vardı. Hacca gideceği için kızını kim­lere bırakacağını düşünüyordu. Kız, ona “benim ve dadımın bir yıllık yiyeceği ile bizi kapat, sen gelene kadar idare ederiz” deyince aklına yattı ve öyle yaptı.

Padişahın oğlu, kızı duymuştu. Bir gün kocakarı kılığına gi­rerek bir şişe pekmez alıp pencerenin önüne geldi. Komşunun damına çıkarak, ona pekmez sarkıttı. Bir de mani söyledi. Bu hal böyle günlerce devam etti. Her gün hem pekmez satıyor, hem de mani söylüyordu. Kız bu pekmezci anneyi çok sevmişti.

Aradan aylar geçmiş, hacca gidenlerin dönüşü yaklaşmıştı. Akçiçek’in babası, hacdan döndüğünde kapısının çok güzel süslendiğini görünce, hem sevindi hem de şaşırdı. İkinci gün ise padişah saraya çağırtıp, kızını isteyince mutluluğu daha da arttı. Kız, saraya pekmezci anne ile gitmişti. Bir ara kadın kayboldu. Şehzade ortaya çıktı. Kız ağlıyor ve pekmezci anneyi istiyordu. Şehzade kendisi olduğunu açıklayınca, çok sevindi. Kırk gün, kırk gece düğün yaptılar.

Yılan Bey’le Peltan Bey:
Bir padişahın hiç çocuğu olmuyormuş. Bir gün, “olsun da yı­lan olsun” demiş. Bir müddet sonra hanımı gebe kalmış. Doğum günü gelince, hangi ebe yaklaştıysa ölüyormuş. Bütün ebeler saklanmışlar. Padişah imamı çağırıp mutlaka bir ebe bulmasını emredince, imam konuyu karısına açmış. Karısı merak etmemesi­ni söylemiş ve hiç sevmediği üvey kızını saraya ebe olarak gö­türmeyi planlamış. Kız her şeyin farkındaymış. Annesinin meza­rına gidip, ağlayarak vedalaşmış. Mezardan annesinin sesini duymuş: “Hiç ağlama, bir kazan süt iste. Yılan o sütü içecek, karnı doyacak, seni de sokmayacaktır” diyormuş.

Kız bunları yapmış, kadın doğurmuş. Kız hediyelerle evine dönmüş. Aradan yıllar geçmiş. Yılan çocuk büyüyünce, okuma yazma öğrenme zamanı gelmiş. Hangi hoca ders vermeye geldiy­se, sokup öldürüyormuş. Padişah yine imamı çağırmış. İmam yine karısına söylemiş, karısı yine üvey kızını bu iş için gönderip ondan kurtulmayı planlamış. Kız yine annesi ile vedalaşmak için mezarına gelmiş, ağlamış. Mezardan annesinin sesi gelmiş: “Annesi, korkma yılan sana dokunmaz” demiş. Kız saraya gelmiş. Yılan Bey’e üç ayda okuma yazma öğretmiş. Kucağı hediyelerle dolu olarak evine dönmüş.

Bir müddet sonra padişah oğlunu evlendirmeye kalkışmış. Kimi koynuna soktularsa, sokup öldürmüş. Sıra yine bizim kıza gelmiş. Annesinin mezarına gitmiş, annesi, ona kırk kat giyinme­sini söylemiş. Kız da öyle yapmış. Yılan Bey’le gerdek gecesi, kız da soyunmuş. Yılan kırk kat derisini soyunca ortaya babayiğit bir delikanlı çıkmış. Üvey anne kıskançlıktan çatlamış.

Bir müddet sonra savaş çıkmış. Padişah oğlunun kendi yeri­ne orduya kumandanlık yapmasını istemiş. Kocası savaşta iken, üvey anne Ayşe’yi kandırıp, bir ırmağa sokmuş, sonra da arka­sından tekme ile dibe itelemiş. Elbiseleri ile mücevherlerini de alıp kaçmış. Ayşe, yüzerek kıyıya çıkmış. Çırılçıplak olduğu için bir mezarın kenarına saklanmış, yorgunluktan uyumuş. Yandaki bir mezarın kapağı açılmış, içinden çıkan bir adam, Ayşe’yi kucakla­yıp aşağı indirmiş. Orada beş altı çocuk varmış. Peltan Bey isimli bu kişi, esir düşmüş bir padişah oğlu imiş. Aradan aylar geçmiş. Ayşe Kız, Peltan Bey’den hamile kalmış. Peltan Bey onu babasının memleketine göndermiş. Onun verdiği akıllarla, Peltan Bey’e yapılan büyüler bozulmuş. Esareti bitince, memleketine geri dön­müş. Ayşe ile Peltan Bey’in iki çocukları daha olmuş.

Yılan Bey, savaştan sonra ülkesine dönmüş, eşini bulamayın­ca, demir asa, demir çarık yollara düşmüş. Yedi yıl sonra Peltan Bey’in sarayına gelerek ona misafir olmuş. Yılan Bey’le Peltan Bey birbirlerinin çok sevmişler. Sonra Peltan Bey, misafirini eşine göstermiş. Birbirini gören eski eşler hemen oracıkta bayılmışlar. Sonra Peltan Bey’e durumu anlatmışlar. Peltan Bey, fedakârlık yapmaya hazır olduğunu söylemişse de, Ayşe çocukları için Yılan Bey’e hayır demiş. Yılan Bey, üzüntüsünden tekrar yılan haline girmiş ve bir delikten süzülerek gitmiş. Ayşe, her zaman ağlaya­rak Yılan Bey’in mutlu olması için dua etmiş.

Kolsuz Hanım: (Manzum hikâye)
Bir padişahın Ay ve Yıldız isimli iki çocuğu vardır. Bir gün ka­rısı ölür. Zorunlu olarak evlenir. Aradan yıllar geçer. Padişah hacca gitmeye karar verir. O gidince, yeni karısı adamın ismi Yıldız olan oğlu­nu kandırmak için plan yapar. Oğlan razı gelmeyince, onu hap­settirir. Ay, kardeşini merak eder. Yaşlı bir ihtiyar zindanda hapis olduğunu söyleyince, gizlice zindana girer ve onu bulur. Tam kaçacaklarken, üvey anne adamları ile birlikte yollarını keser. Ay kızın iki kolunu birden kestirir. Şehzade Yıldız ise delirir. Sonra da kızı bir sandığa koydurup, denize attırır. Denizde bir şehzade onu bulur. Durumu öğrenince intikam için harekete geçer. Bu arada Ay Hanım’a sevdalanır, evlenirler. Zaman içinde iki de çocukları olur.

Öbür tarafta, padişah bir türlü hacdan gelmemiş. Şehzade Yıldız iyileşmemiş, üvey anne de fırsattan istifade devranını sür­dürmektedir. Üvey anne bununla yetinmez, düşmanlığı devam ettirir. Öyle ki, gün gelir Kolsuz Hanım’ın ve çocuklarının cellada dahi verilmesini ister. Lakin cellat, bunların haline acıyarak, gömleklerini alır, bir av hayvanının kanı ile sular ve öldür­düm diyerek saraya geri döner. Anne ve yavrular dağ başında tek başlarına kalmışlardır. Biraz sonra acıkırlar ve dua ederler. Önle­rine yemekler gelir. Dua ederler, yanlarında bir pınar olur. Dua ederler, yatacak köşkleri olur. Dua ederler Kolsuz Hanım’ın kolla­rı yerine gelir… Köşkünün kapısına yazar: “Burada her derdin şifası bulunur.”

Padişah hicazdan gelir. Bakar oğlu, kızı yok. Karısı bir sürü yalanla onu oyalar. Padişah oğlunu arar, buldurur. İyileşmesi için “Her derde şifa dağıtan” köşke getirir. Üvey analık da, çocuğu ol­madığı için köşke gelmiştir. Kızı görünce vazgeçip, gitmek ister. Fakat, kızı “burası mahkeme yeridir”diyerek, bırakmaz.
Her şey anlaşılır. Üvey anneyi kovarlar. Sonra hep birlikte, mesut yaşarlar. …
Aslında, bu hikâyede Milli Kurtuluş Savaşımız anlatılmak­tadır.

Küçük Hemşire (Manzum Hikâye)
Bir padişahın iki veziri varmış. Birinin üç oğlu, diğerinin üç kızı varmış. Üç oğlana “üç aslanlar”, üç kıza da “üç ceylanlar” der­miş. Bir gün, peri sazını bulması için babalarından üç aslanları göndermelerini ister. Erkek çocukların babası, pek keyiflenmiştir. Kızların babası vezir ise, üzgün bir şekilde evine gelir ve durumu kızlarına anlatır. Büyük ve ortanca kızları, erkek kılığına girerek, peri sazını getirmek için yola düşerler. Ancak, babalarının kendi­lerini sınamak için yaptığı eylemlerde başarısızlığa uğrarlar. En son küçük kız şansını dener ve babasının yaptığı sınavı kazana­rak, peri sazını getirmek için yollara düşer. Kıpçak eline varınca, yaşlı bir kadının evine misafir olur. Ona yüz altın vererek, saraya kapı görevlisi olarak girer. Genç Hakan henüz evlenmemiştir. Kızı görünce, bileklerindeki bilezik izlerinden cinsiyetini anlar, o an ismi Ali diye tanıtılan bu kızı Aliye olarak hayal etmeye başlar. Derdini annesine açar. Annesi, kız mı, erkek mi olduğunu anla­mak için, diğer üç erkekle yarıştırmasını söyler. Bu üç erkek, “üç aslan “lardır.

Sırası ile yağız ata binme, demir yayı çekme ve zincirli ayıyı yenme yarışları yapılır. Ceylan kız bütün yarışlarda birinci olur. Sihirli sazı alarak baba yurduna döner ve sazı babasına verir. Babası sevinçle saraya gider. Padişah kızları küçük görmekle yap­tığı hatayı anlar. Kızı çağırtıp herkesin huzurunda tahtına oturt­ur. Kız, “ben yetkili isem, seçim yapılsın, millet meclisi oluşsun, meclis beni seçerse, başkan olmayı kabul ederim” dedi. Seçimler yapıldı. Meclis açıldı. Meclis, kızı başkan seçti.

Kıpçak Hanı tahtını bırakmış, aşkının peşinden gelmişti. Ali­ye onu görünce yüreğinin sesini dinleyip, onunla evlendi.

Alparslan Malazgirt Muharebesi (Manzum Piyes):
Malazgirt Zaferi keyifli bir şekilde anlatılırken, Türklüğün ve İslamiyetin birbirinden ayrılmayacağı çok güzel mısralarla dile getiriliyor.
“İslamiyet bir kızdır, bekçisi Türk bir arslan!
Elinde dal kılıcı, bekler onu her zaman! “

Nar Tanesi Yahut Düzme Keloğlan: 
Vaktiyle büyük bir padişah ve onun da Gülsün Sultan adlı bir kızı vardı. Gülsün Sultanı başka bir padişahın oğluna verdiler. Şehzade ile Gülsün Sultan, şehzadenin memleketine giderken yolda durdular ve şehzade yerde bir nar tanesi gördü, aldı ağzına attı. Gülsün Sultan bu hareketinden sonra nazik biri olmadığını söyleyerek evlenmekten vazgeçti ve kendi ülkesine geri döndü.

Şehzade bu duruma çok içerlediğinden hem Gülsün Sultan’dan öç almak hem de ona bir şekilde kavuşmak için bir plan yapmıştı. Onların sarayına Keloğlan kılığında bir bahçıvan olarak işe girdi. Gülleri çok sevdiğini bildiğinden her gün bahçesine güller ekti Sultanın. Keloğlan bahçedeki kulübede her gün türküler söylüyor, Sultan da bunları dinliyordu. En sonunda bir gün bahçıvanın kendisine âşık olduğunu anladı ve o da aşkını itiraf etti. Birlikte saraydan kaçtılar. Yolda giderken Keloğlan Gülsün Sultana yolda bulduğu tarak, peştamal ve kirli bir tası alıp bohçasına koymasını, gidecekleri yerlerde bunları bulamayacaklarını söyledi. Gülsün Sultan da tiksinerek de olsa alıp bohçasına koydu, yürüye yürüye şehzadenin yurduna geldiler. Sarayın yakınlarında bir kulübeye yerleştiler. Şehzade arada bir kulübeye Keloğlan kılığında gidiyordu. Bir gün Şehzade saraya giderek başka biriyle evlenmek istediğini, derhal hazırlık yapılmasını emretti. Daha sonra Keloğlan olarak kulübeye gitti ve Gülsün’e saraya gitmesini, hazırlıklarda yardım etmesini, para kazanmasını söyledi. Bir de oradaki kumaşlardan bir parça aşırmasını, doğacak bebeğine elbise yapmasını söyledi. Gülsün saraya gittiğinde şehzade yardımcı kadınların aranmasını emretmiş, kumaşlardan birinin çalındığını söylemişti. Aramalarda parça Gülsün’den çıktı ve bin türlü hakaret işiterek kulübesine kaçtı gitti. Keloğlan Gülsün’ü bir gün hamama gönderdi, çünkü sarayın bütün kadınları orada olacaktı. Şehzade onlara hamamdaki kadınlara bir bilmece sormasını, kim bilirse o kadınla evleneceğini söylemişti. Bilmeceyi Gülsün bildi, şehzade onunla evleneceğini söyledi ve düğün için hazırlamalarını emretti. Şehzadenin odasına çıktıklarında Gülsün karşısında yeni kocası ve eski kocasının aynı kişi olduğunu görünce çok sevindi. O günden sonra mutlu yaşadılar.

Keloğlan: 
Fakir bir babanın üç oğlu vardı. Büyük oğlunu okutmuş, küçük oğluna ileride dükkânını bırakmayı düşünmüş fakat ortanca oğluna verecek bir şeyi kalmamıştı. Ortanca oğluna isim dahi koymamış, onu her daim Keloğlan diye çağırmışlardı. Küçük yaşından itibaren çalışıp parasını kazanan Keloğlan on iki yaşına kadar çok sıkıntılar çektiğinden artık dayanamayarak büyük adam olma arzusuyla uzaklara gitmeye karar verir ve yollara düşer.

Yolda kendisi gibi büyük işler peşinde yola koyulmuş üç kişiye rast geldi ve dört arkadaş olarak yollarına hep beraber devam ettiler. Hep birlikte dağları aştılar, dereleri geçtiler ve uzun yollar sonunda karşılarında büyük bir kule gördüler. Kuleye yaklaştıklarında bir Dev Karısının orada oturduğunu gördüler. Devlerin Kanununda Dev Karısının memesinden süt emenler onun evlatları olurmuş ve Dev Karısı onları yiyemezmiş. Bunu bilen Keloğlan arkadaşlarına da anlatır ve hep birlikte Dev Karısının memelerinden süt içerler. Dev Karısı da artık onları evlat bilir ve onları o gece misafir eder. Fakat Dev Karısı kanunlarını yok sayarak gece çocukları yemeyi planlıyordu. Onların uyumasını bekledi ve yemek için odalarına gitti. Fakat Dev Karısının planını anlayan Keloğlan tüm gece uyumadı. Dev Karısı neden uyumadığını sorduğunda bir şeyler yemeden uyuyamayacağını söyleyerek sürekli onu kuleden uzak yerlere gönderip bir şeyler getirmesini, ancak öyle uyuyacağını söyledi. Dev Karısı da gece boyunca Keloğlan ne isterse gitti getirdi bu böyle sabaha kadar sürdü. Sabah olduğunda Dev Karısı tekrar bir şey getirmeye gittiğinde Keloğlan arkadaşlarıyla Kule’nin tepesine çıktılar. Dev Karısı Kuleyi yıkmak istedi fakat Keloğlan kendi isteğiyle indi ve ona bir oyun oynayarak kaçıp gittiler. Daha sonra çocukların peşine düşen Dev Karısı onları ırmakta buldu ve yakalamak istedi. Keloğlan yine ona bir oyun oynadı ve ırmaktan geçmeye çalışırken Dev Karısı dibi boyladı. Keloğlan Dev Karısının gözlerini ve kulaklarını keserek Padişaha götürdü. Padişah da Dev Karısının ölümüne karşılık onun tüm hazinesini çocuklara verdi. Dört arkadaş bu hazinelerle istediklerine ulaşmış oldular.

Altın Işık (Ziya Gökalp) Kitap Sınavı Yazılı Test Soruları ve Cevap Anahtarı için tıklayınız...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder